BenBenMiyimm Nickli Üyeden Alıntı
İlla senin dediğin gibi Mürşitsiz ve İzinsiz Saatlerce Zikir çekmen mi lazım? İzinli Zikir çekmenin Ehemmiyetini biliyor musun ki? İzinli Çekilen Zikirde Mesafe Katedilir.Sen olduğun yerde sayıklıyorsun sadece.Allahın Örnek Verdiği kullarıyla kendini mi bir tutuyorsun? Onlar dediği kim? Mürşidin önemini anlayamadın galiba?
SOHBETİN ADI: MÜRŞİD FARZDIR
TARİHİ: 01.02.1995
Bugün sizlere Allah’ın izniyle, inşaallah, mürşidin farz olduğunu anlatmak istiyorum. Birçok insanlar, mürşidin farziyetini bilmek şöyle dursun, onun ne olduğundan da ne yazık ki haberdar değillerdir. Ve de özelikle dîn öğreticilerden bir kısmı, insanlara ne yazık ki mürşidin farz olmadığını söylemektedir; Kur’ân-ı Kerim’deki farz emrine rağmen. Tabiî böyle bir konunun anlatılabilmesi için evvela, irşad farz mı diye bakmak lâzım. İrşad farz mıdır? Birçok insana göre irşad da farz değildir. Ama Kur’ân-ı Kerim’e göre irşad farzdır. Bakara Suresinin 186. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, şöyle buyuruyor.
2/BAKARA-186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).
Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).
ucîbu da’veted dâi izâdeâni, el yestecîbûlî vel yu’minûbî leallehum yerşudûn(yerşudûne): Beni davet ettikleri zaman dua edenin davetine mutlaka icabet ederim. Ama onlar da Benim davetime icabet etsinler, mü’min olsunlar ve böylece irşada ulaşsınlar.
Öyleyse Allahû Tealâ diyor ki: “Benim davetim; irşad.” Yetmez, Allah’ın davetinin farz olduğunu bir başka âyet-i kerime de daha görüyoruz, Şûrâ-47:
42/ŞÛRÂ-47: İstecîbû li rabbikum min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâh(minallâhi), mâ lekum min melcein yevme izin ve mâ lekum min nekîr(nekîrin).
Rabbinize icabet edin (Allah’a ulaşmayı dileyin), Allah tarafından geri döndürülmeyecek olan günün gelmesinden önce. İzin günü, sizin için bir sığınak yoktur. Ve sizin için bir inkâr yoktur (yaptıklarınızı inkâr edemezsiniz).
“Üzerinize o değiştirilmesi mümkün olmayan ölüm günü gelmeden önce, Allah’ın davetine mutlaka icabet edin.”
İşte Allah, irşada davet ediyor insanları. Öyleyse davet; mutlak olarak gereklilik ifade ediyor, farz oluyor, bir farz-ı âyın oluyor üzerimize. İşte bunun gibi sahâbeye bakıyoruz. Bu sahâbe, bundan 14 asır evvel hepsi, irşada ulaşmışlar. Hucurât Suresi 7. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûl'ü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
“Ey sahâbe, Allah size îmânı sevdirdi. Fıskı, küfrü, isyanı kerih gösterdi. Hepinizin kalplerini müzeyyen kıldı. İşte onlar, irşada ulaşanlardır.” diyor Allahû Tealâ.Bütün sahâbe irşada ulaşmışlar. Nasıl irşada ulaşmışlar? Mürşidlerine tâbî olmuşlar evvelâ. Öyleyse “mürşid farz mıdır” sualine geliyoruz. Cevap, Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde geliyor:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
“vebtegû ileyhil vesîlete: O’na (Allah’a) ulaşmanıza kim vesile olacaksa, o vesileyi Allah’tan isteyin.” buyuruyor Allahû Tealâ, “Allah’a ulaşmaya vesile olacak kişiyi, Allah’tan isteyin.”
Demek ki bir olay var; Allah’tan bizi irşada ulaştıracak olan kişiyi isteyeceğiz. Bu husus, Cinn Suresinin 14. âyet-i kerimesinde bir davet şekliyle değil, bir açıklama şekliyle oluşmuş. Allahû Tealâ, Cinn-14’ de diyor ki:
72/CİNN-14: Ve ennâ minnel muslimûne ve minnel kâsitûn(kâsitûne), fe men esleme fe ulâike teharrev reşedâ(reşeden).
Ve gerçekten bizden, (Allah’a) teslim olanlar da var ve bizden kasitun (kalpleri kasiyet bağlamış) olanlar da var. Artık kim (Allah’a) teslim olmuşsa işte onlar, irşad olmayı (nefsin ve iradenin teslimini) arayanlardır (dileyenlerdir).
“Ey insanlar ve cinler, sizin aranızda kalpleri kasiyet bağlamış, kararmış, sertleşmiş, nefsin bütün afetleriyle tamamen dolmuş olanlar da var ama Allah’a teslim olanlar da var.”
Ve âyet-i kerime şöyle bitiyor: “fe men esleme fe ulâike teharrev reşedâ: Kim, Allah’a teslim olmayı dilerse mürşidini arar.”
Aramazsa ne olur? Sonuçlara beraberce bakalım. Kehf Suresi 17. âyet-i kerime, mürşidini aramayan bir kişinin yaşadığı sonucu söylüyor.
18/KEHF-17: Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
men yehdillâhu fe huvel muhted: Allah, kimi Kendi Zat’ına ulaştırırsa o kişi, hidayete erer.
ve men yudlil fe lentecide lehu veliyyen murşidâ: Kim de dalâletteyse o kişi için bir evliya mürşid (bir velî mürşid) bulunmaz.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın ifadesi şöyle: “O kişi için bir velî mürşid bulunmaz.” Ne demek? Bulmak fiili, aramak fiilinin bir sonucudur. Kişi, mürşidini aramamıştır. Aramadığına göre hiçbir zaman o mürşide ulaşması söz konusu değildir. O kişi için bir velî mürşid bulunmaz. Bulamazsa ne olur? Kişi, dalâlette kalır. İşte konunun can alıcı yerine geldik. Eğer bir insan mürşidine ulaşamazsa dalâlettedir. Kur’ân-ı Kerim’de tam 10 tane âyet-i kerime, mürşidine ulaşamayan kişinin dalâlette olduğunu söylüyor. İşte bu âyet-i kerimeler, şöyle dizayn edilmiş Kur’ân-ı Kerim’de.
1. âyet-i kerime, Kasas-50:
28/KASAS-50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah’tan bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
“Habîbim, eğer senin davetine icabet etmezlerse bil ki onlar, nefslerine tâbî olmuşlardır. Ve kim, Allah’ın davetçisine değil de kendi nefsine tâbî olursa ondan daha çok dalâlette olan kim vardır?”
Bütün insanlar, doğuşlarından itibaren dalâlettedirler. Böyle bir dizayn içerisinde o insanların ulaşabilecekleri hiçbir şey yoktur. Onlar dalâletteyse gidecekleri yerin cehennem olduğunu söylüyor, 8 grup âyet-i kerime. İşte ya ömrünüz boyunca hep nefsinize tâbî olacaksınız yani dalâlette olacaksınız veya bir gün Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz; o zaman mutlaka mürşidinize ulaşmak sizin için mümkün olacak ve mutlaka ulaşacaksınız.
2. âyet-i kerime, Tâhâ-123:
20/TÂHÂ-123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvvun, fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
(Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”
Allahû Tealâ şöyle diyor: “Hepiniz oradan aşağı inin; birbirinize düşman olarak. Yaşadığınız devirde nerede yaşarsanız yaşayın, size mutlaka hidayetçilerimiz gelecek. Kim hidayetçilerimize tâbî olursa sadece onlar, dalâletten kurtulurlar.”
3. âyet-i kerime, Kehf-17. Demin söyledik, bir defa daha söyleyelim.
18/KEHF-17: Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
“Allah, kimi Kendi Zat’ına ulaştırırsa o kişi hidayete erer. Kimi de dalâlette bırakmışsa o kişi için bir evliya mürşid bulunmaz.”
Kim o, mürşid bulunmayan; mürşidine ulaşamayan kişi? Dalâlette olan kişi.
4. âyet-i kerime, Câsiye-23:
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
“Habîbim, o nefslerini kendilerine ilâh edinenleri görmüyor musun? Allah, onları bir ilim üzere dalâlette bırakır.”
Kim o? Nefslerine tâbî olanlar, Kasas Suresi 50. âyet-i kerime gereğince mürşidlerine ulaşamayanlar.
5. âyet-i kerime, Cuma-2. Allahû Tealâ buyuruyor:
62/CUMA-2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.
“Ümmîlerin arasından resûl beas eden O, Allah’tır; onlara Allah’ın âyetlerini okusun diye, onların nefslerini tezkiye etsin diye, onlara kitabı öğretsin diye ve onlara hikmeti öğretsin diye. Bu mürşide (bu resûle) tâbî olmadan evvel onların hepsi, apaçık bir dalâlet içindeydiler.”
Demek ki mürşide tâbî olmayanların hepsinin dalâlette olduğu bir defa daha vurgulanıyor. Tıpkı bu âyet-i kerime gibi bir tane daha var, Âli imrân-164.
3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
“Bütün kavimlerin içinde Allah, resûller beas eder (hayata getirir ve vazifelendirir); mü’minlerin başlarının üzerine bir ni’met olsun diye, onlara; bütün kavimlerdeki insanlara Allah’ın âyetlerini okusun diye, anlatsın diye, onların nefslerini tezkiye etsinler diye, onlara kitap öğretsin diye ve onlara hikmet öğretsin diye. Bu mürşidlere tâbî olmadan evvel onlar, apaçık bir dalâlet içindeydiler.”
Bunun üzerine Allahû Tealâ’nın daha ileriki safhadaki âyet-i kerimeleri var; Ahkâf-32, 7. âyet-i kerime.
46/AHKÂF-32: Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ve Allah’ın davetçisine icabet etmeyen kimse, yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakacak değildir. Ve onun Allah’tan başka dostları yoktur. İşte onlar apaçık dalâlet içindedirler.
“O, Allah’ın davetçilerine tâbî olmayanlar var ya onlar, Allah’ı yeryüzünde aciz bırakacaklarını mı zannediyorlar? Oysaki onların da Allah’tan başka dostları yoktur. Onlar, Allah’ın davetçilerine tâbî olmadıkları için apaçık bir dalâlet içindedirler.”
Bir sonraki âyet-i kerime, Nahl-36.
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Biz, bütün kavimlerin içinde resûller beas ederiz (hayata getiririz). O kavimlerde yaşayan insanları, şeytana kul olmaktan kurtarsınlar da Allah’a kul etsinler diye. Bu sebeple bir kısmı hidayete erdiler, bir kısmının ise üzerine dalâlet hak oldu.”
Bir kısmı mürşidlerine tâbî olmuş; hidayete ermiş, bir kısmı ise tâbî olmamış; üzerlerine dalâlet hak olmuş.
9. âyet-i kerime, Zumer Suresinin 23. âyet-i kerimesi:
39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
“İşte o, Allah’ın hidayetidir ki Allah, bununla kullarından dilediğini hidayete erdirir. Kimi de dalâlette bırakmışsa o kişi için bir hidayetçi yoktur.”
10. âyet-i kerime, A’râf-186. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
7/A'RÂF-186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye lehu, ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır).
“Allah, dilediğini dalâlette bırakır. Kimi dalâlette bırakmışsa onun için bir hidayetçi yoktur. Allah, onları tuğyanları içinde (isyanları içinde) şaşkın bir halde bırakır.”
İşte 10 âyet-i kerime; dalâlette olanların bir hidayetçiye ulaşamadıklarını, dalâlette olanların mürşidlerine ulaşamadıklarını söylüyor. Bir defa bütün kavimlerde mutlaka hidayetçi vardır.
İsrâ-15:
17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.
Ra’d-7:
13/RA'D-7: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihî, innemâ ente munzirun ve li kulli kavmin hâd(hâdin).
Ve kâfirler derler ki: “O’nun üzerine Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” Sen, sadece bir uyarıcısın ve bütün kavimler için hidayetçi vardır (zamanın her parçasında ve bütün kavimlerde).
Allahû Tealâ: “li kulli kavmin hâd: Bütün kavimler için hidayetçi vardır.” diyor.
Mu’minûn-44, Allahû Tealâ diyor ki:
23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
“Biz, resûllerimizi bütün kavimlere göndeririz; zamanın her parçasında göndeririz, bütün zamanlarda göndeririz. Ve art arda göndeririz (aralarında hiç mesafe bırakmayız).” diyor.
Bütün kavimlere, dünyada ne kadar kavim varsa şu anda Allah’ın resûlleri hep gelmiştir. Bütün devirlerde de bu resûller vazife başındadırlar.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın mürşidlerine ulaşamamak, insanları dalâlette bırakır. Dalâlette bırakırsa ne olur? Kişilerin cennete girmesi mümkün olmaz. İşte Allahû Tealâ, bu hususu söylüyor; A’râf Suresi 178. âyet-i kerimede diyor ki:
7/A'RÂF-178: Men yehdillâhu fe huvel muhtedî ve men yudlil fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).
Allah kimi hidayete erdirirse (kendisine ulaştırırsa), artık o hidayete ermiştir. Ve kim dalâlette bırakılırsa, işte onlar, onlar artık hüsrana uğrayanlardır (nefslerini hüsrana düşürenlerdir).
“O dalâlette bulunanlar var ya, işte onlar hüsranda olanlardır.”
Mu’minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesinde ise Allahû Tealâ diyor ki:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“Biz kıyâmet günü mizanlarımızı kurarız. Bütün insanların amel defterleri ortaya çıkar. Hepsinin dereceleri bellidir. Kimin günahları sevaplarını aşarsa onları cehenneme atarız. Ve sonsuza kadar orada kalırlar; ebediyen cehennemde kalırlar.”
Arkasından da buyuruyor ki: “İşte onlar, hüsranda olanlardır.”
Gördük ki A’râf Suresinin 178. âyet-i kerimesi, insanların cehennemde olanlarını ifade ediyor. Kim onlar? Hüsranda olanlar. Dalâlette olanlar, hüsranda olanlardır. Hüsranda olanların ise cehenneme gittiğini görüyoruz. Dalâlette olanlar; hüsranda olanlar, onların gideceği yer cehennem. Açıkça Allahû Tealâ, A’râf-178’de Mu’minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesinde bu büyük gerçeği hepimize söylüyor.
Bir sonraki âyet-i kerime, A’râf-179. Allahû Tealâ diyor ki:
7/A'RÂF-179: Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîran minel cinni vel insi, lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ ve lehum a’yunun lâ yubsırûne bihâ ve lehum âzânun lâ yesmeûne bihâ, ulâike kel en’âmi bel hum edallu, ulâike humul gâfilûn(gâfilûne).
Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık). Onların kalpleri vardır, onunla fıkıh (idrak) etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir.
“Biz, cehennemi insanların ve cinlerin çoğu için yarattık. Ve onlar, hayvanlardan da daha çok dalâlette olanlardır.”
Gidecekleri yerin cehennem olduğunu görüyoruz. Dalâlette olanlar için Allahû Tealâ’nın, cehennemi yarattığını görüyoruz. Böylece Allahû Tealâ’nın ifadesi, son derece açık olarak gelişiyor. Dalâlette olanlar, Sıratı Mustakîm'in üzerinde bulunamıyorlar; Bakara Suresinin son âyet-i kerimesine göre; “ve leddallin.” diyor. Dalâlette olanlar da Sıratı Mustakîm’in üzerinde değillerdir. Sıratı Mustakîm’in üzerinde olmayan kişi, mü’min olamaz. Öyleyse cennete gitmesi hiçbir şekilde normal standartlarda mümkün değildir.
Mürşide tâbî olmadan evvel insanların hangi safhalardan geçtiğine dikkatle bakarsak, onların kurtuluşlarının mümkün olmadığını görüyoruz. Mürşidine ulaşamayan kişi, dalâlettedir. Dalâlette olan hiç kimsenin de kurtulması, normal şartlarda mümkün değildir. Öyleyse bu; mürşid, kendisine ulaşılması mutlaka gerekli bir vasıtadır. Ve insanları hidayete erdirmek için Allahû Tealâ tarafından tayin edilmiştir.
Allah seni de Hidayete erdirsin.
|