|
|
LinkBack | Seçenekler | Stil |
#1
|
|||
|
|||
Aynı dili konuşmayan insanlar anlaşamazlar
Öncelikle şu bir gerçek ki aynı dili konuşmayan insanlar anlaşamazlar. Aynı veri tabanına sahip olmayanlar anlaşamazlar. Senin içinde karşılığı olmayan şeyi dışarıda gördüğünde tanımlayamazsın, kavrayamazsın.
Bir olayı, durumu, olguyu sende var olanla kıyas ederek bilirsin, öyle anlamlandırırsın. Bu yüzden Allah resullerinin işi çok zordur. İnsanların kelimeleriyle, insanların anladığı dilden ve onların seviyesine göre konuşması, anlatması, belletip kavratması gerekir. Anne-baba nasıl ki bebeğine harf harf, kelime kelime, cümle cümle, yavaş yavaş, sindire sindire, tekrar ettire ettire, sabırla ve zamanla konuşmayı öğretiyorsa, ilk insan ve ilk peygamber olan Adem babamızdan bu yana Rabbimizin resulleri hep geldiler ve insanlığın, yolun dışına çıkma eğilimindeki rotasını sürekli sırat-ı müstakime çevirip yöneltme, kalbin yüzünü Rabbine döndürme vazifesine düşkünleştiler. Mesela şimdi yeni bir peygamber ve yeni bir din gelse biz hemen sorarız; Bu yeni dinde kelime-i şehadet nasıl getirilir? Abdest almada bir fark olacak mı? Abdesti bozan şeyler nelerdir? Namaz kaç vakit olacak, şekiller ve rekât sayıları nasıl olacak? Kıblemiz neresi? Orucu kaç gün tutacağız ve orucun başlama ve bitiş saatlerinde bir fark var mı? Orucu bozan şeyler nelerdir? Zekâtın matrahını belirlemede hangi kriterler esas alınır? Nisap miktarı nedir? Zekât tahakkuk ettirilirken hangi katsayı ve ölçütler esas alınacak? Vergilendirme dönemi ne zamandır? Yasal süresi içinde beyan edilmeyen ve ödenmeyen zekât tutarına gecikme bedeli ve faiz uygulanacak mı? Sakal, bıyık ve saçların ideal uzunlukları ne kadar olacak? Yıkanmanın şekli, vücut ve tırnak bakımı konusunda yeni dinin emir, görüş ve tavsiyeleri nelerdir? Örtünme şekli nasıl olacak? Namaz kılmamanın, içki içmenin, hırsızlık ve zina yapmanın cezası ne olacak? Dini günler ve resmi tatiller hangi takvime göre hesaplanacak? Gibi sorular sorarız ve daha bunun gibi çok sorular sorarız. Ve aldığımız cevapların toplamına din deriz. Halbuki din bu değildir. Evini, obasını, yuvasını, sevdasını, özünü, aslını, vatanını, kendisini ve Rabbini kaybedip yolunu şaşırmış, kendisinden uzaklaşıp kaybolmuş olan biz kullara düşen gönderilen elçilere geldiğimiz yeri sormak olmalıydı. Rabbimiz hakkında sormak olmalıydı. Geri dönüş ve yol hakkında olmalıydı. Kur'anda geçen şu ayetlere dikkat edelim; Sana ganimet mallarını soruyorlar, Sana haram aylar hakkında soruyorlar, Sana yetimler hakkında soruyorlar, Sana nelerin helal olduğunu soruyorlar, Sana ruh hakkında soruyorlar, Sana ayın evreleri hakkında soruyorlar, Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar, Sana içki ve kumar hakkında soruyorlar, Zülkarneyn hakkında, kadınların adet dönemi hakkında, kıyametin ne zaman kopacağı hakkında... vs. Şu ayeti okuyalım; "Ey iman edenler, açıklandığında kendinizi kötü hissedeceğiniz şeyleri sormayın! Kur'an indirildiği müddetçe eğer sorarsanız, size açıklanır. Allah affetti. Ve Allah mağfiret edendir, halimdir." MAİDE:101 Sizden önce bir topluluk böyle sorular sormuş, sonra o yüzden kâfir olmuşlardı." MAİDE:102 Resulullah Efendimiz buyurdular: Ahirette işinize yaramayacak konular hakkında çokça soru sormayınız! Geçmiş ümmetleri helak eden şey dinde aşırı gitmeleriydi. Allah unutmaz, eğer bir konuda bir şey söylememişse siz de sormayın ki mes'ul duruma düşmeyin! Ben sizi bir durumda serbest bırakmışsam siz de üzerine düşmeyerek beni serbest bırakın! Resulullah Efendimize getirdiği dinin mahiyeti sorulduğunda genellikle "haniflik" ve "semha" isimlerine vurgu yapardı. Haniflik vahdettir. Gözün gönlün Allahtan başkasını görmemesidir. Hanif kişi her ne yana dönse Rabbini görür. Aklı fikri hep Rabbindedir. Semha ise müsamaha demek, kolaylık sağlamak demek, görmezden gelmek demek... Resulullah Efendimiz dedi: Allaha hamd olsun ki ne Yahudilikte ve ne de Hristiyanlıkta olmayan müsamaha bizde vardır. Enes Radiyallahu anh anlattı, dedi Resulullah Efendimize öyle sorular sordular ve soruda öylesine aşırı gittiler ki, bir gün minbere çıkıp celallenerek dedi: 'Sorun, her sorunuza cevap vereceğim.' Cemaat bu sözü işitince, korkuyla başlarını öne eğdiler. Başlarına mühim bir hadise gelmekte olmasından korktular. Enes Radıyallahu anh devamla dedi ki: "Ben sağıma soluma bakmaya başladım. Bir de ne göreyim, herkes elbisesini başına sarmış ağlıyordu. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Derken, münakaşa ettiği zaman, babasından başka birisine nisbet edilen bir kimse ilk konuşan oldu. "Ey Allah'ın Resûlü! Babam kimdir?" dedi. Resûlullah: "Baban Hüzâfedir." dedi. Adamın babasızlıktan içi yanmış, canı acımış, ne yapsın garibim? Halbuki melekler insana şunu sorar;; Rabbim kim? Rabbimiz Allahtır; O bizim sahibimizdir. Velimiz, dostumuz, yardımcımız, sevgilimiz ve sahibimizdir. Ve o bizim özümüzdür, aslımızdır, hakikatimizdir. O bizim hakikatimiz, biz ise onun ruhlarıyız, canlarıyız. Allah’ın kendi canından, ruhundan üfleyerek var ettiği varlığa yakışan kendisini sağa-sola atmak, bir şeylerin peşinde koşup kendini yerden yere vurmak değil, kendini Rabbine atmaktır. Rabbini dert edinmektir. Parça bütüne muhtaç, bütün parçaya müştaktır. Ve vuslat; tadını senin alacağın ve fakat Rabbine yaşatacağın bir hazdır ki bu yüzden ona yakın olma ve ona seyretme Allah içindir. Diğer her şey senin için... Pişmiş adamın hamdan farkı, dünyayla ve insanlarla bir derdinin olmamasıdır. Ve olgun insanın, kâmil insanın en önemli vasfı ve göstergesi budur. Onun insanlarla derdi olmaz, işi olmaz. O Rabbiyledir. Rabbiyle olan o en büyük sorununu çözmeden ipe sapa gelmez, incir çekirdeğini doldurmayan soruları, sorunları, dertleri çözmeyi kendisine yaşamın ulvi gayesi yapmış biri ne kadar olgun ve ne kadar pişmiş olabilir ki! Onların derdi kendisine yeter. "Allah de, ötesini bırak!" ayeti bunun için yeterli değil midir? Allah bizimle olsun ve kendisinden başkasını ve başka şeyleri zikretmekten korusun! Hani hepimizin bildiği bir mesele var; Hoca minberde harıl harıl anlatıyor. Kurban meselesi... Çocuğu olmayan Davut Aleyhisselam Rabbine duada bulunmuş, niyaz etmiş "Rabbim" demiş, "Bir kız çocuğum olursa ahdim olsun onu sana kurban edeceğim" Davut Aleyhisselamın içten yakarışı ind-i İlahide kabul görmüş ve imtihan olsun, Davut aşkını, sevgisini, sadakat ve bağlılığını, fedakarlığını ispatlasın diye Rabbimiz ona nur topu gibi bir kız evlat nasip etmiş. Adını Ayşe koymuş. Davut Aleyhisselam kızı Ayşeyi çok seviyor, sürekli ilgileniyor, hep kendisiyle gezdiriyormuş. Ayşe, yürüyecek koşacak çağa geldiğinde artık kurban edilme zamanı gelmişti. Davut Aleyhisselam çok sevmesine, içi acımasına rağmen yapacak bir şey yoktu, aldı testereyi ve kızcağızı da yanına katarak sahile gitti ve durumu kızına anlattı. "Emrolunduğun şeyi yap, baba!" Kızının bu metaneti Allah nebisinin işini kolaylaştırmıştı. Tam Ayşe'yi yere yatırıp testereyi boğazına dayamıştı ki Azrail Aleyhisselam semadan nazil oluyor. Davut peygamber başını kaldırıp bakıyor ki ne görsün! Azrail Aleyhisselamın kucağında bir keçi. "Kıza dokunma! Sana keçi getirdim, onu kurban et! "Bu bir rüya olmalı" diye düşündü ve sevinçle keçiyi tutup kavradı. Çok mutluydu, kızı kurtulmuştu. Cemaat can kulağıyla dinliyordu. Biri kalkıp dedi; "Hocam, bu hikayede yanlış var." Hoca dedi; Ne yanlışı, neresi yanlışmış, düzelt o zaman! Adam bir iç çekti ve dedi; "Ahh hocam şimdi neresini düzelteyim bunun! Bi defa Davut değil İbrahim olacaktı. Kızı değil oğlu oluyor. Adını Ayşe değil İsmail koyuyor. Kendisiyle testere değil bıçak götürmüş. Sahile değil çöle gitmişler. Azrail değil Cebrail gelmiş olacaktı ve beraberinde keçi değil koç getiriyor." Evet! Hayatında hiç aşk duygusunu tatmamış biri için mecnun ile coşkun arasındaki fark, isim ve yaşadıkları çağların farklı olmasıdır. Halbuki şehvetin ve cinselliğin lugati ve terminolojisi aşkın terminolojisine uymaz. "Aşık ol gel" meselesi bu yüzden çok önemlidir. Hani bir genç bir dergaha gidip ordaki Allah dostuna diyor ya: "Beni müridliğe kabul buyurur musunuz?” Ve bu Allah dostu soruyor: ”Hiç âşık oldunuz mu evladım?” Genç şaşkın bir halde ne diyeceğini bilmiyor, düşünüyor ve diyor ki: "Hayır efendim, hiç âşık olmadım." Ve şeyh diyor: "Bir kulun ateşine yanmamış gönül, yüceler yücesinin aşkını nasıl bilsin de yansın? Sev de gel evladım sev de gel! Git âşık ol öyle gel! Aşkı tat ki, o aşkı Allah aşkına çevirelim." Haddi zatında Rabbimiz her kuluna mutlaka bu duyguyu yaşatır. Pirimiz Muhammed Hüseyin Hazretleri beşer aşkı olarak tarif edilen karşı cinse karşı duyulan aşka "eşek aşkı" tabirini kullanır. Fakat bu aşka bile aşırı şekilde ehemmiyet verir ve onu kutsal sayar. Zira aşk aşktır. Ve beşeri aşk ilahi aşka yani hakiki aşka kapı aralar. Bu yüzden âşıkların kavuşmasını çok önemser. Aşkın yaşanıyor olmasına değer atfeder. Çünkü aşkın bir görevi vardır ve aşk gelip görevini yapar. Gelip kendisini tanıtır ve Rabbimizin bizden nasıl bir aşk, nasıl bir bağlılık ve nasıl bir fedakârlık beklediğini gösterir ve işini bitirip ait olduğu yere çekilir. Fakat işi bitmeden gitmez. İyice öğretip belletmeden gitmez. Bazen bir kapan gibi tutar insanı bırakmaz. Esir eder. Obsesif bir şekilde sürekli kalbi ve zihni taciz eder. Ve bu demek oluyor ki o henüz istediği sonucu alamamıştır. Bu yüzden böyle uzun sürmekte ve kurtulup unutmak mümkün olmamaktadır. Rabbimizin bize her yaşattığı hayırdır ve bizim lehimizedir. Aşk Rabbimizin asli sıfatıdır. Ve Rabbimiz bu dünya sahnesini kendisiyle aşk yaşayalım diye yarattı. Buna aday olmak lazım, talip olmak lazım... Yoksa zavallı insanın gücü nedir ki! Kul Rabbini bilmez ve ona yönelmezse mutlaka gönlündeki o sevgiyi aşkı liyakatsiz olan başka şeylere yöneltir. Ve her aşkın kalbimizde izi kalır. Ve parmak izlerinden stampaya dönmüş bir kalpte iz aranmaz. Kul dikkatli olmalıdır. Aşkın ne olduğunu yaşayıp tattıysa tamamdır. Yeterlidir. Artık onu sahibine tevcih edip yola girmeli, Rabbini aramalı ve Rabbine gitmelidir. Fakat bu öyle hayal kurmakla olmaz. Allah’a âşık olmanın da basamakları vardır. Hayali bir Allah’a âşık olunamaz. Olursa sonu mehdilikle, mesihlikle ya da peygamberlikle neticelenir ve bu çok tehlikelidir. Önce Allah’ın zatıyla, sıfatıyla ve esmasıyla tecelli etmiş olduğu bir mürşid-i kâmile bağlanıyoruz ve Allah adına onu seviyoruz. Sevgimiz aşka dönüşüyor, varlığımız aşka dönüşüyor. Ve varlığımız mürşidimiz ile aynı oluyor. Tasavvuf tabiriyle mürşidimizde yok oluyoruz. Sonra kendimizi Resulullah Efendimiz’in huzurunda buluyoruz. Her an onunla beraberiz. Bir an bile onu unutamıyoruz. Ve bedenimize dokunurken her zerremizde o var. Onun hareketlerini ve mimiklerini yapıyoruz. Resulullah Efendimiz’in ismi geçtiğinde senden bahsedildiğini düşünüp dönüp bakıyorsun. Ve Efendimiz’in tüm bir gönlünü kendi gönlünde hissediyor, tadıyorsun. O'sun yani! Kimse seni bunun aksine inandıramaz. Çünkü çoğu zaman kontrolü o alıyor ve sen söylediklerini, yaptıklarını sadece izliyorsun. Yani "fena firresul" hali hâsıl oluyor. Ondan sonra Efendimiz’in gönlündeki Allah’a olan aşk başlıyor. O aşkı kendinde hissediyorsun. Sen Muhammed Mustafa (a.s) oldun ve onun Allah’a olan aşkını tadıyorsun. Muazzam bir şey! Bir bedenin asla dayanamayacağı bir aşk... Acılarla preslenip yoğrulmuş, ezilip ezilip yanmış bir gönül. Efendimiz... O muazzam! O tarifsiz! Allah’ı ancak o sever. Zira o ayna! O Hakikat-ı Muhammedi... Rabbimizin aynası, aynadaki karşılığı... Kelam-ı kadim O'dur. Allahın ilk sözü, ilk kelimesi... Muhammed! Rabbimizin güzelliğine salat olsun selam olsun, tahiyyeler selavatlar olsun. Hamd Allaha aittir, Allaha mahsustur. Kulun hamd etmesi muhaldir. Övmek, sevmek, değerlendirmek ve takdir etmek azim bir aklın ve kerim bir kalbin işidir ki kul acziyetini ikrar ile hamdi Hamid olana bırakır ve Onun fiiline mef'ul olana muhammed denir, ahmed denir, mahmud denir. "Fesebbih bi hamdi rabbike" Rabbinin hamdi ile tesbih et! O zaman Allahın ve melaikenin nebi üzerine salat etmesine teslimiyetle, islamiyetle, selam ve selametle tüm varlığın Hak adına salatını hissedebilirsin. Evet! Bizim şu an Allah diye kafamızda canlandırdığımız hakikatte sadece bir hayaldir. Fakat o gerçek. Yönsüz cihetsiz. Ehad olan Allah. Hak ve hakikat olan... Rahman ve Rahim olan... Yani bedensizlik ülkesine yine bir beden üzerinden gidiyoruz ve tedricen. Derece derece... Basamak basamak. Rabbimiz bu yüzden resullerini, dostlarını gönderir. Bizi onlarla mayalamak için. Zira beşer insanla mayalanarak insan olur. Hakiki insan olur. Hazret-i insan olur. Vesileye sarılalım ve şükredelim. Üzerimizdeki nimetleri düşünüp görüp şükredelim. Ona yakın olmak için bize vermiş olduğu vesilelere şükürle başlayalım. Allahın hamdi ile... |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
Başka biriyle aynı rüyayı aynı gün görmemiz normal mi | JAHR | Sorularınız | 8 | 03.03.22 23:45 |
3 Kişi Aynı Rüyayı Aynı Günde Görmesi (Kanlı) | SDFwer | Rüya ve Rüya Tabirleri | 13 | 13.05.21 23:49 |
Rüyamızda gördüğümüz insanlar gerçek hayatta yaşayan insanlar mıdır | Reis | Rüya ve Rüya Tabirleri | 16 | 27.02.21 13:38 |
Hergün aynı saatte aynı yerde yapılan uygulama | Çınar | Sorularınız | 9 | 05.08.20 15:29 |
Cennet Dili Nedir? Cennette veya Cehennemde Hangi dili konuşacağız ? | İpek | Sorularınız | 26 | 21.05.19 21:48 |