Nakşi Halidi Haki Tarikat Vazifesi ve Ders Adabı - Sayfa 2 - Havas Okulu
 

Go Back   Havas Okulu > islam & Tasavvuf > Tasavvuf & Tarikatler

Acil işlemleriniz için instagram: @HavasOkulu
Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
  #11  
Alt 06.05.17, 12:08
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Seyri Müstedil, Tecellii Sıfatı Efal Dairesi

12. DERS:
SEYRİ MÜSTEDİL
Hediye, feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema üzerindeki fezâ-i tevhid meydanına gir her “lailâhe illa’llah” ke*limesinde dönerek ve yükselerek bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. . Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.

Seyri Müstedil Murakabesi

Fezâ-i tevhid meydanında dönerek, yükselerek ve bütün makamlarda Kelime-i Tevhidi bütün makamlarında yazılı olarak düşünüp makamlarında Allah Teâlâ’nın yarattığı kâinatın büyüklüğünü ve gizli örtülmüş sırları müşahede etmektir. (Müşahede ettiğini düşünmektir)

VİLÂYETİ SUĞRA ( Küçük Velâyet)

Velâyeti suğrâ (küçük velilik) dai*resi Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatının gölgesindeki mânevî yolcu*luğa denir.

Velâyeti suğrâ’nın alâmeti, melekût âlemine yönelişin yok olma ve o âlemi altı yön (doğu, batı, kuzey, güney, alt ve üst) ile kuşatıp, kalbi, velâyeti suğra dairesine kavuşmaktır. Temsili bir düşünce ile beşeri vücudun ve bütün varlığın Allah Teâlâ’nın varlığı ile beraberliğini görmek de esma ve sıfatın gölgesinde seyr’in işaretidir.

Esma ve sıfat’ın gölgelerinin dairesi, nebiler ve veliler hariç, bütün varlığın var oluşlarının başlangıç noktası*dır. Allah-ü Teâlâ’nın, yarattığı bütün varlığa varlık tecellisi, esmâ ve sıfatının gölgelerinin tecellilerinden ulaşır. O gölge tecelliler, kendi zatî varlığı ile bütün yarattıkları arasında bir vasıtadır. O’nun esma ve sıfatının tecellilerinin gölgesi olmasa varlık meydana gel*mez, O’ndan başka her şey daha önceden olduğu gibi âdem (yok*) olurdu.

Kemâl sıfatlar sahibi Allah Teâlâ, yarattıkla*rından hiç bir şeye muhtaç değildir. Kâinatı var edişi de ona muhtaç oluşundan dolayı değildir. Kur’an-ı Kerim’de de ifade buyurdu*ğu gibi:

“Allah Teâlâ, yarattıklarından hiç bir şeye muhtaç değildir” [26]

Her şahsa Allah Teâlâ’nın feyiz ve kemâlâtı, o şahsın yaratılışındaki şahsına ait hakikâti vasıtasıyla gelir. Tasavvufî terbiyede Necmeddin Kübra kuddise sırruhu’l-azîzin “Allah Teâlâ’ya giden yol*lar, mahlûkatın alıp verdiği nefeslerin adedi kadar çoktur” [27] sözü, esma ve sıfat’ın tecellilerine ait gölgelere işarettir.

Buradaki “mahlûkatın nefesleri kadar” tabiri, yolların çokluğundan kinaye olarak kullanılmaktadır. Dolayısı ile esma ve sıfatın göl*gelerinin tecellilerindeki çokluğu da ifade etmektedir.

Bir lâtife, velâyeti suğra dairesine dâhil olduğu zaman, aslının aslında ve hakikâtinde fena bulur. (Yani: esma ve sıfatın tecellilerinin gölgeleri, bu tecellilerin bizzat kendilerinde fena bulur (yokluğa erer) demek*tir). İşte o zaman hakikâtinde yok olmakla bekaya ulaşmış olur.

13. DERS:
TECELLİ-İ SIFAT-I EF’ÂL DAİRESİ
Âdem aleyhisselâmın tahtında ve Kalb‘in arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.

Hediye, feyz talep edilerek “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da kalbin karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.

Tecell-i Sıfat-ı Ef’âlin Murakabesi

وَ ٱللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Allâh sizi ve amelinizi yarattı.” (Saffat, 96) âyet-i celîlesinin manâsını murâkebesinde tefekkür eder.

Allah Teâlâ fiillerinde birdir. Görünen ve görünmeyen mülkünde O’ndan başka fail yoktur ve her şey ilâhî takdiri üzerine yürümektedir. Bu makamı zevk edenler neticede tevekkül sahibi olur, halka karşı ihtirası olmaz. Kendi nefislerine fark, âleme ise, cem’ nazarı ile bakarlar.

Fiillerin birliği anlamına geldiğinden şeriat ve tarîkat gerekleri yerine getirilir. Bu mertebeye gelebilmek için ihvan, her şeyden önce dış ve iç temizliğini sağlaması gerekir. Dış temizliğini su ile yaparken (abdest, gusül gibi), iç temizliğini de devamlı zikir ile gerçekleştirir.

Bundan sonra hakikât bilgilerinin elde edilip uygulanması gelmektedir. Fiillerin hepsini yani bize nisbetle iyisini de kötüsünü de Hakk’a nisbet etmek esastır. Çünkü onların iyiliği ve kötülüğü bize göredir. Yoksa Hakk’a nisbet edildiğinde hepsi hayırdır ve isimlendirilmemiştir. Fiillerin iyiliği ve fenalığı, kula nisbet edildiğinde belirlenir ve bu zamanda, iyi ve kötü diye adlandırılır.

Ehlullâh, fiilleri Hakk’a nisbet eder. Meselâ; Allah zina etti demez. Zîra zîna ismini ortaya çıkaran bu fiilin kula nisbet edilmesidir. Eğer bu fiil kula nisbet edilmeseydi, o fiilin adı belli olmaz, iyilik ve kötülükten biriyle hükmolunmazdı.

Fiillerin Allah Teâlâ’ya ait olduğunu şu âyet-i kerimelerden anlaşılır.

İhvanın bu zevki devamlı müşahede edebilmesi için, kendisine telkin edilen Tevhid zikrinde bir rabıta verilir. Bu mertebenin rabıtası Lâ Fâile illallâh’tır. (Gerçekte bütün işleri yapan, ancak Allah Teâlâ’dır) Eğer ihvan, nefisle olup fiilleri Allah Teâlâ’ya nisbet etmeyip kendisinde görürse, o zaman ayrılıkta yani ikilikte kalır.

Ef’al derslerinde aşkın halleri vardır. Hakiki iman, tevhidi ef’al makamından başlar.

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #12  
Alt 06.05.17, 12:12
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Tecellii Sıfatı Subutiyye Dairesi

14. DERS:
TECELLİ-İ SIFAT-I SUBÛTİYYE DAİRESİ
İbrahim aleyhisselam ve Nuh aleyhisselam tahtında ve Ruh’un arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.

Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da ruhun karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.

Tecell-i Sıfat-ı Subûtiyyenin Murakabesi

Kalb âleminde kulun işleri, ef’al-i ilâhi karşısında yok olduğu gibi, rûh âlemimizde de işitme, görme, duyma, ilim ve benzeri sıfat*larımız, Allah Teâlâ’nın sıfatları içerisinde mahvoluncaya kadar murakabesine devam eder

Sıfat, gayba aittir ve meydana gelmeden öncedir. Meydana gelince, dünya âleminde isimlenir. Ruh latifesinin fenâsı, Allah Teâlâ’ya mahsus bulunan Sıfatı Sübûtiyyenin tecellilerinde olur.

Hayat, ilim, irade, kudret, semi’, basar ve kelâm Hakk’ındır. Yani; diri olan, işiten, gören, söyleyen, irade eden ve yegâne kudret sahibi Allah Teâlâ’dır. Burada ihvan, zevken bu sıfatlar ile mevsuf olanın ancak Allah Teâlâ olduğunu bilecektir.

Böylelikle kul işitme, görme, gibi bütün sıfatların gerçekte, mut*lak mânâları ile Allah Teâlâ’ya âit olduğunu kabul eder.

Artık insan ruhu “fenâfîs-sıfât” (Allah Teâlâ’nın sıfat makamların*da yok olma) denen makama doğru yükselmeğe başlar.

Ruh yükselirken, Allah Teâlâ’nın velilerinin rûh makamlarından. Hz. İbrâhîm ile Hz. Nuh aleyhisselâmın rûh makamına doğru yükse*lir. O zaman inancı kemâle erer ve kul Hz. İbrahim aleyhisselâmın ateşe atı*lırken yardımına koşan Cebrâil aleyhisselâma “Çekil, Rabbimle benim arama gir*me. Beni benden iyi bilen, senden de daha çok güzel yardım eden*dir” makamına adımını atar. Böylelikle o makamdaki nebi aleyhimüsselâm ve diğer varlıkların rûhanıyetiyle birlikte Allah Teâlâ’yı zikret*me şerefine nail olur.

Bu ruh makamındaki kul Allah Teâlâ’yı hakkıyla zikre*dince Allah Teâlâ’ya olan muhabbeti damarındaki kana ve vücudundaki zerrelere intikal eder ve sahip olduğu muhabbet duy*gusu, içine sığmaz hale gelir ve İçindeki arayış yeniden tazelenir.

Kul sevdiğini en güzel sıfatlarıyla öğrenip tanıyınca: “âh sesini duysam, zâtını görsem, eserlerinde onu müşahede edebilsem!” diye arayışa geçer. Mutlak sevgiliye onu götürecek delil*leri ve elinden tutup yol gösterecek olanları arar.

Tıpkı Hz. Mûsâ aleyhisselâmın Fir’avun’un şerrinden kaçıp Medyen’de Hz. Şuayb aleyhisselâma sığındıktan sonra, kışın karlı ve soğuk günlerinde geri dönerken çölde yolunu kaybetmiş. Nasıl kurtulacağını düşü*nürken kendisine uzaktan bir ışık görünmüş ve onu ateş zannetmiş. Aile efradına “Oturun bana bir kıvılcım parıltısı gibi bir ışık görün*dü. Gideyim, ya ışığın yanında yolu bilen birini bulurum ya da bir miktar ateş alır gelirim, yakıp ısınırız.” gibi.

Tıpkı Hz. Mûsâ aleyhisselâmın gördüğü ışığın yanına giderken ışık da bir ağacın içine doğru girer. Hz. Mûsâ aleyhisselâm ağaçtan gelen “İşte ben Al*lah’ım” sedasını duyduğu an rûh âleminin derinliklerinde mü*şahedeler tecellî eder, gibi.

Rabb’ini duymanın, O’na kavuşmanın ve O’nu görmenin mu*habbeti, kulun ruhuna hâkim olunca Hz. Musa’nın aleyhisselâm sır makamı*na adım atma fırsatını Allah Teâlâ’nın lütfü ile elde etmiş olur ve ihvân ruhunda Allah Teâlâ’dan tecellî eden ilim ışığına doğru azimle yaklaşmaya gayret eder.

İhvan, varlığa ait bulu*nan bütün bu sıfatların Allah Teâlâ’ya ait sıfatlar olduğunu mü*şahede eder. Varlığın aslı bütün sıfatların da aslıdır. İhvan, zikrederken sıfat-ı subûtiyyenin Allah Teâlâ’nın olduğunu tefekkür ederek kemal sıfatları Allah Teâlâ’ya nisbet eder ve iç âleminde istikrar sağlar.

Bu makam Tufan (karışıklık) ve narî (yakıcı) dır. Durum böy*le olunca, ihvan bu makamda hem kendi varlığını, hem de Allah Teâlâ’dan başka varlığı iddia edilen her şeyin varlığını reddeder.

Bu makamdan ihvâna da, İb*rahimî meşrep (İbrahim aleyhisselâm meşrebinde) denilir.

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #13  
Alt 10.03.22, 18:55
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Tecellii Şuunatı Zatiyye Dairesi

15. DERS:
TECELLİ-İ ŞUÛNÂT-I ZÂTİYYE[28] DAİRESİ
Musa aleyhisselam tahtında ve Sır’ın arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.

Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da sırrın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.

Tecell-i Şuûnât-ı Zâtiyyenin Murakabesi

“…O’nun zâtından başka her şey helak olacaktır…” [29] âyet-i celîlesinin manâsını murâkebesinde tefekkür eder.

Bu makam Hz. Mûsâ aleyhisselâmın aleyhisselâmın kâdem-i şeriflerinin[30] altındadır. Ya*ni bu makam Hz. Musa’nın aleyhisselâmın adım attığı bir makamdır. Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a) gelip de Rabb’i onunla ko*nuşunca “Rabb’im! Bana (kendini) göster; seni göreyim!” dedi. (Rabb’i): “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak. Eğer o ye*rinde durabilirse sen de beni göreceksin!” buyurdu. Rabb’i o dağa tecellî edince onu paramparça etti, Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca dedi ki. Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” [31] Buyurmaktadır.

Nasıl ki Hz. Mûsâ aleyhisselâm âyet-i kerimede beyân edildiği üzere “Ya Rab! zâtını bana göster, seni göreyim” deyince Allah Teâlâ “Beni fâni gözlerinle göremezsin; dağa bak, dağı görürsen, beni de görürsün.” der. Hz. Mûsâ aleyhisselâm dağa bakınca, nazarından her şey kayboldu. Çünkü tecellî-i ilâhinin karşısında bütün âlemler bir zer*re kadar olmadığı için, tecellî-i irâde zuhur edînce, bütün varlıklar kendi küçüklüğünü idrâk ederler.

Kul, bu büyüklük karşısında zerre misâli olan kâinatında idrâk edilemeyecek zerreler, parçacıklar hâline geldiğini anlayınca, her Şey ona yok hâlinde görülür. Yıldızlar geceleyin görülür, ama güneş doğunca görünmez hâle geldikleri gibi, bu makama yükselen insan*larda tecellî-i ilâhî nuru altında iken var olanlar, yok hâline gelirler ve “fenâfillâh” denilen makam zuhur eder.

İhvân, bu makamda bütün zerrelerle Allah Teâlâ’yı zikretmeğe başlar ve her şeyin sıfât-ı ilâhî içerisinde mahvolduğunu id*râk eder.

Artık ihvân, büyük bir hayranlık içerisinde seyrettiği zerrelerin zikir zevklerinin idrâkıyla Allah Teâlâ’yı zikreder. Bu zevk sarhoşluğundan ayılınca Hz. Musa aleyhisselâmın kendine geldiğinde yaptığı gibi, Cenâb-ı Hakkı müşahede ederek, Allah Teâlâ’nın zât-ı ilâhîsinin sonsuz ve sınırsız olduğunu gerçek manada id*râk edip; Hz. Musa’nın aleyhisselâmın:

“Ya Rab, ben tevbe ettim, senin varlı*ğının hakikatini gözler ihata edemez, görmenin sınırı içine alamaz olduğuna ben iman ettim.” dediği gibi kul da Allah Teâlâ’nın zât ve sıfatlarının sınırsız olduğunu idrâk etmeğe başlar.

Sonsuz bir zikir ile Allah Teâlâ’yı zikreden kul, hayran*lıklar içerisinde kalır. Kul bu makamda; Hz Musa’nın aleyhisselâmın Medyen’den gelirken çölde yolunu kaybedip soğuk bir havuda kurtulu*şu için bir yol veya yol gösterecek olan birisini ararken, uzaktan kendisine bir ışık görüldüğü gibi zikir ehli olan sâlikde de lutf-u ilâ*hi olarak, ilâhi tecellîler zuhur etmeye başlayabilir. Bu tecellîyâtın nereden, nasıl olacağını tesbit etmek mümkün olmaz.

Hz. Mûsâ aleyhisselâm etrafa bakarken ailesine, “Bana bir ışık görünü*yor, ben oradan ya biraz ateş alıp buraya gelirim, ateş yakar sizi ısı*tırım veya yol gösteren birisini bulurum.” deyip ışığa doğru gider*ken; ışık da ondan uzaklaşıyordu. Nihâyet ışık bir ağaçtan ona gö*rünür ve kendisine “ben senin Rabb’ınım” der. Bu hitapla Hz. Mû*sâ aleyhisselâm ilâhi kelâmın tecellîsine mazhar olduğu gibi, bu makamda*ki ihvân de manevî zevkin muhabbet cezbelerinin hayranlıkları içe*risindeyken, Allah Teâlâ hakikatlerin yüzünden perdeleri kaldırır ve hakkı hak olarak, bâtılı da bâtıl olarak görmeyi ona na*sip eder.

Hz. Musa aleyhisselâmnın Rabb’ıyla yaptığı bu konuşmanın ardından Fır’avun’a davetçi olarak gönderildiği gibi, ihvân de hakikatleri nefsine tebliğ etmek üzere bir mücadeleye bir davete başlamış olur.

Bu mücadelede insan ruhu şahit olduğu hayranlıklar içerisinde mücadelesini sürdürürken ay ve güneşi bulutların kapattığı gibi hakikatlerin üzerini de dalâlet ve şaşkınlık bulutları gelir kaplar.

Bu durumdaki kulun keşf-i hakikiye geçmesi için mevlâsını çok zikretmeye ihtiyacı vardır. Kul Cenâb-ı Hak’kın sıfât-ı selbiyelerinin tecellîsine mazhar olamayınca hakikatin yüzündeki cehalet bu*lutlarının uzaklaşması mümkün değildir. Bu bulutların dağılması bir sonraki derste olur.

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #14  
Alt 10.03.22, 18:57
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Tecellii Şuunatı Sıfatı Selbiyye Dairesi

16. DERS:
TECELLİ-İ ŞUÛNÂTI SIFAT-I SELBİYYE DAİRESİ
İsa aleyhisselâmın tahtında ve Hafî’nin arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.

Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da hafî’nin karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.

Tecell-i Sıfat-ı Selbiyye Murakabesi

“…O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.’’ [32] âyet-i celîlesinin manâsını murâkebesinde tefekkür eder.

İhvân bu makamda şaşkınlıklar ve hayretler içerisinde, Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla diğer varlıkların sıfatlan arasında hiç benzerlik olmadığını, gerçek manâda idrâk eder.

İnsan görür, Allah Teâlâ’nın da görme sıfatı vardır. Ama bunlar birbirlerine hiç benzemezler; İnsan bir tarafa bakarken meş*gul olduğu için, diğer yönleri göremez. Allah Teâlâ’nın görmesi ise, böyle değildir. O her şeyi bir anda ve birbirine karıştırma*dan görür.

Allah Teâlâ’nın işitmesi de bizim gibi değildir. Bizi, din*lediğimiz herhangi bir ses meşgul eder, diğerini duymaya veya id*râk etmeye gücümüz yetmez. Allah Teâlâ’nın duyması ise böyle değildir. O, bütün sedaları birbirine karıştırmadan, bir anda dinler. Allah Teâlâ’nın bütün sıfatları bu misâllerde belirtil*diği gibi şümullüdür.

İhvân, bu makamda, bu düşünce ile Allah Teâlâ’yı tefekkür edînce, Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla, kendi arasındaki cehalet bulutları yavaş yavaş dağılmaya başlayarak Allah Teâlâ’nın zâtında benzeri olmadığı gibi, sıfatlarında da benzeri olmadı*ğının hakikati, kalbinde yerleşir.

Bu makamda zuhur eden nûr siyah bir renktedir. Çünkü kul ya*şadığı karanlıklar ve hayranlıklar içerisinden kurtulması için yine zikrullaha muhtaçtır.

Bu makam Hz. İsa aleyhisselâmın kâdem-i şerifi altındadır. Yani bu makamda hakkıyla Allah Teâlâ’yı zikreden Hz. İsa aleyhisselâmdır. Hz. İsâ aleyhisselâmın bu makamda mazhar olduğu haller, bu makama yükselen in*sanlarda da zuhur edebilir.

İhvân bu makamlardan yükselirken mevlâsını sıfatlarıyla tanıyıp hakkıyla zikretmeye başlar. Mevlâsını hakkıyla zikredince, Rabbi de onu sever, o da mevlasının muhabbet cezbelerine kapılır. Çünkü Allah Teâlâ kulunu sevince kul da o muhabbet cezbeleri ile Allah Teâlâ’ya doğru yaklaşır. Kafesteki bülbüller gibi, Allah Teâlâ’nın varlığını azamet ve kudretini tefekkür ederek zikretmeğe başlayınca, ihvânın ruhu mânevi zevklerin merkezi hâli*ne gelir.

Kul (zakir) kalbine yerleştirdiği ve sığındığı diğer ilâhları terk ederek gerçek Mevlâsına teveccüh eder. Dünyanın süslenmiş, yal*dızlanmış malı, mülkü, makamı, mevki’si ve aile yuvası Rabbi’yle arasına girerek onu Rabb’inden ayıramaz. Artık kulun mi’râç gece*si yaklaşır. Rûh mi’râç etmek, mevlâsına kavuşmak için bütün gü*cünü kullanmaya azim ve gayret sarf etmeye karar verir.

Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz mi’râç gecesinde muhabbet cezbeleri ile yanıp kavrulmuş olarak Beytullahın karşısında hâzin hâzin beklediği gibi; kul da Rabb’ul İzzetin muhabbet kapısında kalbi muhâbbetullahla pişmiş, kebap olmuş bir şekilde, imkânsız*lıklar içerisinde beklemeğe başlar.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sabırsızlık ve imkânsızlıklar içerisinde beklerken Cebrail aleyhisselâm geldi. Burağı getirdi ve:

“Sevdiğin, gerçek manâda dostun olan Allah Teâlâ seni davet ediyor. Kalk Burağ’a bin,” dediği an Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz yola çıktığı gibi, etrafındakileri görmek için sağa sola başını çevirmeyip Kâbe-i Muazzama’dan Mescidi Aksâ’ya doğru giderken sağına ve soluna değişik varlıklar geldi canlandı, ağladılar, güldüler, süslendiler ve: “Ne olur lütfet ve bize bak,” dediler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ise ba*şını hiç bir tarafa çevirmeden maksuduna ulaşmak için yoluna de*vam ettiği gibi; ihvâna da Allah Teâlâ’nın yardımı yetişir ve Mevlâsı ona bir dostunu, mürşid olarak gönderir. O mürşid Cebrail aleyhisselâm gi*bi, ihvâna hizmetçi olur ve ihvâna kendisini Hakk’a ulaştıracak en kısa yolu gösterir. İhvân; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mescidi Aksa’da bü*tün enbiyâların ervâhlarıyla buluştuğu gibi, bu makamdaki ihvânda enbiyâların ve evliyâullahın ervâhıyla buluşur.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke’den Mescidi Aksâ’ya kadar Bu*rak üzerinde, Mescidi Aksâ’dan Sidre-i Müntehâ’ya kadar değişik vasıtalarla giderken Cebrail aleyhisselâmın ona rehberlik ettiği gibi; ihvânın da bu yolculuğu tamamlayabilmesi için bir yol göstericiye, mürşide ihtiyacı vardır.

İhvân; hâfî makamında beden vasıtasını bırakır, mürşidin yerini de muhabbeti ilâhi alır. Sevgililer sevgilisi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem rûh yolculuğu yapma kemâlâtına erince ihvâna bir sonraki verilir.

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #15  
Alt 10.03.22, 18:58
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Tecellii Şani Camii ilmi ilahi Dairesi

17. DERS:
TECELLİ-İ ŞAN-I CAMİ-İ İLMİ İLAHİ DAİRESİ
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tahtında ahfâ’nın arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.

Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da ahfâ’nın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.

Tecelli-i Şan-ı Cami-i İlmi İlâhî’nin Murakabesi

Murakabesinde Cenâb-ı Hak’tan feyz nurunun bizatihi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahfâsına tecellî edip oradan da ihvânın ahfâsına yeşil bir nûr şeklin*de tecellî ettiğini ve “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” [33] âyet-i celîlesinin manâsını düşünür.

Bu makamda kul gerçek rûhâni mi’râç makamına yükselmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Cenâb-ı Hak “Sen” diye seslendiği gi*bi, ihvân da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin karşısında “Sen” hi*tabına muhâtap olarak oturmuş olur.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nuru. Cenâb-ı Hak’kın sıfatlarının bir te*cellî aynası olduğu için ihvân, burada feyzi vasıtasız olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden alır.

İhvân, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tam olarak ittiba etmenin yollarını bü*tün imkânlarıyla araştırır. Çünkü bu makam, hakikat makamı olup burada ilim Hakk’a intikal eder, îmân; taklitten tahkike doğru yöne*lir.

Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mi’raç gecesinde, bütün âlemleri cennet ve cehennemleri görerek ilm-i yakînden, aynel yakîn maka*mına geçmişti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “ayn’el-yakîn” makamından bakarak; Allah Teâlâ’nın, kâinatın yaratılışı için; “ol” dediği sedayı duymuş, kâ*inatın yaratılışını ve yok oluşunu, “hakk’el-yakîn” olarak müşahede etmiştir.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gerçek manâda ittiba’ edip ahfâ makamı*na çıkan, bu makamda muhabbet cezbeleri ile Allah Teâlâ’yı zikreden ihvân da “rûh-î cüz’den rûh-î kül’e” doğru sefer yapmış olur.

“Rûh-î kül,” Rûh-î Muhammed’dir (sallallâhü aleyhi ve sellem) Arş, Kürs, Levh, Ka*lem, zerre ve kürre o ruhtan yaratılmıştır. İhvân artık yıldızların gü*neşin ışığında kaybolduğu gibi rûh-i küllün içerisinde yok olup muhâbbetullah ve muhâbbet-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem içerisinde fânî olmayı arzuladığı bir makama gelmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Cebrail aleyhisselâm ile sidre-i müntehâya var*dıkları zaman, Cebrail aleyhisselâm Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’e;

“Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ben buradan Öteye geçemem. Buradan ile*ri geçmek istersem mahvolurum.” der. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem

“Ey Cebrail aleyhisselâm, buraya kadar beni sen mi götürdün ki? Beni buraya muhabbet cezbeleri götürdü. Sen olmasan dahî benim başka bir tarafa gitme kudret ve imkânım yoktu” der. Bu noktada rehber olarak gelen Cebrail aleyhisselâm, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden ayrılır.

Bu makama yükselen kemalât sahibi zikir ehlini mürşidler muhâbbetullaha teslim ederler. Yûnus Emre’yi, şeyhinin dergâhtan uzaklaştırması gibi. Çünkü muhabbette de ihvân Allah Teâlâ’yı hakkıyla tevhîd etmeye mecburdur. Ne yazık ki rehberler ve mürşitler çok sevilince; ihvân. muhab*bette Allah Teâlâ’yı hakkıyla tevhîd etmeyi unutur ve gönlü*ne insanların muhabbeti yerleşir. Yûnus’un şeyhi, Yûnus’da bu hâ*li keşfedince müridânına “Yûnus’u dergâhtan kovun, dışarıya atın”demiştir.

Tarihlerde kaydolduğu gibi Yûnus kaddese’llâhü sırrahu’l azîz dergâhtan şeyhi tarafından kovulmuş ve uzaklaştırılmıştır. Yûnus, yeryüzünde gezip dolaşır*ken gerçek mahbûbun, gerçek dostun yalnız Allah Teâlâ Hazretleri olduğunu bütün hakikati ile kavrayarak kemâlâtını ta*mamladı. İhvân bu düşünceye varınca muhabbetin gerçek manâda yalnız Allah Teâlâ’ya ait olduğunu kavrar ve tevhîd inancı*nın gerçek manâsını idrâk ederek hakikat yolunda adımlarını atma*ya başlar.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’den aleyhisselâm ayrılınca yalnız başına, değişik vasıtalarla mahbubuna doğru yaklaşmaya başladığı gibi; mürşidler de ihvâna arşta karşılığı bulunan “nefs-i natıka” dersini verirler. Çünkü “nefs-i natıka” karar veren gerçek bir güç, gerçek bir kuvvet ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz gibi mahbûbun muhab*bet cezbelerine kapılmış, vuslat isteyen gerçek bir varlıktır.

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #16  
Alt 10.03.22, 19:00
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Mertebei Zilali Esmai Sıfat Dairesi, Mutakabei Maiyyet ve Hüviyet Dersi

18. DERS:
MERTEBE-İ ZİLÂL-İ ESMA-İ SIFAT DAİRESİ:
Nefsi Nâtıka’nın arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.

Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da Nefsi Nâtıka’nın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.

Mertebe-i Zilâl-i[34] Esma-i Sıfat Dairesinin Murakabesi

Nefs-i natıkanın bedendeki makamı iki kaşın arasındadır. Ancak ihvan çalıştığında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Sidre-i Müntehâ’ya, oradan da imkân dâiresinin üstüne yükseldiği gibi, ihvânın ruhunun basîret gözü alnından sonsuzluğa doğru yükselir, imkân âleminin üstünden Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin Sidre-i Müntehâdan bakışı gibi kâinata bakar.

İşte o zaman sonsuz feyz deryasından, sağ kaşının üstünden; feyz ve letâif makamları denilen ahfâ, hafi, sır, rûh ve kalbe doğru beşerî bünyenin kaldıramayacağı kadar feyz akmağa başlar.

19. DERS:
MURAKABE-İ MA’İYYET VE HÜVİYET DERSİ
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da zamansız ve mekânsız bir halde Murakabe-i Ma’iyyet dersini yapar. Daha sonra hali zuhur edince zamansız ve mekânsız halde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Ma’iyyet bir süre kalır ve yeryüzüne inilir.

MURAKABE-İ MA’İYYET VE HÜVİYYET
Murakabede اِنَّ ٱللهُ مَعَنَا [35] âyet-i kerimesini ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Mekke’den hicret ederken sığındıkları Hira Mağarasında Ebû Bekir-i Sıddîk radiyallâhü anh Hazretlerine:

“Ya Ebû Bekir, mahzun olma Allah Teâlâ bizimledir” buyur*duğu hadis-i şerifini düşünerek Allah Teâlâ’nın her an bizim*le beraber oluşunun tecellî sırlarına mazhar olmak İçin ma’iyyet der*si olan tevhidin sırrına ermektir.

Bu dersin gayesi varlığın Allah Teâlâ ile oluşudur. Allah Teâlâ’dan başka varlıklar müstakil bir varlık değildir. Yalnız müstakil varlık vâcîbul vücûd olan Allah Teâlâ’nın varlığıdır.

Çünkü kâinat yokken Allah Teâlâ var idi. O yokken bir zerrenin varlığını dahi düşünmek mümkün değildir. Bu varlık yok olacak olsaydı O’nun varlığı hüviyeti asla değişmez olduğunu bilmektir. Bu sır ve perdelerinin kalkması için mai’yyet ve hüviyet murakabe dersi olur.

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #17  
Alt 10.03.22, 19:02
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Mevlana Halid Bağdadi Kaddesellahü Sırrahul Aziz'in 33. Mektubu

MEVLÂNA HALİD BAĞDÂDİ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZİN 33. MEKTUBU
Allah Teâlâ bizleri kendi edebiyle ahlaklanan ve doğru yolu üze*rinde sabit olanlardan kılsın. Bu mektup müceddidiye meşrebine göre murakabe ve murakabeden doğan kudsî hakikatleri beyan eder.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,

Hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur. Salât ü selam Allah Teâlâ’nın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem üze*rine olsun.

Bilmiş ol ki maiyyet murakabesinden sonra, akrabiyyet murakabesi gelir.

Cenab-ı Hak Sübhanehü:

(Biz ona şah damarından daha yakınız) [36]âyet-i celilesiyle bu murakabeye işaret eder.

Akrabiyet murakabesi velâyet-i kübra dairelerinin birinci dairesidir. Velâyet-i kübranın üç tam bir de yarım dairesi vardır. Bu yarım daireye GAVS denir, ikinci, üçüncü ve GAVS dairelerinde muhabbet murakabesine geçilir. Bu murakabeyi tasdik eden âyet-i celile “Allah onları sever, onlar Allah’ı sever.”[37] âyet-i kerimesidir.

Velâyet-i kübrada doğru bir idrake sahip olanlar için ilk gördüğü hal*den başka haller görünür. Bu velâyet Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin velâyetidir, Daha sonra toprak unsurunun dışındaki üç unsurdan BATİN isminin musemmasının rabıtası yapılır. Buna ‘velâyet-i ulya’ denilir.

Sonra toprak unsurundan, nübüvvet kemallerinin murakebesi vardır.

Sonra risalet kemalinin murakebesi vardır.

Sonra da Ulul-Azm’in kemalinin murakabesi vardır,

Ondan sonra da heyet-i vahdaniye’nin murakabesi gelir. Heyeti vahdaniye letâif-i aşere birleşmesinden meydana gelir. Beşi âlem-i emirden kalb, Ruh, Sır, Hafa, ahfâ’dır. Beş tanesi de halk âlemindendir. Nefs ve ana-r-ı erbaa denilen Toprak, Hava, Su ve ateştir. Hepsi kemale erince bir latife i olur. O vakit kalb Allah (c.c)’in feyizlerinin indiği yer olur.

Sonra Hz. İbrahim aleyhisselâmın dostluk makamının murakabesi gelir.

İbrahim aleyhisselâmın dostluk makamı ve hakikatinin kaynağı Allah Teâlâ zat-ı Akdesini bizzat murakabesidir.

Sonra muhabbet-i zatiyenin dairesi gelir. Bu daireye, muhabbeti zatiye ve hakikat-ı Museviyye’ye kaynak olması itibarıyla ‘Makam-ı Musevi’ ve ‘Murakabe-i Zat’da denir.

Sonra hakikati Muhâmmediyye’ye kaynak olması itabarıyla murakabe-i zat ve muhbubiyyeti zatiyye ile iç içe bulunan muhibbiyeti zatiyenin dairesi gelir. Sonra hakikat-ı Ahmediyye’ye menşe olma kaynak olması itibarıyla zat murakabesi ve halis hubb-i zat dairesi gelir. I

Sonra la tayn (tayinsiz), mutlak Hazret-i Zat mertebesi vardır.

Sonra güzel Kâbe’nin hakikati gelir. Bu hakikat Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyasının zuhurundan ibarettir. Burada bütün mümkinatın, Allah Teâlâ’ya secde ettiği itibarıyla zat’ın murakabesi vardır.

Bunların akabinde Hakikat-ı Kur’aniyye mevcuddur. Bu, zat-ı Aliyye’nin benzeri olmamak ve hakikat-ı Kur’aniyyeye menşe’e olduğu mulahazasıyla vüs’at’in mebdei (genişliğin başlangıcı)nden ibarettir.

Bunu takiben oruç ve namazın hakikati gelir. Bunlar oruç ve namaz hakikatine kaynak olduğu itibarıyla zat-ı Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin misli olmamasının kemal-i vusa’tından (mutlak büyüklük) ibarettir.

İki yerde vus’at kelimesini kullanmamız, bu manaları izah etmekde, ifade sahalarının dar olmasından ileri gelmektedir. Bu hakikatlerin yaşanması esnasında Kur’an-ı Mecid’in okunması ilerlemeye ve yükselmeye vesile olacağından faidelidir.

Sonra sırf ma’budiyyet bakımından halis mabudiyyet ve seyr-i nazari*nin hâsıl olma dairesi gelir. (Nazar ve görüş seyr-i sülük manasında kulla*nılmıştır). Bu seyr, kademi değildir. Çünkü kademi seyr abdiyyet makamlarındandır.

Bütün bunlar tarikat-ı aliyye-i Nakşibendiyye’deki murakabe ve ma*kamların isimleridir. Bu hususta Müceddidiye Mektubatında (İmam-i Rabbani’nin mektubatı) geniş açıklamalar mevcuttur.

Bu gibi makamlarda murakabe ile meşgul olanlar anlatılanlardan pa*yını alacaktır. Mürşid olan şeyhin teveccühü ile de ilerleme ve yükselmeler hâsıl olacaktır. Muvaffak kılan Allah Teâlâ’ dır.[38]

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #18  
Alt 10.03.22, 19:08
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Mertebeler

AÇIKLAMA

Yukarıdaki mektubda murakabe muamelelerinin kısımları anlatılmaktadır.

Cenab-ı Allah: “Allah herşeyin gözeticisidir”[39] diğer bir âyet-i celilede “Sen gözet.” [40] buyurmuştur.

Bazı büyükler; “Kim kendi ile Allah arasındaki mukarabeyi sağlamlaştırmazsa keşif ve müşahadeye ulaşamaz.” buyurmuşlardır.

Büyüklerden birisi de: “Murakabe; kulun bütün hallerinde Allah Teâlâ’nın kendisine vakıf ol*duğunu devamlı olarak düşünmesidir.” buyurmuştur.

Bir diğer büyük de “Kim düşünceleri ile Allah’ı murakebe ederse; Allah da onun uzuvlarını günaha girmekten muhafaza eder.” buyurmuştur.

Şeyh Murtaiş kaddese’llâhü sırrahu’l azîz “Murakebe; bütün bakış ve konuşmalarında, Allah’ı düşünmek için sırrını korumaktır.” derken: Şeyh’ül İslam Abdullah Herevi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz:

“Murakebe devamlı olarak maksadı mülahaza etmektir.” demiştir.

Başka birisi de:

“Murakebe; sırrına Allah’tan başkasının girmesini engellemek, hata ve günah işle*mekten utanmaktır.” demiştir. Yine bir başkası da:

“Murakabe; sıfatları mülahaza ederek, vakitleri muhafaza etmektir.” demiştir. Bir Allah Teâlâ dostu da:

“Murakabe: kalbe gelen hatıralara kontrol altına almak ve sırrı muhafaza etmektir.” buyurmuştur.

Murakebe birkaç mertebedir. Birinci derece, kâinatı seyredip devamlı Hak Teâlâ’ya seyr-ü suluk edenlerin mertebesidir. İkinci mertebe Allah Teâlâ’ya itiraz ve ona ters düşmekten sakınmak, Allah Teâlâ’nın devamlı seni gözettiğini düşünmek suretiyle yapılan murakabedir. Bunun derecesi birinciden daha yüksektir.

BİRİNCİ MERTEBE kalbin Allah Teâlâ ile hazır olmasıdır.

İKİNCİ MERTEBE Allah Teâlâ’nın devamlı sana baktığını düşünmendir. Bu durumda sen kendi fiilinle onun fiiline kendi iradenle onun iradesine ters düşmezsin. Sonra da senin fiilin O’nun fiilinde ve senin iraden O’nun iradesinde fani olacaktır. Bu fenaya hazırlık manasında olan şuhudî mu-rakabe; ancak Bari Teâlâ’nın tecellisinin nuru ile olur.

ÜÇÜNCÜ MERTEBE ise Tevhid ilmine yönelmek için ileriye bakan gözünün mütalasıyla fezeli murakabe etmektir. Ezel manasını hazır bulundurmak; Hakk Teâlâ’nın herşeyden önce olduğunu mütalaa etmektir. Ezelin ezeliyetini kıdem-i zati ile müşahade ederek bu şuhudla birlikte tevhid-i zati ilmine yönelip Allah Teâlâ’nın herşeyden önce olduğunu bilmektir. Öyle ki gerek zamanın içinde, gerek evvelinde, gerekse sonrasında; her şeyin Zat-ı Bari Teâlâ’dan sonra olduğunu bilir.

Ezeli olan her mananın ebedi vakitlerden bir vakit zahir olacağını görecektir. Ezelin uhudunu ebed ile birleştirecektir. Kendi şahsını da Allah Teâlâ’nın ezelde tecilli ettiği manalardan bir mana olarak görecektir. O’nu görmekle de nefsini yok edecektir. Çünkü şuhud; Hakk’ın Hakk için Hakk ile görülmesidir. Bu durumda kul murakabe bağından kurtulur. Zira murakabe demek; kendini Allah-u Teâlâya bağlamak demektir. Bu durumda zaten kendi sureti fena bulup bütünüyle Hakk’a bağlanır.

Bunu bilince ortaya çıktı ki; murakebe; ihsanın gereğidir. İhsan makamının kemalatı Nakşî Tarikatı’yla elde edilir. Cibril aleyhisselâm hadis-i şerifinde bu murakebeye işaret edilmiştir, Şöyle ki;

Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cibril-i Emin’in ihsanın ne olduğunu sorduğu zaman O: Allah Teâlâya Onu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsanda, Onun seni gördüğünü düşünmendir.[41] diye murakabeyi tarif ederek cevap vermiştir.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bu hadis-i şeriflerinde; Allah Teâlâ’nın murakebesinin ve yüceliğin tasavvurunun iki kısımdan olduğuna işaret etmiştir.

Birinci Kısım: Hakk’ın müşahadesinin galip gelmesidir.

İkinci Kısım: Hakk’ın kendisini daima kontrol ettiğini müşahade etmektir. Çünkü Cenâb-ı Hakk, her iki halde de kulun yaptığından haberdardır.

Allah Teâlâ her nefsin yaptığını ve bütün mahlûkatın hareket ve sükûnetlerini görendir. Kul birinci halde ibadetlerinde kusur yapmaya yaklaşmadığı gibi ikinci halde de, kusur yapmaya yaklaşmaz. Allah Teâlâ’nın ona vakıf olmasını, kendini gördüğünü, kemal-i azametini ve açık Celalini bilmesi, her iki durumda da aynıdır.

Murakebe her hayrın aslı ve Hakk’tan kopan için Allah Teâlâ’ya bağlanma vesilesidir.

Nakşibendî Sadatı’na göre murakabe bir kaç mertebe ve bir kaç derece üzerindedir.

Birinci derece: Allah Teâlâ’nın marifetinde seyrü sülük sırasında devamlı Hakk Teâlâ’yı gö*zetmektir. Bu şekildeki murakebeye “Ehadiyet Murakebe’si” denir. Âlem-i emirdeki beş lati*fenin makamlarını geçip, kalbin teveccühü yükseldikten sonra bu murakebe ile meşgul olur*lar. Âlem-i halktan olan beş latife artık nefs-i natıkanın seyrine girmişlerdir. Bu şuhudda âlem-i halktan olan latifeler nefs-i natıkanın ta kendisidir.

İkinci derece “akrabiyet murakabesidir.” Allah Teâlâ’nın nefsinden daha fazla sana yakın ol*duğunu bilmen ve düşünmendir. Bu murakebenin delili, “Biz insana şah damarından daha yakınız.”[42] âyet-i celilesidir. Cenab-ı Hakk’ın bütün haretek ve sekenatında takdiriyle sana baktığını düşünmekle birlikte nefsinden daha fazla sana yakın olduğunu biimendir. Bunun delili:

“Gözler O’nu idrak etmezler. O gözleri idrak eder.”[43] âyet-i celilesidir.

MURAKEBENİN DÖRDÜNCÜ MERTEBESİ “ilmiye murakebesi” dır. Bu murakebede Allah Teâlâ’nın her an kalbe geleni bildiğini düşünmen ve bu şekilde kalbini bütün kötü ve çirkin hatı*ralardan muhafaza etmendir. Bunun delili “Allah kaiblerin içindekini hakkıyla bilir.”[44] âyeti celilesidir. Daha sonra

BEŞİNCİ MERTEBESİ olarak “failiyet murakabesi” gelir. Zatının ve fiillerinin Allah Teâlâ’nın fiillerinden olduğunu murakebe etmendir. Bunu düşünmekle, zorlukta ve bollukta Allah Teâlâ’nın bütün fiillerine rıza göstermen mümkün olur. Bunun delili; “Muhakkak senin Rabbin dilediği*ni yapandır.” [45] âyet-i celilesidir.

Sonra ALTINCI MERTEBE gelir. Bu mertebede ‘mülkiyet murakabesi’ yapılır. Zatının ve sahip olduğun herşeyin Allah Teâlâ’nın mülklerinden bir mülk olduğunu düşünerek mülkünde ona karşı gelmeyeceksin. Bütün işlerini kendisine bırakacaksın. Her halinde ona tevekkül edeceksin. Bu murakabeye delil:

“Hak onun dediğidir. Mülk de onundur.” [46] âyeti celilesidir.

YEDİNCİ MURAKEBE MERTEBESİ “Hayatiyyet murakebesidir.” Ebedi hayat âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ tarafından ihata edilmiştir. Böylece kendi sıfatını O’nun sıfatında zatını O’nun zatında fena etmiş olursun. Nefsinin varlığı yok olmuş olur. Bütün işlerini Hayy ve Kayyum olan Allah Teâlâ’ya bırakırsın. Bunun delili: ” Ebedi hayat sahibi O’dur, O’ndan başka hiç*bir ilah yoktur.” [47] mealindeki âyettir.

SEKİZİNCİ MURAKEBE MERTEBESİ “Mahbubiyyet Murakabesi” dır. Nafile ibadetlerle çok fazla meşgul olmakla Allah Teâlâ’ya yaklaşarak, onun muhabbetinin sana hasıl olmasıdır. Bu durumda Allah Teâlâ’nın hadis-i kudside: “Kulum nafile ibadetlere devam ede ede bana yaklaşır ve ben de onu severim…” buyurduğu hakikat gerçekleşir. Kulun nafile ibadetlerle Allah Teâlâ’ya yaklaşması Allah Teâlâ’nın kulu sevmesine sebeb olmuştur. Mükâfat amelin cinsine göredir. Bu murakebenin delili;

“Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” [48] âyeti kerimesidir.

DOKUZUNCU MERTEBE ‘tevhid-i şuhudi’nin murakabesi” dır. Bu ne tarafa yönetirsen yönel basiret gözüyle Allah Teâlâ’yı önünde görmendir. Ebu Bekir Sıddık radiyallâhü anh “Ne gördüysem, Al*lah’ı o gördüğümün evvelinde gördüm” buyurmuştur. Bu hale delil de:

“Siz ne tarafa yönelirseniz, orası Allah Teâlâ’ya ibadet yönüdür.” [49]âyeti keri*mesidir.

Salik mücahede ile bu murakabelerle meşgul olmaya devam ederse, müşahade mer*tebesine yükselir. O zaman bütün hallerinde seyr-i enfusi başlangıcı olan murakebe-i maiyyet ile meşgul olması vacip olur. Seyr-i enfusi arşın üstünde olup Allah Teâlâ’nın ‘Zahir’ isminin başlangıcıdır. Burada telkin edilen maiyyet murakabesi Allah Teâlâ’nın zatına yönelmektir. Bu mer*tebede Allah Teâlâ’nın:

“Siz nerede olursanız olun Allah (ilmiyle kudretiyle) sizlerledir.” [50] âyetinin hakikatına vakıf olunur. Artık nimet ve ihsan sahibi Allah’dan feyiz bekleyecektir. Buradaki feyzin kaynağı, nefisten başka yalnız diğer dört latifenin zikirleridir.

Bu makamda önce fena fi’ş-Şeyh makamıyla müşerref olunur. Bu makamın birçok faydaları vardır. Ancak tadanlar bilir. Sonra hakikatta ve nefsü’l-emirde kevn âleminden Hakk Teâlâ’nın aynası fena fi’r-resul makamıyla müşerref olur. Sonra da fena fülah ve Beka billâh makamlarıyla şereflenir.

Varlık âlemindeki eşyaların nasıl Allah Teâlâ ile birlikte olduğu hakikati kendisine lütfedilir. Yalnız bu beraberlik mahlûkların birbirleriyle olan beraberliği gibi değildir. Başka şeylerin biribirine girmesine benzemez. Bu beraberlik velâyet-i suğra ile şereflenmiş hal sahibi ile Allah Teâlâ arasındaki Rabbani sırdır.

Güneşin gündüz zahir olmasından daha fazla bu hal salik için zahir olur. Dünya ve içindekiler, gökler, arş, cennet, cehennem, hâsılı bütün mevcudat, salikin basireti yanında güneşin ışığında görülen bir zerre hükmündedir. Bu makamda şu tehlikeden korkulur. Salik kendini terbiye eden mürşidini unutup kendini de kâmil görebilir. Zira nefsini bütün mülkün maliki ve bütün tasarrufların kendi emir ve iradesine göre olduğunu görür. Hâlbuki nefs bü*tün fiillerin kemalatıyla ve zahiri isimlerle müzeyyen olmuştur. Riyaset ile kaim ve enaniyet ile daimdir. Bu durumda yapılması gereken, kendisini tamamlayan mürşidi ile ruhani irtibatı*nı kuvvetlendirmektir. Böyle yaparsa mürşid-i kâmil onu bu hallerden kurtarır.

O kimse hâlâ daha nefsin berzahına bağlı, dildeki zikr-i tehlilin kafesine mahbustur. Bu makam, zikrinde ve tehlilinde ‘la mevcude illallah’a’ doğru terakki etmeye kuvvetli bir sebebtir. O zaman kendisine tevhid-i şuhudi zahir olur. İnâyet-i ilahi cezbe ve sülük ile kendisine refakat eder. Nefs fena bulup enaniyeti yok olur. Daha sonra konumuzun başında zik*rettiğimiz üç mertebenin üçünde de zahir olan murakabelere göre enaniyyet ve nefisten bir şey bırakmamak üzere kalbin Allah Teâlâ’nın zikriyle sükûn bulması hâsıl olursa, o mertebelerdeki zahiri isimlerin hakikati batını isimlerin başlangıcı olan noktaya yetişmekle enbiya-ı izamın velâyeti ki bu velâyet-i kübrâdır- kendisine hoş geldin der.

Allah Teâlâ’nın ihsan kaynağından kendisine refref-i vücud hediye edilir. Salikin varlığından yok olma ve onunla birleşme meydana geldikten sonra ortak nübüvvet kemalatının seyrine başlamaya hak kazanır. Bu makam salikin içine yansımak suretiyle kendisine devamlı tecelii-i zât hâsıl olur.

Bu makam, kemalat-ı nübüvvet île tabir edilir. Bu aziz makamda salikin terakkisi, farzları eda etmek, Allah Teâlâ’nın kadim kelamını okumak, bütün âleme rahmet olarak gönderilen Fahr-i Alem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme mutabaat ve sıfatların kaydından sıyrılıp Allah Teâlâ’nın zat murakebesiyle mümkün olur.

Bu makam avamda toprak unsuru ile olur. Bu makamdaki bütün varlıklar ve renkler gözlenir. Keyfiyyet ve misliyyet diye bir şey kalmadığından tam bir hayret ve şaşkınlığa dü*şer. Böylece Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ey Rabbim benim sendeki hayretimi artır.” [51]mealindeki hadis-i şerifine mazhar olunur.

Burada nefsin hiç alakası kalmaz. Delil gerektiren konular kendisi için açık olur. Zanni olan şeyler yakîne dönüşür. Kurân-ı Kerim’deki mukatta harflerin sırlarının manası bu makamda insan için açılır. Bundan dolayı Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin işaret ettiği gibi mukaddes hakikatların sırlarının manaları kendisine zahir olur.

Bu Allah Teâlâ’nın fazl u ihsanıdır. Allah dilediği kişiye verir. Allah Teâlâ büyük fazilet sahibidir.[52]

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #19  
Alt 10.03.22, 19:10
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Velayeti Kübra (Büyük Velayet), Velayeti Kübra Dairelerinin Alametleri

ESAD SAHİB

VELÂYET-İ KÜBRÂ( Büyük Velâyet)

Velâyeti Kübrâ, Allah Teâlâ’nın Esma, Sıfat ve Zat’ına mahsus olan dairede seyirden ibarettir.

Ne zaman ihvan Tevhîd-i Vücûdî ve Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına (maiyyet murakabesi) ererse, o zaman nefsinde Arşı Mecid’den, hatta Arş’tan daha yüce bir makamdan zeminin altına kadar uzanan âlem*lerde, zerreler de dâhil olmak üzere, her şeyi kuşatmış olarak yayılan bir nur görür. Bu nurun renkle ilgisi bulunmamakla beraber, semavî ve koyu bir görünüşte olduğu söylenebilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadîsi kutside “Allah Teâlâ Âmâ’da idi.”[53] buyurmaktadır.

Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına eren ve Tevhîd-i Vücûdî’nin şereflisi olan kimse o nur’u, güneşin doğuş anındaki netliği gibi, gö*rür. O zamana kadar bir benzerini görmediği bu nur’a karşı

“Acaba bu gördüğüm Allah Teâlâ mıdır?” diye şüpheye düşecek kadar bu tecellinin tesiri altında kalır. Nihâyet bu nur da ihvanın murakabesinden çekilir ve eseri bile kalmaz. Bu nur ile yok olan imkân âlemi, bu nu*run yok olması ile tekrar meydana gelir. Bir nur tecellisi ile diğer bir âlemin yok olması, birinin diğerini yok ettiği için değil, tıpkı güneşin doğması ile aslında var olan yıldızların gündüz görülemediği gibi, bir şeydir. Fakat kalbe ait seyirdeki görüş, maddî gözle olan görüş gibi, sınırlı olmadığı için, bu makamın yolculuğunda olan zat, yolculuk esnasında gördüğü varlığın, varlığı vâcib olanın (Allah Teâlâ’nın) tecellisi midir, yoksa mümkün olan bir varlık belirtisi midir, onu ayırt ede*bilir.

Varlığı vacib olan Allah Teâlâ’nın tecellisini görme haline “O’nunla olma” hali denilir. Allah Teâlâ’nın lütuf ve kereminin eseri olan, ihvanda bu görme hali, Velâyeti Kübra’da seyreden velilere mahsus bir iltifatıdır ki; Bu makamın velâyeti peygamberlere mahsus bir velâyettir.

İhvan, mânevî sarhoşluktan ayılma ve uyanma makamında var*lığı olduğu gibi, yerli yerinde görür. Fakat gördüğü şeylerin, Allah Teâlâ’nın varlığını gösteren şeylerden ve O’nun varlığının gölge*sinden başka bir şey olmayan şeyler olduğunu anlar. Yine bu ma*kamın sırlarına eren zat görür ve anlar ki; Varlığın görünüşü Allah Teâlâ’nın sıfatıdır ve katiyyen aslı değildir. Tevhîd-i Şühûdînin manası işte budur. Öyle bir tevhîd-i Şuhûdî ki, nefis latifesinden müşa*hede edilir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının manası bu makamda anlaşılır.

“O’nunla beraber olmak ve O’na yakın olmak” arasındaki fark’a gelince: Beraber olmanın sonu “Bir” olmaya ve sonunda ikiliği kal*dırmaya gider. Her ne kadar mümkün olanın varlığı ayrıca müşa*hede edilirse de, varlığı kendi zatından değil, Allah Teâlâ’nın varlığındandır. Yine mümkünün sıfatının varlığı da O’nun sıfa*tının varlığındandır.

Beraberliğin ve birliğin hakikâti yokluktur. Yaratılmış olanın Allah Teâlâ’da yok olmasıdır. Bu hususu bundan daha fazla açmak mümkün değildir. Buraya kadar yapılan izahattan anlaşılmıştır ki;

Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böy*ledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.

Ekrabiyyet “Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın oluş” hâlini satırlara intikal ettirmek mümkün değildir.

Aklın gücü de bu makamı anlamak ve anlatmak için çok noksan ve kifâyetsizdir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının, kulun kendi kendine olan yakınlığından daha yakın olduğunu kavramak hususunda, idrâk susmuş ve akıl acze düşmüştür. Bu mesele aklın ötesindedir. Bu sırrı meydana koyma yetkisi sınırlı tutulmuştur.

Velâyet-i Kübrâ dairesi, Gavs’ı da içine alan üç dai*reden meydana gelir. Velâyet-i Kübrâ’ya mahsus bulunan bu üç dai*reden âlemi emirden olan beş letâifeye (kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ) mahsus bulunan dairelere kadar uzanır. Bu dairede yükselme yeri ve feyiz kaynağı beş lâtife ile birlikte, nefis lâtifesidir. Bu dairede murakabe Allah Teâlâ sevgisi (muhabbet) murakabesidir. Bu murakabeyi Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade buyurur.

“Allah Teâlâ onları sever, onlar da Allah Teâlâ’yı” [54] Muhabbet murakabesinde feyiz kaynağı, nefis lâtifesidir.

Bu dairelerin her birisinde murakabe yolu, ihvanın kendi varlığını, içinde bulunduğu daireden silkip atmaktır. Bundan sonra da muhabbetullah (Allah Teâlâ sevgisi) feyzinin, esma ve sıfatın aslı dairesinden, nefis latifesi olan (ene-ben) latifesine sevk edildiği düşünül*melidir. Gerçekte muhabbetullah feyzi aslın aslı dairesinden (enâniyyet-benlik) latifesine sevk olunmaktadır. Gavs’a ait dairede de, muhabbetullah feyzi enâniyyet latifesine gönderil*mektedir.

Buradan da aslın aslı dairesine yükselir. İhvanın yükseldiği aslın aslı dairesi gavs’ın bulunduğu dairededir. Bu dairenin sırrına eren gavs’tır. İşte bu iki daire (asıl dairesi ile aslın- aslı kül dairesi) ile bahsi gecen ve mahalli yüce olan yarım dairede bulunan kimselerde, gerçekten Ruh-i küll’e yakınlaşma meydana gelmektedir. Sonuncu dairenin yarısında Ekrabiyyet ve Tevhîd-i Şuhûdî’nin sırrı meydana gelmektedir. Bu dairede Ekrabiyyet (yakınlık) Murakabesi (Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın olma sırrı) hayalî olarak hissedilir. Bu hususa dair Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“And olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin kendisine fısıl*dadıklarını bile biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.”[55]

Ekrabiyyet makamından daha yücelere seyretme imkânı hâsıl olunca, bu defa seyir asıl (Zât) dairesinde meydana gelir.

Velâyeti Suğra’da meydana gelen yok olma hali yine bu dairelerdedir. Ancak, Velâyeti Suğrada meydana gelen bu hal, yok olu*şun aslı değil suretidir.

Bu dairelerde Allah Teâlâ’nın birliğinin, manası düşünülerek lisan ile yapılan tahlillerle ifade edilir.

Bazı dairelerin kesilmesi ve bazılarının tamam olması me*selesine gelince: Bu dairelerden her biri ihvana güneş kadar açık ve net olarak görünür. Eğer dairede zayıflama ve kopma ihtimali belirmişse aslında güneş gibi parlak görünen o dairenin tecellisi, ihvana biraz sönük, daire kopma durumuna gelmişse tutulma esnasındaki güneşin nurunun sönüklük hali gibi, görünür.

Velâyeti Kübra dairelerinin alâmetleri:

Bu alâmetler, iç âlemine ait feyiz muamelelerinden başka bir şey değildir. Bu ise, insanda dimağ ve göğüs ile ilgilidir. İşte di*mağdan göğse açılan bu yolla ihvanda Şerh-i Sadır (Göğüs açılması) meydana gelmekte, bundan da izahına imkân olmayan göğüs genişliği hâsıl olmaktadır.

Her ne kadar kalb latifesinin, seyrinde meydana gelen, şerh-i sadr’ın izahı mümkün değil ise, de, bu durumdaki ihvan, kalbinde nice semavî yücelikler görür. O semavî yücelikler de, nice kalblere şahit olur. Bu genişleme aynı zamanda beş lâtife içerisinde kalbe ait bir genişleme olup, diğer latifelerle bir ilgisi yoktur.

Velâyeti Kübrâ’da hâsıl olan şerh-i’sadır’a gelince; Bu genişlemenin hali göğüsün tamamını kaplar. Şerhi sadır halinin meydana gel*diği yer, Velâyeti Kübra’da ahfâ latifesidir. Şerhi sadr’ın işareti gönül yolu ile meydana gelir ki, bu da kaza (kader) hükümlerine karşı îtirazda bulunmamaktır. İhvanın mutmain olduğu (Allah Teâlâ ile birlik oluşun zevkine erdiği) makam, bu makamdır. İhvan buradan da rıza makamına yükselir. Kulun Allah’tan gelen her şeye rıza gösterdiği makam da bu makamdır.

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
  #20  
Alt 10.03.22, 19:13
RvP RvP isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Manevi
 
Üyelik tarihi: 08.07.15
Mesajlar: 3,099
Etiketlendiği Mesaj: 147 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Velayeti Kübra Dairesinde Murakabei Ademiyyet

20. DERS:
VELÂYET-İ KÜBRÂ DAİRESİNDE MURAKABE-İ ÂDEMİYYET
Velâyet-i Kübrâ dairesi, Gavs’ı da içine alan üç dai*reden meydana gelir. Velâyet-i Kübrâ’ya mahsus bulunan bu üç dai*reden âlemi emirden olan beş letâifeye (kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ) mahsus bulunan dairelere kadar uzanır. Bu dairede yükselme yeri ve feyiz kaynağı beş lâtife ile birlikte, nefis lâtifesidir.

Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;

Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.

Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’nın üstünde Velâyet-i Kübrâ Dairesinde kalbin karşılığı olan yerde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Ademiyyet’de bir süre karar edilir ve yeryüzüne inilir.

MURAKÂBE-İ ÂDEMİYET
Allah Teâlâ’nın güzel isimleri (Esmâu’l- Hüsna) zatları itibariyle âlemin varlığını gerektirirler. Bundan dolayı yüce Allah Teâlâ bu âlemi normal, düzgün bir beden olarak yarattı ve Âdem aleyhisselâmı da bu bedenin ruhu olmasını öngördü.

Âdem derken insanî âlemin varlığı kast edilir.

“Allah Teâlâ Âdem’e bütün isimleri öğretti.” [56] Çünkü bedeni yönetip yönlendiren, sahip olduğu güçler itibariyle ruhtur. Nitekim isimler İnsan-ı kâmil için güçler konumundadır. Bu yüzden “âlem büyük insandır” denilir. Ancak âlem, içinde insanın var olmasıyla bu niteliği kazanır. İnsan, ilâhî huzurun bir özetinden ibarettir. Allah Teâlâ’nın özel olarak ona suret vermesinin nedeni de budur.

Hadiste ” Allah Teâlâ Âdem’i kendi suretinde yarattı.”, bir rivayette “rahman’ın suretinde” denilmiştir. Allah Teâlâ onu âlemin gayesi olan öz/aynı kendisi kılmıştır. Tıpkı nefs-ı natıkanın (konuşan nefis) insan şahsının varlığının maksadı olması gibi. Bu nedenle kâmil insanın yok olmasıyla dünya harap olur ve insan ahirete taşındığı için de ümran/bayındır hayat ahiret yurduna intikal eder. Dolayısıyla insan maksat itibariyle ilk (evvel), varoluş itibariyle son (ahir), suret itibariyle açık (zahir) ve menzil itibariyle gizli (batın)dir.

İnsan Allah Teâlâ’nın kulu, âleminse rabbi (idarecisi)dir. Bu yüzden onu (Âdem’i/insanı) halife, soyunu da halifeler kılmıştır. Nitekim âlemde insandan başka hiçbir varlık rablık iddiasında bulunmamıştır. İnsanın bu iddiada bulunmasının nedeni de içinde bulunan bazı güçlerdir. Yine âlemde insandan başka hiçbir varlık kulluk vasfını nefsinde bu kadar sağlam bir yere oturtmamıştır. Varlıkların en düşük menzilinde bulunan taşlara, ağaçlara dahi kulluk etmiştir. Yani rabblığı itibariyle insandan daha aziz, kulluğu itibariyle insandan daha zelil bir varlık yoktur. İnsanın varlığıyla kast edilen husus budur. [57]

__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
ehadiyyet, gavs, havas ilmi, havvas, kalp zikri, letaifler, mertebeler, murakabei muhammediyye, mürşidin teveccühü, nakşi ders adabı, nakşibendi, nübüvvet, rabıta, ruh zikri, sır zikri, tarikat, velâyet, zikir adabı


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevap Son Mesaj
Şeriat, Tarikat, Hakikat, Mârifet Nedir? EvlduGavsulAzam Tasavvuf & Tarikatler 0 21.05.22 15:45
Kadiri tarikat Adabı Hakkında Encyclopedia Sorularınız 2 28.10.21 13:00
Tarikat الطريقة Kâf-u Nûn Tasavvuf & Tarikatler 0 03.02.21 23:32


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:17.


Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
HavasOkulu.Com

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147