|
|
LinkBack | Seçenekler | Stil |
#1
|
|||
|
|||
Verdiğimiz söz, Kalu Bela ve Elest Bezmi
Avcının biri, ormanda bir ceylan yavrusu yakaladı ve onu yanında tuttu. O annesini kaybetmişti. Adam önce onu sevdi; alıp kucağına sevip kokladı. Misk kokuyordu ceylancağız. Sonra avcı ceylanın boğazına bir ip bağlayıp peşinden sürükleyerek onu eve götürdü. Ve o merhametsiz gaddar herif alıp o kurban olduğum ceylanı getirip ahıra kapattı.
Ahır sıpalarla doluydu. O Allah nurundan yoksun basiretsiz adam da ceylanı, zalim insanlar gibi bu ahıra hapsetti. Ceylanın ağzının tadı kaçtı ve ürkekliğinden ahırın içinde sağa sola koşup sıçramaya başladı. Bir o yana bir bu yana koşup durmaktaydı. İçerinin ışığı loştu. Duvar aralarından, tavandan ve kapı aralığından içeriye bir miktar güneş giriyordu ama yine de içerisi karanlık sayılırdı. Her taraf toz, toprak ve saman tozuydu. Ceylan nefes almakta zorlandı. Ve içerisi kötü kokuyordu, ceylan üzüldü. Ve bir duvar dibine çekilip kederli bir şekilde annesini düşledi ve orman hakkında düşündü. Avcı geceleyin gelip bu sıpalara saman bıraktı ve bu pasaklı hayvanların kirletmiş olduğu su kaplarına biraz su ekledi. Suyun rengi neredeyse kahverengiydi. Her sıpa açlığından samanı şeker gibi, bal gibi, köy kahvaltısı gibi yiyor ve mutlu oluyordu. Sonra karınlarını doyurmuş olan bu hayvancağızlar ahırın içinde koşup zıplamaya, oynayıp eğlenmeye başladılar. Ceylan, gâh bir yandan diğer yana kaçıyor, gâh tozdan, dumandan yüzünü çeviriyordu. O göbeği miskli, yürüyüşü narin ceylan günler boyu bu sıpaların ahırında işkence çekti. Ne yapacağını bilmez halde ve karaya vurmuş balık gibi can çekişmede, çırpınıp durmadaydı. Ve pislikle misk, adeta aynı kovaya girmişti. Sıpalardan biri alaylı bir şekilde dedi: "Majesteleri yemeğe teşrif buyurmazlar mı?" Sonra bir diğeri dedi: "Baksanıza gururundan ve kibrinden o kadar kasılıyor ki nerdeyse boynunu incitecek!" Diğer bir sıpa ekledi: "Gidip gelmesine bakılırsa inci bulmuş da ondan alırız diye böyle ürkek sanırım." Bir başka sıpa "Söyleyin!" diyordu, "Bu naziklik ve nazeninlikle yemeğe oturmaya değil, sanki tahta çıkmaya hazırlanıyor, değil mi?" Sonra bir başkası ceylanı çağırdı ve "Gelsene” dedi. “Sen de biraz bu lezzetli samanlardan ye!" Ceylan başını kaldırdı ve "Hayır iştahım yok ve baksanıza kuvvetsizim" dedi. Bir diğer eşek yavrusu dedi: "Biliyorum ki nazlanıyorsun yahut da utanıyorsun da onun için çekinmektesin. Hâlbuki yemeğimiz harika! Ve hâlbuki samanları yemeli ve bizimle oynamalısın. Zira sen de bizim gibi bir hayvansın. Ve büyüyünce hepimiz eşek olacağız. Ve buraya alışıp eşekleşmeden burada fazla yaşayamazsın." Ceylan kendi kendisine iç geçirdi ve içinden dedi: "Burası sizin yeriniz ve o yemek sizin yemeğiniz. Ve sizin dilleriniz ondan haz almakta ve bedeniniz ondan dirilip güçlenmekte ve tazeleşmekte. Oysa ben çayırlığın ve çimenlerin, şırıl şırıl akan akarsuların, ferahlık veren ve Rabbimizin nefesi olan tertemiz havanın ve yemyeşil ormanların, masmavi gökyüzünün oyun arkadaşı ve dünyalar güzeli Ceylan annemin biricik yavrusuyum. Duru sularla, benzersiz bağlar ve bahçelerle, rengârenk çiçekler ve güzel kokularla ve ayrıca nazenin ceylanların arkadaşlığıyla eğlenebilirim. Ve ahıra düşmüş olmakla bir huy nasıl olur da kolayca değişiverir anlamıyorum. Ve hâlbuki göbeğim, sözlerime tanıklık etmede... Gül kokusu, reyhan ve yasemin kokusu da nedir ki! Elbette ben annem gibi kokmaktayım. Ve ben güzelliğini annesinin gözlerinde izlemiş bir ceylanım. Fakat koku almayan ve idrarını yaptığı yere uzanan ve pisliğini koklayan sıpalar bunu ne bilecek! Bunları nerden duyacak! Ve pisliğe tapan eşeğe misk kokusu haram değil midir? Gerçi Allah cisimlerimize ve suretlerimize bakmaz, lakin kalplerimize bakar ve kalpten bakar. Gönül ehlinin cihetsiz kalbinden bakar. Gönül öyle bir şeydir ki bu yeryüzünü ve yedi kat gök gibi yedi yüz bin tanesini o gönle koysan kaybolur gider. Tüm âlem ve tüm mükevvenat orada sadece bir noktadır. Sıpa tabiatlı ve ahıra meftun olan müstakbel eşeklerin, hem gönlü ve hem de cismi ceylan olanı anlaması mümkün mü?" Hepimiz biliriz ki hakiki misk bir ceylan türünün göbeğindeki bir bezden yayılan salgının kokusudur ve altından bile daha pahalıdır. Ve bu kokunun cennetten geldiği söylenir. Rabbimiz Kur'anda kendisine yakın olan kullara pak bir şaraptan içireceğini buyurur ya hani, işte o şarabı içtikten sonra gönlümüzün damağında kalan aşk şarabının kokusudur o! Bu özel misk kokusu ceylanlarda ve Allah dostlarının gönlünde bulunur. Ve bir de bu Allah dostlarının gönlüne rabıtalı olarak Rabbimizi zikrettiğimizde bazen göğüs bölgemizde birkaç saniyeliğine bu sarhoş edici müthiş kokuyu alırız. Evet, hepimiz Rabbimizin ceylanlarıyız ve fakat biz burada kim olduğumuzu unutmuş bir haldeyiz. O halde hatırlayalım! Kim olduğumuzu ve nerden geldiğimizi hatırlayalım. Ayet: “Onlara Allah’ın günlerini hatırlat!” İBRAHİM:5 Ayet: “Biz Allah’a aidiz ve yine ona döneceğiz.” BAKARA:156 “Ne zamandan beri müslümansın?” sorusuna “kalû belâ”dan beri diye cevap veririz. Manası “Evet dediler” Rabbimizi gördüğümüz ve ona âşık olduğumuz o ânın adıdır kalû belâ. Onu görüp de âşık olmamak mümkün mü? Ve onu görenin ondan başka bir şeyle tatmin olup mutlu olması, iflah olması mümkün mü? Ayet: “Ve sen öğüt verip hatırlat, muhakkak ki hatırlatma mü’minlere fayda verir” ZARİYAT-55 Hatırlayalım! Allah bezm-i elestte yani ruhlar âleminde kendi varlığından ruhlarımızı var etti ve kendisini onlara gösterdi. Onu gördük, sesini işittik, kokusunu aldık. Cemali varlığımızın her bir zerresine tat verdi. Sesi ruhumuzun her bir zerresine tat verdi. Kokusu her bir zerremize tat verdi. Ve tüm ruhlar sarhoş! Rabbini görmüş olan tüm ruhlar aşktan sarhoş oldu. Neşeden, sevinçten, vecdden, aşktan ve istiğraktan yüzler ışıl ışıl... Ve Rabbini gören ruhlarımız ona âşık oldular. Tüm ruhlar o aşkın sarhoşluğundan dönmeye, semah yapmaya ve Rablerine doğru kendilerini çekmeye başladılar. Her şey dönüyor. Tüm âlem, her zerre, tüm mevcudat... Her şey aşktan dönüyor. Her şey aşk ile dönüyor. Deyim yerindeyse parçalar bütüne doğru kendilerini çekiyor. Deyim yerindeyse tüm ruhlar mıknatısa doğru iradesizce ve hızla çekilen demir tozları gibi sarhoşça kendilerini Rablerine çekiyorlar. Ruhumuz Allah’a meftun, muhtaç ve âşık... Ve Allah kendi ruhuna müştak... Arada müthiş bir aşk ve karşı konulmaz bir çekim var. Ve Rabbimiz soruyor: “Elestu Bi Rabbikum?” Ben sizin Rabbiniz değil miyim? “Belâ” diyor tüm ruhlar... “Şehidna” diyorlar. Evet diyorlar. Seni görüyoruz, şahidiz diyorlar. Sarılmak istercesine... Kavuşmak, bitişmek istercesine... Birleşip içinde yok olmak istercesine... Onda olmak, onunla olmak, o olmak istercesine... Aşkla, şevkle, iştiyakla, arzuyla ve tutkuyla... Kendisinden var ettiği ruhumuz, ruhlarımız kendisini Rabbine doğru çekiyor. Biz onun ruhuyuz, canıyız. Nefhasıyız, parçasıyız. Aşkıyız, nefesiyiz. Ve Rabbimiz, canımız, aşkımız, sahibimiz, tek varlığımız, her şeyimiz diyor ki: "Şu an beni görüyorsunuz, sesimi işitiyor, kokumu alıyorsunuz. Varlığımın tadını varlığınızda tadıyorsunuz ve bana âşıksınız. Belâ demek kolay, Evet demek kolay! Sizi aşağıların en aşağısına, dünyaya gönderecek ve bir beden kalıbının içine üfleyeceğim. Orada kısa bir süre beni göremeyecek, sesimi duyamayacak ve kokumu alamayacaksınız. Eğer orada, kısacık bir hayatta bana olan aşkınızı yitirmez, arzunuzu tüketmez ve başka şeylere âşık olup beni unutmazsanız o zaman bana kavuşmaya hak kazanacaksınız. Ve sizi yedi kat göğün altına, dünyaya göndereceğim. Bana olan sevginiz, aşkınız ve bağlılığınızla yedi kat göğü aşacak, yedi nefs mertebesini kat edecek ve yine bana geleceksiniz. Bedenin nefesleri tükenmeden... Süre dolmadan Belâ diyerek, Rabbim sensin diyerek, aşkınızı ispatlayarak ve beni unutmayarak... Orada Belâ diyecek ve oradan bana geleceksiniz." Ve tüm ruhlar âşıkça ve sarhoşça bunu kabul etti. Rabbimizin sözleri diridir. Sadece "Elestu Bi Rabbikum" derken tüm bu mana o sözün içindeydi. Ve biz Belâ derken, Evet dedik ama bu sözün içinde binlerce ilan-ı aşk vardı. “Biz seni nasıl unuturuz” vardı. “Seven sevdiğini, âşık maşukunu nasıl unutur. Parça bütünden nasıl ayrı durur! Taparcasına seni sevip arzularken biz nasıl seni unutur ve nasıl başka şeyleri severiz, nasıl başka şeylere âşık oluruz?” vardı. Ve sonra ruh bedene üflendi. Perdelendik… Ve burada Rabbimizi göremez, sesini işitemez, kokusunu alamaz olduk. Bedene alıştık ve kendimizi beden zannettik. Nefsin kötü istekleriyle, sıfatlarıyla, nefsin şirkiyle örtünmüşüz, örtülmüşüz, perdelenmişiz. Rabbimizi unuttuk ve burada oyuna daldık. Fakat ruhumuz içimizde hep feryad etti. İçimizde feryat eden, hıçkıran, haykıran, çığlık atan bir şey var. Ruhumuz: “Ben Rabbimi istiyorum. Ben Rabbimden kopup gelmişim, ben buraya ait değilim. Rabbimi özlüyorum, ben onsuz yapamam, beni susturma, nefes alamıyorum” dedikçe biz onu hep susturduk, duymamazlıktan geldik, onu hep örttük, sesini bastırdık. Bu yüzden bize en yakın olan Rabbimizden uzak hissediyoruz kendimizi. Hepimiz kaybolmuşuz. Evimizden uzakta... Asli vatanımızdan uzakta... Özümüzden, aslımızdan, hakikatimizden, Rabbimizden uzakta... Aşığı olduğumuz bizi kendisinden yaratan, varlığımızı varlığına muhtaç olduğumuz Rabbimizden uzakta... Şuur sahibi olan her varlık kendisini arıyor. Kendimizi arıyoruz. Evimizi arıyor, geldiğimiz yeri arıyoruz. Ve hiç bir şey, bizi mutlu etmeye yetmiyor. Kesmiyor hiç bir şey! Sürekli olarak şunu da elde edersem mutlu olurum, şu sorun da çözülürse rahatlarım diyoruz ve ama asla mutlu olamıyoruz, huzurlu olamıyoruz. Neyi elde edersek daha fazlasını istiyoruz. Çünkü ruhumuz Rabbini arıyor. Ve Allah'tan başka hiçbir şeyle onu teskin edemeyiz, tatmin edemeyiz, mutlu edemeyiz, memnun edemeyiz. Çünkü ruh ebedidir ve o ebedi olanı istiyor. Çünkü ruhumuz Allah'tan geldi ve Allah’ı istiyor. Ayet: “Kalpler ancak zikrullah ile mutmain olur.” RAD:28 Fakat Allah gittiğimiz yönde değil, geldiğimiz yerdeydi… Rabbimiz her an ve şu an bizi izliyor. Ve arayış onun gözetimi altında... Ruhumuz Rabbine ait… O Allah’a mensup… Ve bizim Rabbimize ihtiyacımız var. Senin nasıl Allah’a ihtiyacın varsa Allah’ın da sana iştiyakı var. Bunu bil ve endişeyi bırak! Senin varlığın onun varlığından. O istemez ki kendi varlığı ile kendi varlığından olanın arasına hayali bir vehim girsin. Kendi kendisinden uzak kalmak istemez Rabbimiz. Bu bize acı verir. Ve bu, onun da hoşuna giden bir şey değildir. Bu yüzden Allah her zaman kulundan taraftır. Kulunun kendisine gelmesini ister, kendisine yakın olmasını ister. Kendisine dost olmasını... Kendisini müşahede etmesini ister. Ona kavuşmamızı, vasıl olmamızı ister. Ve çok fazla şey yapmadan Allah bunu bize ikram eder, ihsan eder. Ve dünyada Rabbimizi müşahede ederiz. Burada fiillerini hissederiz, görürüz, tadarız, esmalarının ve sıfatlarının tecellilerini gönül gözümüzle müşahede ederiz. Ve diğer tarafta zatının tecellisine mazhar oluruz, zatını müşahede ederiz. Daha doğrusu o bizim gönül âlemimizde, gönül aynamızda kendi kendisini müşahede eder ve biz onun hayranlığıyla, hayret haliyle sarhoş bir halde oluruz. Ve işte cennet budur! Bunun vuku bulduğu yerin ve anın adıdır, cennet! Zaten cenneti cennet yapan, orada Allah'ı müşahede ediyor olmamızdır. Onunla beraber olmamızdır. Cehennemi de cehennem yapan Allah’tan uzak kalıyor olmamız, ondan mahrum kalmamızdır. Bu durumda eğer dünyadayken, yani şu anda Allah ile beraber değilsek biz zaten cehennemdeyiz. Ve dünyadayken Rabbimizi görüp ona kavuşamazsak ahirette ebediyyen ondan mahrum kalacağız. Ve perde açıldığında içimiz cehennem olur. Allah’a doğru, kendi iç âlemimize doğru adım atmadığımız her an Allah’tan uzağa adım atıp daha çok delalete sapıyor ve daha çok kayboluyoruz ki zaman gelecek artık geri dönüşümüz olmayacak. Hâlbuki biz bize yapılan her hatırlatmayı ve her yeni uyarıyı gaflet içinde dinleriz. Rabbimiz der ki: "Burada kör olan ahirette de kör olacak." İSRA:72 Burada temizlenip arınmayanlar ve kalp gözünü açmamış olanlar kör olarak haşrolacak ve Rabbini görmekten mahrum kalacaktır. Yine ayette buyurulur: “Bilakis kazanmış oldukları, kalplerinin üzerine pas oldu. Öyle değil! Onlar o gün Rablerini görmekten mahrum kaldı.” MUTAFFİFİN:14-15 Ve Allah kıyamet günü bizi peygamberlerle kıyaslayacak ve diyecek ki: "Neden onlar gibi olamadın, neden kendini, zamanını, hayatını bana adamadın, neden aşk ile bana bağlanmadın, neden her daim benim hesabımı yapmadın! Bak Âdem yalnız başınaydı yaptı, Eyyüp hastaydı yaptı, İsa fakirdi yaptı, Süleyman zengindi ama yaptı ve tüm resullerim bir sürü sorun ve sıkıntının içinde yaptı, ama sen neden yapmadın, ama sen neden yapamadın?" İşte Allah bizi böyle hesaba çekecek ve işte bu, Allah’ın bize verdiği değerdir. Aman Allah’ım! Peygamberlerle kıyaslanmak nasıl bir değerdir! Evet, ahirette perde açıldığında sahip olduğumuz her şeyi fidye olarak verip karşılığında kaybettiğimiz Rabbimizi isteyeceğiz. Bir kez olsun onun yüzünü, cemalini görmek için. "Kalû Belâ" sürekli birbirimize hatırlatmamız gereken Rabbimizle geçirdiğimiz günlerin, an’nın, ona âşık olduğumuz o ânın adıdır. Ve şimdi her anın adıdır kalû belâ! Kalbimiz yerinde durdukça ve ruhumuz var oldukça... Ve kervancı başı seslenir... Haydi! Sıradaki kafile! Haydii! Yola çıkıyoruz âşıklar nerede? Sevgilisini arzulayan âşıklar nerede? Bütününü isteyen parçalar, demir tozları nerede? Evini özleyen çocuklar nerede? Annesini özleyen bebekler nerede? Ses yankılanır ve huzursuzluk buz keser zamanı! Öz annelerinin kucağındaki bebekler annelerini ve sütü eliyle iter. Ve tüm bebekler ağlar. Allah bizi kendisine sadık olanlardan eylesin, verdiğimiz sözü tutanlardan eylesin, bizi ona kavuşmak için koşuşturanlardan, ona firar edenlerden eylesin! |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
Bezm-i Elest ve verdiğimiz söz | Naim | Tövbeler & Uyarılar | 2 | 06.12.21 18:53 |
Kâlû belâ'dan beri müslümanız | mgunes27 | islam & islami Konular | 2 | 29.06.21 00:36 |
Dua ile belalar neden durdurulamıyor? | Cobra Bite | Sorularınız | 2 | 25.12.20 16:33 |
Üzerine düşünmeden karar verdiğimiz ne çok şey var değil mi? | atmaca | Derin Konular & Beyin Fırtınası | 2 | 04.06.20 12:29 |
Bezm-i Elest, kalû bela | Hal | Tasavvuf Sohbetleri | 1 | 17.10.19 22:54 |