ŞAFİİ MEZHEBi - Havas Okulu
 

Go Back   Havas Okulu > Serbest Bölüm > Off Topic > Tarih

Acil işlemleriniz için instagram: @HavasOkulu
Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
  #1  
Alt 21.07.17, 11:55
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,888
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart ŞAFİİ MEZHEBi

ŞAFİİ MEZHEHBi



İmam Şafiî (ö. 204/819)'ye nispet edilen fıkıh ekolü. Şafiî'nin künyesi,

Ebû Abdullah Muhammed b. İdrîs elKureşî el-Hâşimî el-Muttalibî b. Abbas b. Osman b. Şâfi' olup H. 150'de Gazze'de doğmuştur. Hz. Peygamber'in dördüncü batından dedesi Abdu Menâf'ın dokuzuncu göbekten torunudur. İmam Şafiî'nin doğum yılı Ebû Hanîfe'nin (ö. 150/767) vefat yılına rastlar.

Babası İdris bir iş için Filistin'deki Gazze'ye gitmiş ve orada iken vefat etmişti. Doğumundan iki yıl sonra annesi onu alıp baba vatanı olan Mekke'ye getirdi. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i hıfzetti. Fasih Arapça konuşan Huzeyl kabilesi arasında şiir ve edeb öğrendi. Sonra Mekke müftîsi Müslim b. Hâlid ez-Zenâ'den ders alarak, onun yanında fetva verecek duruma geldi. O zaman on beş yaşlarında idi. Bundan sonra Medine'ye gitti. Orada müctehid İmam Mâlik b. Enes (ö. 179/795) fıkıhta üstad idi. Mâlik, kendi eseri olan el-Muvatta'ı, İmam Şafiî'nin ezbere okuduğunu görünce hayretini gizleyememişti. İmam Şafiî, Süfyan b. Uyeyne, Fudayl b. Iyâz'dan, amcası Muhammed b. Şâfi' ve başkalarından hadis rivayet etti.

Muhammed b. el-Hasan'dan Irak fakihlerinin kitaplarını aldı. Onunla fıkhî konularda münazaralarda bulundu. 187 H.'de Mekke'de, 195 H. de Bağdâd'ta Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ile görüştü. Böylece Hanbelî fıkhına, usûlüne, nâsih ve mensûh konusuna muttali oldu. Sonra Bağdad'ta "İmam Şafiî'nin eski mezhebi" denilen görüşlerini ortaya koydu. 200 H.de Mısır'a geçti ve "Yeni Mezheb" denilen görüşlerini tasnif etti. Orada iken 204/819'da vefat ederek Karafe denilen yere defnedildi.

İmam Şafiî ilk olarak fıkıh usulünü tedvin etmiş ve bu konuda "erRisâle" yi yazmıştır. el-Hucce isimli eseri Irak'taki, "el-Ümm" ise Mısır'daki görüşlerini kapsar.

İmam Şafiî mutlak, bağımsız bir müctehid olup, fıkıh, hadis ve usûlde imamdı. O, Hicaz ve Irak fıkhını birleştirici bir yol izledi. Ahmed b. Hanbel onun hakkında; "Şafiî, Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti konusunda insanların en fakihi idi" demiştir. (Vehbe ez-Zühaylı, el-Fıkhu'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 36,37).

Şafiî Mezhebinin Usûlü

Delil olarak Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'a dayanır. Şafiî, Hanefi ve Malikîlerin aldığı "İstihsan"ı reddeder ve "kim istihsan yaparsa kendisi şeriat koymuş olur" derdi. Masâlih-i Mürsele'yi ve Medinelilerin amelini delil almayı da reddederdi. Bağdad'lılar ona "Sünnetin Yardımcısı" lakabını vermişlerdi.

İmam Şafiî'nin "eski mezhebi"ni kendisinden dört Iraklı arkadaşı rivayet etmiştir. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, Za'ferânî ve Kerâbîsî'dir. el-Ümm'de yer alan "yeni mezhebi"ni şu Mısırlı arkadaşları rivayet etmiştir: el-Müzenî, el-Buveytî, er-Rabîu'l-Ceyzî, er-Rabî' b. Süleymân ve başkaları. Şafiîlerde fetvaya esas olan yeni mezhep görüşleridir. Çünkü İmam Şafiî eski görüşlerinden rucû' etmiş ve "Benden kim bunları rivayet ederse ona hakkımı helal etmem" demiştir. Ancak basit on beş kadar mesele bundan müstesnadır. Diğer yandan İmam Şafiî'nin; "Hadis sahih olunca, benim mezhebim odur. Böyle bir durumda, hadisle çatışan bana ait sözü duvara çarpın" (ez-Zühaylî, a.g.e., 1, 37; Muhammed Ebû Zehra, Kitabü'ş- Şafiî, 149 vd.) dediği bildirilir.

Şafiî'nin Fıkıh Usûlünü Tedvini

Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmada, günlük fürû şer'î problemleri çözmede sahabe devrinden itibaren bir takım usûl kurallarına uyuluyordu. İlk müctehid imamların devrinde de sözlü olarak nesih kaideleri, mutlak, mukayyed, umum, husus gibi metotla ilgili bilgiler hüküm çıkarmada esas alınıyordu. Ancak bunlar tedvin edilerek yazılı bir eser haline getirilmemişti. İşte İmam Şafiî ilk olarak ûsul konularını kaleme alarak "er-Risâle"sini meydana getirdi. Çünkü Şafiî, sahabe, tâbiîn ve kendinden önceki fıkıh bilginlerinden intikal eden fıkıh servetini hazır bulmuş, İmam Mâlik'ten aldığı Medine fıkhı ile İmam Muhammed aracılığı ile aldığı Irak fıkhını birleştirici bir yol izlemiştir. Kendi yetiştiği çevre olan Mekke fıkhını da iyi bildiği için, fıkıhtaki bu sağlam alt yapı sebebiyle, fıkhın genel metotlarını belirleme yeteneğini kazanmış ve bunun sonucunda fıkıh usûlünü tedvin etmiştir.

Mezheplerde fıkhın, usûlden önce tedvin edilmiş olmasında bir tuhaflık yoktur. Çünkü hükümlerde asıl konu fıkıhtır. Usûl ise bir metot ilmi olup, mantık gibi, aklın doğru ile yanlışı ayırdetme niteliği gibi doğuştan vardır. Aynı konuda birbiri ile çelişen iki âyet olunca, sonra inenin öncekini neshetmesi, genel hükmün özel hükümle sınırlandırılması gibi.

Şafiî, dili iyi bildiği için âyet ve hadislerden hüküm çıkarabilmiş, Kur'an'ın tercümanı olarak bilinen Abdullah b. Abbas'ın ilminin nakledildiği Mekke'de yetiştiği için nesih konusunu öğrenmiştir.

Şafiîlerin usûlüne mütekellimlerin usûlü de denilmiştir. Çünkü bunların usûle dair çalışmaları tamamen teoriktir. Mezhep gayreti onların metodunu etkilememiştir. Meselâ; Şafiî, sükûtî icmaı kabul etmez. el-Âmidî (ö. 631/1233) ise Şafiî mezhebinden olduğu halde "el-İhkâm" adlı eserinde sükûtî icmaı tercih eder (el-Âmidı, el-İhkâmî Usûli'l-Ahkâm, Kahire (t.y), I, 265). Bu usûl, kelâm ilminin metot ve konusundan istifade ettiği, felsefi ve mantıkî yönleri bulunduğu için "mütekellimlerin metodu" olarak nitelenmiştir. Meselâ; kelâm konusuna giren iyi ile kötünün akıl ile bilinip bilinemeyeceği, peygamberlerin peygamberlikten önce ismet sıfatına sahip (ma'sûm) olup olmadığı ve benzeri konular da tartışılmıştır.

Şafiî veya kelamcıların metodu ile yazılmış en eski ve en önemli eserlerin üç tanesi şunlardır. 1) Mu'tezile ekolünden Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Alî el-Basrî'nin (ö.463/1071) Kitâbü'l-Mu'temed'i,” 2) Şafiî ekolünden İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin (ö.487/1085) "Kitâbü'l-Bürhân"ı, 3), İmam el-Gazzalî'nin (ö.505/1111) "el-Mustasfâ"sı.

Bu üç kitabı Fahruddin er-Râzî (ö. 606/1209) özetlemiş ve bazı ekler yaparak eserine "el-Mahsal " adını vermiştir. Seyfüddin el-Âmidi'nin (ö. 631/1233) "el-İhkâm" adlı eseri de aynı nitelikte birleştirici ve özet bir eserdir. Daha sonra el-Mahsûl'ü, Siracüddin el-Urmevî (ö.682/1283) "et-Tahsîl", Tâcüddîn el-Urmevî (ö. 656/1258) ise "el-Hâsıl " adlı kitaplarında özetlediler. Sihâbuddîn el-Karafi (ö.684/1285) bu iki kitaptan önemli gördüğü bazı temel bilgi ve kuralları alarak bunları "et-Tenkihât" adını verdiği küçük bir eserde topladı. Abdullah b. Ömer el-Beyzâvî (ö.685/1286) de bunun bir benzerini yaptı.

el-Âmidî'nin el-İhkâm'ını ise İbn Hâcib (ö. 846/1442) "Müntehâ 's-Sül ve'l-Emel" adlı kitabında, bunu da "Muhtasaru'l-Müntehâ" isimli eserinde özetledi. Daha sonra bu özet eserleri bunlara yazılan şerhler izledi.

Şafiî Fıkhının Dayandığı Kaynaklar

İmam Şafiî ictihadlarını dayandırdığı delilleri "el-Ümm"de şöyle belirlemiştir: "İlim çeşitli derecelere ayrılır. Birincisi, Kitap ve sabit olan Sünnettir. İkincisi, Kitap ve Sünnet'te hüküm bulunmayan meselelerde İcmâ'dır. Üçüncüsü bazı sahabîlerin sözleridir. Ancak bu sahabe sözleri arasında çelişki bulunmamalıdır. Dördüncüsü, ashab-ı kiram arasında ihtilaflı kalan sözlerdir. Beşincisi, Kıyas'tır. Bu da temelde Kitap ve Sünnet'e dayanır. İşte ilim bu derecelerden en üst olanından elde edilir" (eş-Şafiî, elÜmm, Kahire 1321-1325, VII, 246).

Buna göre, Şafiî ekolü Kitap ve Sünneti İslâm hukukunun asıl kaynağı olarak kabul etmektedir. Çünkü diğer deliller de temelde bu iki delile dayanır ve bunlara aykırı olamaz. Şafiî, Kitap ve sabit olan Sünneti aynı sırada delil kabul eder. Çünkü Sünnet Kur'an'ın beyanını tamamlar, kısa anlatımlarını (mücmel) genişletir ve bazı kimselerin kavrayamayacağı inceliklerini açıklar. Buna göre, Sünnetin açıklayıcı durumunda olabilmesi için ilim bakımından açıkladığı şeyin derecesinde olması gerekir. Birçok sahabîler de hadise bu gözle bakıyordu.

Ancak bu durum, İmam Şafiî'nin Sünneti her yönden Kur'an'a denk saydığı anlamına gelmez. Çünkü her şeyden önce Kur'an Allah kelâmı, Sünnet Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirleridir. Kur'an ibadet amacıyla okunur, Sünnet bu maksatla okunmaz. Kur'an tevatür yoluyla sabittir. Sünnetin önemli bir bölümü tevatüre dayanmaz. İmam Şafiî'ye göre Sünnet Kur'an'ın dalı mesabesindedir. Bu yüzden gücünü Kur'an'dan alır, onu destekler ve tamamlar. Bu bakımdan açıklayanla açıklanan birbirine denk olmalıdır. Ancak bunun için, Sünnet sağlam olmalıdır. Bu yüzden, Ahâd ve Mürsel hadisler, birinciler kadar kuvvetli değildir. Diğer yandan Şafiî, inanç esaslarını belirlemede Sünnetin Kur'an derecesinde olmadığını açıkça ifade etmiştir (M. Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir Şener, İstanbul 1978, s. 336, 337)

Şafiîlerin Âhâd Hadisi Delil Alması

Bir, iki veya daha fazla sahabî tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan haberlere "âhâd hadis" denir. Hanefiler, senedinde kopukluk olmayan hadisleri mütevatir, meşhur ve âhâd olmak üzere üçe ayırırlar. Diğer çoğunluk müctehidlere göre ise, Sünnet, mütevatir ve âhâd olmak üzere ikidir. Meşhur sünnet ise başlı başına bir çeşit olmayıp âhâd sünnet kabilindendir. Çünkü meşhur sünnette ilk tabaka ravileri tevatür sayısına ulaşmamaktadır. Çoğunluğa göre âhâd sünnet; garîb, azîz ve müstefîz olmak üzere üçe ayrılır. Garîb; her üç tabakada veya herhangi bir tabakada râvî sayısı tek olan hadistir. Azîz hadis; her üç tabakada sadece iki râvî tarafından rivayet edilen veya diğer tabaka yahut tabakalarda ikiden çok olsa bile tabakalardan birinde râvî sayısı iki olan hadistir. Müstefîz hadis ise; her üç tabakada üç veya daha çok kişi tarafından rivayet edilen hadistir.

İmam Şafiî âhâd haberi delil olarak alırken sadece senedin sahih ve kesintisiz olmasını yeterli görür. O, Hanefiler gibi âhâd hadis ravisinin fakih olması, rivayet ettiği hadisle amel etmesi ve genel kurallara uygun düşmesi, İmam Mâlik'in ileri sürdüğü Medinelilerin ameline uygun düşmesi gibi şartları öngörmez.

İmam Şafiî hadisi savunurken âhâd haberlerin de delil alınması gerektiğini şu delillerle ortaya koymuştur:

1. Hz. Peygamber, İslâm'a davet için tevatür sayısında olmayan tek tek elçiler göndermiştir. Bu elçilere, sayılarının yetersiz olduğunu ileri sürerek karşı çıkan olmamıştır.

2. Mal, can ve kanla ilgili davalarda iki kişinin şahitliği ile karar verilmektedir (bk. el-Bakara,2/282). Halbuki iki kişi tevatür sayısında değildir.

3. Hz. Peygamber, kendisinden hadis işitenlere, bir kişi bile olsa bunu başkasına rivayet etme izni vermiş, hatta buna özendirmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Allah Teâlâ benden bir söz işitip bunu başkalarına tebliğ edeni nurlandırsın" (Tirmizi, İlim, 7; Ebû Dâvûd, İlim, 10; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Menâsik, 46; Ahmed b. Hanbel, I, 437,V,183). Diğer yandan Vedâ haccı sırasında irad edilen hutbede de; hazır bulunanların, bulunmayanlara tebliğ etmesi, kendisine tebliğ ulaşanların, hükümleri ulaştıranlardan daha iyi kavramalarının mümkün olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Alim, 9, 10, 37; Hacc, 132, Sayd, 8; Edâhî, 5; Megâzî, 51; Fiten, 8; Tevhid, 24; Müslim, Hacc, 446; Kasâme, 29,30; Ebû Dâvud, Tatavvu', 10; Tirmizî, Hacc, 1; Nesâî, Hacc, 111).

4. Sahabîler Hz. Peygamber'in hadislerini, birbirinden tek tek rivayet etmişler, birçok kimse tarafından rivayeti şart koşmamışlardır (Ebû Zehra, a.g.e., 339, 340).

İmam Şafiî'nin Mürsel Hadisi Delil Alışı

Senedinde kopukluk olan hadise "Mürsel Hadis" denir. Tabiînden olan birisinin sahabeyi; tebe-i tabiînden olan bir ravinin de tabiîn veya sahabeyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamber'den işitmiş gibi hadis nakletmeleri halinde bu çeşit hadis söz konusu olur. Ebû Hanife ve İmam Mâlik, bu çeşit hadisleri, rivayet eden râvi güvenilir olursa, başka bir şart öne sürmeksizin kabul ederler.

İmam Şafiî ise mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî Medineli Saîd b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tabiî ise kabul eder. Ayrıca hadisin şu nitelikleri taşımasını da şart koşar:

1. Mürsel hadisi, senedi tam ve aynı anlamda başka bir hadis desteklemelidir.

2. Mürseli, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir.

3.Mürsel hadis, bazı sahabe sözüne uygun düşmelidir.

4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu onunla fetva vermiş olmalıdır.

Ancak mürsel hadisle, senedi tam olan hadis çakışırsa, bu sonuncusu tercih edilir (M. Ebû Zehra, Usûlü'lFıkh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab' 1377/1958, ts., 111,112).

Uygulamadan örnek: Hz. Âişe (ö. 58/677)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hafsa'ya bir yiyecek hediye edildi. O sırada ikimiz de oruçlu idik. Bu yiyecekle orucumuzu bozduk. Sonra Rasûlüllah (s.a.s) yanımıza girdi. Ona durumu anlattık. Allah'ın Rasûlü şöyle buyurdu: "Zararı yok, onun yerine başka bir gün oruç tutun". Bu hadis mürseldir. Çünkü ez-Zuhrî (ö. 124/741) bunu Hz. Âişe'den rivayet etmiş, halbuki onu bizzat Hz. Âişe'den duymamış, Urve b. ez-Zübeyr'den duymuştur (eş-,Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, IV, 319). İmam Şafiî bu yüzden mürsel olan bu hadisle amel etmez ve nâfile oruç tutan kimsenin, orucu bozması hâlinde, başka bir günde kaza etmesi gerekmediğini söyler.

Diğer yandan yine ez-Zührî'nin rivayet ettiği; "Rehin bırakan kişi borcunu ödemeyince, rehnedilen şey rehin bırakanın mülkü olmaktan çıkmaz. Rehnedilen şeyin menfaat ve hasan rehnedene aittir" (İbn Mâce, Rûhûn, 3; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 319-321) hadisini ise, ravisi Said b. el-Müseyyeb meşhur olduğu için kabul eder. Buna göre, rehin, rehin alanın yanında bir emanet hükmündedir. Onun korunması konusunda kendisinin bir kasıt veya kusuru olmadan rehnedilen şey hasara uğrarsa rehin bırakanın borcunda bir eksilme olmaz (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara 1990, 80,81).

Şafiî'nin Sükûtî İcma'ı Delil Almayışı

İcma sarih ve sükûtî diye ikiye ayrılır. Birincinin delil oluşunda bir görüş ayrılığı yoktur. Sükûtî icma'; şer'i bir meselede bir veya birkaç müctehidin görüş belirttikten sonra, bu görüşe muttali olan o devirdeki diğer müctehidlerin açık şekilde bir katılma veya karşı çıkmada bulunmaksızın susmalarıdır. Mâlikîlere ve son görüşünde İmam Şafiî'ye göre sükûtî icmâ delil sayılmaz. Çünkü müctehidlerin bir konuda susması, onların açıklanan görüşe katıldıklarını gösterebileceği gibi, başka bir nedene de dayanabilir. Henüz o mesele ile ilgili ictihadî bir kanaate varmamış olması, görüşünü açıklayan müctehidden çekinmesi veya görüşünü açıkladığı taktirde bir zarara maruz kalma korkusunun bulunması susma nedenleri arasında olabilir. Kısaca, ittifak gerçekleşmedikçe icma'ın varlığından söz edilemez. Şâfiîlerden sükûti icma'ı kabul eden el-Âmîdi de buna "zanni delil" deyimini kullanır (M. Ebû Zehra, eş-Şafiî, Terc. Osman Keskioğlu, Ankara 1969, s. 252 vd.).

Şafiî Ekolünün İstihsana Karşı Çıkması

İstihsan; müctehidin bir meselede, kendi kanaatince o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçmesini gerektiren nass, icmâ, zarûret, gizli kıyas, örf veya maslahat gibi bir delile dayanarak o hükmü bırakıp başka bir hüküm vermesidir.

İmam Şâfiî istihsana karşı çıkmış ve bu konuda "İbtalu'l-İstiksan" adlı bir risale yazmıştır. Bu eserde şöyle der: "Allah'ın, Rasûlünün ve Müslümanlar topluluğunun hükmü olarak bütün bu zikrettiklerim gösteriyor ki, hâkim veya müftî olmak isteyen kimsenin ancak bağlayıcı bir delille hüküm ve fetva vermesi caiz olur. Bu da Kitap, Sünnet veya ilim sahiplerinin ihtilafsız olarak söyledikleri bir görüş yahut bunlardan bazısına kıyas yapma yolu ile olur. İstihsan ile fetva verilmez. İstihsan bağlayıcı olmaz, o bu anlamlardan birisini de taşımaz". Şâfiî'nin "Cimâu'l-İlm" "er Risâle" veya el-Ümm" kitabında da bu sözlerin benzerlerini bulmak mümkündür.

Hanefîler istihsanı geniş ölçüde kullanmış, Mâlikîler de bu konuda onları izlemiştir.

İmam Şâfiî ise "İstihsan yapan kendi başına din koymuş olur" diyerek şu delillere dayanmak suretiyle istihsana karşı çıkmıştır:

1. Şer'î hükümler ya doğrudan nass'a (âyet-hadis) veya kıyas yoluyla nass'a dayanır. İstihsan bunlardan birisine dahilse ayrı bir terime ihtiyaç olmaz. Aksi halde Cenab-ı Hakkın bazı konularda boşluk bıraktığı sonucu çıkar ki bu, "İnsan başıboş bırakıldığını mı sanır?” (el-Kıyâme, 75/36) âyeti ile çelişir.

2. Kur'an'da Allah ve Rasûlüne itaat emredilmekte, nefsî isteklere uyulması yasaklanmakta ve anlaşmazlık çıktığı takdirde yine Kitap ve Sünnete başvurulması istenmektedir (en-Nisâ, 4/59)

3. Hz. Peygamber istihsan ile fetva vermez, hevasından konuşmazdı. Nitekim eşine; "Sen bana anamın sırtı gibisin" diyen kimsenin sorusuna fetva vermemiş, "Zıhâr" âyeti (el-Mücâdele, 58/1-4) gelinceye kadar beklemiştir.

4. Hz. Peygamber, kendi kanaatlerine göre, bir ağaca sığınan bir müşriki öldüren sahabîleri, yine öldürülme korkusuyla "Lâ ilâhe illallah" diyen şahsı öldüren Usâme (r.a)'ın bu davranışını uygun görmemiştir.

5. İstihsanın bir kuralı, hak ile bâtılı karşılaştıracak bir ölçüsü yoktur. Serbest bırakılırsa, aynı konuda farklı bir çok fetvalar ortaya çıkar.

6. Sadece akla dayanan bir istihsan anlayışı ortaya çıkarsa, Kitap ve Sünnet bilgisi olmayanların da bu metodu kullanmaları caiz olurdu (eş-Şâfiî, el-Ümm, VI, 303, VII, 271 vd.; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, 271 vd.).

Ancak burada İmam Şâfii'nin reddettiği istihsanı şer'î bir delile dayanmaksızın, şahsî arzuya ve sübjektif düşüncelere göre hüküm vermek olarak değerlendirmek gerekir. Şüphesiz böyle bir istihsan Hanefilerin de kabul etmediği bir şekildir. Nitekim Hanefîlerde bir konuda istihsan yapabilmek için o meselenin şer'î bir mesele olması yanında şu altı delilden birisine dayanması şarttır:

1. Nass'a dayalı istihsan. Meselâ mevcut olmayan bir şeyin satışı yasaklandığı halde (Ebû Davud, Büyü', 70), para peşin mal veresiye bir akit olan seleme izin verilmiştir (Ebû Dâvud, Büyü', 57). İşte burada ikinci hadise dayanarak kıyas terkedilmekte ve istihsan yoluna gidilmektedir.

2. İcma'ya dayalı istihsan. Meselâ sanatkâra mal sipariş vermek anlamına gelen istisnâ akdi icmâa dayanır. Çünkü asırlar boyunca buna karşı çıkan bilgin olmamıştır.

3. Zaruret veya ihtiyaca dayalı istihsan. Pislenen kuyunun, bir kısım suyun çıkarılması ile temizlenmiş sayılması gibi (İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, I, 67 vd.; İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, I, 147 vd).

4. Gizli kıyasa dayalı istihsan. Meselâ; yerleşik kurala göre; özel kayıt konulmadıkça arazinin satımı ile irtifak hakları kendiliğinden alıcıya geçmez. Bu konuda vakfın satıma kıyası açık veya celî kıyas, kiraya kıyası ise gizli kıyastır. Vakıf istihsan yoluyla kiraya kıyas edilerek, irtifak (su içme, su alma, geçit gibi) haklarının vakıf kapsamına girmesi esası benimsenmiştir (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlü'l-Fıkh, 168).

5. Örfe dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre vakfın ebedî olması gerekir. Bu da vakfın sadece gayri menkullerde olabileceği anlamına gelir. Halbuki İmam Muhammed eş-Şeybânî kitap ve benzeri vakfedilmesi örf haline gelen şeylerin kıyasa aykırı olmakla birlikte vakfa konu olabileceğine hükmetmiştir. Bu esastan hareket edilerek nakit para vakıflarına da fetva verilmiştir.

6. Maslahata dayalı istihsan. Yerleşik kurala göre ziraat ortakçılığı, kira akdine kıyasla taraflardan birisinin ölümü ile sona erer. Ancak ürün henüz yetişmemiş bir durumda iken toprak sahibi ölse, emek sahibinin menfaatini korumak için istihsan yapılarak akit ürün alınıncaya kadar uzamış sayılır (Zekiyüddin Şa'ban, a.g.e., 171).

Sonuç olarak Hanefî ve Şâfiîlerin istihsan anlayışı dikkatlice incelendiğinde arada önemli bir ayrılığın bulunmadığı görülür. Çünkü Hanefîlerin istihsan yaptığı meselelerin temelinde daima yukarıda belirtilen delillerden birisi bulunur. Nitekim el-Âmidî'nin belirttiğine göre, İmam Şâfiî de bazı meselelerde istihsan terimini de kullanarak bu metoda başvurmuştur. Şâfiî'nin "Mut'anın otuz dirhem olmasını uygun buluyorum", "Şüf'a hakkı sahibinin bu hakkını üç gün içinde kullanmasını uygun görüyorum" sözleri buna örnek verilebilir (el-Âmidî, el-İhkâm, III, 138).

Şâfiî'nin Sahabe Sözünü Delil Alışı

Şâfiî ûsul bilginlerinden bazıları, onun eski mezhebine göre sahabe kavlini delil aldığını, yeni mezhebinde bu görüşten vazgeçtiğini söylemişlerdir. Ancak yeni mezhebi rivayet eden Rabî b. Süleyman el-Murâdî'nin naklettiği başka bir eser olan "er-Risâle" de Şâfiî'nin sahabe sözlerini delil olarak aldığı görülür (er-Risâle, Halebî baskısı ve Ahmet M. ,Sakir nesri, Kahire 1940, s. 597). Yine Şâfiî, yeni mezhebini kapsayan el-Ümm adlı eserinde şöyle der: "Kitap ve Sünneti bilenler için özür söz konusu olmayıp, gereğine uymak şarttır. Kitap ve Sünnet'te hüküm yoksa sahabenin veya onlardan birinin sözlerine başvururuz. Eğer ihtilaflı meselede Kitap ve Sünnete daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r. anhüm)'ın sözüne uymamız daha iyi olur. Eğer bir sözün Kitap ve Sünnete daha yakın olduğuna dair bir delil bulunursa, o söze uyarız" (Şâfiî, el-Ümm, VII, 246).

Şeriat İlminin Kısımları

İmam Şâfiî'ye göre şeriat ilmi ikiye ayrılır.

1. Hükümlere kesin olarak delâlet eden nasslarla sâbit olan kesin ilim.

2. Galip zanna dayanan zannî ilim. İşte âhâd haberler ve kıyas bu kısma girer. Müctehid nasslardan kesin hüküm çıkaramazsa, galip zanla elde edilen ilimlerle yetinir.

Şâfiî Mısır'da yazdığı kitaplarla Bağdad'ta yazdığı kitapları neshetmiş ve o; "Bağdad'ta yazdığım kitapları benden kimsenin rivayet etmesine cevaz vermiyorum" demiştir. Şâfiî'nin eski kitaplarında, yeni kitaplarında olduğu gibi bir konu üzerinde çeşitli görüşler yer alır. Bazan iki veya üç çeşit kıyas yapılır, fakat tercih okuyucuya bırakılır. Buna, zekât verilmeden satılan tarım ürünlerini örnek verebiliriz. Bir kimse zekâtını vermeden meyve veya tahılını satsa, sonra alıcı bunların zekâtının verilmediğini anlasa, şu durumlar söz konusu olur:

a. Alıcı, malın tamamı için mi, yoksa zekât olarak verilmeyen miktarı için mi satım aktini feshetme hakkına sahiptir?

b. Zekât miktarı arazi yağmurla sulanmışsa onda bir, âletle sulanmışsa yirmide birdir. Alıcı burada seçimlik hakka sahip midir?

c. Zekât düşüldükten sonra kalan kısmı paranın tümü ile mi alır, yoksa satışı fesih mi eder? Şâfiî bütün bu görüşlerin doğru olabileceğini belirtir.

Şâfiî mezhebinde görüşlerin çok oluşunun bu mezhebin gelişmesine yardımcı olduğu söylenebilir. Çünkü bu mezhebte tercih kapısı sürekli olarak açık bırakılmıştır (Ebû Zehra, İslâm'daFıkhî Mezhepler Tarihi, 354, 355).

Şâfiî Mezhebinin Yayılması

Şâfiî mezhebi özellikle Mısır'da yayılmıştır. Çünkü mezhebin imamı hayatının son dönemini orada geçirmiştir. Bu mezhep, Irak'ta da yayılmıştır. Çünkü Şâfiî fikirlerini yaymaya önce orada başlamıştır. Irak yoluyla Horasan ve Mâveraü'n-Nehir'de de yayılma imkânı bulmuş ve bu ülkelerde fetvâ ile tedrisatı Hanefî mezhebi ile paylaşmıştır. Bununla birlikte bu ülkelerde Hanefî mezhebi, Abbasi yönetiminin resmi mezhebi olması nedeniyle hâkim durumda idi. Mısır'da yönetim Eyyübîlerin eline geçince Şâfiî mezhebi daha da güçlenmiş, hem halk, hem de devlet üzerinde en büyük otoriteye sahip olmuştur. Ancak Kölemenler devrinde Sultan Zâhir Baybars, kadıların dört mezhebe göre atanması gerektiği görüşünü öne sürmüş ve bu görüş uygulanmıştır. Ancak bu dönemde de Şâfiî mezhebi o yörede diğer mezheplerden üstün bir mevkiye sahiptir. Meselâ; taşra şehirlerine kadı atama yetkisi ile yetim ve vakıf mallarını kontrol hakkı yalnız Şâfiî mezhebine ait idi.

Osmanlılar Mısır'ı ele geçirince Hanefi Mezhebi üstünlük kazandı. Daha sonra Mehmet Ali Paşa Mısır'a hâkim olunca, Hanefi mezhebi dışındaki mezheplerle resmi olarak amel etmeyi ilga etmiştir.

Şâfiî mezhebi İran'a da girmiştir. Günümüzde Şiî ekolü ile yanyana bulunmaktadır.

Günümüzde Anadolu'nun doğu kesiminde, Kafkasya, Azerbaycan, Hindistan, Filistin, Seylan ve Malaya müslümanları arasında Şafiî mezhebine mensup olanlar bir hayli fazladır. Endonezya adalarında ise hâkim olan tek mezhep Şâfiî mezhebidir (Ebû Zehra, a.g.e, 358 vd.).

Hamdi DÖNDÜREN


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 21.07.17, 13:00
Güvenilir
 
Üyelik tarihi: 07.01.15
Bulunduğu yer: Adana
Mesajlar: 4,675
Etiketlendiği Mesaj: 131 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Allah razı olsun

Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 22.07.17, 00:56
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 04.01.17
Bulunduğu yer: Bursa
Mesajlar: 132
Etiketlendiği Mesaj: 11 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Allah razı olsun

.
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 22.07.17, 01:04
 
Üyelik tarihi: 04.08.15
Mesajlar: 103
Etiketlendiği Mesaj: 12 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Allah razı olsun

Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 22.07.17, 01:40
Üye
 
Üyelik tarihi: 05.07.17
Bulunduğu yer: Çanakkale
Mesajlar: 42
Etiketlendiği Mesaj: 4 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Allah razı olsun

Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 22.07.17, 22:18
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 26.12.16
Bulunduğu yer: İstanbul
Mesajlar: 2,266
Etiketlendiği Mesaj: 64 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Allah razı olsun..

Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 23.07.17, 00:51
Üye
 
Üyelik tarihi: 22.07.17
Bulunduğu yer: Manisa
Mesajlar: 31
Etiketlendiği Mesaj: 3 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Teşekkürler

Alıntı ile Cevapla
  #8  
Alt 23.07.17, 02:45
Vefalı Üye
 
Üyelik tarihi: 19.08.14
Bulunduğu yer: United States
Mesajlar: 2,779
Etiketlendiği Mesaj: 64 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Mezhebe bağlılığın anlam ve önemi

MEZHEBE BAĞLILIĞIN ANLAM VE ÖNEMİ

a-Mezheb Kavramı ve Mezheblerin Ortaya Çıkışı

“Mezheb”, gidilen yol, tutulan yol anlamına gelir. Dini terminolojide “mezheb”, bir müçtehidin, İslam’ın itikadi ve ameli konularını/hükümlerini, ayet ve hadislerin doğrultusunda, belli bir yöntemle ortaya koymasıyla oluşan dini anlama mektebidir.[1] Daha basit bir ifadeyle “mezheb”, şer’î nassları (dini metinleri) açıklamak ve o metinlerden hüküm çıkarmak için oluşmuş fıkhi mekteb/fıkhi ekol olarak da tarif edilebilir.[2] Meselâ, itikatta “Maturidiye Mezhebi”, amelde ise “Hanefi Mezhebi” bunlardandır.

Tariften de anlaşılacağı üzere, mezhebin imamı durumundaki kişi, hiçbir zaman din ve şeriat koyucusu değildir.[3] Zira hak bir mezhep, ayet ve hadislerdeki açık hükümleri sistemine aynen alır, açık olmayan noktalarda ise kendi yöntemine göre içtihad eder. Hak mezhepler arasında farklılık, nasslarda açık olmayan konularla ilgili yaptıkları içtihatlarda söz konusu olur. Dolayısıyla ana konularda hak mezhepler arasında farklılık olmaz.

İçtihad farklılıkları ise, bir nassın (ayet veya hadisin) manaya delaletinin açık olmaması, bazı lafızların birden çok anlama gelmesi,[4] hadisin sıhhati üzerindeki farklı değerlendirmeler,[5] uzak bölgelerdeki bir müçtehidin her hadise ulaşamaması, ulaşsa bile o bir hadisin tarikinin sağlam olarak addedilmemesi, Medine’den uzak bölgelerde yeni ve karmaşık olayların zuhuru gibi faktörlere dayanır.[6] Bölgenin örf adetleri ve zamanın şartları da içtihat farklılığını doğuran sebepler arasında yer alır. Ancak, hakkında açık nass bulunan bir meselede, örf adete göre içtihat yapılamaz.[7]

Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında sahabe, karşılaştığı problemlerle ilgili sorularını ona sorarak çözüme kavuştururdu. Peygamber (s.a.v.) onu konuda bilgi sahibi ise hemen cevaplandırırdı. Bazen de o konuda vahiy gelmesini beklerdi.[8]

Hz. Peygamber (s.a.v.) ahirete irtihalinden itibaren sahabenin fakih olmayanları, aralarındaki fakihlere meselelerini sorarak çözüme kavuşturmuşlardır.[9] Tabiun’un alimleri de Kur’an ve Sünnet’te açık olmayan konuları sahabenin fakihlerine sormuşlar ve sahabeden aldıkları fetvalarla etrafını aydınlatmışlar ve aynı zamanda o fetvaları sonraki kuşağa aktarmışlardır.[10] Bu yüzden ilk iki asırda sistematik bir mezhep kavramı ortaya çıkmamıştır.

Fetihler sonucu İslam ülkesinin sınırlarının genişlemesi ve sahabenin de ahirete irtihalinden sonra (üçüncü nesilde) halkın, dini meselelerini bölgelerinde bilinen büyük alimlere götürmesiyle, dini ve sosyal bir olgu olarak mezhepler teşekkül etmeye başlamıştır. Bu surette, İslam ülkesinin çeşitli bölgelerinde ve farklı devirlerde yetişen Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel gibi büyük müçtehit imamlar etrafında topluluklar oluşmuştur. Giderek bu topluluklardan mezhepler oluşmuştur.[11] Bundan dolayı mezhepler, kasden ve planlı oluşturulmuş müesseseler değildir. Aksine, dini ve sosyal ihtiyaçtan kaynaklanarak kendiliğinden oluşmuş mekteplerdir. Bu mektepler, dini öğrenmeyi ve yaşamayı kolaylaştırıcı bir rol üstlenmişlerdir. Nitekim ayet-i kerimede, “Bilmiyorsanız zikr ehline sorun”[12] buyurulmaktadır. O kadar ki Cenab-ı Hakk, topluma dinini öğretecek bir grup insanın savaşa katılmasına bile salık vermemiştir. Bu konudaki ayet-i kerime şu mealdedir:

“Mü’minlerin hepsinin toplanıp savaşa çıkmaları uygun değildir. Her kabileden büyük bir topluluk savaşa gitmeli, ama onlardan bir kısmı da din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve kabileleri savaştan döndükleri zaman onları uyarmak için savaştan geri kalmalıdır! Olur ki (böylece) Allah’ın azabından sakınırlar.”[13]

Açıkça görüldüğü gibi, bu ayetler mezhebi oluşumun veya dinde “taklid”in caiz olduğunu gösteren en önemli delillerdendir.[14]

b-Mezhebe Bağlılığın Luzumu

Mutlak müçtehit olmayan kimseler için hak bir mezhebe tutunmak, taassup değil, dini ve sosyal bir ihtiyaçtır. Zira toplumda herkesin her meslekte ihtisas sahibi olmasının imkânı olmadığı gibi, dinde müçtehit olma imkanı da yoktur. Yukarıda belirtildiği gibi, ilk iki nesil (Sahabe ve Tâbiûn), bir bakıma suyu kaynağından içtiklerinden mezhebi oluşuma ihtiyaç duymamışlardır. Buna rağmen taklid, sahabe arasında da vuku bulmuştur.[15] Sahabenin fakih/müçtehit olmayanları, fakih olanlarına sormak suretiyle meselelerini çözüme kavuşturmuşlar ve ona göre amel etmişlerdir.[16] Bugünün şartlarında ise biz, temiz suya ulaşmak için sağlam bir kanala başvurmak ve o kanala tutunmak zorundayız. O halde itikatta ve amelde hak bir mezhebe tutunmak (taklid etmek), müçtehid olmayan kimse için zorunlu bir ihtiyaçtır.[17] Yoksa, faydalı kanallarla zararlı kanalların karıştırılma ve zehirli bir kanala sapma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.

Amelde mezhep olarak tarihte 4 mezhep dışında başka hak mezhepler de zuhur etmişse de bunların çoğunun müntesibi kalmamıştır.[18] Bugün itibariyle kaynaklarına ulaşılabilecek ve temsilcisi bulunan ameli hak mezhepler bilinen 4 mezheptir. Bunlar; Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhepleridir. Bir mümin bunlardan herhangi birine tutunduğunda, Hakk’a bağlanmış olur. Dört mezhep imamlarının hepsi de Ehl-i Sünnet’in kökü olan “Selefiyye”dendir.[19]

Mezhebe olan lüzumu çeşitli örneklerle izah etmek mümkündür. Şöyle ki:

1)Hasta olan bir insan, “ben tıbbın hiçbir buluşunu ve tedavi yöntemini, bunun yanında hekimleri de kabul etmiyorum, kendim araştırıp kendi kendimi tedavi edeceğim” demesi ne kadar hatalı ise, bir müminin de İslami ilimleri ve ulemayı dışlayarak “dini meselelerimi Kur’an’dan kendim öğrenirim” demesi de o kadar hatalıdır. Buna “sünnet”i de ekleseniz durum fark etmez.

Bu örneği sıradan bir insan için değil de pratisyen bir hekim için düşünsek de sonuç değişmez. Zira, bir hekim hastayı tedavi ederken, “tıbbın ittifak ettiği yöntemlerden hiçbirini kabul etmiyorum, ben kendim yeni yöntemler geliştireceğim, onlarla hastayı tedavi edeceğim” demesi kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Bir hekim için tıbbi araştırmalar yolu kapalı değilse de uzman hekimlerin tarih boyunca ittifak ettiği meseleleri bir kenara atarak tıpta sıfırdan bir araştırmaya göre hasta tedavi etmesi, mantıklı ve çıkar bir yol olmasa gerek.

Kaldı ki İslami limlerdeki birikimi bir kenara atmak, tıp ilmindeki örneklerden daha vahim sonuçlar doğurur. Zira tıp tecrübe ve araştırma ile bir nebze de olsa öğrenilebilir, Din ise, esas itibariyle nakle dayandığından, nakille gelen bilgiyi bir kenara atılması, kesinlikle istikametin kaybedilmesi anlamına gelir.

2) Otobüs veya arabanız yoksa, arabanız olsa bile şoförlüğünüz yoksa, o zaman bir firma otobüsüyle veya bir başkasının arabasıyla yolculuk yapmaya mecbursunuz demektir. Buradaki yolculuğu dindeki “kulluk” görevimize benzetebiliriz ki onu Allah emretmiş, yöntemini de o göstermiştir. Başkasının aracı kaza yapabilir, uçak da düşebilir düşüncesiyle çok uzak mesafeler için yaya olarak yola çıkmak, yolda helak olmayı, hatta yolda kaybolmayı peşinen göze almak demektir.

3) İşin ehli tarafından açılan ve herkesin üzerinde yürüyüp tecrübe ettiği bir “otoyol” varken, bir şahsın, bu yolu beğenmeyip de dağlar üzerinden kendi kendine patika açmaya yeltenmesi de mezhebi lüzumsuz görenlerin haline benzer. O otoyol, Allah’ın Kur’an’da ittibaya mecbur tutuğu “müminlerin yolu” dur,[20] “ehl-i sünnet yolu”dur, çoğunluğun tuttuğu yol olan “Sevad-ı Azam yolu”dur.

SONUÇ

Kur’an ve Sünnet içeriğine hâkim olmadan; Arapçada, bedi’, beyan ve meâni’de, İslami ilimlerde ve usul ilimlerinde üst düzey bilgi sahibi olmadan; bunun yanında sağlam bir itikat, iyi niyet, ihlas ve meleke sahibi de olmadan, Kur’an’dan hüküm çıkarmaya yeltenmek, “zavallılık”tan başka bir şeyle ifade edilemez. Hele bir de tercüme ve mealler üzerinden bu işe koyulmak, son derece trajikomik bir durumdur. Halbuki bu işe hayatını vakfetmiş muhlis ulemanın tüm süzgeçlerden geçirilmiş üstün çalışmaları, müstahzar olarak yanı başımızda beklemektedir.

Allah Teâla Kur’an-ı Kerim’de, kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verilen hiçbir insanın, Allah’ı bırakıp da kendisine kulluğa çağırmayacaklarını, sadece ve sadece “rabbânî kullar” olmaya çağıracaklarını haber vermiştir.[21] Peygamberlerin yoluna ittiba etmiş alimlerin de insanları kendine kulluğa değil, Allah’a kulluğa çağıracakları aşikardır. Bu bağlamda İbn Kesir, peygamberlerin yoluna ittiba etmiş alimlerin de insanları kendine kulluğa değil, sadece ve sadece Allah’a kulluğa çağıracaklarını ifade etmektedir.[22] Bu müjde, ümmete büyük bir rahmet ve kolaylıktır. Yoksa bu kadar çok dünya meşguliyeti içerisinde ve ilmin kaldırıldığı ahir zamanda herkesin müçtehit olmasının imkân ve ihtimali yoktur. Öyleyse, içtihad ehliyetine sahip olmayan kimselerin, hak bir mezhebe bağlılığı, son derece lüzumludur. Hanefi Mezhebi’nin İmam Azam’dan sonra en büyük imamları olan Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi büyük şahsiyetler bile, füruda müstakil olmaları yanında usul ve yöntemde hocaları Ebu Hanife’ye bağlı kalmışlardır.[23]

Bugün itibariyle Ehl-i Sünnet’in itikatta iki mezhebi vardır. Onlar, “Maturidilik” ve “Eş’arilik”tir. Sahabe ve Tâbiûn’un temsil ettiği ilk “Selefiyye”den sonra Ehl-i Sünnet’in yerini bu iki mezhep almıştır. Bunların her ikisinin Ehl-i Sünnet’i temsil ettiklerini ve her ikisinin de itikadi hak mezhepler olduğunu kesinlikle bilelim. Her iki mezheb, tarihte yaklaşık olarak aynı dönemde farklı coğrafyalarda İslam dünyasına itikatta öncülük etmişlerdir. Akademik birkaç nüans dışında aralarında itikadi yönden bir fark yoktur. İtikad, dini temeller olduğundan itikadi meseleler üzerinde, açıklamaya dayalı hususlar dışında ihtilaf da olmaz zaten. Bu bakımdan, Maturidilik ve Eş’arik’ten her ikisinin öğretileri de İslam itikadının kendisidir.[24] Metod olarak da da bu iki mezheb, “kelâm metodu”nu kullanmışlardır. Kelam metodu, felsefe metodundan farklı olarak, ayet ve hadisleri asıl kabul eder, dinin anlaşılması ve izahında da akıldan yararlanır ama aklı hakem kabul etmez.[25]

Öyleyse, Maturidilik veya Eş’arilik’ten birini hakir görmek veya birine karşı düşmanca bir tavır almak, Allah muhafaza kişiyi dinden çıkarır. Son yıllarda Batı, her ikisi de Ehl-i Sünnet olan bu iki itikat mezhebini birbirine düşman etme denemelerine girişmiştir. Son zamanlarda özellikle Türk gençliği ve aydını, “Maturidiye Türk Mezhebi, Eş’ariye ise Arap Mezhebidir” sloganıyla güya Maturidi taraftarlığı adı altında Eş’ariye üzerine kışkırtılmaktadır. Bu saçma fikirleri ileri sürenlerin, haddi zatında Maturidilikle de bir alakaları yoktur. Çünkü tarihte Maturidiler Eş’arileri, Eş’ariler de Maturidileri daima sevip saymışlar, her ikisi de diğerinin kesinlikle kendinden bilmiştir.

Diğer bir yazımızdaki ifadelerimizi, önemine binaen burada da tekrar etmek istiyoruz: Yukarıda anlatılan bu Amerikan oyununu öğrenen iyi niyetli, vatansever ve Müslüman Türk Evladı, Allah’ın izniyle, bu oyununa gelmeyeceği gibi, olanca gücüyle de bu Amerikan oyunu ile mücadele edecektir. Umarız ki bizim bu ifadelerimizden kimse ırkçılık anlayışı çıkarmaz! Zira biz, inancımıza göre bütün müminleri dinde kardeş bildiğimiz gibi,[26] dinimize, devletimize ve milletimize zararı dokunmayan[27] insanlığı da Hz. Adem (a.s.) babamızdan yaratılışta kardeş biliriz…[28]

İtikatta ve amelde hak bir mezhebe bağlılık, tarih boyunca İslam toplumunda ve Türk toplumunda birlik ve dirliğin de adeta anahtarı olmuştur. Bu bağlılık toplumda kültür birliğini de sağladığından fertler arası kaynaşma ve uzlaşıyı kolaylaştırmış, toplumdaki kaos ve kavgayı minimum düzeye indirgemiştir. Birileri her kafadan bir ses çıksın ve bu kültür birliği de kaybolsun diye galiba, bu anahtarın dişlerini sıyırmaya seferber olmuş görünüyor. Netice itibariyle bir hak mezhebe bağlılığı çok görenler, insan aklı sayısınca saçma yolların ortaya dökülmesinden keyif alıp 4 köşe olacaklar acaba?..

[1] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 378.
[2] Abdülkerim Zeydan, Vecîz, s. 412.
[3] Bkz. Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 378.
[4] Bkz. Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, 35.
[5] Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, s. 152.
[6] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 357, 358.
[7] Bkz. Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 119; Hallaf, Ilmu Usuli’l-Fıkh, 89, 90.
8] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 92, 93. Bkz. Bakara, 2/189, 215, 217, 219, 220, 222; Maide, 5/4; âraf, 7/187; Enfal, 8/1; İsra, 17/87; Kehf, 18/83; Tâhâ, 20/105; Naziat, 79/42.
[9] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 99-107.
[10] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 111; Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 381.
[11] Fahrettin Atar, Fıkıh Usülü, s. 381.
[12] Nahl, 16/43.
[13] Tevbe, 9/122. Bkz. Ali-İmran, 3/79, 80; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azim, I/377.
[14] Bkz. Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, II/215; Şirbînî, Hâşiyetü’l-Benânî alâ Şerhi Cem’u’l-Cevâmi’ (Hamiş’de), II/253; Şâtıbî, İ’tisam, s. 479; Abdülkerim Zeydan, Vecîz, s. 412.
[15] Şirbînî, Hâşiyetü’l-Benânî alâ Şerhi Cem’u’l-Cevâmi’ (Hamiş’de), II/253.
[16] Zekiyyüddin Şa’bân, Usûlü’l-Fıkhi’l-İslâmî, s. 422.
[17] Şâtıbî, İ’tisam, s. 479.
[18] Abdülkerim Zeydan, Medhal, s. 148, 149.
[19] Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 36.
[20] Nisa, 4/115.
[21] Ali-İmran, 3/79, 80.
[22] İbn Kesîr, Tefsîru’l-Ku’âni’l-Azîm, I/377.
[23] İbn Âbidîn, Reddü2l-Muhtar, I/165.
[24] Bkz. Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 36-39, 41; Şükrü Özen, “Maturidi”, TDV/İSAM Ansiklopedisi, XXVIII/148.
[25] Gölcük-Toprak, a.g.e, s. 38, 44.
[26] Hucurât, 49/10; Tirmizi, Tefsiru Sure 59; 49; Menâkıp 73; Ebu Davud, Edeb, 11; II/361, 524; Ahmed, IV/145, 158.
[27] Hucurât, 49/13; Mücadele, 58/22; Tevbe, 9/23, 24.
[28] Bkz. Tirmizi, Tefsiru Sure 53, 49; Menâkıb, 73; Ebu Davud, Edeb, 111; Ahmed, II/361, 524.

Alıntı ile Cevapla
  #9  
Alt 23.07.17, 13:18
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 17.04.16
Bulunduğu yer: Adana
Mesajlar: 725
Etiketlendiği Mesaj: 12 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Allah razı olsun

Alıntı ile Cevapla
  #10  
Alt 25.07.17, 20:53
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 25.07.17
Bulunduğu yer: Kocaeli
Mesajlar: 77
Etiketlendiği Mesaj: 1 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Allah razı olsun

Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
altindaki, chatin, defa, doum, esmalari, forumda, google, gore, gun, hangi, mezhebi, okuyacaksiniz, reklamina, safİİ, tarihinize, tiklayiniz


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevap Son Mesaj
SÎA mezhebi Havasokulu Tarih 7 20.02.24 16:25
Evliyalar (imam-ı Şafii) Dedee Allah Dostları & Evliyalar 0 04.07.21 19:38
Mezhepler Nasıl Ortaya Çıkmıştır ? Naim Tarih 0 06.01.21 10:33
Hanefi mezhebi Havasokulu Tarih 5 25.09.17 19:56
HANBELi MEZHEBİ Havasokulu Tarih 0 11.09.17 15:58


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 19:43.


Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
HavasOkulu.Com

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147