#1
|
|||
|
|||
Adem ve Havva'nın Hakikati..
İnsan Allah’ın ilahi isimlerinin(esma) bileşimlerinden şuurlu mana sureti olarak vücut bulmuş, farkındalık sahibi varlıktır. İnsandan çıkan tüm mana ve fiiller varlığını Allah’ın ilahi isimlerinden alır. Bu yüzden insanın hakikatini anlayan kâinatı da anlamış, bilmiş olur.
“İnsan Benim sırrımdır. Ben de insanın sırrıyım” (A. Geylânî Hz.) Bu ifade ile çok önemli bir hakikat idrak ettirilmeye çalışılıyor. Yalnız buradaki insan bilinç sel olarak tekâmül etmiş kendindeki hakikati öze, zata dönük okuyup, kendini bilen kâmil insandır. Çünkü her iki ayaklı, konuşan varlık insan demek değildir. İnsan kendi hakikatini bilip kendinin ne olduğunu anlayabilirse insan diye nitelendirilir. İnsanı insan yapan gördüğü kadarı ile değil, düşünebildiği kadarı ile tefekkürle hakikati, sistemi okuyarak kendi hakikatini de, Allah’ı da gereği gibi tanıyıp, bilmesidir. İnsanın hakikatini anlayamamış olanlar insanı konuşan, düşünen hayvan diye tarif ederler. Fakat bu tarifin içerdiği hayvanlık vasfı, tamamen bedensel yapı ve davranışlarla ilgili olduğu için gerçek insan anlayışına uymaz. Bu tür fiziksel, bedensel mutasyon neticesi evrimle gelen kendi hakikatini, Allah’ı, ölüm ötesi yaşamı bilmeyen, tümüyle bedene dönük nefsani fiiller içinde bulunan insan görünümlü yaratık “insansı” adını alır. Bilinçsel tekamülünü sağlayarak Âdem nesli(bilinci) ile gelen, hakikati ikra(oku) hükmünce özüne, zata dönük olarak okuyup, Allah’ı bilip, bildiren ise “insan” adını alır. “Bu yolda yüz bin tane Âdem yüzlü İblis var. Her insan yüzlüyü sakın insan sanma” (Şems-i Tebrizî) “İnsansı” fiziksel, bedensel mutasyon neticesi evrimle gelen “homo-saphien” olarak da adlandırılan insan bedeninde hayvansallığı yaşayan insan görünümlü yaratıktır. Bunlarda kumanda merkezi, bilinçaltının kontrolü altındadır. Üst beyni gereği gibi kullanamadıkları için gelen verileri analiz edip, sentez oluşturamazlar. Bu yüzden her türlü dedikoduyu, yalanı doğru olarak kabullenirler. Bilmediklerinin farkında değildirler. Çok net görülüp, algılanması gereken hadiseleri bile objektif, ön yargısız analiz edip değerlendiremezler. Nefsani yaşama, mantıkla üstünlük getirmeye çalışan, ancak aklı değil, çıkarcı zekâyı esas alan bir yaşam biçimine sahiptirler. Yaşam içerisinde gelişen olaylar içinde, bireysel menfaatlerine dönük davranışlar ortaya koyarlar. Kişisel menfaatleri söz konusu olduğunda daha önce söyledikleri, savundukları her şey(doğruluk, insan, doğa sevgisi, vb.) onlar için geçersizdir. “İnsan” denince ise esas olan bu bedene canlılık veren, aslında ilahi bir nefes olan ruhsal yapıdır. Bunun için kişinin, aklını kullanarak, çevresel şartlanmalar, nefsani istek ve arzulardan arınıp, bilincini kendindeki hakikati ortaya çıkaran öze dönük ilim boyutunda bulması gerekir. Bu durum “ilm-el yakın” dediğimiz hakikat ilminin kişinin bilincinde kemal bulup, olgunlaşması demektir. Kişi ancak bu suretle varlık içgüdü ve şartlanmaları ile varlığını sürdürdüğü özünden uzak insansı yaşamdan, farkındalık sahibi, bilinçli insan olma aşamalarına geçmeye başlar. Bunun neticesinde bilincinde insan olmanın ilk aşaması olan boyut açığa çıkar. Yani kendi âlemindeki insan olmanın ilk aşaması olan Âdemi yaratılmış olur. Âdem neslinden(boyutsallığından) gelen insan haricindeki varlıklarda(insansı, beşer, cin, melek)de dıştan, çevreye doğru, sıfatta şuursal bilme vardır. Bu yüzden bunlar sınırlı duyu organları ile görüp, algıladıkları(madde dünya) ile kendilerini kayıtlamakta ve kayıtlanmaktadırlar. Âdem’den gelen insan ise kendi aslını ve orijinini kavrayabilme yeteneğine sahip, sınırsızlıktan(suretsizlikten) nasiplenmekte, gördükleri ile kendini kayıtlamamakta ve kayıtlanmamaktadır. Çünkü o Allah’ın “Ona kendi ruhundan(özünden) üfledi”(Esmalarının anlamlarının yeryüzünde açığa çıkarılmasını talim etti, öğretti) ayeti hükmünce yaratılmıştır. Bu yüzden onda kendindeki Allah’ın zatını aşikâr eden, kendindeki hakikati ortaya çıkaran öze, zata dönük(özden, dışa) hakikati bilme hali vardır. Bu yüzden Hilafet sahibidir, Halifedir. Yani esma mertebesinin farkındalığıyla yaşayan şuur sahibi varlıktır. Bilinenin aksine, Kur’an da Âdem’in ilk insan türünden bir varlık olduğuna dair bir ifade yoktur. Kur’an’daki açıklama “Rabbin, meleklere, ben yeryüzünde balçıktan(su, mineral oluşan) halife(esma mertebesinin farkındalığına sahip) bir beşer yaratacağım”(Sad/71- Bakara/30) şeklindedir. Buradaki beşer ifadesi insan olarak anlaşılıp, yorumlandığı için Âdem’in ilk yaratılan insan türünde varlık olduğu zannedilmektedir. Oysa Âdem’den önce fiziksel, bedensel mutasyon neticesi evrimle gelen insansı denilen insan görünümlü, beşer varlıklar yeryüzünde bulunmaktaydı. Bunlar, kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar, kan döküp, fesat çıkarıyorlardı. Yaşamları yalnızca nefsani hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme ve olabildiğince her şeye sahip olma hırsının mücadelesi ile devam ediyordu. “Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği vakit melekler, “Biz seni överek anarken ve yüceltip dururken, orada fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah ise “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” dedi. (Bakara suresi/30) “Yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıklar” ifadesi, meleklerin o devirde ilk insan daha tekâmül edip, var olmadığı için beşer olarak sadece yeryüzünde var olan insansıları ve onların yaşantılarını biliyor olmalarından kaynaklanıyordu. Melekler, daha önce insanı tanımadıkları için halife olarak yaratılacak beşeri varlığı, insansı olarak algılamışlar onun için yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlığa böyle bir makamın verileceğini zannetmişlerdi. Çünkü o devirde yalnızca mutasyon sürecinden geçerek gelmiş insana son derece benzeyen “homo-saphien” olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvansallığı yaşayan insansı topluluklar vardı. Oysa halife olarak yaratılacağı bildirilen, Allah’ı yeryüzünde temsil edecek onu bilip, bildirecek donanıma ve mükemmeliyete sahip Allah’ın “ona kendi ruhumdan üfledim” dediği "ahsen-i takvim"(en güzel, mükemmel) şekilde yaratılacak olan her an sıfatta, zatı görebilen insan-ı kâmil idi. Allah’ın ruhundan üflemesi(esmalarının anlamlarının yeryüzünde açığa çıkarılmasını öğretmesi) ile insansılar arasında Allah’ı tanıyabilecek, evrensel hakikati ortaya çıkartabilecek kıvama, kemale ulaşan ilk bilinç, ilk insan(Hazreti Âdem) olmuştur. Âdem ismi ile kastedilen geçmiş zamanda yaşamış tek, bir kişi değildir. O her kesin özünde var olan bilinç boyutudur. Âdem bilinç boyutu içgüdü ve şartlanmaları ile özünden uzak insansı yaşamdan bilinçsel tekâmül neticesi kendi hakikatinin farkına varmış sıfatta(surette), Zatı(suretsizi) görerek, şükür ve hamd* ederek yaşayan ilim ve akıl sahibi farkındalıklı kâmil insan olmanın ilk aşamasıdır. Bu aşamaya ulaşıp kendindeki Âdemi yaratılan yani bu boyut özünden açığa çıkanda, Allah önce aklı yaratmış “Âdeme tüm esmaları öğretti“(Esmanın anlamlarının açığa çıkarılmasını talim etti/programladı) hükmünce her şey öğretilmiş, fark ettirilmiş olur. Bu yüzden Âdem bilinci, sistemin, bütünün yani “aklı küllün” temsilcisidir. “Aklı küll” pozitiftir. Fakat hikmet(kuantsal/maddenin var oluş sebebi olarak) her pozitifin içinde gizli bir negatiflik olması gerektiğinden “nefs-i küll” yani Havva(sıfat)da, Âdem’in içinde gizlidir. Bu aynı zamanda zatta, sıfat gizlidir şeklinde ifade edilir. Tevrat ve bazı kaynaklarda Havva’nın, Adem'in kaburga kemiğinden yaratılması şeklinde anlatılması bu durumun mecazi ifade şeklidir. Kadın olmazsa, erkek hiçbir şekilde yaratılışının hakikatine erme şansına sahip değildir. Havva(kadın) ve Adem(erkeğin) birbirine ihtiyacı vardır. Çünkü kadın bütüne, erkek parçaya(sıfata) bakar. Kadın bütünü görme ve onu yansıtma özelliğiyle yaratılmıştır. Bu yüzden kadın erkeğin kendi hakikatini(sıfatta, zatı) görmek için bakabileceği aynadır. Bu suretle Adem(er), Havva(dişi)da kendi hakikatini seyretmiştir. Yalnız buradaki kadın, erkek ifadelerini beşeri cinsiyet üzerinden anlamak yanlış olur. Tasavvuf, erkeğin aklı, kadının nefsi temsil ettiğini söyler. Yani akla hâkim olan kişi erkek, nefse hâkim olan kişi dişidir. Her insanın içinde hem erkeklik, hem de dişilik vardır. Hem akıl hem de nefs vardır. Nefsini aklının da yardımıyla yenebilen kişi erkeklik ve kadınlıktan sıyrılıp gerçek anlamdaki ER kişi olur. Âdem’in cennetten uzaklaştırılması ise suretin arkasındaki suretsizi göremeyip, gözünü(algısını) zattan ayırıp, sıfata(Havva’ya yani dünyaya, maddeye) çevirmesi yani sıfatta nefsi ile gördüğüyle, kendindekinden(özündeki hakikatinden, bütünden) perdelenmesi hadisesidir. Sıfatta, zatı görmek, yaratılanda, yaratanı fark edebilmektir. Mesela; çiçeğe bakan bir kimsenin o çiçekte Allah’ı(zatı, suretsizi) görmesi, hakikati fark etmesi demektir. Göremeyen kimse Allah’tan uzak kalıp, sırat köprüsünden aşağıya, cennetten, dünyasındaki cehenneme(içsel ateş, mutsuzluk, huzursuzluk, vb.) düşmektedir. Bu yüzden Zat’tan uzaklaşmak cennetten(huzurdan) kovulmaktır. Sıfatta, zatı görmenin tasavvufi karşılığı kesrette(çoklukta) vahdet(teklik)tir. Âdem’in cennetten uzaklaştırılmasının nedeni de sıfatta nefsi ile gördüğü(Havva) ile afaktaki hakikatten(Allah’tan) perdelenmesi, Zattan uzaklaşması, sıfatta zatı görememesi hadisesidir. Bu durum “Sübhanallah” diyememek yani her an yeni bir şey yaratıp bunlarla da asla kayıtlanmayan ve sınırlanmayanı görmekten madde dünya(sıfat) ile perdelenmektir. Perdelenen bilinç gaflette kalıp, yalnızca karşısındakinde görüp, kendindekinden perdelenmek suretiyle Hristiyanların Hazreti İsa’ya karşı olan durumuna düşer, gördüğü ile kayıtlanır. Kendi hakikatinden uzaklaşır. Bunun neticesinde halifelik kemâlâtından mahrum kalır. Eğer daha da gaflete düşer, karşısındaki “insan”da ki hakikati göremezse cin, şeytan seviyesine düşer** ve böylece de tamamen bedene dönük değerlendirmeler içinde yiyip içip, zevk eder. “And olsun ki, biz cin ve insten çoğunu cehennem yaşamı için yaratıp, çoğalttık. Onların kalpleri(şuurları) var (hakikati) kavrayamazlar; gözleri vardır görmezler; kulakları vardır işitmezler. İşte bunlar en'am(evcil hayvanlar) gibidirler; belki daha da şaşkın! Onlar gâfillerin ta kendileridir” (A’raf suresi/179) Bunun sonucu, bilincin/ruhun, sırat köprüsünde(dünyevi yaşamda) sıfatta(madde âlemde) takılıp, Zat’tan(Allah’tan) uzaklaşarak aşağı mertebelere inmesidir. Çünkü kişiyi Zat’tan uzaklaştıran dünya(sın)daki(bilincindeki) kayıtlayıp sahiplendiği şeyler(sıfatlar) ve bunları kaybetme korkusudur. Bu durum onu yaşam denen sırat köprüsünden her an dünyevi cehennem ateşine düşürmekte, huzurdan uzaklaştırmaktadır. Allah’ın bir topluma rahmet ve merhametinin işareti odur ki, onları yönetenler “insan” sınıfındandır. Allah’ın bir topluma gazabı ve celalinin işareti odur ki, onları yönetenler “insansı” sınıfındandır. “Allah her dönemin hükümdarını halkın kalbine göre gönderir. Onları düzeltmek isterse salih birini, helak etmek isterse kötü birini hükümdar olarak gönderir."(İsra suresi) *Hakikati idrak eden insan, Allah'ın yarattığı her şeyin yerli yerinde olduğu bilinci ile yapabileceğinin en iyisini yapmaya gayret edip, nefsine hoş gelen şeylere “Şükür” eder. Zor gelene ise Allah'ım benim göremediğimi sen görüyorsun, mutlaka, sonunda bir hayır vardır, en doğrusunu sen bilirsin diyerek, işlerini Allah'a havale edip, tevekkül içerisinde “Hamd” eder. **Kainattaki tüm varlıkların hepsinin aslı "Nur" yapıdan oluşan programları(yazılımları) içerisinde sorgulamadan tam itaat halindeki meleki yapıdır. Bu nur yapının, belli bir esma terkibi sonucunda yoğunlaşması suretiyle negatif, nar yapıdaki yeni bir tür(yazılım) olarak oluşmuş hali “Cin”dir. İnsan, insansı, vb.(yeryüzünde somut madde yapı ile algılanan bilinçli varlıklar) ise çok daha yoğunlaşma ile meydana gelmiş Nur’un madde somut halidir. Varlıklar içerisinde bilinçsel olarak ölümsüz olan tek varlık yazılımının haricinde sorgulayıp, yeni bir format oluşturabilen dolayısı ile Allah’ı bilen ve bildiren insandır. İnsan bedensel ölümü sonrası önce “berzah” denilen “nar” boyutta yer alır. Buradaki hesaplaşma ve arınma sürecinden sonra, bilinçsel olarak ayağa kalkar(kıyam eder) “nurani” boyuta yani “cennet” boyutuna geçer. Meleklere: “Secde edin Âdem’e” dediğimizde secde ettiler. Ancak İblis, benliğinin yüceliğinden (sıfatta nefsi ile gördüğüyle afaktaki hakikatten perdelenerek) büyüklük taslayıp inkâr etti. Hakikati inkâr edenlerden(kâfirlerden) oldu. (Bakara suresi/ 34) Kim ki, “İnsan”a baktığı zaman onu Allâh'tan ayrı bir varlık olarak görür; onda İlâhî Esmâ’nın zuhurunu müşahede edemezse; ondaki varlığın, Hakk’ın varlığı olduğunu anlayıp, değerlendiremezse; bu yanlış değerlendirmesi yüzünden “İblis” yani “şeytan” hükmüyle yaşamını sürdürür!.. |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
insanlık nasıl çoğaldı? Adem ve Havva | Jq | Sorularınız | 17 | 25.01.22 19:19 |
Hz.Âdem ve Havva Hangi Dil ile Konuşmuşlardır? | Havasokulu | Peygamberler | 3 | 25.08.20 00:48 |
Hz. Adem'i Hz. Havva'mı baştan çıkarttı? | Och | islam & islami Konular | 0 | 17.08.20 12:03 |
Hz.Adem ve Hz.Havva' nın duası | RvP | Dualar & Dua Kardeşliği | 0 | 01.01.20 22:45 |
Cehennem yok, Adem ve Havva gerçek değil ! | Mube | ilginç konular & Teoriler | 1 | 18.06.19 10:32 |