#1
|
|||
|
|||
Dizanteri
Bulaşıcı ve salgın bir hastalıktır. Hastada, ishal görülür. Dışkısı kanlı ve sümüklüdür. İştahsızlık karın ağrısı ve ateş de vardır Su veya besinlerle bulaşır. İki çeşit dizanteri vardır.
- Amipli Dizanteri: Vücuda mikrop girmesinden 10-21 gün sonra hastalık belirtileri ortaya çıkar. Hastada kanlı ishal, ateş, karın krampları, kilo kaybı, ve halsizlik görülür. - Basilli Dizanteri: Mikrobun vücuda girmesinden 2-7 gün sonra belirtileri ortaya çıkar. Hastalığın salgın halini almasında kara sinekler başrolü oynar. Hastada; kanlı ve balgam kıvamında ishal, karın ağrısı, halsizlik ve ateş görülür. Yapılacak ilk iş; hastayı, sağlamlardan ayırmaktır.
__________________
Kaybettiklerim arasında en çok kendimi özledim, oysa ne güzel gülerdim.. |
#2
|
|||
|
|||
İlâhî bir uyarı olarak Salgın Musibeti
“Bu afetin yaşanmasında müslümanlar olarak bizim bir dahlimiz yok; öyleyse bu ayetin muhatabı bizler değiliz” diye düşünülebilir. Evet, insanlığı bu tür felaketlere götüren yolda Batılılar kadar ilerlememişsek de öyle bir ilerlemeye imrendiğimiz inkâr edilemeyecek bir gerçek. Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurulur: “İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden karada ve denizde bozulma ortaya çıktı. Yanlışlarından dönmeleri için Allah Tealâ insanların yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını bu dünyada da onlara tattırıyor.” (Bkz. Rûm 41) Meallerde “bozulma ortaya çıktı” diye karşılanan “zahare’l-fesâd” ibaresindeki fiil, geçmiş zaman çekimiyle verilmiş. Buradan hareketle bir kısım tefsirlerde ayetin nüzulünden önce vuku bulmuş bazı musibetler zikredilmişse de, hemen hemen bütün müfessirler bu ayet-i kerimenin her devir için geçerli bir ilâhî kanun olduğu ve ikaz maksadıyla beyan buyurulduğu görüşündedirler. Yine “kara ve deniz” ifadesi ile sadece karalar ve denizlerin değil, insanların müdahalede bulunabildiği kâinattaki her yerin kastedildiği söylenmiştir. Özellikle de kâinattaki ilâhî denge ve nizamın insanlar eliyle tahribi üzerinde durularak bunun yol açtığı kıtlık, hastalık, asayişsizlik gibi afetler sıralanmıştır. Yaşadığımız virüs salgınını bu ayet-i celile ışığında okuduğumuzda ilk olarak böyle bir musibetin ortaya çıkmasındaki rolümüzü sorgulamamız gerekiyor. Salgın sürecinde vuku bulan ölümleri, uğranılan maddi zararları, kısıtlamalardan kaynaklı bunalımları virüse bağlayıp kendi yanlışlarımızı göremiyoruz çünkü. Bazı felaketlere yol açan sebepler zincirinin son halkasına takılıp kalmak gibi bir alışkanlığımız var. Diyelim ki kuraklık yahut sel oldu; bunu hemen küresel ısınmaya bağlı iklim değişiklikleri ile izah ediyoruz. Sanayi atıklarıyla su ve toprak, ölçüsüz enerji tüketimiyle de hava kirlendiği için yeni hastalıkların ortaya çıktığını düşünüyoruz. Bu ve benzeri değerlendirmelerde sebep olarak gördüğümüz olumsuzluklar bir önceki sebebin sonucu aslında. Silsileyi geriye doğru takip etmediğimizde ilk sebebi, yani “insanların kendi elleriyle işledikleri” günahları, kötülükleri, yanlışları göremiyoruz. Böyle bir gaflet o günah yahut kötülüklerden dönmeye de mani oluyor. Yabana atılmayacak iddialar Resmî verilere göre Kovid-19 sebebiyle ölenlerin sayısı geçtiğimiz Haziran sonu itibariyle dünya genelinde dört milyonu bulmuş. Kapanan işyerlerinin, işini kaybedenlerin haddi hesabı yok. Pek çok ülkenin ekonomisi çökme noktasına gelmiş. Böyle kayıplar verdirmese bile neredeyse dünyadaki bütün insanların günlük hayatını alt üst etmiş bu virüs. İngilizce “korona virüs hastalığı” kelimelerinin kısaltması olan “kovid”in sonuna, virüsün ilk kez ortaya çıktığı 2019’a atıfla 19 eklenmiş. Yani daha önce var olmayan, dolayısıyla tabii de olmayan yeni tip bir virüsten söz ediyoruz. Hızla ölümcül bir salgın oluşturan bu tür “yeni” virüslere özellikle 2000’li yılların başından itibaren rastlar olduk. Konunun uzmanları, bir kısım hayvanlarda potansiyel olarak bulunan bu virüslerin gayri tabii bir müdahaleye uğramadıkça insanlara bulaşmayacağını söylüyor. Bu da Kovid-19 ve benzeri virüslerin laboratuvarlarda üretilmiş olabileceği iddialarını güçlendiriyor. Maksadın biyolojik silah elde etmek, ilaç pazarı oluşturmak, dünya nüfusunu azaltmak yahut kitleleri daha kolay sömürebilmek için yeni bir hayat tarzının benimsenmesini sağlamak olduğunu söyleyenler var. Bunlar yabana atılacak iddialar değil. Mesela son on yılda sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde, yaşadığımız salgın sürecini neredeyse bire bir anlatan romanlar yazılmış, filmler çekilmiş, gelecek senaryoları hazırlanmış. Bu minval üzere yazılıp çizilenleri masum birer tahmin olarak görsek dahi, yazar yahut senaristleri böyle bir felaket tasavvuruna sevk eden gelişmeleri görmezden gelemeyiz. Esasen Amerikası ve Avrupası ile “gelişmiş Batı”nın yaşanmış, ispatlanmış alçakça fenalıklarına dair yüzlerce sabıkası var. “Kork Allah’tan korkmayandan” denilmiştir. Hulasa virüs salgını gibi maruz kaldığımız pek çok felaket, asıl itibariyle insana kul olduğunu, ahiret ve hesap kaygısını, emanet hassasiyetini unutturan bir azgınlığın eseri. Bu azgınlık; sahip oldukları bilim, teknik ve medyanın gücünü hiçbir ahlâki ölçü gözetmeksizin nefsanî çıkarları için kullanan çevreleri firavunlaştırıyor. Kendi mülkü gibi gördükleri dünyayı hoyratça yağmalıyor, tabiatı vahşice tahrip ediyorlar. Konforlarının idamesini sağlayan enerji kaynaklarını paylaşmamak için milyonlarca insanı hunharca öldürmeyi göze alabiliyorlar. İlâhî uyarının muhatapları kim? İnsanların böyle azgınlıklarla sebep oldukları musibetleri onlara yaşatması Allah Tealâ’nın gazabının değil, rahmetinin nişanesidir. Nitekim başta zikrettiğimiz ayet-i kerimede kâinattaki ilâhî nizamın ifsadından kaynaklı kötü sonuçların insanlara bütün ağırlığıyla değil, bir kısmıyla tattırıldığı ifade buyuruluyor. “Bazen bir musibet bin nasihatten yeğdir” hükmünce de felaketlere yol açan yanlışlardan dönüp doğruya yönelmeye vesile kılınması murat ediliyor. Mesele virüs salgını özelinde ele alındığında, “bu afetin yaşanmasında müslümanlar olarak bizim bir dahlimiz yok; öyleyse bu ayetin muhatabı bizler değiliz” diye düşünülebilir. Evet, insanlığı bu tür felaketlere götüren yolda Batılılar kadar ilerlememişsek de öyle bir ilerlemeye imrendiğimiz inkâr edilemeyecek bir gerçek. Hatta bilim ve tekniğin âdeta putlaştırılması, maddî kalkınmanın öncelenmesi, çağdaş uygarlık seviyesi diye Batılı anlayış ve hayat tarzının hedef haline getirilmesi, imrenmekten de öte o yola girildiğini gösteriyor. Bahis konusu ayet-i kerime en azından böyle bir yola girilmemesi; girilmişse tez elden dönülmesi hususunda bizim için de bir uyarı bu yüzden. Dönülmesi gereken yanlış, bilim ve tekniğin veya maddi kalkınma gayretinin kendisi değil elbette. Bilim ve tekniği üretir ya da kullanırken, maddi kalkınma için çaba gösterirken hiçbir ilâhî ölçü gözetmeyen bir sapkınlık yahut sorumsuzluktan sakınmamız kastediliyor. Bütün bu azgınlık, sapkınlık yahut sorumsuzlukların temelinde ise insanın Rabbinden uzaklaşarak nefsini ilah edinmesi, dünyayı kendi mülkü gibi görmesi var. Böyle bir yönelişin insanlığı sürükleyeceği felaketleri önlemenin yegâne çaresi tam bir teslimiyetle Cenâb-ı Mevlâ’ya dönmektir. Cenâb-ı Mevlâ’ya dönmek; kulluğumuzu hatırlamak, O’nun emir ve yasaklarına uymaya azami itina göstermektir. Dünyaya aldanmamak, şeytana ve nefsimize tâbi olmamaktır. Kendi vücudumuz da dâhil bütün mahlûkatın, üzerinde istediğimiz gibi tasarruf edebileceğimiz şahsi mülkümüz olmadığını, emaneten verildiğini bilmektir. Müslümanlar, virüs salgını benzeri musibetlere sebebiyet veren zihniyetin dünyadaki iktidarına mani olamadığı, insanlığı hayra ve hakikate sevk edecek bir örneklik sergileyemediği için de aynı ayet-i kerimenin muhatabıdır. Dönmemiz gereken başka yanlışlar Yaşadığımız salgın afeti, “gelişmiş” Batı’nın gerçek yüzünü bir kere daha ortaya çıkardı. Sanıldığı kadar kudretli ve becerikli olmadıklarını gördük. Servet, konfor ve teknolojileri ile gururlanıp her şeye güç yetirecekleri zannıyla üstünlük davası güderlerken, gözle görülemeyen küçücük bir virüs karşısında acze düştüler. Sağlık, sadece parası olanlara hizmet veren tamamen ticarî bir sektördü onlar için. Sisteme yük olarak gördükleri yaşlıları, kimsesizleri, işsizleri, fakir fukarayı bile isteye ölüme terk eden vicdansızlıklarına şahit olduk. İmkânlarına nispetle hayli yüksek seyreden can kayıpları, virüsten ziyade oralarda insanlığın çoktandır ölmüş olmasının sonucuydu. Bu tablo Batılılara benzemekten şiddetle kaçınmamız için bizi bir kez daha uyarıyor. İnsanları yaşatmak kadar, insanlığımızı yaşatmanın, teknolojiye hâkimiyeti yanında merhametli nesiller yetiştirmenin önemini de hatırlatıyor. Bir de salgın sürecindeki kısıtlamalarda fark ettiğimiz yanlışlar var. Mesela pek çok ebeveyn evlerde tecrit halinde iken çok kullanılan dijital medyanın nasıl bir çıfıt çarşısı olduğunu yakinen müşahede etti. Görülerek yapılan bu tespit, çocuklarımızın akıl ve ruh sağlığını muhafaza için böyle mecraları takipte seçicilik ve sınırlama getirilmesi konusunda bir uyarı da barındırıyordu şüphesiz. Yine bu süreçte kapandığımız evlerin, mimarisi itibariyle çoğumuz için “mesken”, yani bir “sükûnet ortamı” olmadığını öğrendik. Beton blokların soğuk duvarları arasında insanlar bırakın sükûnet bulmayı, daralıp bunaldılar. Evlerimizin büyük bir ekseriyetle mesken vasfı gözetilmeden inşa edildiği gibi, dönülmesi gereken bir yanlışa işaretti bu durum. Virüs salgını elbet bir gün bitecek ama sel gidip kum kalacak. Birileri bu seli özellikle tasarlamışsa, taşıdıkları kumdan yeni bir dünya planlıyor olmalılar. Epeydir “yeni normal” diye bir söylem dolaşımda. İnsanları daha kolay sömürmeye, daha kolay yönlendirmeye uygun, hiç de rahmânî olmayan bir hayat tarzı kurgulanıyor sanki. Ol sebepten bu “yeni normal” kimin ve neyin normalidir, sorgulamadan sırat-ı müstakim üzere yürüyüş usulümüzü, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” şartlandırmasına kurban etmemek için uyanık olmamız gerekiyor.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” |
|
|