#31
|
|||
|
|||
Velayeti Ulyada Derecei Havvasi Melaike
31. DERS:
VELÂYET-İ ULYÂDA DERECE-İ HAVASS-I MELÂİKE Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı; Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulya Havass-ı Melâike Mertebesinde bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Havass-ı Melâike’yi yapar ve dersten çıkar. Havass-ı Melâike Melâike-i Kiram’a ait olarak görülen haller anasıra ve letaiflere inişi mülahaza olunur ve münasebetler meydana gelir.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#32
|
|||
|
|||
Velayeti Ulyada Mertebei Kemalatı Havvası Nübüvvet
32. DERS:
VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I HAVASS-I NÜBÜVVET Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı; Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Nübüvvet Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi nübüvvet kemaliyle yapar ve dersten çıkar. Mertebe-i Kemâlât-ı Havas-ı Nübüvvet Mürşid-i Kâmil, ihvana merhamet edip, onun fazilet ve derecesini yükseltmek istediği zaman, ondaki toprak unsuruna teveccüh buyurur ve ihvana latifesine yapılan bu yöneliş ile Nübüvvet Velâyetinden feyiz gelir. Bu öyle bir kemaldir ki, bu kemal, Zat’î ve daimî tecelliden ibarettir. Bu makamın bilgisi bütün bilgileri yitirmektir. Yine bu makamda zaman, keyfiyet ve renkler —gizli olan haller dâhil— bir işe yaramaz hale gelirler. Bu makamda itikat ve imana taallûk eden şeylerin kuvveti meydana çıkar. Allah Teâlâ’yı bulmak için delil araştırmak yerine, akıl ve muhakeme delil yerine kaim olur. Bu makamın bilgisi, bütün nebilerin şeriatlarıdır. Bu makamda ihvanın gizli hallerinde genişleme meydana gelir. İster Velâyeti Suğra, ister Kübrâ, isterse Ulyâ olsun, bu velâyet makamlarında derece derece ihvanda şerhi sâdır meydana gelir. Gizli hallere nisbetin yanında, göğüs darlığı ve ona benzer bir hal asla bulunmaz. Velâyetin her basamağında, bir basamağın diğer basamakla gerek surette gerekse hakikâtte bir alakası vardır. Yine bu makamda ihvanda kusuru kendinde görebilme, ümitsiz*liğe yakın bir halde kusurlarından dolayı kendi kendine darılma, ma*nen fazilet olan hallerin kendisinde kalmadığını sanma veya hizmet*lerinden bir fayda temin edememiş olmanın üzüntüsü içine dalma halleri meydana gelmeye başlar. İhvan bu hususlarda o duruma ge*lir ki; Kendisini manen bomboş ve hiç bir işe yaramaz halde zanne*der. Hatta zamanla kendisini bir kâfirden bile aşağı görür. İhvanın bu halleri, daha önceleri kendisine ait bulunduğuna inan*dığı ve fazilet dolu sandığı hallerinin, (Susuz kimsenin, serabı su zannedip, yaklaştıkça hiçliğini anladıkça, düştüğü ümitsizlik ve peri*şanlık haline benzer). Benimdir diye inandığı ve güvendiği ve varlık*larını kabul ettiği şeylerin hepsi bu makamda ihvana birer hayal olur. Ne zaman ki, mürşid-i kâmilin yönelişi ile bu makam ihvana keşfolur. Bu arada görme haline benzer bir hal de yine ihvan için kolay*laşır. Bu görme hali her ne kadar Allah Teâlâ’yı âhirette görme ha*line benzemezse de —biz âhirette meydana gelecek bu görme haline şimdiden inandık— bu görüş velâyet mertebelerindeki gözet*leme hallerine nisbetle daha rahat, daha engin ve daha kolay bir görüştür. Âhirete mahsus bulunan görüş, âlemi halk’a mahsus olan gö*rüşlerdendir. Orada yapılan işler de yine âlemi halktan nasibi bulu*nan işlerdir. Nitekim âlemi emr’in latifeleri bu makamda âdeta (lâ-şey) dir. (Yani hiç bir şey değildir.) Nefis latifesinde ve unsurlara ait bulunan latifelerde de durum yine böyledir. (Yani bunlara ait latife*ler de (lâ-şey=yok) durumundadır.) Bu muameleler toprak unsuru ile ilgili latifeye mahsustur. Her ne kadar diğer unsurların da toprak unsuru ile alâka ve bağlantıları dolayısı ile bu muamelelerden nasipleri varsa da ehemmiyeti yoktur. Bu makam, şeriat hükümleri ile Allah Teâlâ’nın varlığından ve sıfatlarından haberler, kabir, haşir, cennet, cehennem ve bunlara ben*zer ne varsa en doğru haberci olan Allah Teâlâ’nın Rasûlünün haber ver*diği şeyler olup, hepsi de gözle görülen akıl ve mantığın kabul ettiği şeylerin makamıdır. Bu makamda Hakk’ın kendi varlığı eşyaya ayna durumundadır. O’ndan başka ne kadar varlık varsa, hepsi de o aynada görülen su*retler gibidir. Aynadaki suretin yarlığı gerçek varlık değil, gerçek varlığa nisbetle bir hayaldir. Fakat hayal de olsa (yok) değildir. Gerçek varlığın gölgesi olarak vardır. Suret gösteren bir aynada, ilk görülen şey ayna değil, resimdir. Ayna, kendisine bakanın dikkatini üzerine çeker. Fakat bu makamdaki durum bu kaidenin tamamen aksinedir. Bu makamda aynanın varlığı ilk bakışta görülür. Eşyanın varlığı ise, tetkik neticesinde görülebilir, işte bunun içindir ki, Allah Teâlâ’nın varlığı bedihîdir.[64] O’nun varlığına nisbetle eşyanın varlığı nazarîdir. Bu makam yüceliği, yaygınlığı ve ortaya koyduğu meseleleri itibarîyle çok acâip bir makamdır. Bu manadaki acâibliklerin meydana gelmesi, yine bu makama bakışın karşılığıdır. Bundan daha acâibi ise, sofiye tarafından yapılan zikir*lerin bu makamda yalınız başına bir şey ifade edemeyişidir. Tilâvet esaslarına uyularak okunan Kur’ân-ı Kerim, edep ve erkânına dikkat gösterilerek eda edilen namaz, hadîsi şeriflerle sıhhati tespit edilen duâ ve niyazların hepsi bir arada bulunmak suretiyle bu makamda yükselmeye vesile olurlar. Hadis ilmi ile meşgul olmak, sünnet-i şeriiyye’ye hakkiyle bağlı*lık göstermek, bu makamı hem nurlandırır, hem de kuvvetlendirir. Böylece ihvana “Kâbe kavseyni ev edna sırrı” (iki yay arası ve daha yakın olma) keşfettirilir. Bu mer*tebede murakabe Zat’a yapılır. Zat’a yapılan murakabe nübüvvetin kemalinin kaynağıdır. Zâtın tecellîsinin dereceleri vardır. İlki nübüvvet kemâlâtıdır. Burada itibârları da araya katmadan zâtın murâkabesi yapılır. Burada feyzin geldiği yer, toprak unsuru latîfesidir. Kur’ân-ı Kerim okumak terakki hâsıl eder. Bâtın hâllerinin belirsizliği, anlatılamayan ve nasıl olduğu bilinemeyen hâller ele geçer. Devamlı olarak niyyet ve akideler kuvvetlenir. İstidlâli olan şeyler bedîhî olur. Kur’ân-ı Kerim’deki mukattaa harflerine ait sırlar, bu derecelere kavuşanlarda hâsıl olur. Murakabe-i Zatiyye Allah Teâlâ’nın ef’âl, sıfat ve zâtını kendisine layık olan şekilde düşünmektir. Diğer murakabelerin hepsini cem eder. Allah Teâlâ’ya hayran ve idraksizlik içinde bulunup, kulluğunun farkına varmaktır.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#33
|
|||
|
|||
Velayeti Ulyada Mertebei Kemalatı Havvası Risalet
33. DERS:
VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I HAVASS-I RİSÂLET Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı; Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Risâlet Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi risalet kemaliyle yapar ve dersten çıkar. Mertebe-i Kemâlât-ı Havas-ı Risâlet Bu merte*bede de murakabe yine Zata yapılır. Zat’a yapılan murakabe risaletteki kemalinde kaynağıdır. Bu makamın feyiz ye bereketi, ihvanda meydana gelen birlik heyeti üzerine gönderilir.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#34
|
|||
|
|||
Velayeti Ulyada Mertebei Kemalatı Ulül Azim
34. DERS:
VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ KEMÂLÂT-I ULÜ’L AZÎM Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı; Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Kemalat-ı Ulü’l Azîm Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Kemalat-ı Ulü’l Azîmile yapar ve dersten çıkar. KEMALAT-I ULÜ’L AZÎM Bu maka*mın feyzi, ilmin bu mertebede kemale ermiş olması ve yine bu mertebedeki nurların diğer mertebelere nisbetle daha çok tecelli ile bes*lenmiş bulunması dolayısı ile Vahdaniyyet heyeti üzerine varid olur: Bu makam*da Kur’ân-ı Kerim’deki Huruf-u Mukattaa diye bilinen harflerle, müteşâbih olan âyetlerin sırları anlaşılır hâle gelir. Bu makama ulaşan kimseler, sır sahibi kılınarak, sevenle sevilen, arasındaki, yalnız fa*ziletten nasip olan bu muhabbeti, Allah Teâlâ’nın Rasûlünün yoluna uymak suretiyle dağıtırlar. Risâlet kemalâtından, Vahdâniyyet heyeti üzerine gizliye ait muamele olduğu zaman, o gizlinin yükselişi sade Allah Teâlâ’nın kendi fazlı kereminden olur. Bütün ilerle*meler amelle değildir. O’nun fazlı keremi olarak, meydana gelmişler*se de ihvanın Ülü’l Azim makamının velâyetine ulaşması, bilhassa Allah-ü Teâlâ’nın fazlı ve ihsanıdır. Meyda*na gelen terakkinin kazanılmasının asla akıl ve amelle bir ilgisi yok*tur. Ameller bu hususta ancak birer yükseliş sebebi olabilirler. Ülü’l Azim makamının velâyetine nail olmada sebepten bahset*mekte abestir.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#35
|
|||
|
|||
Velayeti Ulyada Mertebei Heyeti Vahdaniyye
35. DERS:
VELÂYET-İ ULYÂDA MERTEBE-İ HEYET-İ VAHDÂNİYYE Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı; Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Heyet-i Vahdâniyye Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Heyet-i Vahdâniyye ile yapar ve dersten çıkar. Heyet-i Vahdâniyye; Âlemi emir (Kalb, Ruh, Sır, Hafî, Ahfâ) ve âlemi halk’ın (Nefis, Toprak, Su, Hava, Ateş) hepsine birden verilen bir isim*dir. Gerek âlemi emir ve gerekse âlemi halktan olan tecellilerin bir araya gelmelerinden ve gerekli temizlik ve ayıklamadan sonra di*ğer bir heyet daha meydana gelir. Meselâ: Bir kimse muhtelif cins ilaçları bir araya getirmek suretiyle bir tek ilâç meydana getirmek isterse, her ilacın belli bir ölçüde olması ve hepsinin birbirine iyice karıştırılması icap eder. Böyle imal edilirse ilaçtan beklenen fayda sağlanır. Birçok ilacın bir arada birbirine iyi karıştırılmasıyla da yeni bir ilaç ismi meydana gelmiş olur. Letâifi aşere denilen o lâtife de aynen böyledir. Bu latifelerden her birisi için de birer heyet hâsıl olur. Yine bu makamda bu on lâtife için nice yücelme ve yükselmeler meydana gelir. Bu latifelere olan tecellilerin sonundaki yükselme, nurlanma genişleme ve renk*lenme daha evvel bahsi geçen makamlardakilere nisbetle çok daha fazladır. Bahsi geçen makamların hepsinin bu makama nisbeti ka*buğun öz’e nisbeti gibidir.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#36
|
|||
|
|||
Mertebei Umum Kemalatı Cami Zatı Muhabbeti Uluhiyyet
36. DERS:
MERTEBE-İ UMUM KEMÂLATI CÂM-İ ZAT-I MUHABBET-İ ULUHİYYET Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı; Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der. Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Umum Kemalat-ı Cami Zât-ı Muhabbeti Uluhiyyet Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Muhabbetiyeyi yapar ve dersten çıkar. UMUM KEMALAT-I CAMİ ZÂT-I MUHABBETİ ULUHİYYET Müridin gayretleri ile beraber kavuşacağı Ülûl Azim velayetinin kemâlâtından sonra, sâlikin sülûkü iki tarafa vuku bulur. Bu da mürşidin ihtiyarına bağlıdır. Mürşid ne tarafa isterse sâliki o tarafa sülük ettirir. Bu iki taraftan bi*risi: Hakaiki İlâhiyye tarafıdır ki; bu taraf Kâbe’nin, Kur’ân-ı Kerim’in ve na*mazın hakikatinden ibarettir. İkinci taraf da: Hakâiki Enbiyalarından ibarettir. Mürşid, sâlike Kâbenin hakikatinde yönelince, bu makamda Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve büyüklüğüne şahid olunur. Onun heybeti Bâtın üzerini kuşatır. Bu makamda sülük edenler zat’ murakabesini yerine getirirler. Kendisine murakabede bulunulan zat, bütün varlı*ğın secde kıldığı Halik-i kâinattır. Nice kimselere bu kudsî makamda yokluk ve ebedîlik hali ikram edilir de, sâlik nefsini bu ikrama ulaş*mış ve sahib olmuş olarak bulur. Kâinatta var olan her şeyin yöne*lişi O’nun tarafınadır. Bu teveccüh her ne kadar kemâlâtta (olgun*lukta) hâsıl olan bir yöneliş olup renkle ilgisi olan bir teveccüh ise de burada bahsedildiği kadardan ibaret değildir. Batınî nisbetin yü*celiği ve genişliği bu makamlarda daha fazladır, (ziyade üstüne zi*yadedir) Nebilere âit hakîkatlarda görüntüler renksiz meydana gelip, bu tecellîlerin yücelik ve genişliklerine rağmen, ilâhî hakîkatlerdeki te*cellîye nîsbetle tecellîleri daha azdır. Bu halin sırrına gelince: Sâlike zat mertebesinde fena ve baka hali ikram edilir. O da, bu mertebenin ahlâkı ile ahlâklanınca, idraki kuvvet kazanır ve üstte olup âlemi emirden bulunan nisbeti idrak eder. Yani, eriştiği yüceliğin idraki kendisine bildirilir. Yine böylece sâlik erdiği bu makamlardaki renkten soyulmuşluğu kendi idraki ile bulamaz. Zîra bilir ki; kemâlâtın, âlemi emirden olan yüceliklere göre nisbeti, ikisinin de letafetleri itibariyledir ve her ikisinde de le*tafet cinsleri aynıdır. İsterse bu benzeyişleri gösterişten ibaret ol*sun. Kemâlât nisbetinde renksizliğin ayırımı sebebine gelince: Mu*hakkak ki sâlik sıfat ve şüûnat (haller) mertebesinden, fenafillâh ve bakabillâh sebebiyle nail olduğu velayetlerde, kendisine ikram edi*len tecellî kadar idrak kuvvetine sahiptir. Bunun için de Zat merte*besindeki hallerin idraki güçtür. Muhakkak ki, velâyete âit kemâlât diğer bir velayet mertebesinden meydana gelmektedir. Nübüvvetin kemalâtı daha başka bir kapıdan girer. Velayetin kemalâtı ile nübüv*vetin kemalâtı arasında —suretin bile olsa— hiç bir benzerlik yoktur. Bazı tasavvuf ehli diyorlar ki: “Evliyalık makamı, nüvüvvet makamının gölgesidir diyenler hata ediyorlar. Gerçek olan böyle de*ğildir. Her iki kemalâtın birbiri ile katiyyen bir ilgisi yoktur.” Kemalât mertebesi hususunda, yukarıdan beri ifade edilenlerin dışında, daha nice münasebetleri vardır. Velilerden bazılarının ifade ettiklerine göre; kemalâta nisbet edilen hakikatlar, denizlerin dalga*ları durumundadırlar. Bu demektir ki, kemalât ne zaman fevkani (âlemi emre mahsus tecellîlerden meydana getirse) olursa, o kema*lâtın tecelli kaynağı, tecellînin daimî olduğu zatın makamıdır. Bun*dan: anlaşılmaktadır ki, hangi tecellî fevkani (âlemi emirden gelen bir tecellî) ise, o tecellî Zat mertebesinin dışına çıkamaz. Çünkü te*cellî kaynağı, o mertebenin dışında değildir. Böyle bir duruma, (de*nizin dalgaları) tâbirini kullanmak isabetlidir. Bu hal eşyayı haki*katine nisbet etmede meydana gelmektedir. Yoksa kemalâta nisbetle değil. Meselâ, Kâbe-i Muazzamanın hakikatinde azâmet, kibriya ve mümkünat için secde edilen yer meydana gelmektedir. Buradaki sırrın inceliğini kavramaktan akıl acze düşmüştür. Hattâ bir mür*şidin teveccühü olmadan bu mertebelere erişmek ve anlamak müm*kün değildir.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#37
|
|||
|
|||
Seyr Çeşitleri (Cezbe ve Süluk) Seyri Afakiye Seyri Enfüsiye
SEYR ÇEŞİTLERİ
36 Ders bittikten sonra seyrler başlar. Sulûk eden ihvanda seyr iki kısımdır: Cezbe ve sülûk. (Sülûk), uğraşarak ilerlemektir. (Cezbe) çekilip götürülmektir. Seyr-i âfâkî’ye “sülûk,” seyr-i enfüsî’ye “cezbe” adı verilir.[65] Bunlara tasfiye ve tezkiye de denir. Sülûktan önce olan cezbenin, yani tezkiyeden önce olan tasfiyenin kıymeti yoktur. Sülûk tamamlandıktan sonra olan cezbe yani tezkiyeden sonra olan tasfiye lâzımdır ve seyr-i fi’llah da hâsıl olur. Önce olan cezbe ve tasfiye, sülûkü kolaylaştırmağa yarar. Sülûk olmadan, maksada kavuşulamaz. Yol tamam gidilmedikçe, cemâl-i ilâhî görünmez. Önceki cezbe, sonra olan cezbenin suretinin numunesi gibidir. Hakikâtte, birbirinden başkadırlar. Büyüklerimizin, “Sonda olan şeyler, başlangıçta yerleştirilmiştir” sözünden maksat, “Sonda kavuşulacak suretin görünüşü yerleştirilmiştir” demektir. Seyr ve sülûkten maksat ve cezbe ve tasfiyeden beklenilen şey, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir. Bu çirkin sıfatların başı, nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmaktır. O hâlde, Seyr-i enfüsî lâzımdır. Kötü sıfatlardan güzel sıfatlara dönmek lâzımdır. Seyr-i âfâkî lüzûmlu değildir. Maksat ve gaye bu seyre bağlı değildir. Çünkü zahirî şeylere düşkünlük, nefse düşkün olmaktan ileri gelir. İnsan, her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek, onlardan istifade edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah Teâlâ’nın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için evlat ve mal sevgisi de, bununla beraber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır. Seyr-i âfâkî, buna bağlı olarak, maksadı müyesser olur. Nebilerin “aleyhimüssalevâtü ve-t’teslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i enfüsî idi. Seyr-i âfâkî, bununla berâber yapılıyordu. Sülûk konaklarını ve cezbe makamlarını geçtikten sonra, anlaşıldı ki, seyr ve sülûktan maksat, yani tasavvuf yolculuğundan maksat, ihlâs makamına varmaktır. İhlâs makamına kavuşabilmek için, enfüsî ve âfâkî mabutlara tapınmaktan kurtulmak lâzımdır. Seyr-i enfüsî, bu yolun nihâyetinde ele geçer. Behâüddîn-i Nakşibend Hazretleri buyurdu ki, “Ehl’u-llâh, Fenâ ve Bekâ makâmına kavuştuktan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur. “Kendinizdedir, görmüyor musunuz?” [66] Buyruldu. Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin yani ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçtir. Yani, aranılana göre hiç sayılır. Ancak şuhûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Seyr-i âfâkîde, sanki kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde, iyi ahlâk ile ahlâklanmak vardır. Çünkü kötülüklerden ayrılmak, Fenâ makâmına uygundur. İyiliklere kavuşmak, Bekâ makâmına uygun olur. Bu seyr-i enfüsînin nihâyeti yok demişlerdir. İnsanın ömrü sonsuz olsa, bu seyr bitmez denilmiştir. Çünkü mahlûkun sıfatlarının nihâyeti yok demişlerdir. Yani Allah Teâlâ’nın sonsuz sıfatları, sâlikin latîfeleri aynasında tecellî etmekte, O’nun kemâlâtından bir kemâl görünmektedir. O hâlde, bu seyr bitmez ve sonu gelmez. Bu konuda büyükler buyuyurdular ki; Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr kuddise sırruhu’l-azîz; “Allah Teâlâ’ya kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yani seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fi’llah gerekir”demiştir. Ebû Saîd-i Harrâz kuddise sırruhu’l-aziz; “Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı, matlûbdan (Allah Teâlâ’dan) uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba kavuşturur” demiştir. Seyr-i enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesidir.” Abdülkâdir Geylânî kuddise sırruhu’l-azîz, “Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah Teâlâ’nın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır” Efendi Hazretleri buyurdu ki; “Gardaşım! Sülûk görmeyen ihvan listesine kayıt olmaz. Her amelin edebi var. Tarikatın edebi de sülûkünü tekmil etmektir.”
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#38
|
|||
|
|||
Seyr Mertebeleri (Seyri ilallah, Seyri Fillah, Seyri Anillah Billah, Seyri Fil E
SEYR MERTEBELERİ
Hakîkat erbabına göre sefer, müridin Allah Teâlâ’ya yönelmesi sırasında kalbin geçirmiş olduğu seyirler*de takip edilen Seyr-u Sülûkün dört makamı vardır.[67] “Seyr-i İlâ’llah”; “Seyr-i Fi’llâh ,” “ Seyr-i Ani’llâh Billâh” “Seyr-i Fil- Eşya.” 1-SEYR İLÂ’LLAH [68] Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır. Seyrin birincisi mertebesi hakkında kul*lanılan bir tabirdir. Buna “sefer-i evvel” de denir. (Seyr-i ilâ’llah) demek, aşağı bilgilerden, yüksek bilgilere ilerlemek, ilimde durmadan yükselmektir. Bu şekilde mahlûklara ait bilgiler bilindikten sonra, Allah Teâlâ’nın ilmine kadar varılır. Bu bilgiler başlayınca, mahlûklara ait bilgilerin hepsi unutulur. Bu hâle (Fenâ) denir. Allah Teâlâ’nın, lütfu ve ihsanı ile mâsivânın hepsi, kalb gözünden silinince, isimleri bile unutulunca, (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilâ’llah) tamam olur. Sâlik, yaradılışında Muhammedî ise, Âlem-i emrin beş latîfesini, sıraları ile geçtikten sonra, bunların Âlem-i kebîrdeki asıllarında seyr eder. Yani ilerler. Allah Teâlâ’nın lütfu ile bu beş aslın her birini inceden inceye geçerek sonuna gelir. Böylece, imkân dairesini (Seyr-i ila’llah) ile bitirmiş olur. (Fenâ) hâsıl oldu denir. (Vilâyet-i suğrâ) makamına başlamış olur. Hakikî Fenâ ise, sıfât-i ilâhînin ve isimlerinin ve hiçbir bağlılığın, ayrı bir görünüşün de, tamamen görülmediği zaman hâsıl olur. Zât-ı ilâhîden başka hiçbir şey görülmez ve düşünülmez. Seyr-i ila’llah Allah yolculuğu, işte burada sona erer. 2-SEYR Fİ’LLÂH Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır. Seyrin ikinci mertebesi hakkında kul*lanılan bir tabirdir. Buna “sefer-i sani” (cem) de denir. Allah Teâlâ’nın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme, Allah Teâlâ’nın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fâni olma (yani O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun sevdikleri kendine sevgili olmak) seyr-i fi’llah diye isimlendirilir. Böylece anlatılamayan, işaretle bildirilemeyen ve isim verilemeyen, bir şeye benzetilemeyen, kimsenin bilemediği, anlayamadığı mertebeye varılır. Bu seyre (Bekâ) denir. Bu makamda, sülûkten sonra, cezbe hâsıl olur. Bu seyre, seyr-i fi’llah da denmesine sebep, ihvan bu seyrde, Allah Teâlâ’nın sıfatları ile sıfatlanır. Bir sıfattan bir sıfata geçer. Çünkü aynadaki suretlerin sıfatlarının bazısından aynanın da nasibi olur. Bundan dolayı, sanki Allah Teâlâ’nın isimlerinde seyr etmiş gibidir. (Seyr-i fi’llah) hâsıl olmadıkça, tam ihlâs elde edilemez. (Seyr-i fi’llah) denilen (İsbât) makamına kavuşmak için çalışılır. Bu makamda, kalb yalnız Allah Teâlâ’yı hatırlamaktadır. Bu makama (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu, bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakikâtte bekâ makâmına kavuşan ihvan, vilâyete kavuşmuş, Velî olmuştur. Nefs-i emmâresi, nefs-i mutmainne olmuş, küfürden, inkârdan kurtulup, yaratılışında bulunan kötülük, azgınlık yok olmuş ve Rabbinden razı Rabbi de ondan razıdır. Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî kuddise sırruhu’l-azîz; “Seyr-i ila’llah ve seyr-i fi’llah yani Allah Teâlâ’nın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allah Teâlâ’nın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sahiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz” demiştir. Fenâ fi’llah makamı zahir olunca, dil ile her gün beşbin kere tehlil de yani ‘Lâİlâhe İlla’llâh’ zikrinde bulunduktan sonra, Allah Teâlâ’yı murakabede olmak gereklidir ki, Allah Teâlâ’ya karşı fena-i küllî (tümüyle kendinden geçme hali) elde edilsin. 3-SEYR ANİLLÂH-BİLLÂH Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır. Üçüncü seyre, (Seyr-i ani’llah-i billâh) denir. Bu da, ilmin hareketidir. Yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece, mahlûkları bilmeğe kadar inilir. Bütün vücûd mertebelerinin bilgisi unutulur. Üçüncü ve gelecek olan dördüncü seyrler, davet makamını elde etmek içindir. Allah Teâlâ’nın kullarına yardımı gelip fetih müyesser olunca (Nasr,1) vahdet kapısı açılır. Mutlak fenâ ve istiğrakla “‘ayn-ı cem’”de zâtî şühud ve birlik nûru Allah Teâlâ’nın yardımı ile veri*lince irşat seccadesi helâl olur. Bu da şeyh hazretlerinden icazet ve “hazret-i ‘izzet” ten işaret ile olur. Aynü’l-cem Allah Teâlâ’nın birliğini (Ahadiyyetini) zahirî ve bâtını olan iki zıtta bağlı kılmamaktır. Ahadiyyet makamı, “Kâbe kavseyn”[69] makamıdır. İkilik artık kalmaz. Bu makam geçilince de “Ev Ednâ” makamına ulaşılır ki, bu makam velâyetin son makamıdır. Seyr-i bi’llah’a kadar her makamda, en kâmil Allah Teâlâ dostları*nın hepsine göre zikirde sayıyla meşgul olunmalıdır. Lakin beşbin sayısıyla kayıtlanmak seyr-i ila’llah’ın tamamlanmasına ve ondan az sonrasına kadar gereklidir ki, maksat ve meram bulunabil*sin. 4-SEYR-İ EŞY Hediyeler, Rabıta ve murakabesi 36. Dersteki gibi yapılır. Bunlardan sonra, dördüncü seyr başlar. Buna (Seyr-i eşyâ) denir. Birinci seyrde unutulmuş olan, eşyanın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyr, birinci seyrin tersidir. Üçüncü seyr de, ikinci seyrin karşılığıdır. “Bu makam da Hakk’tan halka dönme makamıdır. Bu ise, cem’ ve fark birliği de*mektir. Hakk’ın halka dâhil olması ve onda yok olmasıdır ki, kesrette vahdet, vahdette de kesret görülebilsin. Bu da Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’ya dönmedir. Bu makam, fenadan sonra beka, cem’den sonra fark makamıdır.” [70] Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sahip olması, Seyr-i fil-eşyâ diye isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh kuddise sırruhu’l-azîz buyurmuştur ki; “Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde etmek içindir. Davet makamı, nebilere mahsustur.”
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#39
|
|||
|
|||
Seyru Süluk Halleri (Uruc, Nüzuli)
SEYR U SÜLÛK HALLERİ
Sayılan bu dört seyirdeki ikidir: Urûc [yükselmek] , Hakk’a dönmeye derler. Nüzûl [iniş], halka teveccühe [dönmeye] derler. 1— Urücî (Yükselme): “Sâlikin Allah Teâlâ’ya mağlup (yok) olmak için seyridir. Bu; cüz’ün külle seyridir. Buna seyr-i şuurî de denilir. Bu seyr; insan mertebesinden Allah Teâlâ’ya kadardır. Bu seyrde mebde’den[71] ne kadar uzaklaştırılırsa damlaların denize düşmesi gibi, daha ziyade mücerred[72] olur.”[73] Seyr-i ila’llah ve seyr-i fi’llah, urûc ederken olur. 2—Nüzulî (İnme): Sâlikin vücudunun zuhuru için mutlak vücudun (Allah Teâlâ’nın) seyridir. Va*cibin imkân mertebesine, mutlakın mukayyede, küllün cüz’e nüzulü de seyr-i inbisatî[74] ve zuhûri de derler. Bu seyr; akl-ı külden[75] insan merte*besine kadardır. Bu seyrde asıldan ne ka*dar uzak düşülürse denizin sahile seyri gibi, daha zahir ve cami’ olur. Seyr-i ani’llahı bi’llah ve seyri eşya billah, nüzûl yaparken olur.[76] Mutlak fetih denen “es-seyrü bi’llahi ani’llah”ta vahdet kapısı açılmayınca kimse şeyhlik makamına ye*tişmez. Feth-i karîb denen es-seyrü ilallah’ta apaçık ufka ulaşıp feth mey*dana gelmeyince, yani nefis makamından yükselip “Allah Teâlâ’nın yardımı” ve*rilmeyince pek çok ganimetler ve yakın bilgisi meydana gelmeyince, kudsî gerçek keşifler gerçekleşmeyince, yüce ufuklara ulaşmak kesinleşmeyince; “es-seyrü fi’llahi”de gönül fethi olan ruh nurlarının ortaya çıkmasıyla olu*şan feth-i mübîn karanlıklardan, nurlardan ve kazançlardan muhakkak ol*mayınca kimse hilâfete lâyık olmaz. Ancak burada büyük bir tehlike vardır; çünkü kalb sırrın kontrolüne yükselince nefs, kalb makamına yükselir. Ön*ceki sıfatları kalbî nurlarla örtülür. Bil ki, nuranî görünüşlerden, renklerle ortaya çıktığından kalb makamı tamam ve kâmil olmaz; ancak ruh makamı*na yükseldikten sonra olur.Tasavvuf büyüklerinden İbrahim bin Şeybân-i Kazvînî buyurdu ki; “Fenâ ve Bekâ bilgileri, Allah Teâlâ’nın bir olduğuna hâlis inananlarda ve ibâdetlerini doğru yapanlarda bulunur. Başkalarının Fenâ ve Bekâ olarak söyledikleri, hep yalandır ve zındıklıktır.” “Bir müride bütün ömründe bir teveccüh yeter.”
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
#40
|
|||
|
|||
Teveccüh
TEVECCÜH
Mevlana Halid kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri halifesini teveccüh’e itina göstermeyi, cuma ve salı günleri şeyhin ruhaniyetine yönelip kalbine gelecek feyizleri ve mürşidinin de değerli nazarlarını beklemeyi tavsiye etmiştir. Teveccüh ise beş çeşittir: 1-) Sadık olan mürid hayal gözüyle mürşidinin ruhani ve manevi nisbetine yönelerek mürşidi isterse vefat etmiş olsun, mürşidini hazır bilerek kalbine gelen feyizleri beklemesidir. 2-) Mürid hazır olmayan şeyhini kalbinde hayal edip mürşidini kendisi ile Allah Teâlâ ara*sında vasıta etmesidir. 3-) Mürid hayalinin bulunduğu yer olan kafasına yönelerek mürşidini orada tasavvur etmesidir. Bu tür kötü düşünce ve hayallerin defi için faydalıdır. Cezbenin tahsili için de çok tesirlidir. 4-)Mürid nefsini ortadan çıkararak mürşidini kendisinin yerine koymadıdır. Bu türlü teveccüh belaların defi için daha etkilidir. 5-) Mürid kalbini silsiledeki şeyhlerinin kalblerinin tasarrufuna tutar. Şeyhinden başalayarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize kadar teker teker hepsinin tasarrufu altına koyar. Kendisi ile Allah Teâlâ arasına vasıta yapar. Beş duyusunu tek duyu haline getirir. Zira bu duyular kalbin dağılmasına sebeb olur. Hepsini âlem-i emirden olan birleştirici hakikate yöneltir. Hakikatin yuvası olan kalbine derinliğine bütün hissiyatıyla yönelir. Mürid bu şekildeki teveccühe devam ederse gaybet, şuhud ve ağyarın kalbten çıkması mümkün olur. O zaman Hak Teâlâ’nın cezbeleri kendisine akar. Zati tecelliler kalbini kaplar. Vesveseler ve bütün batıl düşünceler kalbinden sıyrılıp gider Bari Teâlâ kendisine zatıyla tasarruf eder. Bu makamda hakiki zikir ve ism-i azam olan lafza-i celalin manası kendisine tecelli eder: Hakikat ve vakıada bütün âlemin kendisi de ortadan yok olur. Artık tevhid denizinde istiğrak hâsıl olur. Suya dalan bir kimsenin sudan başka bir şey göremediği gibi tevhid denizine gark olan salikte Allah Teâlâ’dan başka hiç bir şey göremez. Bayezid-i Bestami kaddese’llâhü sırrahu’l azîzden ism-i âzamın ne olduğunu sormuşlar. Şöyle buyurmuş; “İsm-i azam’ın belirli bir sınırı yoktur. Yalnız sen kalbini her şeyden boşaltarak vah*daniyet temin et. Sonra dilediğin isimle onu zikret.” Bayezid-i Bestaminin bu sözünden şu anlaşılır. Allah Teâlâ’dan gayrısından gaybet hasıl olduktan sonra, Allah Teâlâ’nın hangi ismiyle olursa olsun, kişinin yaptığı zikir ism-i âzamdır. Ey kardeşim sen de çok çalış ve çabala. Kalbini masivadan boşalt. İsm-i âzamı bulursun. İsm-i âzam; çağırdığında Allah’ın sana icabet ettiği isimdir. Nakşî tarikatının imamlarından Muhaddis Şah Abdülaziz b.Şah Ahmed Veliyullah Dehlevi “Kavlu’l-Cemil” risalesinin açıklamasında der ki; Nakşibendîlerin kendi aralarında teveccühte kullandığı bazı haller ve ayrı keyfiyetleri vardır. Onları kendi aralarında kullanırlar. Nakşibendîlerin nezdinde teveccühün hikmeti, Kadirilerin zikir vuruşuna riayetiyi aynı derecededir. Nakşibendîlerin teveccühlerde çok acayip tasarrufları vardır. Himmetin toplanarak arzu edilen şeyin ele geçirilmesi, hastalardan hastalığı defetmek, günahkâr kimseyi tevbeye getirmek, insanların kalbine girmek, sevimli olmak kalbde yaşanan büyük hadiseler, kalblere tasarruf etmek, hayattaki veya vefat eden ehlullahın nisbetine vakıf olmak, insanla*rın düşündüklerini bilmek, gelecek olayları keşfetmek, belaları defetmek ve bunlardan başka birçok tasarrufları vardır. Fena ve beka makamına sahip olmayanlara, teveccüh ile tesir şöyle olur. Şeyh önce sadık olan müridin nefsine teveccüh eder. Nefsindeki vesveselerle, tam bir himmetle mücadele eder. Sonra kendi kalbindeki cemiyyete gark olur. Mürşidde eğer tarikat ehlinin nisbeti bulunuyorsa ve nisbette sabit, köklü bir melekesi varsa ondaki nisbet talibin kabiliyetine göre ona akseder. Bazıları mürşidin yapacağı tevec*cühle talibin kalbine vurmasını birlikte yapıyorlar. Talib hazır ise teveccühü bu şekildedir. Eğer hazır değil de gaib ise şeyhler talibin suretini tasavvur ederek teveccüh ederler. Himmet, düşünceyi toplamak, arzu ve temenni ettiği şeyi azim ve istekle taleb etmek*tir. Susamış kimsenin maksadının su olması gibi. Bir şeyi elde etmek isteyen kimsenin kal*binde de talebinden başka bir şey bulunmayacaktır. Güvendiğim bazı kimselerden şunu duydum; Mürşid teveccüh yaparken nefy-ü isbat zikrini çekerek; ilahi rehmeti celbeder ve şöyle düşünürler: Allah Teâlâ her işinde ve fiilinde tektir. Her iş onun izin ve yardımıyla olmaktadır. Biz birer vesile ve vasıtayız. Şu müridi ıslah eden de aslında Allah’dır. Şeyhin müridine gelen hastalığı def etmesi şöyle Olur: Şeyh kendini hasta olan kimse gibi kabul eder. Hastalığın aynısını kendisinde düşünür. Kalbine bu fikirden başka bir fikir gelmemesi için himmeti toplar. Bu şekilde hastalık müridden şeyhe geçer. Günahkâr olan kimseyi tevbeye yöneltmek için yapılan teveccüh şu şekildedir. Şeyh günahkâr adamın nefsini ve suretini tasavvur eder. Nefsinin kendisinden ayrılarak günahkârın nefsiyle birleştiğini kabul eder. O günahkâr nefis için pişman olur istiğfar eder. Bu tevec*cühle günahkâr kimse de kısa zamanda pişman olur ve tevbe eder. Ehlullahın nisbetini çekmek şöyle olur: Nisbetine yönelenlerin önüne diz çökülür vefat etmişse kabrinin önüne oturulur. Bütün hayal ve düşüncelerden sıyrılınır. Ruh nisbeti elde edilmek istenen ehlullahın ruhuna yönelir. Ehlullahın ruhuyla birleşme hâsıl olur. Sonra kendi nefsine döner. Bulacağı nisbet o yöneldiği zatın nisbetidir. Kalblere muttali olmak şöyle olur: Nefsini bütün hayal ve hatıralardan boşaltarak, nefsini kalbindekileri öğrenmek istediği kimsenin nefsiyle birleştirir. Bu arada kalbe bir söz veya hayal meydana gelirse o adamın hayali ve düşüncesidir. O kimseden kalbine yansımıştır. Gelecekteki bir hadiseye keşif yoluyla vakıf olmak isteyen kimse:*Nefsini bütün hayal ve düşüncelerden boşaltıp bütün gücüyle öğrenilmek istenilen hadiseyle ilgili bilgiyi bekler. Bütün hayal ve vesveselerden uzaklaşarak susamış kimsenin suya olan talebi gibi hadiseyi öğrenmeyi ister. Kendi kabiliyeti ve istidadına göre nefsini, melaikelerin veya yerdeki velile*rin cemaatine gönderir. Onlarla birlikte her şeyden mücerret olur. Bu şekilde devam ederken rüya âleminde veya manevi vakıada bir durumda veya tanımadığı bir kimse tarafından hafif*ten gelen bir sesle hadiseyi keşfetmek mümkün olacaktır. Belaların defedilmesindeki teveccüh şekli ise şöyledir: Belayı misal şekliyle düşünür, kendisinin belayı şiddetle kovduğunu ve onunla çar*pıştığını tasavvur eder. Bütün himmetini belanın kovulmasına harcar. Kabiliyetine göre zaman zaman nefsini yukarıdaki melaikelerin ve aşağıdaki velilerin cemaatine gönderir. Ken*disinden sıyrılarak onlara katılır. Allah Teâlâ’nın kudret ve iradesiyle, bela uzaklaşıncaya kadar bu şekilde devam eder. Allah Teâlâ her şeyin hakikatini herkesten daha iyi bilir. Bu tasarrufların ve onların yerine geçebilecek diğer tasarrufların şartı, etkileyen kimsenin nefsinin, etkilenen kimsenin nefsiyle birleşebilmesidir. Varlık perdelerinden kurtulan kimseler bu birleşmenin nasıl olacağını bilirler ve buna güçleri yeter. Şimdiye kadar söylediğim teveccüh seçtiğim yollardır. Pederim Mahmut Sahib kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bu değişik yolları mektûbatında zikretmiştir. Oraya da müracaat edilebilir. Allah dilediği kimseyi hidayete erdirir.[77]
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
Şeriat, Tarikat, Hakikat, Mârifet Nedir? | EvlduGavsulAzam | Tasavvuf & Tarikatler | 0 | 21.05.22 15:45 |
Kadiri tarikat Adabı Hakkında | Encyclopedia | Sorularınız | 2 | 28.10.21 13:00 |
Tarikat الطريقة | Kâf-u Nûn | Tasavvuf & Tarikatler | 0 | 03.02.21 23:32 |