PEYGAMBERLER Tarihi 2 - Havas Okulu
 

Go Back   Havas Okulu > islam & Tasavvuf > Peygamberler

Acil işlemleriniz için instagram: @HavasOkulu
Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
  #1  
Alt 13.02.24, 20:03
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart PEYGAMBERLER Tarihi 2

MUSA ALEYHİSSELAM


İsmi ve Nesebi Bütün İsrailoğulları Yakub aleyhisselamın 12 oğlundan çoğalmışlardır. Bu oğullarından Lavi ismindeki oğlu, Nabite isminde bir hanımla evlendi. Bundan; Garsun, Merzi, Merdi ve Kahis adlı çocukları oldu. Kahis 46 yaşında iken, Kahi isimli bir hanımı nikah etti. Kahis’in bu hanımından Yasher isimli bir oğlu oldu. Yasher de büyüyüp yetişince, Semyet isminde bir hanım ile evlendi. Bu evlilikten İmran dünyaya geldi. Yasher uzun bir ömür sürdü. Oğlu İmran, Nüceyb isminde bir hanımla evlendi. (Hazreti Musa’nın annesinin ismi; Yuhabiz, Eyariha ve daha başka şekillerde de bildirilmiştir.) Bu evlilikten ise, Hazreti Harun ve Hazreti Musa doğdu. Musa ismi (Sudan kurtarılmış) ma’nasına gelmekdedir. Hıristiyanlar (Moşe) ve (Möis) diyor.

İsrailoğullarının dramı Tarihçilerin bildirdiklerine göre, Mısır’da hüküm süren ve kendilerine Firavun ismi verilen hükümdarlar vardı. Bunlardan Reyyan bin Velid, Hazreti Yusuf’u, bütün hazinelerin başına Maliye Nazırı olarak tayin eden ve ona inanan, mümin bir zat idi. Reyyan vefat edince, Kabus bin Mus’ab, Firavun (Mısır Sultanı) oldu. Hazreti Yusuf’u vazifeden almadı. Hazreti Yusuf onu imana davet etti, fakat kabul etmedi. Bu ve sonra gelen Firavunlar, İsrailoğullarına kıymet vermediler. Kabus, başkalarına zorla iş yaptıran, çok zalim bir hükümdardı. Hazreti Yusuf, bu hükümdar zamanında vefat etti. Kabus’un saltanatı oldukça uzun sürdü. Sonra helak oldu ve yerine kardeşi Ebü’l Abbas geçti.

Ebü’l Abbas’ın da bundan farkı yoktu. Hatta Kabus’dan daha zengin, daha kibirli, daha zorba ve daha zalim idi. Bu da uzun bir saltanat sürdü. Kabus bin Mus’ab ve kardeşi, Amalika kabilesinden idi. Bu firavun kavmini toplayarak ben sizin rabbinizim diyerek kendisine tapınmaya çağırmıştı. Kendi kavmi ona itaat etmiş, İsrailoğulları ise İbrahim aleyhisselamın bildirdiği atalarının dininden dönmeyi kabul etmemişti. Bunun üzerine Firavun da İsrailoğulları üzerindeki baskıyı daha da artırdı.

Yusuf aleyhisselamdan sonra İsrailoğulları Mısır’da kaldılar. Doksan üç kişilik bir kafile halinde gelen İsrailoğulları, Mısır’da hızla çoğaldılar. Kendileri; Yusuf, Yakub, İshak ve İbrahim’in (aleyhimüsselam) bildirdikleri dine bağlı olup, inanç ve ibadetlerine sıkı sıkıya bağlı idiler. Mısır’ın eski yerlileri olan Kıbt kavmi ise yıldızlara ve putlara taparlardı. Bunlar aynı zamanda İsrailoğullarına hakaret gözüyle bakarlardı. Yusuf aleyhisselam zamanında İsrailoğullarının gördüğü itibar, gün geçtikçe azalarak kaybolmuştu. Hatta ezilen bir sınıf haline gelmişlerdi. Firavunlar da pek zalim, gaddar kimseler oldukları için, tebaaları olan, yani saltanat mülkü içinde bulunan İsrailoğullarını esir gibi çalıştırır, ağır ve meşakkatli işlerde kullanırlardı. Onların günden güne artıp çoğalmalarından ve kendilerine (Kıbt kavmine) galebe çalmalarından endişe ediyorlardı. İsrailoğulları, Kıbt kavminin muamelelerinden, Firavunların baskı ve zulümlerinden tamamen usanmışlardı. Zira İsrailoğulları en ağır işlerde çalıştırılıyordu.

Bu baskılardan kurtulmak için dedelerinin, yani Yakub aleyhisselamın yurdu olan Kenan diyarına gitmek istedilerse de, bir türlü yakalarını Firavunun pençesinden kurtarıp Mısır’dan dışarı çıkamadılar. Zira Mısırlılar için onlar, her işe gönderilen, icabında bedava çalıştırılan bir işçi idiler. On iki kabile olan İsrailoğullarının her bir bölüğü, Hazreti Yakub’un oğullarından birine mensup idi. Her kabilenin bir önderi vardı. Bunlara, Yakub aleyhisselamın torunları manasına, Esbat-ı Beni İsrail denilirdi. Bu on iki kabilenin hepsi bir araya gelse ve tek bir öndere uysalar, kuvvetleri birleşir ve istediklerini yapabilirlerdi. Fakat onları toparlayacak, bir emir altında birleştirecek bir baş, bir önder lazım idi. Ancak böyle olduğu takdirde kuvvetlerini birleştirip Firavuna karşı koyabilirler ve esaretten kurtulabilirlerdi. O zamandaki Firavun, pek alçak ve çok zalim idi. Firavunlar içinde, onun kadar katı kalbli, onun kadar uzun saltanat süren, Hak tealaya karşı onun kadar büyük konuşan, İsrailoğullarına onun kadar kötü davranan başka birisi görülmemişti. İsrailoğullarına çok eziyet eder; kimini inşaat, kimini ziraat, kimini de kanalizasyon işlerinde çalıştırır; ağır ve çirkin hizmetleri onlara verirdi. Firavunun kendilerini çeşitli işlerde kullanmasında, İsrailoğulları kısım kısım idi. Bazıları dağlarda taş kesip sırtlarında getirirler, bazıları Firavun için köşkler ve saraylar bina ederlerdi. Bir kısmı marangozluk ve demircilik gibi sanatlarda çalışırlardı. Bu işlerde, zorla, zorbalıkla çalıştırılırlardı.

Zayıf ve çalışamayacak durumda olanlara ise vergi konulmuştu. Vergi ödemek durumunda olanlar, her gün güneş batmadan önce, vergisini getirip teslim etmek mecburiyetinde idi. Şayet bunlardan biri güneş batıncaya kadar vergisini getirmez ise, sağ kolu, çözülemeyecek şekilde boynuna asılarak bağlanırdı. Bir ay müddetle öyle kalır ve o kimse çok zahmet çekerdi. Firavunun zulmü altında, İsrailoğulları epeyce zaman işkence ve eziyet gördüler. Firavun çok uzun bir saltanat sürdü. Saltanatı müddetince, bütün gücünü, İsrailoğullarına zahmet vermekte, onları en ağır işlerde çalıştırmakta harcamıştır.

Firavunun rüyası Firavun bir gece rüyasında; Beytülmukaddes’ten çıkan bir ateşin, Mısır’ın evlerini kaplayıp kül ettiğini, Kıbtileri yakıp, İsrailoğullarına dokunmadığını gördü. Korkuyla uyanan Firavun, telaşla hemen kahinleri, sihirbazları, rüya tabircilerini ve müneccimleri çağırdı. Rüyasının tabirini istedi. Onlar rüyayı şöyle tabir ettiler: “Yakında İsrailoğulları içinde bir çocuk dünyaya gelir; mülkü, saltanatı elinizden alır. Sizi ve milletinizi yurdunuzdan çıkarır, dininizi değiştirir. Onun doğacağı zaman çok yakındır.” Bu tabir, Firavun için en acı ve hiç tahammül edilmez bir söz ve mutlaka yok edilmesi icabeden bir tehlike idi. Bunu duyar duymaz, kin ve nefret dolu bir şekilde, kendine yakışan en çirkin kararı verdi.

Merhamet hislerinden tamamen mahrum olduğu için, saltanatına son verecek olan çocuğu ortadan kaldırmak istedi. Bu çocuğun hangi aileden doğacağını bilemediğinden, İsrailoğulları içinde doğacak bütün erkek çocukların derhal öldürülmesini emretti. Memleketindeki ebelerin hepsini toplayıp, onlara; “İsrailoğullarından doğum esnasında kız çocukları dışında, elinize düşen her oğlanı öldürün!” dedi ve başlarına amirler tayin edip, emrin yerine gelmesini temin etti.

Hazreti Musa’nın doğumu İsrailoğulları da büyüklerinden duyarak, içlerinden bir zatın yetişeceğini, kendilerini Firavun ve Kıbtilerin zulmünden kurtaracağını, yine bu zatın, onları, dedelerinin asıl memleketi olan Kenan diyarına götüreceğini biliyorlardı. Bu zatın meydana çıkmasını ümit ediyorlar; bunun bir an önce gerçekleşmesini bekliyorlar; yapılan bütün zulüm ve eziyetlere, bu ümitle sabrediyorlardı. Firavun; kamıştan, keskin bıçak gibi ameliyat aletleri yapılmasını emretti. İsrailoğullarının hamile kadınları zorla yatırılır, bu aletlerle karınları yarılır ve çocukları ayakları arasına düşüverirdi. Bu büyük azap, doğum zamanı gelenlere yapılır ve oğlan çocukları o anda öldürülürdü. İsrailoğullarının çocukları bu şekilde katledildiği gibi, yetişkin erkeklerden bu hale dayanamayıp, karşı çıkanlar da öldürülüyordu.

Bunun üzerine, Kıbtilerin reisi, Firavuna müracaat edip; “Sen, İsrailoğullarının çocuklarını öldürüyorsun. Bu arada yetişkinler de öldürülüyor. Böyle giderse bizim işimiz gayet zor olacak. Zor ve meşakkatli işler bize kalacak!” diyerek endişelerini bildirdi. Firavun, İsrailoğullarına merhamet ettiği için değil, kendi kavmi olan Kıbtilerin ısrarlarının fazlalığı sebebiyle, biraz yumuşar gibi göründü. İstemeye istemeye, İsrailoğullarından doğacak olan erkek çocukların bir sene öldürülüp, ikinci sene öldürülmemesini emretti. Böylece birer sene arayla, doğacak bütün erkek çocuklar öldürülecekti. Firavunun emriyle, doğan bütün erkek çocuklarının öldürüldüğü o sene, Lavi neslinden, yani Hazreti Yakub’un üçüncü oğlu olan Lavi’nin torunlarından Imran isimli bir zatın sulbünden, annesi, Hazreti Musa’ya hamile oldu. Firavunun, doğan çocukları hemen öldürmek üzere, İsrailoğullarına musallat ettiği ebelerden birisi, Hazreti Musa’nın annesinin yakından tanıdığı, samimi olduğu bir kadın idi. Doğum vakti yaklaştığında, Hazreti Musa’nın annesi çocuğuna zarar gelmesi endişesiyle yakın dostu olan o ebeyi çağırıp, gizlice; “İşte benim doğum vaktim geldi. Bugün, dostluğunu, yakınlığını göstereceğin ve bana yardım edeceğin gündür!” diyerek ondan yardım istedi.

O da “Peki” deyip eve geldi. Nihayet doğum gerçekleşti. Hazreti Musa doğar doğmaz, mübarek alnında bir nur parladı. Ebe, bunu görünce, o nurun tesiriyle bütün vücudunun titrediğini hissetti. Kalbine, Allahü teala tarafından, Hazreti Musa’ya karşı büyük bir muhabbet verildi. Ebe, bütün kalbinin, bu nurlu çocuğa muhabbetle dolduğunu hissetti. Kalbinde hissettiği bu görülmemiş muhabbet ile adeta yerinde duramayarak, Hazreti Musa’nın annesine dedi ki: - İyi ki bu doğuma beni davet ettin. Senin bu oğlunu o kadar sevdim ki, başka hiçbir şeyi onun kadar sevmedim. Ben çocuğuna bir zarar vermem ama, senin hamile olduğun, vazifelilerin kayıtlarında vardır. Ben buradan çıktıktan sonra, buraya hemen vazifeliler gelir. Oğlunu iyi muhafaza eyle! Ebe evden çıktıktan sonra, bunları gözetleyen bazı vazifeliler hemen kapıya geldiler. İçeri girmek istiyorlardı. Gelenleri, önce, Hazreti Musa’nın kız kardeşi Meryem gördü. Hemen annesine haber verdi:

- Anneciğim! Kapıda vazifeliler, Firavunun adamları var! Hazreti Musa’nın annesi, neye uğradığını şaşırdı. Sanki aklı başından gitmişti. Ne yaptığını bilmez haldeydi. Çocuğu bir hırkaya sarıp, dışarıdan görünmeyecek şekilde tandırın bir köşesine koydu. Halbuki tandır ateşten çok kızmıştı. Fakat o, bunu telaştan farketmemişti bile. Firavunun adamları içeri girip, her tarafı aradılar. Tandır kızdığından ve orada çocuk olma ihtimali hiç akla gelmediğinden, tandıra bakmadılar. Allahü tealanın hikmeti, Hazreti Musa’nın annesinde de, hiç doğum yapmış bir kadının hali görülmüyordu. Adamlar hayretle Musa aleyhisselamın annesine sordular: - Biraz evvel buraya bir ebe kadın gelmemiş miydi? - O benim tanıdıklarımdan, yakın dostlarımdandır. Beni ziyarete gelmişti.

Bunun üzerine Firavunun adamları çıkıp gittiler. Hazreti Musa’nın annesi bu halin dehşet ve heyecanını üzerinden atamamışken, birden aklı başına geldi. Çocuğu ne yaptığını hatırlayamadı. Orada bulunan kızına sordu: - Çocuk nerede? - Bilmiyorum. Zira annesi çocuğu saklarken, o kapıya bakıyordu. Bu sırada tandırdan çocuğun ağlama sesi duyuldu. Sanki, “Ben buradayım!” diye, hafif bir ağlama ile haber verdi. Annesi can havli ile oraya koştu. Oğlu tandırda idi ve hiçbir zarar görmemişti. Allahü teala ona, kızgın tandırı serin bir yer eylemişti. Aynen, Hazreti İbrahim’e ateşin gülistan olması gibi... Hazreti Musa’nın annesi ilk tehlikeyi böylece atlatmıştı. Ciğerparesi, Firavunun zararından şimdilik korunmuş, yaralı kalbi biraz olsun rahatlamıştı.

Bununla beraber, Firavunun casusları tarafından, doğumun er geç haber alınacağı endişe ve korkusu içindeydi. Bu sırada, Allahü teala, Hazreti Musa’nın annesine; oğlunu emzirip aç bırakmamasını, Firavunun adamlarından bir zarar gelmesi durumunda, onu Nil nehrine bırakmasını, çocuğun kendisine geri verileceğini ve bir de Hazreti Musa’nın peygamber olacağını, bu sebeple korkmamasını ilham etmiştir. Bu durum Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmiştir: (Biz, Musa’nın annesine şöyle ilham ettik: Musa’yı emzir! Ona bir zarar gelmesinden korkarsan, onu Nil nehrine bırak, boğulacağından korkma! Ve ayrılığıyla hüzünlenme, kederlenme! Muhakkak ki biz, yakın zamanda onu sana geri döndürürüz ve onu peygamberlerden eyleriz.) [Kasas 7]

O, bu ilham ile oğlunu bir sandık içinde Nil nehrine bırakmak istedi. Hazreti Musa’nın doğumundan birkaç gün sonra, Kıbtilerden bir marangoza gidip, istediği sandığın vasıflarını bildirdi. Kıbti marangoz hayretle sordu: - Böyle bir sandığı ne yapacaksın ki? O ise yalandan hiç hoşlanmadığı için hakikati olduğu gibi anlattı. Marangoz istediği sandığı yaptı. Musa aleyhisselamın annesinin istediği sandığı yapan marangoz, sonra gidip bunu Firavunun memurlarına haber vermek istedi. Vazifelilerin yanlarına varan marangoz, olanları anlatmaya başlayacağı anda dili tutulup, hiçbir şey konuşamaz oldu. Hiçbir söz söyleyemediği gibi, işaretlerle de hiçbir şey anlatamadı. Marangoza kızan vazifelilerin sabırları taştığından, döverek, hakaretle onu dışarı attılar.

Marangoz ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı içinde dükkanına dönünce, hikmet-i Huda, dili açıldı. Derdini anlatmak için, acele ve heyecanla koşarak, yine vazifelilerin yanına geldi. Güya kendisini müdafaa edecek, haklı bir gaye ile, üstelik onların hoşuna gidecek bir şeyi haber vermek için geldiğini ispat edecekti. Bu sefer dili tutulmakla kalmamış, gözleri de o anda göremez olmuştu. Yine vazifelilerden çok hakaret görüp, dışarı atıldı. Pek perişan ve acınacak hale düştü. Biraz evvel sapasağlam bir kimse iken, şimdi konuşamaz ve göremez olmuştu. Bunun ilahi bir ikaz ve ceza olduğunu anladı. Yaptığına çok pişman oldu. Kendi kendine; “Şayet dilim açılır da bu musibetten kurtulursam, haber vermeye gitmeyeceğim ve bu sırrı hiçbir zaman hiç kimseye söylemeyeceğim!” diye ahdetti.

Bu içten gelen pişmanlık ve ahdin neticesinde dili söyler, gözleri de görür oldu. Marangoz sevincinden, hemen Allahü tealaya iman edip, şükür secdesine kapandı. Böylece, Hazreti Musa’nın annesi büyük bir tehlikeden daha kurtuldu. Bu marangozun yaptığı sandık, hasır örülen bir cins kamıştan yapılmıştı. Hazreti Musa’nın annesi sandığı aldı. İçine pamuk koydu ve Hazreti Musa’yı, büyük bir ihtimam ile sandığa yerleştirdi. Sonra sıkıca kapayıp, bağladı ve Nil nehrine bırakıverdi. Bir anne için, yeni doğmuş bir çocuğu bu şekilde nehre bırakıvermek, elbette çok zor idi. Fakat o, kendisine ilham olunduğu şekilde hareket ediyordu. Sular, sanki onu taşımanın idrakinde imiş gibi, yavaş yavaş, kaldırıp indirerek uzaklaştırdı.

Nil nehri, Firavunun sarayının civarından geçerken, büyük bir kanal ile, içinde sarayın da bulunduğu bahçeye ayrılırdı. Sandık bu kanaldan sarayın yakınına kadar geldi. Su almak için kanala gelen hizmetçiler, sandığı sarayın bahçesindeki ağaçların arasında buldular. İçinde para vardır zannıyla alıp, açmadan Firavunun hanımına götürdüler. Bu arada Firavun, Asiye binti Müzahim ile evlenmişti. Asiye, kavminin seçkin kadınlarından olup, iffet ve cemal sahibi idi. Bu hanım, Yusuf aleyhisselam zamanında Mısır Sultanı olan ve Hazreti Yusuf’a iman eden Reyyan bin Velid’in neslinden idi. Firavunun hanımı olan Asiye, sandığı açınca, şaşırdı. Çünkü akıllara durgunluk verecek güzellikte bir erkek çocuk vardı. Allahü teala Asiye’nin kalbine, bu çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi verdi ve Asiye büyük bir sevgi ile ona bağlanıp hep hizmetinde bulundu.

PEYGAMBERLER TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ









MUSA ALEYHİSSELAM


İsmi ve Nesebi Bütün İsrailoğulları Yakub aleyhisselamın 12 oğlundan çoğalmışlardır. Bu oğullarından Lavi ismindeki oğlu, Nabite isminde bir hanımla evlendi. Bundan; Garsun, Merzi, Merdi ve Kahis adlı çocukları oldu. Kahis 46 yaşında iken, Kahi isimli bir hanımı nikah etti. Kahis’in bu hanımından Yasher isimli bir oğlu oldu. Yasher de büyüyüp yetişince, Semyet isminde bir hanım ile evlendi. Bu evlilikten İmran dünyaya geldi. Yasher uzun bir ömür sürdü. Oğlu İmran, Nüceyb isminde bir hanımla evlendi. (Hazreti Musa’nın annesinin ismi; Yuhabiz, Eyariha ve daha başka şekillerde de bildirilmiştir.) Bu evlilikten ise, Hazreti Harun ve Hazreti Musa doğdu. Musa ismi (Sudan kurtarılmış) ma’nasına gelmekdedir. Hıristiyanlar (Moşe) ve (Möis) diyor.

İsrailoğullarının dramı Tarihçilerin bildirdiklerine göre, Mısır’da hüküm süren ve kendilerine Firavun ismi verilen hükümdarlar vardı. Bunlardan Reyyan bin Velid, Hazreti Yusuf’u, bütün hazinelerin başına Maliye Nazırı olarak tayin eden ve ona inanan, mümin bir zat idi. Reyyan vefat edince, Kabus bin Mus’ab, Firavun (Mısır Sultanı) oldu. Hazreti Yusuf’u vazifeden almadı. Hazreti Yusuf onu imana davet etti, fakat kabul etmedi. Bu ve sonra gelen Firavunlar, İsrailoğullarına kıymet vermediler. Kabus, başkalarına zorla iş yaptıran, çok zalim bir hükümdardı. Hazreti Yusuf, bu hükümdar zamanında vefat etti. Kabus’un saltanatı oldukça uzun sürdü. Sonra helak oldu ve yerine kardeşi Ebü’l Abbas geçti.

Ebü’l Abbas’ın da bundan farkı yoktu. Hatta Kabus’dan daha zengin, daha kibirli, daha zorba ve daha zalim idi. Bu da uzun bir saltanat sürdü. Kabus bin Mus’ab ve kardeşi, Amalika kabilesinden idi. Bu firavun kavmini toplayarak ben sizin rabbinizim diyerek kendisine tapınmaya çağırmıştı. Kendi kavmi ona itaat etmiş, İsrailoğulları ise İbrahim aleyhisselamın bildirdiği atalarının dininden dönmeyi kabul etmemişti. Bunun üzerine Firavun da İsrailoğulları üzerindeki baskıyı daha da artırdı.

Yusuf aleyhisselamdan sonra İsrailoğulları Mısır’da kaldılar. Doksan üç kişilik bir kafile halinde gelen İsrailoğulları, Mısır’da hızla çoğaldılar. Kendileri; Yusuf, Yakub, İshak ve İbrahim’in (aleyhimüsselam) bildirdikleri dine bağlı olup, inanç ve ibadetlerine sıkı sıkıya bağlı idiler. Mısır’ın eski yerlileri olan Kıbt kavmi ise yıldızlara ve putlara taparlardı. Bunlar aynı zamanda İsrailoğullarına hakaret gözüyle bakarlardı. Yusuf aleyhisselam zamanında İsrailoğullarının gördüğü itibar, gün geçtikçe azalarak kaybolmuştu. Hatta ezilen bir sınıf haline gelmişlerdi. Firavunlar da pek zalim, gaddar kimseler oldukları için, tebaaları olan, yani saltanat mülkü içinde bulunan İsrailoğullarını esir gibi çalıştırır, ağır ve meşakkatli işlerde kullanırlardı. Onların günden güne artıp çoğalmalarından ve kendilerine (Kıbt kavmine) galebe çalmalarından endişe ediyorlardı. İsrailoğulları, Kıbt kavminin muamelelerinden, Firavunların baskı ve zulümlerinden tamamen usanmışlardı. Zira İsrailoğulları en ağır işlerde çalıştırılıyordu.

Bu baskılardan kurtulmak için dedelerinin, yani Yakub aleyhisselamın yurdu olan Kenan diyarına gitmek istedilerse de, bir türlü yakalarını Firavunun pençesinden kurtarıp Mısır’dan dışarı çıkamadılar. Zira Mısırlılar için onlar, her işe gönderilen, icabında bedava çalıştırılan bir işçi idiler. On iki kabile olan İsrailoğullarının her bir bölüğü, Hazreti Yakub’un oğullarından birine mensup idi. Her kabilenin bir önderi vardı. Bunlara, Yakub aleyhisselamın torunları manasına, Esbat-ı Beni İsrail denilirdi. Bu on iki kabilenin hepsi bir araya gelse ve tek bir öndere uysalar, kuvvetleri birleşir ve istediklerini yapabilirlerdi. Fakat onları toparlayacak, bir emir altında birleştirecek bir baş, bir önder lazım idi. Ancak böyle olduğu takdirde kuvvetlerini birleştirip Firavuna karşı koyabilirler ve esaretten kurtulabilirlerdi. O zamandaki Firavun, pek alçak ve çok zalim idi. Firavunlar içinde, onun kadar katı kalbli, onun kadar uzun saltanat süren, Hak tealaya karşı onun kadar büyük konuşan, İsrailoğullarına onun kadar kötü davranan başka birisi görülmemişti. İsrailoğullarına çok eziyet eder; kimini inşaat, kimini ziraat, kimini de kanalizasyon işlerinde çalıştırır; ağır ve çirkin hizmetleri onlara verirdi. Firavunun kendilerini çeşitli işlerde kullanmasında, İsrailoğulları kısım kısım idi. Bazıları dağlarda taş kesip sırtlarında getirirler, bazıları Firavun için köşkler ve saraylar bina ederlerdi. Bir kısmı marangozluk ve demircilik gibi sanatlarda çalışırlardı. Bu işlerde, zorla, zorbalıkla çalıştırılırlardı.

Zayıf ve çalışamayacak durumda olanlara ise vergi konulmuştu. Vergi ödemek durumunda olanlar, her gün güneş batmadan önce, vergisini getirip teslim etmek mecburiyetinde idi. Şayet bunlardan biri güneş batıncaya kadar vergisini getirmez ise, sağ kolu, çözülemeyecek şekilde boynuna asılarak bağlanırdı. Bir ay müddetle öyle kalır ve o kimse çok zahmet çekerdi. Firavunun zulmü altında, İsrailoğulları epeyce zaman işkence ve eziyet gördüler. Firavun çok uzun bir saltanat sürdü. Saltanatı müddetince, bütün gücünü, İsrailoğullarına zahmet vermekte, onları en ağır işlerde çalıştırmakta harcamıştır.

Firavunun rüyası Firavun bir gece rüyasında; Beytülmukaddes’ten çıkan bir ateşin, Mısır’ın evlerini kaplayıp kül ettiğini, Kıbtileri yakıp, İsrailoğullarına dokunmadığını gördü. Korkuyla uyanan Firavun, telaşla hemen kahinleri, sihirbazları, rüya tabircilerini ve müneccimleri çağırdı. Rüyasının tabirini istedi. Onlar rüyayı şöyle tabir ettiler: “Yakında İsrailoğulları içinde bir çocuk dünyaya gelir; mülkü, saltanatı elinizden alır. Sizi ve milletinizi yurdunuzdan çıkarır, dininizi değiştirir. Onun doğacağı zaman çok yakındır.” Bu tabir, Firavun için en acı ve hiç tahammül edilmez bir söz ve mutlaka yok edilmesi icabeden bir tehlike idi. Bunu duyar duymaz, kin ve nefret dolu bir şekilde, kendine yakışan en çirkin kararı verdi.

Merhamet hislerinden tamamen mahrum olduğu için, saltanatına son verecek olan çocuğu ortadan kaldırmak istedi. Bu çocuğun hangi aileden doğacağını bilemediğinden, İsrailoğulları içinde doğacak bütün erkek çocukların derhal öldürülmesini emretti. Memleketindeki ebelerin hepsini toplayıp, onlara; “İsrailoğullarından doğum esnasında kız çocukları dışında, elinize düşen her oğlanı öldürün!” dedi ve başlarına amirler tayin edip, emrin yerine gelmesini temin etti.

Hazreti Musa’nın doğumu İsrailoğulları da büyüklerinden duyarak, içlerinden bir zatın yetişeceğini, kendilerini Firavun ve Kıbtilerin zulmünden kurtaracağını, yine bu zatın, onları, dedelerinin asıl memleketi olan Kenan diyarına götüreceğini biliyorlardı. Bu zatın meydana çıkmasını ümit ediyorlar; bunun bir an önce gerçekleşmesini bekliyorlar; yapılan bütün zulüm ve eziyetlere, bu ümitle sabrediyorlardı. Firavun; kamıştan, keskin bıçak gibi ameliyat aletleri yapılmasını emretti. İsrailoğullarının hamile kadınları zorla yatırılır, bu aletlerle karınları yarılır ve çocukları ayakları arasına düşüverirdi. Bu büyük azap, doğum zamanı gelenlere yapılır ve oğlan çocukları o anda öldürülürdü. İsrailoğullarının çocukları bu şekilde katledildiği gibi, yetişkin erkeklerden bu hale dayanamayıp, karşı çıkanlar da öldürülüyordu.

Bunun üzerine, Kıbtilerin reisi, Firavuna müracaat edip; “Sen, İsrailoğullarının çocuklarını öldürüyorsun. Bu arada yetişkinler de öldürülüyor. Böyle giderse bizim işimiz gayet zor olacak. Zor ve meşakkatli işler bize kalacak!” diyerek endişelerini bildirdi. Firavun, İsrailoğullarına merhamet ettiği için değil, kendi kavmi olan Kıbtilerin ısrarlarının fazlalığı sebebiyle, biraz yumuşar gibi göründü. İstemeye istemeye, İsrailoğullarından doğacak olan erkek çocukların bir sene öldürülüp, ikinci sene öldürülmemesini emretti. Böylece birer sene arayla, doğacak bütün erkek çocuklar öldürülecekti. Firavunun emriyle, doğan bütün erkek çocuklarının öldürüldüğü o sene, Lavi neslinden, yani Hazreti Yakub’un üçüncü oğlu olan Lavi’nin torunlarından Imran isimli bir zatın sulbünden, annesi, Hazreti Musa’ya hamile oldu. Firavunun, doğan çocukları hemen öldürmek üzere, İsrailoğullarına musallat ettiği ebelerden birisi, Hazreti Musa’nın annesinin yakından tanıdığı, samimi olduğu bir kadın idi. Doğum vakti yaklaştığında, Hazreti Musa’nın annesi çocuğuna zarar gelmesi endişesiyle yakın dostu olan o ebeyi çağırıp, gizlice; “İşte benim doğum vaktim geldi. Bugün, dostluğunu, yakınlığını göstereceğin ve bana yardım edeceğin gündür!” diyerek ondan yardım istedi.

O da “Peki” deyip eve geldi. Nihayet doğum gerçekleşti. Hazreti Musa doğar doğmaz, mübarek alnında bir nur parladı. Ebe, bunu görünce, o nurun tesiriyle bütün vücudunun titrediğini hissetti. Kalbine, Allahü teala tarafından, Hazreti Musa’ya karşı büyük bir muhabbet verildi. Ebe, bütün kalbinin, bu nurlu çocuğa muhabbetle dolduğunu hissetti. Kalbinde hissettiği bu görülmemiş muhabbet ile adeta yerinde duramayarak, Hazreti Musa’nın annesine dedi ki: - İyi ki bu doğuma beni davet ettin. Senin bu oğlunu o kadar sevdim ki, başka hiçbir şeyi onun kadar sevmedim. Ben çocuğuna bir zarar vermem ama, senin hamile olduğun, vazifelilerin kayıtlarında vardır. Ben buradan çıktıktan sonra, buraya hemen vazifeliler gelir. Oğlunu iyi muhafaza eyle! Ebe evden çıktıktan sonra, bunları gözetleyen bazı vazifeliler hemen kapıya geldiler. İçeri girmek istiyorlardı. Gelenleri, önce, Hazreti Musa’nın kız kardeşi Meryem gördü. Hemen annesine haber verdi:

- Anneciğim! Kapıda vazifeliler, Firavunun adamları var! Hazreti Musa’nın annesi, neye uğradığını şaşırdı. Sanki aklı başından gitmişti. Ne yaptığını bilmez haldeydi. Çocuğu bir hırkaya sarıp, dışarıdan görünmeyecek şekilde tandırın bir köşesine koydu. Halbuki tandır ateşten çok kızmıştı. Fakat o, bunu telaştan farketmemişti bile. Firavunun adamları içeri girip, her tarafı aradılar. Tandır kızdığından ve orada çocuk olma ihtimali hiç akla gelmediğinden, tandıra bakmadılar. Allahü tealanın hikmeti, Hazreti Musa’nın annesinde de, hiç doğum yapmış bir kadının hali görülmüyordu. Adamlar hayretle Musa aleyhisselamın annesine sordular: - Biraz evvel buraya bir ebe kadın gelmemiş miydi? - O benim tanıdıklarımdan, yakın dostlarımdandır. Beni ziyarete gelmişti.

Bunun üzerine Firavunun adamları çıkıp gittiler. Hazreti Musa’nın annesi bu halin dehşet ve heyecanını üzerinden atamamışken, birden aklı başına geldi. Çocuğu ne yaptığını hatırlayamadı. Orada bulunan kızına sordu: - Çocuk nerede? - Bilmiyorum. Zira annesi çocuğu saklarken, o kapıya bakıyordu. Bu sırada tandırdan çocuğun ağlama sesi duyuldu. Sanki, “Ben buradayım!” diye, hafif bir ağlama ile haber verdi. Annesi can havli ile oraya koştu. Oğlu tandırda idi ve hiçbir zarar görmemişti. Allahü teala ona, kızgın tandırı serin bir yer eylemişti. Aynen, Hazreti İbrahim’e ateşin gülistan olması gibi... Hazreti Musa’nın annesi ilk tehlikeyi böylece atlatmıştı. Ciğerparesi, Firavunun zararından şimdilik korunmuş, yaralı kalbi biraz olsun rahatlamıştı.

Bununla beraber, Firavunun casusları tarafından, doğumun er geç haber alınacağı endişe ve korkusu içindeydi. Bu sırada, Allahü teala, Hazreti Musa’nın annesine; oğlunu emzirip aç bırakmamasını, Firavunun adamlarından bir zarar gelmesi durumunda, onu Nil nehrine bırakmasını, çocuğun kendisine geri verileceğini ve bir de Hazreti Musa’nın peygamber olacağını, bu sebeple korkmamasını ilham etmiştir. Bu durum Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmiştir: (Biz, Musa’nın annesine şöyle ilham ettik: Musa’yı emzir! Ona bir zarar gelmesinden korkarsan, onu Nil nehrine bırak, boğulacağından korkma! Ve ayrılığıyla hüzünlenme, kederlenme! Muhakkak ki biz, yakın zamanda onu sana geri döndürürüz ve onu peygamberlerden eyleriz.) [Kasas 7]

O, bu ilham ile oğlunu bir sandık içinde Nil nehrine bırakmak istedi. Hazreti Musa’nın doğumundan birkaç gün sonra, Kıbtilerden bir marangoza gidip, istediği sandığın vasıflarını bildirdi. Kıbti marangoz hayretle sordu: - Böyle bir sandığı ne yapacaksın ki? O ise yalandan hiç hoşlanmadığı için hakikati olduğu gibi anlattı. Marangoz istediği sandığı yaptı. Musa aleyhisselamın annesinin istediği sandığı yapan marangoz, sonra gidip bunu Firavunun memurlarına haber vermek istedi. Vazifelilerin yanlarına varan marangoz, olanları anlatmaya başlayacağı anda dili tutulup, hiçbir şey konuşamaz oldu. Hiçbir söz söyleyemediği gibi, işaretlerle de hiçbir şey anlatamadı. Marangoza kızan vazifelilerin sabırları taştığından, döverek, hakaretle onu dışarı attılar.

Marangoz ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı içinde dükkanına dönünce, hikmet-i Huda, dili açıldı. Derdini anlatmak için, acele ve heyecanla koşarak, yine vazifelilerin yanına geldi. Güya kendisini müdafaa edecek, haklı bir gaye ile, üstelik onların hoşuna gidecek bir şeyi haber vermek için geldiğini ispat edecekti. Bu sefer dili tutulmakla kalmamış, gözleri de o anda göremez olmuştu. Yine vazifelilerden çok hakaret görüp, dışarı atıldı. Pek perişan ve acınacak hale düştü. Biraz evvel sapasağlam bir kimse iken, şimdi konuşamaz ve göremez olmuştu. Bunun ilahi bir ikaz ve ceza olduğunu anladı. Yaptığına çok pişman oldu. Kendi kendine; “Şayet dilim açılır da bu musibetten kurtulursam, haber vermeye gitmeyeceğim ve bu sırrı hiçbir zaman hiç kimseye söylemeyeceğim!” diye ahdetti.

Bu içten gelen pişmanlık ve ahdin neticesinde dili söyler, gözleri de görür oldu. Marangoz sevincinden, hemen Allahü tealaya iman edip, şükür secdesine kapandı. Böylece, Hazreti Musa’nın annesi büyük bir tehlikeden daha kurtuldu. Bu marangozun yaptığı sandık, hasır örülen bir cins kamıştan yapılmıştı. Hazreti Musa’nın annesi sandığı aldı. İçine pamuk koydu ve Hazreti Musa’yı, büyük bir ihtimam ile sandığa yerleştirdi. Sonra sıkıca kapayıp, bağladı ve Nil nehrine bırakıverdi. Bir anne için, yeni doğmuş bir çocuğu bu şekilde nehre bırakıvermek, elbette çok zor idi. Fakat o, kendisine ilham olunduğu şekilde hareket ediyordu. Sular, sanki onu taşımanın idrakinde imiş gibi, yavaş yavaş, kaldırıp indirerek uzaklaştırdı.

Nil nehri, Firavunun sarayının civarından geçerken, büyük bir kanal ile, içinde sarayın da bulunduğu bahçeye ayrılırdı. Sandık bu kanaldan sarayın yakınına kadar geldi. Su almak için kanala gelen hizmetçiler, sandığı sarayın bahçesindeki ağaçların arasında buldular. İçinde para vardır zannıyla alıp, açmadan Firavunun hanımına götürdüler. Bu arada Firavun, Asiye binti Müzahim ile evlenmişti. Asiye, kavminin seçkin kadınlarından olup, iffet ve cemal sahibi idi. Bu hanım, Yusuf aleyhisselam zamanında Mısır Sultanı olan ve Hazreti Yusuf’a iman eden Reyyan bin Velid’in neslinden idi. Firavunun hanımı olan Asiye, sandığı açınca, şaşırdı. Çünkü akıllara durgunluk verecek güzellikte bir erkek çocuk vardı. Allahü teala Asiye’nin kalbine, bu çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi verdi ve Asiye büyük bir sevgi ile ona bağlanıp hep hizmetinde bulundu.

Hazreti Musa Firavunun sarayında Doğan çocukları öldürmekle vazifeli olanlar, bir çocuk bulunduğunu haber alınca, doğruca Hazreti Asiye’nin yanına gelerek, çocuğu öldürmek istediler. Hazreti Asiye, onlara dedi ki: - Sabredin! Bu çocuk İsrailoğullarını arttırmaz ya... Ben Firavuna gidip, onu bana bağışlamasını isteyeceğim. Bağışlarsa, iyilik etmiş olursunuz. Şayet öldürülmesini emrederse, o zaman size ne sözüm olur ki? Sonra bebeği Firavuna götürdü. Firavun, bebeğin öldürülmesini isteyerek dedi ki: - Bunun İsrailoğullarından olmasından korkarım. Bu, bizim elinde helak olacağımız ve onun sebebiyle mülkümüzün elimizden gideceği kişi olabilir. Hazreti Musa’ya candan bağlanan Hazreti Asiye, “Bu çocuk, benim ve senin göz nurumuz olsun. Onu öldürmeyin! Olur ki, bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz.” diyerek, Firavun, çocuğu kendisine bağışlayıncaya kadar susmadan hep konuştu.

Hatta, bu çocuğun İsrailoğullarından olduğunun kat’i belli olmadığını, başka bir kavimden olma ihtimalinin de bulunduğunu bildirdi. Firavun, bu ısrar karşısında, öldürmek fikrinden vazgeçti. Onu evlat edinmek hususunda ise; “Ben istemem, senin olsun!” dedi. Tefsir alimleri; (Şayet, Asiye gibi Firavun da Musa aleyhisselamı benimsemiş olsa ve; “Evet, beraberce bunu evlat edinelim!” deseydi, Allahü teala, Asiye’ye nasip ettiği gibi, ona da hidayet verirdi.) diye bildirmişlerdir. İşte o günden sonra, Hazreti Musa, Firavunun sarayında yetişmeye başladı. Ne garip bir tecelli ve ne büyük bir hikmettir ki, Firavun, bir taraftan bu çocuğu aramak, bulmak ve ortadan kaldırmak için hazineler sarfediyor; binlerce masum yavrunun kanını akıtıyor; bağrı yanık anaların, gözü yaşlı babaların yüreklerini dağlıyor; bir taraftan da aradığı çocuğu bizzat kendi eliyle besleyip büyütüyordu. Hem de tam bir hürmet ve büyük bir ihtimam ile yetiştiriliyordu. Buna benzer misallere tarihte çok rastlanmıştır. Ekseri zalimlerin, kendi ellerinde besledikleri, kendisini pek aşağı gördüğü, hatta hizmetçi eyledikleri kimselerin elinde helak edilmesinde çeşitli hikmetler vardır. Allahü teala, o zalimlerden intikamını başka suretle de almaya elbette kadir olup, her şeye gücü yeter.

Hazreti Musa’nın süt annesi Sarayda, Asiye tarafından evlat edinilen Hazreti Musa için, o gün bir süt anne bulunması kararlaştırıldı. Ne kadar süt anneler bulunduysa da, bebek hiçbirini emmedi. Zira ilahi takdir onun yabancı kadından emmesine izin vermiyordu. Zira onun, annesine iade edileceğine dair hüküm verilmişti. Diğer taraftan, Hazreti Musa’nın annesi, çocuğunu Nil nehrine bıraktıktan sonra, dikkat çekmemesi için sandığı kendisi takip etmemişti. Bu görevi Hazreti Musa’nın kız kardeşi Meryem’e vererek dedi ki: - Kardeşinin ardı sıra git! Onu takip et! Ne olduğunu anlayıp, bana haber getir! Meryem, kardeşi Musa’nın bulunduğu sandığı takip etmişti. Sandığın Firavunun sarayına götürüldüğünü, çocuğu emzirmek için süt anne arandığını, bunun için pek çok kadının saraya geldiğini gördü.

Hatta gelen kadınlarla birlikte saraya girdi. Musa aleyhisselamın, onlardan hiçbirinin sütünü emmediğini görünce, sevinerek dedi ki: - Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim ve onun buraya gelmesinde size yardım edeyim mi? Meryem, her ne kadar durumu sezdirmemeye azami gayret gösteriyor, heyecanını gizlemeye çalışıyorsa da, diğer insanlardan farklı bir halinin olduğu belliydi. Bunu ilk farkeden, Firavunun veziri Haman oldu. Haman, Meryem’e çıkıştı: - Senin telaşın nedir ki, ona süt annelik yapacak birini bildiğini söylüyorsun? Yoksa bu çocuk senin kardeşin mi ha?!. Meryem, durumun ne kadar hassas olduğunu bildiğinden, hemen kendini toparlayarak cevap verdi:

- Sarayda bulunanların, süt anne bulmak için olan telaş ve gayretlerini gördüğümden, onlara yardımcı olmak istedim, o kadar... Meryem böyle söyleyince, hemen onunla ilgilenerek dediler ki: - Sen tanıyorsan, onu bulmamızda bize yardımcı ol! - O benim annemdir. - Annenin oğlu var mıdır? - Harun isminde bir oğlu vardır. Çocukların öldürülmediği sene doğmuştu. - Bu söylediklerin gerçekten doğru ise, o kadını getir! Meryem, sevinç ve heyecanla annesinin yanına döndü ve olanları haber verdi. Sonra da annesini Firavunun sarayına götürdü. Annesi saraya geldiğinde, oğlu, Firavunun ellerinde ağlıyor, Firavun ise onu dindirmeye çalışıyordu.

Oraya giren annesi, çocuğu kucağına alır almaz, sesini kesti. Sütünü kabul edip, emmeye başladı. Firavun da günde bir dinar ücretle, Musa’yı ona, süt çocuğu olarak verdi. Bundan sonra, Hazreti Musa’nın annesi, oğlunu alıp evine götürdü. Böylece Allahü tealanın, “... Muhakkak ki, biz yakın zamanda onu sana geri döndürürüz...” şeklindeki vaadi gerçekleşmiş oldu. Nitekim Kasas suresinin 13. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (İşte böylece biz, Musa’yı annesine iade ettik. Ta ki onunla gözü aydın olsun. Onun ayrılığıyla hüzün çekmesin. Ve Allahü tealanın vaadinin şüphesiz bir hak olduğunu bilsin. Lakin insanların çoğu, Allahü tealanın vaadinin hak olduğunu bilmez.) Hazreti Musa’nın annesi, evladının Firavunun eline geçtiğini öğrenince, çok üzülmüştü.

Fakat Allahü teala ona sabır ihsan ederek kendine hakim olmuş; böylece sabrının karşılığını görmüştü. Hazreti Musa’nın, diğer süt annelerin sütlerini emmediği halde, bu hanımın sütünü emdiğini anlayan vezir Haman; Hazreti Musa’nın annesine dedi ki: - Bu çocuk, senden evvel başka kadınların sütünü hiç kabul etmediği halde, senin sütünü kabul ettiğine göre, sen her halde bu çocuğun annesisin! - Ey melik! Ben hoş kokulu, sütü tatlı olan bir kadınım. Her çocuk benim kokumu duyunca, hemen bana sarılır ve sütümü emer. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi birden; “Doğru söylüyorsun!” diye iltifat ettiler ve her biri ona altın ve cevahirden, çeşitli hediyeler verdiler.

Böylece Asiye’nin evlat edindiği Hazreti Musa’ya süt anne bulunmuştu. Asiye; Musa aleyhisselamın annesine dedi ki: - Yanımda, sarayda kal! Bu çocuğu burada emzir! Muhakkak ki ben, hiçbir şeyi bu çocuk kadar sevmiyorum. Hazreti Musa’nın annesi, evindeki çocuğu Harun aleyhisselamdan bahsederek şöyle cevap verdi: - Evimi ve evimdeki çocuğumu terk edemem, helak olurlar. Müsaadeniz olur, gönlünüz rahat ederse, çocuğu bana verin, evime götürüp, ona bakayım. Benimle olduğu müddetçe ona iyilikten başka bir şey yapmam. Aksi halde evimi ve evdeki çocuğumu bırakamam. Onun, oğlu Hazreti Musa’ya olan şefkatinin çokluğu sebebiyle; “Her hal ve şart altında, onu emzirmeye, ona bakmaya hazırım!” demeyip de; “Evime götürmeye müsaade ederseniz ona süt annelik yaparım. Aksi halde evimi ve çocuğumu terk edemem!” gibi Asiye’yi zorlayıcı bir ifade kullanmasının sebebi vardı.

Çünkü Allahü teala, kendisine çocuğunu yakın zamanda iade edeceğini vadetmişti. Kat’i olarak biliyordu ki, Allahü tealanın vaadi haktır ve mutlaka gerçekleşir. Nihayet Asiye bu teklifi kabul etti ve annesi, Hazreti Musa’yı alıp evlerine getirdi. Ciğerparesini, nehre emanet ederken gönlü mahzun; Firavunun eline geçtiğini işitince de öldürecekleri endişesiyle perişan vaziyette olan gönlü yaralı anne, ertesi gün her türlü afetten kurtulmuş, her haliyle rahat ve neşeli idi. Firavunun sarayında herkesten iltifat görüyor, her birinden çok kıymetli hediyeler alıyor ve işin en mühimi de, zayi olmasından korktuğu ciğerparesi kucağında bulunuyordu. Bu anda onun kalbinde bulunan rahatlık ve süruru dile getirmek elbette mümkün değildir. Hazreti Musa’nın annesi, çocuğu kucağında olarak evine geldiği zaman, sevinç gözyaşları döküyor, Allahü tealaya çok şükrediyor, yerinde duramıyor, adeta kendisini kaplayan sevinç ile uçuyordu.

Bütün bu heyecan ve coşku esnasında, kendini tutamayıp; “Bu bir süt çocuğu değil, benim kendi öz evladım, ciğerparemdir!” diye haykırıverse, durum tamamen tersine dönebilirdi. O ise, bunu pekala biliyor ve kendini tutmaya bilhassa gayret sarfediyordu. Allahü teala onu muhafaza etti ve bu hususta bir tek kelam söylettirmedi. Musa aleyhisselam biraz gelişip, hareket etmeye başlayınca, Asiye, Hazreti Musa’nın annesine; “Çocuğumu bana getirmeni istiyorum!” dedi. Sonra görüşmenin sarayda yapılması için aralarında bir gün tayin ettiler. Asiye, hususi adamlarına ve memurlarına da dedi ki: - Biriniz noksan olmamak üzere, hepiniz, oğlumu hediye ile karşılayacaksınız! Hakkınızdaki kanaatim, karşılama esnasında göstereceğiniz dikkate ve ona vereceğiniz hediyelere bağlıdır! Annesi ile birlikte evlerinden alınan Hazreti Musa, sarayda Asiye’nin odasına götürüldü. Görülmemiş bir karşılama merasimi yapıldı. Evlerinden çıkıp, saraydaki hususi odaya girinceye kadar, her adımda, kıymetli hediyeler takdim edildi. İçeriye girince, Asiye çok sevindi. Muhabbetle sarılıp, onu sevdi. Çok ikramda bulundu. Annesinin, çocuğa çok iyi bakmış olmasına da hayran oldu. Sonra çocuğun, Firavuna götürülmesini, onun da ikramda bulunacağını söyledi.

Hazreti Musa’yı Firavuna götürdüler. Firavun onu alıp, kucağına oturttu. Firavunun sakalı çok uzundu. Musa aleyhisselam, Firavunun sakalını yakalayıp sertçe çekti. Hatta kıl da kopardı. Yüzüne bir de tokat attı ve elindeki kamçı ile de Firavunun başına vurdu. Firavun çok kızdı ve bunu kötüye yorumlayıp; “Aradığım düşmanım budur!” dedi. Çocuk boğazlayan adamlarına, onu öldürmeleri için haber gönderdi. Firavunun hanımı Asiye, bu haberi öğrenince, koşarak Firavunun yanına gelerek sordu: - Bana bağışladığın bu çocuk hakkında ne yapmayı düşündün? Firavun da Musa aleyhisselamın yaptıklarını anlattı. Asiye dedi ki: - O çocuktur, aklı ermez. Bunu çocukluğundan yaptı. Ben şimdi ona bir iş yapayım da, o zaman benim haklı olduğumu anlayacaksın. Altın, yakut gibi kıymetli şeyler ile birlikte bir de ateşin korunu önüne koyayım. Yakutu alırsa, akıllıdır.

O zaman onu öldürt! Ateş parçasını alırsa, anla ki çocuktur. Hazreti Asiye, Hazreti Musa’nın yanına, içinde altın ve yakut olan bir tabak ile yine içinde ateş koru bulunan başka bir tabak koydu. Musa aleyhisselam, elini mücevhere uzatırken, Cebrail aleyhisselam, elini ateş koru bulunan tabak tarafına çevirdi. Musa aleyhisselam bir ateş parçası alıp, ağzına koyuverdi. Ateş, mübarek diline değdi ve yaktı. Böylece dilinde az bir yara meydana geldi. (Bu yara, konuşmasına tesir etmişti. Ta ki, ilk olarak Tur dağına çıktığında, dilindeki bu halin gitmesi için Allahü tealaya dua etti. Allahü teala da kabul edip, artık o halden eser kalmadı ve peygamberliği müddetince de çok fasih, düzgün ve en güzel şekilde konuştu.) Bunun üzerine Asiye, Firavuna şöyle dedi: - Yaptığının, düşündüğünün doğru olmadığını gördün mü? O çocuktur, ne yaptığını bilmez! Bunun üzerine Firavun da öldürmekten vazgeçti. Bu yolla da Allahü teala, Firavunun yapacağı kötülüğü ondan çevirdi.

Hazreti Musa’nın Kıptiyi öldürmesi Hazreti Musa Firavunun sarayında izzet ve ikram içinde kaldı. Allahü teala, Firavuna ve bütün insanlara onu sevdirdi. Onu gören herkes, kalbinde ona karşı bir muhabbet hasıl olduğunu hissederdi. Allahü teala, onun gözlerine öyle bir güzellik vermişti ki, kendisini görenin, onu sevmemesi, ona aşık olmaması mümkün değildi. Bu hususta ayet-i kerimede mealen, ([Ya Musa! Sevilmen] ve benim nezaretimde yetiştirilmen için, sana, kendimden sevgi verdim.) [Taha 39] buyuruldu. Müfessirler; yukarıdaki ayet-i kerimenin meali; “Her görene seni sevdirdim. Hatta Firavuna seni sevdirdim de, onun şerrinden, zararından kurtuldun. Asiye binti Müzahim de seni sevdi ve evlat edindi.” şeklindedir, demişlerdir. Hazreti Musa bu şekilde Firavunun sarayında yetişti, büyüyüp gelişti. Artık, Firavunun binek hayvanlarına biner, onun giydiği gibi kıymetli elbiseler giyerdi. İnsanların çoğu, Firavunun oğlu zannedip, süt çocuğu olarak geldiğini bilmezlerdi. Çok kimse onun sebebiyle haksızlıktan ve alay edilmekten kurtuldu. Kırk yaşına gelince, akrabalarını öğrenip, onların yanına gitti. Onları ziyaret etti.

Musa aleyhisselam rüşd ve olgunluğa kavuşup, kendine ilim ve hikmet verilince, Firavunun dininin batıl, bozuk olduğunu bildi. Zaten Allahü teala, diğer peygamberler gibi onu da muhafaza etmiş, Allahü tealadan başkasına ibadet etmek bir yana, böyle şeylere hiç yaklaşmamıştı. Hikmet ve ilim verilince, Firavunun ve çevresinin dinlerinin bozukluğunu, daha iyi anladı. Bundan sonra, Firavunun ve kavminin içinde bulundukları hali ayıplamaya, onların zulüm yaptıklarını anlatmaya başladı. Hazreti Asiye’nin her türlü gayretine, yatıştırmaya çalışmasına rağmen, Firavun ve onun kavmi olan Kıbtiler, Hazreti Musa’yı aralarından ayırmaya, yanlarından uzaklaştırmaya çalıştılar. Korkutmaya kalkıştılar. Hazreti Musa da onların arasından ayrılıp çıktı. Bu sebeple, Firavunun bulunduğu beldeye, gizlice girerdi.

Çünkü Kıbtiler tehdit ediyorlardı. Bir de onlar her kötülüğü yapabilirlerdi. Hazreti Musa, birgün Münif isimli bir beldede, Mısırlı bir Kıbti kafirinin, İsrailoğullarından birine işkence ettiğini gördü. İşkence gören Samiri isminde biri, hasmı da Fatun isminde Firavunun ekmekçisi idi. Fatun, sarayın mutfağı için odun satın almış ve Samiri’ye; “Bu odunları taşı!” demişti. Taşımayınca da ona zulmetmeye başlamıştı. Samiri, kendine haksızlık yapan Mısırlıya karşı, Hazreti Musa’dan yardım istedi. Musa aleyhisselam Samiri’yi onun elinden kurtarmaya çalıştı. Eliyle Kıbtinin göğsüne vurunca, adam düşüp ölüverdi. Hazreti Musa yaptığı bu işten mahcup oldu ve Allahü tealaya şöyle niyazda bulundu:

Alıntı ile Cevapla
  #2  
Alt 13.02.24, 20:08
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

HARUN ALEYHİSSELAM


Nesebi ve yetişmesi Hazreti Harun, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hazreti Musa’nın ana baba bir, büyük kardeşidir. Babasının ismi, İmran bin Yasher’dir. Soy itibarıyla Yakub aleyhisselamın oğullarından Lavi’ye dayanır. Mısır’da doğdu. Musa aleyhisselamdan üç sene önce Tur-i Sina’da vefat etti. Harun aleyhisselam, İsrailoğulları üzerine Firavun’un ve Kıptilerin zulüm ve baskılarının arttığı sırada doğdu. Çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçti. Musa aleyhisselama peygamberlik emri bildirildikten sonra, Harun aleyhisselama da peygamberlik emri bildirildi. Musa aleyhisselamla birlikte Firavun’a gitmeleri, onu ve avenesini Allahü tealaya imana davet etmeleri emredildi.

Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselamla birlikte Firavun’u ve adamlarını hak dine inanmaya davet ettiler. Kendisinin tanrı olduğunu iddia eden ve insanların kendisine secde etmelerini isteyen Firavun, Musa ve Harun aleyhimesselamın davetini kabul etmedi. İlk önce alay edip hakaret dolu sözler sarf etti. Musa aleyhisselama inananlara ve İsrailoğullarına korkunç zulümler yaptırdı. İsrailoğulları, durumlarını Musa ve Harun aleyhimesselama bildirip, dua istediler. Allahü teala, Firavun ve kavmine ikaz olarak musibetler gönderdi. Musa ve Harun aleyhimesselam, Allahü tealanın emriyle İsrailoğullarını Mısır’dan çıkarıp, Kızıldeniz’den yürüyerek Sina Yarımadası’na geçtiler. Firavun ve ordusu da geçmek için denize yürüyünce, küfür ve azgınlıklarının cezası olarak, boğulup helak oldular.

Musa aleyhisselam, kavmiyle beraber Tih çölünde bulunduğu sırada, Allahü tealadan gelen vahiy ile Tevrat-ı şerifi almak üzere, Tur dağına çağrıldı. Kırk gün süren bu yolculuğa çıkmadan önce, ağabeyi Harun aleyhisselamı yerine vekil bırakarak dedi ki: - Ey nübüvvet sahibi kardeşim! Ben Tur’a gidiyorum. Sen kavmimin içinde benim halifem ol. Onları gözet, onların neleri yapıp, neleri terk ettiklerine dikkat et. İçlerinde düzeltilmesi icap edenleri ıslah eyle. Onların dünya ve ahiret işlerine dair ıslaha muhtaç işlerini hallet.

Onlara yumuşak davran ve ihsan edici ol ve müfsitlerin, bozguncuların yoluna tabi olma. Musa aleyhisselamın; “Bozguncuların yoluna tabi olma!” buyurmasının sebebini, alimlerimiz şöyle bildiriyor: İsrailoğulları, daha önce Allahü tealanın düşmanları olan Firavun ve kavmi üzerine verdiği musibetleri ve Musa aleyhisselamın mucizelerini açık seçik gördükleri halde, Hakka ve hakikate uymayan isteklerde bulunmuşlardı. Firavunun zulmünden kurtulup, denizi geçtikten sonra, putlara tapan bir kavme rastlayınca, Musa aleyhisselamdan kendileri için put yapmasını istemişlerdi.

Musa aleyhisselam, işte bu sebeple kardeşi Harun aleyhisselama, İsrailoğullarından gelebilecek bu şekildeki isteklere karşı tedbirli olmasını tavsiye etti. Musa aleyhisselamın Allahü teala ile konuşmak ve Tevrat’ı almak üzere gitmesinden sonra, İsrailoğulları arasında itibar sahibi olarak bilinen Samiri adında bir münafık; İsrailoğullarının yanlarında bulunan altın ve gümüşten yapılan süs eşyalarının haram olduğunu ve bunların atılması gerektiğini söyleyerek fitne çıkardı. İsrailoğullarının çoğu Hazreti Harun’u dinlemeyerek Samiri’nin teşvikiyle bir çukur kazıp, süs eşyalarını oraya attılar.

Samiri, atılan altın ve gümüşleri bir kuyumcuya erittirdi. Eritilen altınlardan bir buzağı heykeli yaptı. Samiri, yaptığı buzağının, İsrailoğullarının ilahı olduğunu söyleyerek, onları bu buzağıya ibadet etmeye çağırdı. Harun aleyhisselam, kavminin, Samiri’nin hilesine aldanmak suretiyle altından yapılan buzağı heykeline tapıp, ibadet ettiğini gördü. Onların bu cahilce durumlarına çok üzüldü. Bu inanış ve hareketlerinden onları uzaklaştırmaya çalıştı. Bunun için dedi ki: - Ey kavmim! Siz bu buzağıyla imtihan olundunuz. Bu buzağının, şekline ve buzağı böğürmesine benzer ses çıkarmasına bakarak aldandınız.

Bir olan Allahü tealaya imanı ve ibadeti terk edip, şirke düştünüz. Samiri sizi aldattı. Ey kavmim! Şüphe yok ki, sizin Rabbiniz Rahman olan Allahü tealadır. Artık şirkten vazgeçip bana tabi olun! Alemlerin Rabbi olan Allahü tealaya ibadet edin ve benim emrime itaat ediniz! Harun aleyhisselam, böyle söylemekle, onları kötü bir işten sakındırdı. Allahü tealanın “Rahman” olduğunu bildirerek; onları, Allahü tealayı tanımaya ve ibadet etmeye davet etti. Kendisinin, Allahü tealanın peygamberi olduğunu ve peygambere uymanın da gerekli olduğunu anlattı. İsrailoğullarının çoğu, Harun aleyhisselamın bu şekildeki nazik ikazına kulak asmadılar. Davetini de kabul etmediler. Üstelik Harun aleyhisselama cevaben dediler ki:

- Musa aleyhisselam bize dönüp gelinceye kadar, bu buzağıya tapmaktan vazgeçmeyeceğiz. Harun aleyhisselam, kavminin, dünya ve ahirette saadete kavuşmasını istediği için, onları bu kötü işten sakındırmaya devam etti. Fakat, onun nasihat ve uyarılarının bir kısmını kabul ettilerse de, bir kısmını dinlemeyerek dediler ki: - Sen kendine bak, yoksa seni öldürürüz! Sen Musa’yı kıskandığın, bizim üzerimize peygamber olmak ve bize emretmek için onu Tur’a gönderdin. Harun aleyhisselam da buzağı heykeline tapmayan ve kendine inanan on iki bin kişiyle birlikte onların içinden ayrılmak veya onlarla sert bir şekilde mücadele etmek istedi. Fakat Musa aleyhisselamın; “İsrailoğullarını parçaladın ve birbirinden ayırdın” demesini düşünerek, bu işten vazgeçti.

Onlarla uğraşmanın faydasız olacağını düşünüp, Musa aleyhisselamın Tur dağından dönmesini bekledi. Musa aleyhisselam, Tur dağından dönüşünde, kavminin altın buzağı heykeline taptığını görünce, çok üzüldü. Kardeşi Harun’a neler olup bittiğini sordu. Harun aleyhisselam, İsrailoğullarının kendisini dinlemediklerini ve kendisini ölümle tehdit ettiklerini, Samiri adında bir münafığa uyarak bu yola saptıklarını bildirdi. Bu hususta şöyle dedi ki: - Ey şefkatli kardeşim! Ben onları bu çirkin fiilden men etmekte bir kusur etmedim. Onları bu işten el çektirmek için bütün gücümü sarfettim. Fakat onlar benim sözümü dinlemediler. Hatta beni katletmeye, öldürmeye kastettiler.

Hazreti Harun’un vefatı Hazreti Musa, Harun aleyhisselamın anlattıklarını dinledi ve Samiri’nin yaptıklarını öğrendi. Milletinin azgınlık ve sapıklığının bağışlanması için, Allahü tealaya şöyle dua etti: - Ya Rabbi! Bizi ve kavmimi af ve mağfiretine nail eyle ve rahmetine garket. Sen merhamet edicilerin en merhametlisisin. Bundan sonra Musa aleyhisselam, Samiri’ye beddua etti ve İsrailoğullarına tövbe etmelerini bildirdi. İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın dediklerini kabul ettiler ve tövbe ettiler. Musa aleyhisselam, kavmine, Tevrat’ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eyledi.

Başlangıçta Tevrat’ı ve Tevrat’ın emirlerini kabul etmeyen İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın gösterdiği mucizeler karşısında Tevrat’ı kabul edip, ona göre ibadet etmeye başladılar. Mısır’dan çıkışlarının ikinci yılında, Musa aleyhisselam, İsrailoğullarıyla beraber Tur-i Sina civarında bulundukları sırada, Allahü tealanın emriyle, saf altından bir sandık ile yedi renkli atlastan kubbeli bir çadır ve etrafına bir duvar yaptırdı. Sandığın içine gökten inen şerefli levhaları yerleştirdi. Sandığa Tabut-i Şehadet, etrafını saran kubbeli çadıra da Kubbe-i Zaman ismini verdi. Kubbenin içinde buhur yakmak ve etrafında kurban kesmek için yerler hazırladı. Vahye uygun olarak tamamlandıktan sonra, gökten nur inip kubbeyi kapladı. Nurun parlaklığından, Musa ve Harun aleyhimesselamdan başkası kubbeye giremedi. Günlerce kurbanlar kesildi. Musa aleyhisselam; vekillik, imamlık, kubbede buhur ve kandil yakma, kurbanlarla ilgilenme, mevki ve makam sahiplerine uygun elbise giydirme vazifelerini Harun aleyhisselam ile onun evladına ve zürriyetine verdi.

İsrailoğullarının Hazreti Musa ve Hazreti Harun’u üzmeleri ve söz dinlememeleri sebebiyle, cenab-ı Hak, Hazreti Musa’nın bedduası üzerine, İsrailoğullarına kırk yıl Arz-ı Mev’ud’a girmeyi haram kılmıştır. İsrailoğulları bu kırk sene içinde yersiz, yurtsuz, vatansız bir şekilde Tih sahrasında şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Musa aleyhisselamın bu duası, onları tamamiyle terk etmek olmayıp, sadece Hakka yaklaştırmak ve onların kendilerine gelip pişman olmaları için bir tedbir mahiyetindeydi. Nazab, Ubeyhu, Ayzar ve Eysamar adında dört evladı olan Harun aleyhisselam, İsrailoğullarının, Tih çölünde kalmaya mahkum edildikleri kırk senenin sonlarına doğru, Hazreti Musa’dan birkaç sene evvel vefat etmiştir.

Allahü teala, Hazreti Musa’ya vahyederek buyurdu ki: - Ben kardeşin Harun’un ruhunu kabzedeceğim. Filan dağa gitmenizi istiyorum. Bu ilahi emir üzerine; Hazreti Musa ile Hazreti Harun ve oğulları, bildirilen dağa doğru yürümeye başladılar. Şehirden uzaklaşıp dağa vardıkları zaman, ışık saçan bir mağaraya girdiler. Mağara içinde; süslü, güzel işlemeli bir taht vardı ve etrafında; “Bu eşsiz taht, kimin bedenine uygun gelirse, onundur.” diye yazılı idi. Bunun üzerine Harun aleyhisselam çıkıp yattı ve tam geldi. “Bu bana uygundur.” dedi. Oradan inerken, Azrail aleyhisselam bir genç suretinde gelip dedi ki: - Hazreti Harun’un ruhunu kabzetmek için geldim. Harun aleyhisselam, Hazreti Musa ve kendi oğullarıyla helallaştı. Sonra da Azrail aleyhisselam ruhunu kabzetti. Musa aleyhisselam, Hazreti Harun’un evlatlarıyla birlikte cenaze namazını kılıp, o mağaraya defnettiler.

HIZIR ALEYHİSSELAM


İbrahim aleyhisselamdan sonra yaşamış bir peygamber veya veli. Avrupa ve Asya kıtalarına hakim olan Zülkarneyn aleyhisselamın askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. İsminin, Belka bin Melkan, künyesinin Ebü’l-Abbas olduğu ve soyunun Nuh aleyhisselamın Sam isimli oğluna dayandığı bildirilmiştir. Bazıları da Hızır aleyhisselamın İsrailoğullarından olduğunu söylemişlerdir. Hızır lakabıyla meşhur olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip yemyeşil olmasından dolayıdır. Sahih-i Buhari’de bildirilen bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz; “Hızır (aleyhisselam), otsuz kuru bir yerde oturduğunda, o yer birdenbire yemyeşil olur, peşi sıra dalgalanırdı.” buyurdu. Musa aleyhisselamla görüşüp yolculuk yaptı. Fakat vefatından sonra ruhu insan şeklinde gözüküp, gariblere yardım etmektedir.

Hızır aleyhisselam, Allahü tealanın sevgili kullarındandı. Doğdu, büyüdü ve vefat etti. Ancak Allahü teala onun ruhuna insan şeklinde görünmek ve kıyamete kadar yardım isteyen Müslümanların imdadına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek özelliklerini verdi. Bazı alimler “nebi” (peygamber), bazı alimler de “veli”dir dediler. Hızır aleyhisselamda, yaşayan insanlarda görülen haller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir. Hızır aleyhisselam, güzel ahlak sahibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü tealanın izni ile keramet ehli olup, kimya ilmini bilirdi. Hak tealanın bildirmesiyle ledünni ilme sahipti.

Hızır aleyhisselamın Musa aleyhisselam ile buluşması, görüşmesi ve yolculuk yapması Kur’an-ı kerim’de Kehf suresi 60 ve 80. ayetlerinde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Peygamber efendimiz Eshab-ı kiram ile Tebük Harbindeyken ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyit işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resulullah efendimiz; “Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır’dır. Sizi övüyor.” buyurdu. Hızır aleyhisselam birçok zatın tasavvufta yetişmesine rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Hızır aleyhisselamın tasavvufta yetiştirdiği en meşhur alim ve velilerden biri Abdülhalık Gocdüvani hazretleridir. İslam tarihinde böyle Hızır aleyhisselamın yardım ettiği vakalar çoktur. Bazıları şöyledir:

Abdülvehhab Mütteki Şöyle anlattı: Küçüktüm, Mendev’de çıkan bazı hadiseler sebebiyle babamla sahraya çıktık. Fakat yolumuzu kaybettik. Yiyecek ve içecek hiçbir şeyimiz yoktu. Çok acıktım. Ağlamaya başladım. Babam beni teskin ediyor ve; “Sabret ileride yiyecek vardır.” diyordu. Ama bu sözler beni rahatlatmıyordu. Bu halde iken akşam oldu. Arslan ve kurt korkusundan bir ağaca çıkıp, geceyi orada geçirdik. Sabahleyin gördük ki, o ağaca yakın bir yerde tatlı su pınarı var. Sular şırıl şırıl akıyor. Yanında nur yüzlü bir ihtiyar oturuyor. Bizi görünce, koltuğunun altından sıcak ekmek çıkarıp babama verdi. Oraya yakın bir köyün yolunu bize gösterdi. Ekmekleri yedik. O sudan kana kana içtik ve köyün yolunu tuttuk. O köye gidip, rahat ettik. Sonra o zatı ve pınarı görmeyi arzuladık. Tekrar ağacın altına geldik.

Orada ne o pınar, ne de o zat vardı. Şaşıp kaldık. Herhalde o ihtiyar Hızır’dı ve bize yardım için görünmüştü. Ahmed bin İdris, Abdülvehhab Tazi hazretlerinin sohbetleri ve tasarrufları ile Magrib’de yetişen alim ve velilerin en büyüklerinden oldu. Çok kerametleri görüldü. Onun en büyük kerameti uyanık halde iken de Resulullah efendimizi görmesi ve O’ndan şifahen salevat-ı şerifeleri öğrenmesiydi. Kendisi şöyle anlatır: Bir defasında Resulullah efendimizi gördüm. Yanında Hızır aleyhisselam da vardı. Peygamber efendimiz Hızır aleyhisselama, bana Şaziliyye yolunun dersini (edebini) öğretmesini emrettiler. O da bana Resulullah’ın huzurunda nasıl olunacağını öğrettiler. Daha sonra Peygamber efendimiz, Hızır aleyhisselama sevabı daha çok olan zikir, salevat ve istigfarları öğretmesini buyurdu. O zaman Hızır aleyhisselam; “Onlar hangileridir ya Resulallah?” diye sual etti. Peygamber efendimiz; “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah fi külli lemhatin ve nefesin adede ma vese’ahü ilmüllah...” diye üç defa, sonra da; “Külillahümme inni es’elüke bi nur-i vechillah-il-azim.” sonra da; “Estagfirullah el-azim elkerim ellezi la ilahe illa hüvel hayyül kayyum Gaffar-üz-zünub. Ya zelcelali vel-ikram.” diye buyurdular. Sonra da Peygamber efendimiz bana; “Ey Ahmed! Yer ve göğün hazinelerini sana verdim.

O da bu zikir, salevat ve istigfardır.” buyurdular. Çok iltifat ve teveccühlere mazhar oldum. Bir gün dilenci kılığında birisi tarafından Ahmed Kuseyri’nin evinin kapısı çalınır. Kim olduğu sorulunca, Ahmed Kuseyri’yi görmek istediğini söyler. Evde olmadığı bildirilince; “Size bir emanetim var.” diyerek bir dağarcık, bir torba ve küçük bir çıkını bırakıp almalarını söyleyerek ayrılıp gider. Giderken de; “Sonra uğrarım.” der. Ahmed Kuseyri hazretleri geç vakit eve gelir. Hanımı da kapıya gelen ziyaretçiden ve bıraktıklarından bahsetmeyi unutur. Gece yarısı mutfaktan sesler işiterek gidip bakarlar.

Bırakılan küçük kaptan kazanlar dolduracak kadar bal taşıyor. Torbadaki bir avuç darı çuvallar dolduracak kadar artıyor. Çıkından ise çil çil altınlar taşıp yerlere dökülüyor. Ahmed Kuseyri; “Nedir bu haller?” diye sorunca hanımı şaşkın ve hayretler içinde; “Bilmiyorum.” der; “Bugün bize gelen oldu mu?” diye sorar. Hanımı hatırlayıp; “Evet bir ihtiyar geldi. Sizi sordu. Sonra uğrarım diyerek bunları bıraktı. Bereketlenip taşan bu şeyler ona aittir.” dedi. Ahmed Kuseyri hazretleri bir an düşünüp; “Bu gelen Hızır aleyhisselam mıydı yoksa?” deyince, bırakılan kaplardaki artmalar ve taşmalar durdu. Böylece Hızır aleyhisselamın bereketine kavuştular. Ali bin Cemal, Hızır aleyhisselam ile görüşürdü. Buyurdu ki: “Hızır aleyhisselam, kendisinde üç haslet bulunan kimse ile görüşür. Eğer bu üç haslet yok ise, meleklerin ibadetini yapsa bile onunla görüşmez. Üç haslet şunlardır: Birincisi; kişinin her haliyle sünnet-i seniyyeye uyması. İkincisi; kalbinde müslümanlara karşı kin, düşmanlık, hased ve diğer kötülükleri beslememesi. Üçüncüsü; dünyaya düşkün olmamasıdır.”

Şemseddin Attar anlatır: Mevlana Celaleddin Rumi hazretleri bir gün camide vaaz ederken, mevzu; Hızır ile Musa aleyhimesselamın kıssasına gelmişti. Bu kıssayı, öyle fesahat ve belagat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim, dediklerini anladım. “Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin.” diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum. “Anladım. Sen Hızır’sın, ne olur, bana ihsan eyle!” dedim. Cevaben; “Burada hazret-i Mevlana varken, benim sana ihsanda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder.” dedi ve gözümden kayboldu.

Ben bu hali Mevlana hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, ben daha söze başlamadan; “Ey Attar! Hızır aleyhisselamın sözleri doğrudur.” diyerek benim sözümü kesti. Muhyiddin-i Arabi hazretleri şöyle anlatır: “Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrafı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalade güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenab-ı Hakk’ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihayet yanıma geldi. Selam verip bazı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesafe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü tealanın ismini zikrediyordu.

O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selam verdi ve; “Gece gemide Hızır aleyhisselam ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?” dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselam olduğunu anladım. Daha sonra Hızır aleyhisselam ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim. “Bir defasında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harab olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrafı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden meydana gelen mucizelerle, evliyadan hasıl olan kerametlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. içlerinden biri, yerdeki seccadeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı.

Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselam olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; “Bunu, şu münkir kimse için yaptım” dedi. Mucize ve keramete inanmıyan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insaf edip müslüman oldu.” Hızır aleyhisselam, İlyas aleyhisselamla birlikte Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatında hane-i saadetlerine gelip Ehl-i beyt için sabır tavsiyesinde bulundu. Onların geldiklerini ve sabır tavsiye ettiklerini hazret-i Ebu Bekr, Ehl-i beyte bildirdi.

YUŞA ALEYHİSSELAM


Yuşa aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Musa aleyhisselamın yeğeni ve vekiliydi. Hıristiyanlar Yeşu diyorlar. Yusuf aleyhisselamın neslinden gelen Nun’un oğludur. Annesi Musa aleyhisselamın kız kardeşidir. Tam nesebi şöyledir: Yuşa bin Nun bin Efrahim bin Yusuf bin Ya’kub’dur.

Mısır’da doğan Yuşa aleyhisselam, Musa aleyhisselamın en yakın dostlarındandı. Musa aleyhisselam, Firavun’un zulmü üzerine, Allahü tealanın emriyle, kendine inanan ve tabi olanlarla birlikte Mısır’dan Tih sahrasına hicret ederken, Yuşa aleyhisselam da onunla beraber bulundu. Musa aleyhisselamın Hızır aleyhisselamla görüşmek üzere çıktığı yolculukta onunla İstanbul Beykoz tepelerinde ziyaret edilen Yuşa aleyhisselamın makamı.

beraberdi. Musa aleyhisselam Hızır aleyhisselamla karşılaşınca, Yuşa aleyhisselam geriye döndü. Allahü teala, Musa aleyhisselamın kavmine Arz-ı Mev’ud’u (Filistin ve Şam bölgesini) ihsan edeceğini bildirdi. Fakat İsrailoğulları o beldelerde zalim ve zorba bir kavim olan Amalikalıların bulunduğunu ileri sürerek gitmek istemediler. Allahü teala, Musa aleyhisselama vahyedip buyurdu ki: - Ey Musa! Ben burayı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım; takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harp et! Zira onlara karşı sizin yardımcınız benim! Kavminden her koldan bir temsilci seç! Onlar vefakar ve itaatkar olsunlar! Bunun üzerine Musa aleyhisselam, her bir koldan iyi haber toplayan, sözünde sadık ve vefakar birer temsilci seçti. Bunları Eriha şehri ve ahalisi hakkında bilgi toplamak için gönderdi. Aralarında Yuşa bin Nun da bulunuyordu. Haber toplamakla vazifeli kimseler Eriha’ya gittiler.

O belde ahalisinin iri cüsseli, çok kuvvetli ve kalabalık olduğunu görünce, Hazreti Yuşa ve Kalib bin Yukna hariç diğerleri korktular. Geriye dönüp, kavimlerine gördüklerini anlatarak, onların harbe gitmelerine mani oldular. Musa aleyhisselamın kavmi, diğer temsilcilerin anlattıklarını dinleyip, harp etmekten vazgeçtiler. İçlerine korku düşüp, feryada başladılar. “Keşke Mısır’da ölseydik. Yahut burada ölsek de, Allah bizi o zalimlerin memleketine sokmasa. Yoksa hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız ganimet olarak kalacak.” dediler. Yuşa bin Nun ile Kalib bin Yukna ise kavimlerine gelip, Eriha beldesi ahalisinin kötü hallerinden bahsetmediler. Diğer kabilelerden, o belde ahalisi hakkındaki haberleri duyanlara ise, korkulacak birşey olmadığını, Allahü tealanın yardım ve inayetiyle Eriha’nın fethedileceğini bildirip, Musa aleyhisselama yardımcı olmaya çalıştılar. Onlara dediler ki: - Ey İsrailoğulları! Amalikalıların şehrinin kapısından hemen girin! Onların vücutlarının büyüklüğünden korkmayın! Biz onları gidip gördük ve öğrendik.

Onların bedenleri büyük ve kuvvetli, fakat kalbleri zayıftır. Sizinle harp etmeye ruhi metanetleri yoktur. Bir defa kapıdan girdiniz mi, Allahü tealanın vaat ettiği yardımın size gelmesiyle, elbette siz galiplerden olursunuz. Siz, gerçekten inanan, Allahü tealanın vaadini tasdik eden kimseler iseniz ve Musa aleyhisselamın peygamber olduğuna inanıyorsanız, düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız! Onlardan korkmayınız! Size ilahi yardımın geleceği hususunda ve her halinizde Allahü tealaya tevekkül ediniz! İsrailoğulları, Yuşa aleyhisselam ile Kalib bin Yukna’nın söylediklerine inanmadılar ve Musa aleyhisselamın nasihatlerine uymadılar. Yuşa bin Nun ve Kalib bin Yukna aleyhimesselamı taş ve sopalarla öldürmek istediler.

İsrailoğulları Yuşa bin Nun ve Kalib bin Yukna’yı taşlayıp, Musa aleyhisselama karşı gelerek Allahü tealaya isyan edince, Musa aleyhisselam üzüldü. Allahü teala, İsrailoğullarını kırk sene müddetle Arz-ı Mev’ud denilen bölgeye girmelerini haram kıldığını ve onların Tih sahrasından çıkamayacaklarını bildirdi. “Biz harbe gitmeyiz!” diyerek isyan eden kimseler, kırk sene müddetle Tih sahrasında şaşkın bir halde dolaştılar. Kırk senenin sonuna doğru, Harun aleyhisselam ve ondan üç sene sonra da kardeşi Musa aleyhisselam vefat etti.

Hazreti Musa’nın halifesi Musa aleyhisselam vefat ederken, yerine Yuşa aleyhisselamı halife bıraktı. Allahü teala, Yuşa aleyhisselamı da İsrailoğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Bu sırada Musa aleyhisselama karşı çıkıp; “Biz harbe gitmeyiz!” diyen kimseler ölmüş, onların yerlerinde oğulları ve torunları çoğalmıştı. Allahü teala, Yuşa aleyhisselama, İsrailoğullarını toplayıp Tih sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev’ud denilen bölgeye gidip, cebbarlarla (zalimlerle) harp etmesini emretti.

Yuşa aleyhisselam, İsrailoğullarını toplayarak Eriha şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihayet bir cuma günü akşam üzeri, mucizeler göstererek şehri fethetti. Yuşa aleyhisselam ve ona inananlar Eriha’yı fethettikten sonra, Ilya şehrini de aldılar. Bu şehrin Yuşa aleyhisselam tarafından fethedildiğini duyan çevre şehirlerin hükümdarlarından beşi, bir araya gelip, İsrailoğullarıyla topluca savaşa girdiler. Sonunda hepsi de yenilerek hezimete uğradılar.

Bel’am bin Baura Yuşa aleyhisselam, Eriha, İlya şehirlerini ve civarını fethettikten sonra, Belka şehri üzerine yürüdü. Belka şehrinin Belak ismindeki zalim hükümdarı, Yuşa aleyhisselama karşı aciz kalıp, İsm-i azam duasını bilen, her duası kabul olan, ilim ve ibadette yüksek, sözlerini yazıp istifade etmek için elinde hokka ve kalem ile yanında 2000 kişi bulunan ve ibrahim aleyhisselamın dinine inanan Bel’am bin Baura isimli kimseden yardım istedi. Yuşa aleyhisselama ve ordusuna karşı beddua etmesini talep ettiler. Belka şehri ahalisi de gelip, beddua etmesi için Bel’am bin Baura’ya yalvardılar.

Bel’am, Allahü tealanın peygamberine karşı beddua edemeyeceğini bildirdiyse de, azgın ve imansız Belka şehri ahalisi, bedduada bulunması için daha çok ısrar ettiler. Bel’am bin Baura’ya hediyeler getirip, birçok dünyalık vaat ettiler. Zalim hükümdar da, beddua etmediği takdirde, onu idam edeceğini söyleyerek idam sehpası kurdurdu. Bütün bunlar karşısında, Bel’am bin Baura’nın gönlünde dünya malına ve servetine karşı meyil belirdi. Dua etmeye razı olarak, şehrin dışındaki Husban dağına gitti. Ellerini dua için kaldırdığı zaman, dilinden, Belka şehri ahalisi aleyhine, Yuşa aleyhisselam ve İsrailoğulları lehine kelimeler dökülmeye başladı. Bu sözleri işiten Belka şehri ahalisi dediler ki: - Ey Bel’am! Ne yapıyorsun? Onlara dua, bize beddua ediyorsun! Bel’am onlara şöyle cevap verdi: - Bu sözleri isteyerek söylemiyorum.

Allah tarafından böyle konuşturuluyorum! Dua etmeye çalıştığı sırada, Allahü tealanın hikmetiyle, Bel’am’ın dili ağzından çıkıp göğsü üzerine sarktı. Allahü tealanın kendisine ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilmeyen, irade-i cüz’iyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri doğrultusunda kullanan Bel’am bin Baura, nefsin ve şeytanın saptırmasıyla, dünya malına ve kadına meylederek yeni hileler peşine düştü ve imansız öldü. Kur’an-ı kerimde A’raf suresinin 175. ve 176. ayet-i kerimelerinde soluyan köpeğe benzetildi. “Onun gibiler köpek gibidir.” sözü, dillerde darbımesel olarak kaldı. Uzun bir kuşatmadan sonra Belka şehrini fetheden İsrailoğulları, Belak’ı ve Bel’am bin Baura’yı öldürdüler. Böylece Belka şehri, İsrailoğullarına geçmiş oldu.

İsrailoğullarının serkeşliği Yuşa aleyhisselamın kumandası altında, Eriha, İlya ve Belka şehirlerinin fethedilmesinden sonra, Arz-ı Mev’ud diye bilinen Filistin ve Şam diyarı, peyderpey İsrailoğullarının eline geçti. Yaptıkları azgınlık ve isyanların cezası olarak, kırk sene müddetle Tih sahrasında kıtlık ve yokluk içinde kalan İsrailoğulları, Arz-ı Mev’ud’a gelip, türlü türlü nimetlerden istifade etmeye başladılar. Beyt-i Mukaddes’in bulunduğu Kudüs’e girdikleri sırada, Tih sahrasından kurtuldukları ve Arz-ı Mev’ud’daki türlü nimetlere kavuştukları için, cenab-ı Hakka şükür secdesi yapmaları ve geçmiş günahlarına tövbe ve istiğfar etmeleri emredildi. “Hıtta”, yani “Ya Rabbi! Bizim dileğimiz günahlarımızın affolmasıdır.

Ya Rabbi! Bizim günahlarımızı affedip, amel defterimizden silmeni niyaz ederiz!” demeleri bildirildi. Fakat İsrailoğulları, Allahü tealanın bu emrini hafife alıp; “Hıtta” kelimesi yerine, buğday manasına gelen “Hınta” dediler. Allahü teala, emrini hafife alıp alay ettikleri için, onlara azabını gön derdi. Asi olanların hepsi, bir saat içinde, ölüp helak oldular. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İsrailoğullarına, “Beyt-i Makdis’e, kapısından, secde eder olduğunuz halde, mütevazı bir şekilde giriniz ve ya Rabbi, hıtta [Yaptığımız hata ve günahlarımızı bağışlamanı senden niyaz ederiz.] deyiniz!” diye emrolundu. Onlardan zalim olanlar, hafife alıp alay etmek için bu emirleri değiştirdiler ve ellerini kalçalarına dayayıp, ayaklarını sürüyerek kibir ve gurur ile girdiler.) Yuşa aleyhisselam, Eriha ve Kudüs şehirlerini fethedince, o beldelerin ahalisinden birçoğu, eman dileyip, imana geldi. Bu bölgedeki diğer şehirleri de fetheden Yuşa aleyhisselam, batıda beş şehire gidip orayı da düşmanlardan aldı.

Daha sonra Şam diyarına giderek, orada yerleşmiş otuz bir hükümdarlığın beldelerini zapt etti. Putperest ve Allahü tealaya isyan eden hükümdarları öldürtüp, memleketlerini İsrailoğulları arasında taksim eyledi. Arz-ı Mev’ud denilen beldeleri yedi yılda fethedip, İsrailoğullarını oraya yerleştiren Yuşa aleyhisselam, yirmi yıl daha İsrailoğullarına, Musa aleyhisselama nazil olan Tevrat’ı okudu ve hükümlerini açıkladı. Onların Allahü tealaya iman ve ibadet üzere kalmalarına çalıştı.

Hazreti Yuşa’nın vefatı Yuşa aleyhisselam, ömrünün sonuna doğru hastalandı. Bunu duyan Selem hükümdarı Barık, bütün halkıyla mürted olup, dinden çıktı. Yuşa aleyhisselam, hastalığı sebebiyle ona karşı harbe gidemedi. Yerine Kalib bin Yukna’yı halife tayin etti.

Mürtedlere de bedduada bulundu. Musa aleyhisselamın vefatından sonra, yirmi yedi yıl, insanlara, Allahü tealanın emirlerini bildirdi ve 127 yaşında vefat etti. Kabrinin, Nablus veya Halep yakınındaki Mearre şehrinde olduğu rivayet edilir. Yuşa aleyhisselam; İstanbul’a hiç gelmedi. Beykoz tepelerinde ziyaret edilmekte olan kabrin, Yuşa peygambere ait olup olmadığını kesin olarak söylemek uygun değildir. Bir veli veya havarilerden birinin kabri olabilir. Böyle ise, yine kıymetlidir. Yuşa aleyhisselamın vefatından sonra, Kalib bin Yukna, Allahü tealaya iman edenlerle birlikte, daha önce mürted olup dinden çıkan Barık üzerine yürüdü. Selem diyarını fethedip, bunlardan on bin kadarını öldürdü. Barık ve ileri gelenlerini yakalayıp esir etti. Ölümden kurtulup dağlara kaçanlar da, Yuşa aleyhisselam daha önce beddua ettiği için, zillet ve sıkıntı içinde yaşayıp telef oldular.

Hazreti Yuşa’nın fazileti Yuşa aleyhisselam kara yağız, orta boylu, güzel yüzlü, iri gözlü, yassı göğüslü bir görünüşe sahip idi. Yüzünün güzelliği Yusuf aleyhisselama çok benzerdi. Görenler hayran kalırdı. Güzelliğini görmek için gelirler; “Ey salih kul, sana selam vermeye geldik!” derlerdi. O ise cevap vermeye haya ederdi. Cesur, kahraman, yiğit, harp taktik ve tekniğinde maharet sahibi idi. Zamanında yaşayan insanların; gerek dış görünüş, gerekse ahlak ve huy yönünden en üstünlerindendi. Musa aleyhisselama gönderilen Tevrat’ın hükümleri üzerine amel edip, insanlara tebliğ etmekle vazifelendirilmişti.

Hazreti Yuşa’nın mucizeleri Yuşa aleyhisselam, yapmış olduğu birçok muharebe ve fetihler esnasında, insanlara Hakkı tebliğ ederken, bazı mucizeler de göstermiştir. Mucizelerinden bir kısmı şöyledir: 1- Yuşa aleyhisselam, Eriha’yı fethetmek üzere İsrailoğullarını topladı ve giderken Şeria (Ürdün) nehrinin suları çok olduğu için geçemediler. Nehrin üstünde köprü de yoktu. Yuşa aleyhisselam dua edince, Şeria nehrinden bir yol açıldı. İsrailoğulları o yoldan geçtikten sonra, sular tekrar eskisi gibi akmaya devam etti. 2- Kale surlarının yıkılması: Bir şehrin fethi esnasında, muhasara (kuşatma) uzun sürmüştü. Surlarda gedik açılamamıştı. Yuşa aleyhisselam dua etti. Allahü tealanın kudretiyle yer sarsılıp kalenin surları yıkıldı.

Yuşa aleyhisselam ve ona inananlar oradan girip, şehri fethettiler. 3- Güneşin batmasının geciktirilmesi: Yuşa aleyhisselam, Kudüs şehrini cuma günü fethetmişti. Ancak, cuma günü muhasara devam ederken, güneş batmak üzereydi. Cumartesi gününe kalırsa, Musa aleyhisselamın dininde o gün mukaddes sayıldığı için harp edemeyecekti. Yuşa aleyhisselam, güneşin bir müddet daha batmaması için Allahü tealaya yalvarıp; “Ey Allahım! Güneşi geri al!” diye dua etti. Veya güneşe; “Sen Allahın emrindesin, ben de Onun emrindeyim. Bu sebeple, yerinde durmanı, Allahü tealanın düşmanlarından, akşamdan önce intikam almayı istiyorum” dedi. Allahü tealanın emri ve takdiriyle, batmak üzere olan güneş yükseldi. Bir müddet daha gündüz devam edip, Kudüs fethedildikten sonra battı.

Alıntı ile Cevapla
  #3  
Alt 13.02.24, 20:11
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

HAZKİL ALEYHİSSELAM


İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü tealanın veli kullarından. Yakub aleyhisselamın oğullarından Lavi’nin neslindendir. Babası Bura veya Buri veya Nuri’dir. Musa aleyhisselamın vefatından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Birçok müfessirler (tefsir alimleri) Mü’min (Gafir) suresi 2845. ayetlerinde bildirilen Firavun’un sarayındaki vazifelilerden olup, Musa aleyhisselamı ve ona inananları müdafaa eden ve Firavun’un kızının saç tarayıcısı Maşita Hatun’un kocası olan kimsenin Hazkil aleyhisselam olduğunu bildirmişlerdir. Allahü teala onun duası bereketiyle ölen binlerce kişiyi diriltti. Çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçen Hazkil aleyhisselam, Firavun’un sarayında hazinedarlık (maliye bakanlığı) yaptı.

Musa aleyhisselama inanmış olup, imanını gizlemişti. Sarayda olduğu ve Firavun’un herkese kendini ilah tanıtıp secde ettirdiği halde o, bir olan Allahü tealaya kalpten inanıyor, ibadetlerini gizli gizli yapıyordu. Firavun ve adamlarının Musa aleyhisselam ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli ikna edici sözler söyleyerek Firavun’u bu fikrinden vazgeçirmeye çalıştı. Fakat daha sonra zindana atıldı. Firavun’un kızının isteği üzerine zindandan çıkarılan Hazkil aleyhisselam, Musa aleyhisselama inandığını açıkça ilan edip, ona yardımcı oldu.

Bundan sonra devamlı olarak Musa aleyhisselamın yanında kaldı. Musa aleyhisselamla birlikte Kızıldeniz’den geçip, İsrailoğullarının Tih sahrasında kaldığı kırk sene boyunca onun hizmetinde bulundu. Musa aleyhisselamın vefatından sonra, Yuşa bin Nun ve Kalib aleyhimesselam adlı peygamberlerden sonra İlya (Kudüs) bölgesine peygamber olarak gönderildi. Musa aleyhisselama gönderilen Tevrat’ın emir ve yasaklarını İsrailoğullarına bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına gidip insanları hak dine davet etti.

Daverdan bölgesindeki müminlere zulmeden hükümdarlara karşı harbe gitmek üzere o bölge ahalisini çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için harbe gitmediler. Allahü teala onlara isyanlarının cezası olarak taun (salgın veba) hastalığı gönderdi.

Vebadan kaçmak üzere bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri bir korkunç sesle öldüler. Hazkil aleyhisselam kavminin başına gelenleri görünce, acıyıp, onları tekrar diriltmesi için Allahü tealaya dua etti. Allahü teala Hazkil aleyhisselamın duası sebebiyle onları diriltti. O insanlar kendi şehirlerine dönüp, Musa aleyhisselamın dini üzere yaşadılar ve ecelleri gelince vefat ettiler.

Hazkil aleyhisselam onların evladlarına Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Babil diyarına gitti ve orada vefat etti.

KALİB ALEYHİSSELAM


İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Yakub aleyhisselamın on iki oğlundan şem’un’un neslindendir. Babasının ismi Yukna’dır. Tam ismi, Kalib bin Yükna bin Bariz bin Yehuda bin Yakub’dur. Kendisine Yuşa aleyhisselamdan sonra peygamberlik verildi. Musa aleyhisselama bildirilen dinin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti (bildirdi.) Musa aleyhisselama gençliğinden itibaren yardım etti. Musa aleyhisselam Allahü tealanın emriyle İsrailoğullarını Arz-ı mev’ud (Filistin ve Suriye) denilen yere götürmek üzere yola çıkınca, İsrailoğullarının her kolundan birer temsilci seçerek, Filistin bölgesinde yaşayan cebbarların (zalim hükümdarların) ve ahalisinin durumu hakkında haber getirmeye gönderdi.

Bu temsilciler arasında Kalib aleyhisselam da vardı. Gidenler, cebbarların ve ahalinin iri cüsseli ve kuvvetli olduklarını görerek korktular. Gördüklerini israiloğullarına anlatıp, onları harbe gitmekten vazgeçirdiler. Temsilciler arasında bulunan Yuşa bin Nun ve Kalib bin Yukna aleyhimesselam gidip gördükleri kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, zahirde öyle olsa bile korkak ve kalplerinin zayıf olduğunu söylediler.
İsrailoğullarının, Allahü tealanın yardımıyla o beldeleri fethedebileceklerini anlattılar. İsrailoğoğulları Yuşa ve Kalib aleyhimesselama karşı çıkarak taşa tuttular. Fakat Musa aleyhisselamın diğer yardımcıları gibi Kalib aleyhisselam da azan ve yoldan çıkan İsrailoğulları karşısında onu yalnız bırakmayıp, yardım ettiler. Allahü teala Kur’an-ı kerimin Maide suresi 23. ayetinde mealen buyurdu ki:

Allahü tealaya iman edip, O’ndan korkanlardan (Yuşa bin Nun ve Kalib bin Yukna adındaki) iki kimse, İsrailoğullarına dediler ki: “Ey İsrailoğulları! Cebbarların (zalimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defa kapıdan girdiniz mi (Allahü tealanın yardımıyla) elbette siz galiplerden olursunuz. Siz gerçekten mümin kimseler iseniz, Allahü tealaya tevekkül ediniz.” İsrailoğullarının Tih Çölünde kaldığı kırk sene içinde, Musa aleyhisselamın yanından ayrılmayan Kalib aleyhisselam, onun vefatından sonra, Yuşa aleyhisselama yardım etti.

Yuşa aleyhisselam vefat etmeden önce Kalib aleyhisselamı yerine halife bıraktı. Yuşa aleyhisselamın vefatından sonra İsrailoğoğullarından ordu hazırlayıp, zalim hükümdarlarla savaştı ve onları mağlub etti. Sonra Mısır’a gitti. Hazkil aleyhisselamla birlikte İsrailoğullarının Allahü tealaya iman ve ibadet edip, Musa aleyhisselamın dini üzere kalmaları için çalıştı ve Mısır’da vefat etti.

İLYAS ALEYHİSSELAM


İlyas aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Babası Yasin olup, Harun aleyhisselamın neslindendir. Nesebi İlyas bin Yasin bin Finhas bin Ayzar bin Harun’dur. Musa aleyhisselamın vefatından sonra, onun dinini devam ettirmek üzere Yuşa aleyhisselam, İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi. Yuşa aleyhisselam, Eriha şehrini ve diğer Filistin topraklarını fethedip, buraları, İsrailoğulları kabileleri arasında paylaştırdı. Bundan sonra, İsrailoğullarından her kabile, kendi başına hareket etmeye başladı. Bu arada ismi Kur’an-ı kerimde bildirilmeyen birçok peygamber, İsrailoğullarına gönderildi.

Bu peygamberler, Tevrat’ın hükümlerini unutan ve bunlara uymayan İsrailoğullarını uyarmak ve onları Tevrat’ın hükümlerine tabi kılmak için tebliğde bulundu. Bunlardan biri de İlyas aleyhisselamdır. İsrailoğulları, Filistin topraklarını elde edince, kabilelerden biri de Balbek’te yerleşti. İlyas aleyhisselam Balbek’te yerleşen Beni İsrail kabilesine peygamber olarak gönderildi. O zamanda Balbek’te hüküm süren zalim bir hükümdar vardı. Bal adını verdiği altından bir put yapmıştı. Halkı bu puta tapmaya zorlardı. Bulundukları beldenin ismi “Bek” iken, bu putun ismi ile birleştirilerek Balbek demişlerdir. Balbek’te yaşayanlar, altından yaptıkları büyük bir puta tapıyorlardı. İlyas aleyhisselam, bunlara, “Allahü tealanın azabından korkmaz mısınız? O en güzel yaratanı bırakıp da Bal putuna mı tapıyorsunuz? Allah sizin ve atalarınızın Rabbidir.” diyerek nasihat etti. Fakat insanlar, onun nasihatlerine uymadılar.

Onları Allahü tealanın azabı ile korkuttu ise de, dinlemeyip, İlyas aleyhisselamı beldelerinden çıkardılar. İsyanları sebebiyle Allahü teala, memleketlerinden bereketi kaldırdı. Yağmurlar yağmaz oldu ve kıtlık başladı. Hayvanları susuzluktan kırıldı. Başlarına çeşitli musibet ve belalar geldi. İlyas aleyhisselam ise, onlar böyle sıkıntı içinde iken, gittiği her yerde imanı yayıyor, halka anlatıyordu. Bütün evlerde kıtlık varken, iman edenlerin evlerine İlyas aleyhisselamın mucizesi ile bereket gelmişti. Herkes kokmuş leş yemek mecburiyetinde kalırken, iman edenlerin evi yiyeceklerle dolup taşıyordu. Hükümdarların hazineleri para ile dolu olmasına rağmen, satın alacak yiyecek bulamıyorlardı. Nihayet bu bela ve musibetlere; İlyas aleyhisselamı dinlemedikleri, iman etmedikleri için düştüklerini anladılar. İlyas aleyhisselamı Balbek’ten çıkardıklarına pişman oldular.

Onu; köylerde, kasabalarda, dağlarda, ovalarda ve her yerde aramaya başladılar. Bulunca, kendisinden af dilediler. Yaptıklarına pişman olduklarını söyleyip, ısrarla Balbek’e dönmesini istediler. İlyas aleyhisselam da Balbek’e döndü. Balbek ahalisini toplayıp, onlara dedi ki: - Size yazıklar olsun! İsyanınız sebebiyle yağmur yağmadı; kıtlıktan perişan oldunuz. Bu yüzden hayvanlarınız susuzluktan kırıldı, ağaçlar ve bitkiler kurudu. Batıl, boş bir gurur ve kibir içindesiniz. Taptığınız putlar, size hiçbir fayda veremez. Haydi putlarınızı çıkarın, size yardımcı olsunlar! Onlar size yardımcı olamaz. Biliniz ki, siz batıl bir yoldasınız. Putlara tapmaktan vazgeçip, vakit kaybetmeden, derhal iman ediniz! İsrailoğulları, putu terketmek hususunda tereddüt gösteriyorlardı. İlyas aleyhisselam, onların tereddütlerinin boş ve manasız olduğunu bildirerek dedi ki: - Söyleyin Bal putunuza, size yağmur yağdırsın! İsrailoğulları, kendi elleriyle yaptıkları putun, bunu yapamayacağını pekala biliyorlardı. İlyas aleyhisselamın bu ikazı üzerine, iman ettiler ve ona tabi olacaklarına dair söz verdiler.

Bunun üzerine, İlyas aleyhisselam dua etti. Bela ve musibetlerin kalkıp, ferahlığın gelmesi için yalvardı. Allahü teala duasını kabul buyurup, bolluk ve bereket ihsan eyledi. Bol yağmur yağdı. Her taraf yemyeşil oldu. Balbek halkı, ekip biçmeye başladı ve ferahlığa kavuştu. İsrailoğulları, bu halde, bir müddet İlyas aleyhisselama tabi oldular. Fakat imandaki sebatları fazla sürmedi. Yine isyan ederek, eski sapıklıklarına döndüler.

İlyas aleyhisselam, tekrar nasihat edip ikaz etti ise de dinlemediler. Bunun üzerine, onların dinlerinden döndüklerine ve doğru yola gelmeyeceklerine iyice kanaat getirdi. Bu hale pek ziyade üzüldü ve kendisini, bu azgın insanlardan ayırması için, Allahü tealaya dua etti. Allahü teala, İlyas aleyhisselamın duasını kabul buyurup, onların arasından ayrılarak başka bir yere gitmesine müsaade etti. Böylece İlyas aleyhisselam bulunduğu yeri terk etti. İsrailoğulları, İlyas aleyhisselamın gitmesinden sonra, isyanları sebebiyle perişan bir hale düştüler. İman ve itaat etmemenin dünyadaki cezasını çektiler. İlyas aleyhisselam Balbek’ten ayrıldıktan sonra, Allahü tealanın emirlerini insanlara bildirmek ve imanı yaymak için dolaşırken, yolu bir köye düşmüştü.

Bu köydeki insanlara nasihatte bulunup, iman etmeye davet etti. Bunun üzerine halk, onu sevip köylerinde bir müddet kalmasını istediler. Kabul etti ve İsrailoğullarından ihtiyar bir kadının evine misafir oldu. Bu kadının hasta bir oğlu vardı. Kadın, oğlunun hastalıktan kurtulması için İlyas aleyhisselamdan, Allahü tealaya dua etmesini istedi. İlyas aleyhisselam abdest aldı ve iki rekat namaz kıldıktan sonra, çocuğun şifa bulması için dua etti. Allahü teala duasını kabul buyurup, hastaya şifa ihsan eyledi. Bu çocuğun ismi Elyesa idi. İyileştikten sonra, İlyas aleyhisselamın yanından hiç ayrılmadı. Ondan Tevrat’ı öğrendi. Elyesa, İlyas aleyhisselamdan sonra İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi.

İlyas aleyhisselamın peygamberliği, Kur’an-ı kerimde bildirilmiş olup, bu husustaki ayet-i kerime mealen şöyledir: (İlyas da, şüphe yok ki, gönderilmiş peygamberlerden idi.) [Saffat 123] İlyas aleyhisselamın Hızır aleyhisselam ile buluştukları rivayet edilmiştir. Bu sebeple, bilhassa Anadolu’da halk, Hıdrellez denilen bir günde kırlara çıkarak, gezip eğlenmeyi adet haline getirmiştir. (Bu günün dini bir hüviyeti ve kudsiyeti yoktur.) Soğuk ve bahar mevsiminde insanların açık havaya ve yeşilliğe çıkma arzuları, Hızır ile İlyas’a (aleyhimesselam) duyulan sevgi ve saygı ile birleştirilerek böyle bir adet ortaya çıkmıştır. İslamiyet, Hızır ve İlyas’ın Allahü tealanın sevdiği kullarından olduğunu haber veriyor.

Fakat onlar adına mukaddes bir gün tayin edildiğini bildirmiyor. Adet olarak yapılan şeyler dine ters düşmezse, yani dinin emirlerinin yapılmasına engel değilse ve dinin yasak ettiği şeylerin yapılmasına sebep olmazsa, bir zararı yoktur.

.
Alıntı ile Cevapla
  #4  
Alt 13.02.24, 20:14
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

ELYESA ALEYHİSSELAM


Elyesa aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Nesebi Elyesa bin Ahtub bin Adiy bin Şütlem bin Efrahim bin Yusuf’dur. İlyas aleyhisselamdan sonra gönderilmiştir. Her ikisi de Musa aleyhisselamın dinini yaymakla vazifelendirilmiş nebi idiler. İlyas aleyhisselam, peygamber olarak gönderildiği Bal halkının, küfürde ısrar edip, bir türlü iman etmeye yanaşmamaları üzerine, Allahü tealanın izni ile Balbek’te yaşayan bu kabile arasından ayrılıp gitti. Başka beldelerde yaşayanları, Allahü tealaya iman ve ibadet etmeye davet etti. Bu davetleri sırasında, uğradığı bir belde halkı tarafından çok sevilip, orada kalması istendi. Bunun üzerine bir müddet orada kaldı. Bu sırada ihtiyar bir kadının evinde misafir olmuştu.

Bu kadın Elyesa aleyhisselamın annesi idi. İlyas aleyhisselamın duası ile iyileşen Elyesa aleyhisselam, Tevrat-ı şerifi öğrendi. İlyas aleyhisselamdan sonra Elyesa aleyhisselam, Allahü teala tarafından peygamber olarak görevlendirildi. Elyesa aleyhisselam, İsrailoğullarının ıslahı için uğraştı, tebliğ vazifesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne artıran bu kavim, Allahü tealanın kendilerine gönderdiği kitabın gösterdiği yoldan ayrıldılar. Kabileler, devletin başına geçmek yarışına girdiler. Aralarındaki ayrılık ve başka memleket meseleleri yüzünden birbirlerine düştüler. İsrailoğulları arasındaki fitnenin, kavga ve çekişmelerin sonu gelmez oldu.

Nihayet Allahü teala, onların üzerlerine Asur Devletini musallat kıldı. Onlara esir olup, zelil ve perişan bir hayat sürmeye başladılar. Bu hadiselerin olduğu sıralarda, Yunus aleyhisselam, Asurluların başşehri olan Ninova’da dünyaya gelmişti. Elyesa aleyhisselamdan Kur’an-ı kerimde bahsedilmiş olup, mealen şöyledir: (İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da hidayete erdirdik. Hepsini alemlere üstün kıldık.) [En’am 86] Elyesa aleyhisselamın mucizelerinden bazıları şunlardır: Eriha şehri ahalisinin içme suları acılaşmıştı. Halk, bu durumu Elyesa aleyhisselama bildirip, bu hususta kendilerine yardımcı olmasını istemişlerdi.

Bunun üzerine, Elyesa aleyhisselam, acılaşan suyun içine bir parça tuz atıp; “Tatlı ol!” deyince, Allahü tealanın izni ile su tatlı ve lezzetli olmuştur. Borçlu ve dul bir kadın, Elyesa aleyhisselama gelip, fakirliğinden şikayetçi olmuştu. Elyesa aleyhisselam, kadına buyurdu ki: - Evinde neyin var? - Bir avuç kadar yağım var. - Git, o yağı bir kap içine koy! Kadın da gidip, yağı bir kabın içine koydu. Elyesa aleyhisselamın mucizesi ile o yağ o kadar arttı ki, pek çok kap yağ ile doldu. Fakir kadın, bu sebeple borçlarını ödediği gibi, zengin de oldu. İsrailoğulları, Elyesa aleyhisselama bazen uyup, bildirdiği hususları yerine getirdiler. Bazen de muhalefet ettiler. Elyesa aleyhisselam, vefatına yakın Zülkifl aleyhisselamı yerine halife tayin etti.

ZÜLKİFL ALEYHİSSELAM


İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Peygamberliği kesin olarak belli olmayıp, alimlerin ekserisi peygamber olduğunu söylemişlerdir. Asıl ismi Bişr olup, lakabı Zülkifl’dir. Elyesa aleyhisselamdan sonra, kızmadan sabır göstererek dinin emirlerini ve yasaklarını İsrailoğullarına bildirmeyi üzerine aldığı, kefil olduğu için kefalet sahibi manasında Zülkifl denilmiştir. Elyesa aleyhisselamın amcasının oğludur. Eyyüb aleyhisselamın soyundan olduğu da rivayet edilmiştir. İsrailoğullarına Musa aleyhisselamın dininin emir ve yasaklarını tebliğ etmiştir. Allahü tealanın İsrailoğullarına gönderdiği peygamberlerden Elyesa aleyhisselamın eceli gelip vefatı yaklaşınca Allahü teala ruhunu kabz edeceğini vahiyle bildirdi ve “Mülkünü, İsrailoğullarından gece sabaha kadar ibadet eden, namaz kılan, gündüzleri oruç tutan ve insanlar arasında kızmadan hükm edecek birine ver.” buyurdu. Bu peygamber kendisine verilen emri İsrailoğullarına bildirdi.

Aralarından bir genç kalkıp: “Bu işe ben kefil olurum, üzerime alırım.” dedi. Peygamber o gence; “Bu kavmin içinde senden daha büyükleri var, sen otur.” dedi. Sonra ikinci defa aynı teklifi yaptı o genç yine “Kefil olurum.” dedi. Üçüncü defa aynı teklif tekrarlanınca cevap veren yine o genç oldu. Bunun üzerine Elyesa aleyhisselam, onu yerine halife bıraktı. Bu genç Bişr idi. Bu sebeple o gence Zülkifl lakabı verildi. Bu genç aldığı vazifeyi eksiksiz olarak yerine getirmek için çalışırken İblis (Şeytan) onu kıskandı ve bu vazifeyi yaptırmamak için çeşitli hilelere başvurdu. Fakat bu genç İblisin hilelerine aldanmadan aldığı vazifeyi eksiksiz yerine getirdi. Bu halinden dolayı Allahü tealaya şükr etti.

Allahü teala Zülkifl aleyhisselama peygamberlik vazifesi verdi. Zülkifl aleyhisselam Musa aleyhisselamın dininin emir ve yasaklarını insanlara bildirdi. Tevrat’ı okuyup hükümlerini yerine getirdi. Tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getirdikten sonra Şam beldelerinden birinde vefat etti. Allahü teala Kur’an-ı kerimde mealen buyurdu ki:

(Ya Muhammed!) İsmail’i, İdris ve Zülkifl’i de yad et (onların yüksek ve pek mükemmel hallerini hatırla). Hepsi de sabr edenlerden idiler. Ve onları da rahmetimiz içine (peygamberlik vermek, yahut ahiret nimetlerine kavuşturmak suretiyle) aldık. Şüphe yok ki, onlar salihlerden idiler. (Enbiya suresi: 85, 86) (Ya Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) İsmail’i, Elyesa’yı ve Zülkifl’i yad et. (Onların pek mükemmel hallerini kavmine anlat.) Ve (onların) hepsi de hayırlılardandı. (Sad suresi: 48)

İŞMOİL ALEYHİSSELAM


İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Harun aleyhisselamın neslinden olup babası Bali bin Alkame’dir. Annesinin adı Hanne’dir. Yakub aleyhisselamın oğullarından Lavi’nin soyundandır. Musa aleyhisselamın dinini tebliğ etmiştir. İşmoil aleyhisselam peygamber olarak gönderilmeden önce, Mısır ve Kudüs arasındaki Bahr-i Rum (Rum denizi) sahillerinde yaşayan Amalikalılar, İsrailoğullarına musallat olmuşlardı. Amalikalılar, İsrailoğullarına saldırıp pekçok kimseyi öldürdüler, on binlercesini de esir ettiler. Musa aleyhisselamdan beri içerisinde Tevrat’ın bulunduğu ve İsrailoğulları için birlik ve beraberliğin sembolü olan Tabut’u da aldılar. Bilhassa Tabut’un gitmesine çok üzülen İsrailoğulları dağılıp, perişan bir hale düştüler.

Kendilerini bu durumdan kurtaracak bir peygamber göndermesi için dua ettiler. Allahü teala İşmoil aleyhisselamı peygamber gönderdi. İşmoil aleyhisselam kırk yaşında iken bir gün namaz kılıyordu. Bu sırada Cebrail aleyhisselam gelerek hocasının sesine benzer bir sesle nida etti. İşmoil aleyhisselam hemen hocasının yanına gitti. “Buyurun, ne emrettini efendim” dedi. Hocası düşünüp onun üzülmemesi için ben çağırmadım demedi. “Şimdi git uyu” dedi. Dönüp gidince Cebrail aleyhisselam gelip önceki gibi yine nida etti. İşmoil aleyhisselam yine hocasının yanına gitti. Bunun üzerine durumun farkına varan hocası, “Evladım, dön git ve ben seni çağırınca bana gelme” dedi. Bu hal üç defa tekrarlandıktan sonra Cebrail aleyhisselam İşmoil aleyhisselama gözüküp, kendisine Peygamberliğini bildirdi ve İsrailoğullarına bildirmesini söyledi.

Bunun üzerine İşmoil aleyhisselam, İsrailoğullarına Tevrat’ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İsrailoğulları önce İşmoil aleyhisselamı yalanladılar, sonra itaat ettiler. İsmoil aleyhisselam, İsrailoğullarına Allahü teala tarafından Talut’un hükümdar tayin edildiğini bildirdi. İsrailoğulları Talut’un hükümdarlığını kabul etmedi. Nihayet çeşitli itirazlardan sonra Talut’un hükümdarlığını kabul ettiler. İçerisinde Tevrat’ın bulunduğu Tabut’u Amalikalılardan alıp, İsrailoğullarına getiren Talut, İsrailoğullarından büyük bir ordu kurdu. Amalikalılara karşı harbe hazırladı. İşmoil aleyhisselam Amalikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip içmemekle imtihan edileceklerini bildirdi. Bahsedilen nehre gelince, Talut’un emrini dinlemeyip nehirden su içen İsrailoğullarından bazıları imtihanı kaybedip perişan ve sefil halde geri döndü.

Aralarında Davud adlı bir gencin de bulunduğu Talut’a itaat eden az sayıda kimse nehri geçip Amalika kavmine galip geldi. Amalika kavmi hükümdarı Calut’u, Davud adlı genç öldürdü. Nihayet İsrailoğulları düşmanlarına galib gelip kuvvetlendiler. İşmoil aleyhisselam İsrailoğullarına on bir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin 11. senesinden sonra Talut’u İsrailoğullarına hükümdar tayin edip elli iki yaşında vefat etti.

Alıntı ile Cevapla
  #5  
Alt 13.02.24, 20:19
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

YUNUS ALEYHİSSELAM


Yunus aleyhisselam, Musul yakınlarındaki Ninova ahalisine gönderilen peygamberdir. Babası Meta adında bir zat olup, salih kimselerdendi. Yunus aleyhisselam, kendisini balık yuttuğu için Zinnun ve Sahib-i Hut adlarıyla da anılmıştır. Yunus aleyhisselam, Asur Devletinin başşehri ve önemli bir ticaret merkezi olan Ninova şehrinde doğdu. Babası Meta ve annesi, Allahü tealaya dua edip, kendilerine bir erkek evlat ihsan etmesini dilediler.

Cenab-ı Hak, onlara Yunus’u ihsan etti. Ancak Yunus aleyhisselam, ana rahmindeyken babası vefat etti. Annesi, onun doğum ve çocukluğu sırasında birçok harikulade haller gördü. Yunus aleyhisselam Ninova’da büyüdü. Kavmi içinde emin, yalan söylemeyen, yardımsever bir kişi olarak meşhur oldu.

Otuz yaşına gelince, Ninova ahalisine peygamber olarak gönderildi. Putlara tapan Ninova halkını, senelerce Allahü tealaya iman ve ibadet etmeye davet etti. Kavmi, ona iman etmedikleri gibi, birçok eza ve cefada bulundular. Onunla alay ettiler. Fakat Yunus aleyhisselam, yılmadan ve ümitsizliğe kapılmadan, onları hak dine davet etti. Allahü tealanın azabı ile onları korkuttu.

Fakat Ninova halkı, alay ederek, Yunus aleyhisselama dediler ki: - Tek bir kişinin hatırı için azap inip, herkesi yok edecekse, müsaade et de bu azap gelsin! Yunus aleyhisselam, kavminin küfürde ısrar etmesine üzülüp, onların arasından ayrıldı. Allahü teala ona vahyedip buyurdu ki: - Kullarımın arasından ayrılmakta acele etme! Geri dön, kırk gün daha onları imana çağır!

Yunus aleyhisselam bu ilahi emir üzerine, kavmine döndü ve onları hak dine davete devam etti. Otuz yedi gün aralarında kaldı. Kavmi yine inanmadı. Bunun üzerine Yunus aleyhisselam buyurdu ki: - O halde üç güne kadar başınıza gelecek azabı bekleyin! Bunun alameti önce benizleriniz sararacaktır! Sonra, ilahi bir emir gelmeden, üzüntüyle aralarından ayrıldı. Yunus aleyhisselamın haber verdiği gün gelince, Ninovalıların benizleri sarardı. Gökyüzü karardı. Şehri simsiyah bir duman kapladı.

Herkesi korku ve telaş sardı. Feryat ve figana başladılar. “Yunus aleyhisselam aramızda ise korkmayın, eğer gitmişse azap bizi helak edecektir!” diye söyleştiler. O zaman Allahü teala kalblerine pişmanlık hissini verdi. Onlar tövbe etmek arzusu ile yaşlı salih bir zata geldiler ve ne yapmaları gerektiğini sordular. O zat da, henüz azabın gelmesine iki gün olduğunu, tövbe etmelerini ve azabı kaldırması için dua etmelerini tavsiye etti. Bunun üzerine Ninova halkı, Allahü tealaya ve Onun peygamberi Yunus aleyhisselama iman ettiler. Allahü tealaya dua edip azabı kaldırmasını niyaz ettiler. O zamana kadar yaptıkları her türlü kötülük ve haksızlığa da tövbe ettiler. Hatta öyle oldu ki, evlerindeki başkasına ait olan taşları söküp sahiplerine iade ettiler. Bunun üzerine Allahü teala, tövbelerini kabul edip, azabı üzerlerinden kaldırdı.

Duanın yapıldığı gün Cuma olup, Aşure Günü idi. Azabın kalkması ile sevinç içinde şehre dönen Ninova halkı, şehirde Yunus aleyhisselamı aramaya başladılar. Yunus aleyhisselam, kavminden ayrıldıktan sonra, Dicle nehri kenarındayken, yolcularla dolu olan bir gemiye bindi. Gemi hareket edip kıyıdan uzaklaştı. Gemi bir müddet gittikten sonra durdu ve kımıldamaz oldu. Gemidekiler şaşırıp kaldılar. Ne kadar çalıştılarsa da gemiyi bir türlü yürütemediler. Sonra da; “Aramızda bulunan bir kimse yüzünden gemi yürümüyor.” diye aralarında söylendiler. Geminin batacağından endişe edip, paniğe kapıldılar. Durumu uğursuzluk kabul edip, aralarında şöyle bir karara vardılar: - Burada efendisinden kaçan bir kul vardır. Kur’a atalım, o meydana çıkar! O zamana kadar adetleri, kur’a kime isabet ederse, ceza olarak o kimseyi denize atmaktı. Adetleri gereği kur’a çektiler. Kur’a Yunus aleyhisselama çıktı. O zaman Yunus aleyhisselam, bunun, kendisi hakkında ilahi bir imtihan olduğunu kabul edip, tevekkülle dedi ki:

- O kimse benim! Gemidekiler, Yunus aleyhisselama bakıp, salih bir kimse olduğunu anlayıp dediler ki: - Bu zat köleye benzemiyor! Yeniden kur’a çektiler. Kur’a yine Yunus aleyhisselama isabet etti. Bir kere daha tekrar ettiler. Nihayet üçüncü defa çekilen kur’a da Yunus aleyhisselama isabet etti. Bunun üzerine bazıları dediler ki: - Şüphesiz bu kişinin bir hatası olmalı! Yunus aleyhisselam, yolcuları Allahü tealaya iman etmeye davet etti. Fakat gemidekiler, Yunus aleyhisselamı denize attılar. O an gece vaktiydi. Yunus aleyhisselamı bir balık yuttu. O zaman cenab-ı Hak balığa emredip, onu yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını bildirdi. Balık, bu hal üzere Yunus aleyhisselamı alıp, denizin derinliklerinde kayboldu.

Yunus aleyhisselam, balığın karnında sağ, aklı başında ve şuuru yerindeydi. Balığın karanlık vücudunda çok üzgün bir halde şöyle niyazda bulundu: - Ya Rabbi! Ninova’ya dönmeye ve kavmimi imanlı bir şekilde görmeye ümidim sonsuzdur. Bütün bunlara rağmen, senin takdirin ne ise ona razıyım. O sırada bazı sesler işitti. “Bu nedir acaba?” diye söylendi. Allahü teala, ona, balık karnında olduğunu vahyederek buyurdu ki: - Ey Yunus! Bu sesler, beni denizde zikreden canlıların sesleridir! Yunus aleyhisselam, balığın karnında dahi her zaman zikre devam ediyordu. Melekler onun sesini işitip, Allahü tealaya arz ettiler. Allahü teala buyurdu ki: - Bu kulum Yunus’un sesidir. Bir hali sebebiyle o denizde bir balığın karnındadır.

Yunus aleyhisselam “La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin.” duasına devam etti. Bu duası ve tesbihi, onun kurtuluşuna sebep oldu. Balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra kurtuluşa erdi. Yunus aleyhisselam, balığın karnından Muharrem ayının onuncu (Aşure) günü çıktı. Balık onu çıkarıp, sahile bıraktığında; Yunus aleyhisselam zayıflamış, bitkin, hasta bir durumdaydı ve himayeye muhtaçtı. Cenab-ı Hak ihsan ederek, Hazreti Yunus’u, güneşin yakıcı sıcağından gölgelendirmek için, orada, geniş yapraklı, çabuk büyüyüp yükselen bir ağaç veya bitki bitirdi. Bu ağaç, sinek ve haşaratın zararını da önlemekteydi.

Cenab-ı Hak, bir dağ keçisini de emrine verdi. İyice kuvvetleninceye kadar, o dağ keçisi sabah akşam gelip, Hazreti Yunus’u emzirdi. Yunus aleyhisselam kendine gelince, Allahü tealaya şükredip ibadete başladı. Birgün kendisine gölge veren ağacın kuruduğunu görüp üzüldü. Allahü teala ona vahyedip, kavmine dönmesini emir buyurdu ve kavmine, tövbelerini kabul ettiğini bildirmesini emretti. Yunus aleyhisselam kavmine gitmek üzere yola çıkıp, Ninova şehri yakınlarına gelince, gördüğü bir çobana, kavminin durumunu sordu. Çoban da dedi ki: - Peygamberleri olan Yunus aleyhisselam onlara darılıp gittiğinden, kendi başlarına kaldılar. Cenab-ı Hak onlara azap gönderdi. Azap bulutları başları üzerinde üç gün üç gece durdu.

Fakat onlar bin bir pişmanlıkla ağlaştılar. Yunus aleyhisselamı aramalarına rağmen bir yerde bulamadılar. Neticede Allahü teala onları bağışladı. Üzerlerinden azabı kaldırdı. Şimdi yolları gözetip, kendilerine emir ve yasakları öğretecek Yunus aleyhisselamın gelmesini bekliyorlar. Yunus aleyhisselam, kendisinin, bekledikleri kimse olduğunu ve gidip onlara haber vermesini istedi. Çoban, Ninova’ya gidip Yunus aleyhisselamın geldiğini haber verdi. İlk anda Yunus aleyhisselamın geldiğine inanmayan Ninova halkı, ağacın ve koyunun dile gelip konuşması neticesinde inandılar. Yunus aleyhisselamın bulunduğu tarafa gittiler. Yunus aleyhisselamı namaz kılarken buldular. Namazdan sonra onu hasretle kucaklayıp, özür dilediler. Beraberce şehre döndüler. Bundan sonra Yunus aleyhisselam, onlara, Allahü tealanın emir ve yasaklarını anlattı. Kavmi mes’ut ve iyilik üzere oldular. Yunus aleyhisselam seksen üç yaşında, ibadet halindeyken Ninova’da vefat etti.

Hazreti Yunus’un mucizeleri Her peygamber gibi Yunus aleyhisselamın da mucizeleri olmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır: Balığın karnında yaşamak. Yunus aleyhisselam, Kur’an-ı kerimde bildirildiği üzere, balığın karnında üç, yedi veya kırk gün yaşamıştır. Bulutlardan ateş çıkması. Yunus aleyhisselamın duası bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Birgün Ninovalılar kendisinden buluttan ateş çıkarmasını istediler. Yunus aleyhisselam da dua etti ve bulutlardan ateş çıkarak yere düştü ve birtakım ağaçları yaktı.

Dağdaki kayadan su çıkması. Kelerin şehadeti. Ninovalılar kendisinden mucize isteyince, eliyle dağa işaret etmesi vahyolundu. Dağa işaret edince dağdan bir keler çıkarak dile geldi ve “Ey insanlar, biliniz ki Yunus aleyhisselam hak peygamberdir. Sizi cennete, Rabbinizin magfiretine davet ediyor” dedi. Kapı halkasının altın olması. Ninova hükümdarını imana davet edince şu kapımdaki halka altın olursa iman ederim dedi. Yunus aleyhisselam da eliyle tutunca halka altın oluverdi. Su üzerinde odunsuz ateş yakmak. Vahşi hayvanların onun güzel sesini dinlemek için etrafında toplanması.

Hazreti Yunus’un duası Alimlerimiz buyurdu ki: Balığın karnındayken Hazreti Yunus’un yaptığı dua; “La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin” idi. Müslüman bir kişi bu duayı her ne şey için okursa, Allahü teala elbette onu kabul eder.

DAVUD ALEYHİSSELAM


Nesebi ve yetişmesi İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hem peygamber hem de sultan idi. Nesebi, Davud bin Eyşa bin Uveyd bin Selmun bin Ba’ir bin Yahşun idi. Yakub aleyhisselamın oğullarından Yehuda’nın soyundan idi. Kısa boylu, ak tenli, mavi gözlü, düz saçlı idi. On iki kardeşi daha vardı. Önceleri koyun güderdi. Çobanlık yaptığı zamanlarda vahşi hayvanlar bile onun isteklerini yerine getirirdi. Bir defasında bir aslanın üzerine bindiği rivayet olunur. Çobanlık yaparken ibadetini de aksatmazdı. Bir defasında babasına demiştir ki “Ben dağlar arasında yol alırken tesbih okuyordum. Dağlar ve taşlar da benimle birlikte tesbih ediyordu.” Bunu işiten babası; “Müjdeler olsun sana. Bu Allahü tealanın sana verdiği bir hayır işaretidir.”

Dedi. İsrailoğullarının durumu Allahü teala, Musa aleyhisselamdan sonra İsrailoğullarına birçok nebiler gönderdi. Onların vazifeleri; insanları Tevrat’ın hükümleriyle amel etmeye davet etmekti. Zaman uzadıkça, İsrailoğulları; Tevrat’ın hükümlerini değiştirmeye ve kendi nefslerine uymaya başladılar. Aralarında isyan, fısk ve fücur çoğaldı. Azgın kimseler, nebilerin sözlerini dinlemez oldular. Ahlakları tamamen bozuldu. O zaman, Mısır’la Şam arasındaki Amalika kavminin hükümdarı Calut’u, Allahü teala, İsrailoğulları üzerine musallat kıldı. Calut, İsrailoğullarına hücum edip, onları bozguna uğrattı ve vatanlarından sürüp, çocuklarını esir aldı. Cemaatlerini dağıttı. İsrailoğulları perişan oldular. Musa aleyhisselam zamanından beri, İsrailoğullarında, elden ele geçen ve içinde mukaddes emanetlerin bulunduğu sandık da Calut’un eline geçti.

Calut, bu sandığı alarak, hakaret olsun diye pis bir yere bıraktı. Kur’an-ı kerimde, bu sandığa Tabut ismi verilmektedir. Ev, mal ve yurtlarından ayrı düşen İsrailoğulları, bütün rahatlarının kaçmasını ve huzursuzluklarını, Tabut’un ellerinden çıkmasında bildiler. Başlıca emelleri, Tabut’u ele geçirmek oldu. Böylece çare aramaya başladılar. Kavmin ileri gelenleri, kendilerine; kuvvetli, kudretli ve dirayetli bir kumandan bulmak için, Hazreti İşmoil’e gittiler. Ondan, İsrailoğullarını düşmandan kurtaracak bir hükümdar tayin etmesini istediler. İşmoil aleyhisselam da, “Korkarım ki, üzerinize cihad farz kılınırsa, muharebe etmezsiniz!” dedi. İsrailoğulları dediler ki: - Niçin Allah yolunda savaşmayalım ki? Biz yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de evlatlarımızdan mahrum edildik. Ne zaman ki onlara cihad farz kılındı; içlerinden çok azı hariç, cihaddan yüz çevirdiler.

Hazreti İşmoil onlara dedi ki: - Allahü teala sizin için Talut’u hükümdar olarak gönderdi. İsrailoğulları Talut’u hükümdarlığa münasip görmediler. Kendilerinin daha ehil olduklarını iddia ederek dediler ki: - Biz, hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona mal bakımından da bir bolluk verilmemişken, nasıl olur da bizim başımızda hükümdarlık onun olabilir? Onların bu itirazı karşısında İşmoil aleyhisselam şöyle cevap verdi: - Şüphesiz Allah, üzerinize onu beğenip seçmiştir. Ona, ilim ve vücut bakımından, sizden ziyade bir üstünlük vermiştir. Allahü teala mülkünü dilediği kimseye verir.

İsrailoğulları her zamanki itirazcılıklarını yine gösterdiler. Peygamberlerinden, Talut’un hükümdar olduğuna dair alamet istediler. Bunun üzerine, Hazreti İşmoil buyurdu ki: - Talut’un hükümdar olmasına alamet, kaybetmiş olduğunuz Tabut’un getirilmiş olmasıdır. Cenab-ı Hak; İsrailoğullarının, Talut’un hükümdarlığına kanaatleri olsun diye, Tabut’u melekler vasıtasıyla Talut’un evine koydurdu. İsrailoğulları, Tabut’u, Talut’un evinde bulunca, onun, kendilerine Allahü teala tarafından hükümdar yapıldığına inandılar. Tabut’un gelmesinden dolayı gönüllerine sükunet ve rahatlık geldi. Böylece Talut, İsrailoğullarına hükümdar oldu.

Calut’u öldürmesi Talut hükümdar olunca, memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Allah yolunda cihad için, Kudüs’ten hareket ederek, askeriyle kral Calut’un üzerine yürüdü. Mevsimin çok sıcak olması yüzünden, askerin suya ihtiyacı pek fazla idi. Talut, itaat eden asker ile etmeyenleri birbirlerinden ayırmak için dedi ki: - Allahü teala, sizi, bir nehirle imtihan edecektir. Kim o nehirden doyuncaya kadar su içerse, askerimden değildir ve eğer bir kimse o nehirden içmez yahut bir avuç su içerse, zararı yoktur ve askerimdendir.

Talut, bu talimatı, kendisinin hükümdar olacağını haber veren İşmoil aleyhisselama gelen vahy-i ilahiden almıştı. Talut ve askeri nehre geldiler. Ordu, seksen bin kişi idi. Askerin çoğu, Talut’un talimatı haricine çıkarak, istedikleri kadar sudan içtiler. Az bir kısmı söz dinledi. Bunların da çoğu firar edince, geride çok az asker kaldı. Talut’un ordusunda itaat edenlerin sayısı, Eshab-ı Bedir sayısına denk idi. Resulullah efendimiz Bedir günü eshabına buyurdu ki: - Bugün siz, Talut’un söz dinleyen eshabı adedincesiniz. Onlar mümin idiler. Talut’un emrini dinlemeyip nehirden içenlerin; içtikçe dudakları karardı, susuzlukları arttı, kendilerini korku kapladı, hareket etmeye kuvvetleri kalmayıp, nehir kenarında halsiz kaldılar. Emri dinleyenlerin imanları kuvvetlendi. Bu halden dolayı Allahü teala onlara güç verdi. Nihayet iki ordu karşı karşıya geldi.

Talut’un ordusunda, er olarak savaşa katılan on sekiz yaşında genç bir yiğit vardı. İsmi Davud idi. Davud aleyhisselam, pederi Eyşa ve on iki biraderi ile Talut’un askeri arasında bulunuyordu. Bunların en küçüğü Hazreti Davud idi. Rivayete göre Davud aleyhisselam vücud bakımından zayıf olduğu için babası onu yine sürülerin başında bırakmıştı. Davarlarını yayarken kendisine bir ses geldi: “Ey Davud! Sen Calut’u öldüreceksin. Burada durup ne yapacaksın. Haydi sürülerini Allaha emanet et ve kardeşlerine katıl. Talut, Calut’u öldürecek olana malının yarısını ve kızını onunla evlendirmeyi vaat etti” diyordu. Hemen davarlarını Allaha tevekkülle orada bırakıp babasının yanına geldi. Babası; -Davarları ne yaptın? Deyince: -Onlara en koruyucu birini vekil ettim, dedi. Babası onun bu sözünden çoban arkadaşlarından birini vekil ettiğini zannetmişti. Hemen oğulları için azık hazırlayarak Davud aleyhisselama verdi ve:

-Oğlum, hemen kardeşlerinin yanına git! Düşmanalara karşı güç kazanmaları için bunları onlara ver. Durumlarını gör, benim yanıma ve ve işinin yanına hemen dön, dedi. Böylece Davud aleyhisselam Talut’un ordusuna katıldı. Hazreti Davud’un sesi çok güzeldi. Bugün dahi, “Davudi ses” tabiri kullanılmaktadır. Sesi çok güzel olduğu için, devlet reisi Talut’un huzuruna çıkarıldı. Talut onu, kendisine nedim yaptı. Davud aleyhisselam, gün geçtikçe şöhret kazandı. Sonra da, Talut’un Amalika kavmine karşı hazırladığı orduya katıldı. Harp başlamadan önce, Talut ferman edip; Calut’u öldürene kızını vereceğini ve memleketin her tarafında onun mührünü geçerli kılacağını ilan etti. Sonra yardım için Allahü tealaya dua ve niyazda bulundular.

Kızını Davud’a verdi Yapılan savaşta Hazreti Davud, Allahü tealanın ihsanı ile Calut’u öldürdü. Bunun üzerine Talut’un ordusu, coşarak, düşmana yaptığı hücumla onları bozup, mağlup ettiler. Calut’un askeri dağıldı. Böylece Allahü teala, Talut ve ordusunun duasını kabul etti. Onlara sabır ve tahammül verdi. Kafirlere karşı onlara yardım etti. Talut zafere kavuşunca, ganimet olarak ele geçen şeylerin hepsini yaktırdı. Çünkü Musa aleyhisselamın dininde, ganimetler yakılırdı. Sonra ordusu ile Kudüs’e döndü. İşmoil aleyhisselama varıp, durumu olduğu gibi anlattı. İşmoil aleyhisselam, Talut’a; “Sen de verdiğin sözü yerine getir!” buyurdu. Talut da kızını Davud aleyhisselama verdi. Hakimiyeti altındaki topraklarda, Davud aleyhisselamın mührünü de geçerli kıldı. insanlar, Davud aleyhisselamın güzel ahlak ve adaletine yönelip onu sevdiler. Talut’un hükümdarlık müddeti, vefatına kadar kırk yıl sürdü.

Hazreti Davud’un hükümdarlığı Talut’un ölümünden sonra, Davud aleyhisselam, İsrailoğullarının hükümdarı oldu. İsrailoğullarının tamamı Davud aleyhisselamın hükümdarlığını kabul ettiler. Bir müddet sonra, cenab-ı Hak kendisine peygamberlik vazifesini de bildirdi. Böylece saltanat ile birlikte nübüvvet yükünü de taşıyan ilk peygamber oldu. Davud aleyhisselam, peygamber ve hükümdar olarak, İsrailoğullarını, Allahü tealayı tanımaya ve Ona kulluk yapmaya çağırdı. Ömrü boyunca insanlar arasında adaletle hükmetti. Zaman zaman kılık değiştirip halkın arasında dolaşırdı. Halkın kendisi hakkındaki düşüncelerini böylece öğrenirdi.

Davud aleyhisselam, kendisine gelen vahiy icabı, halk arasındaki hükmünde şahit ve yemin ile hükmeyledi. Hakimiyeti, halkı öyle kapladı ki, yalnız kalınca bile, dine ve akla uymayan herhangi bir şeyi konuşmaktan korkarlardı. Allahü teala, Davud aleyhisselamın hakimiyetini kuvvetlendirince, bütün halk onun emrine itaat etti. Alimlerin bildirdiğine göre, hakimiyetinin kuvvetlenmesi şöyle oldu: Birgün, kendisine bir kişi geldi. Başka bir şahsın, öküzünü zorla elinden alıp gasbettiğini söyledi. Onu dava etti. Davud aleyhisselam, davalıyı huzuruna çağırttı. Davalı dedi ki: - Böyle bir işin aslı yoktur. Ben kimsenin öküzünü gasbetmedim. Davacı olan kişinin de hiçbir şahidi yoktu. Davud aleyhisselam olayı araştırdı. Hiçbir delil bulamadı. Gece olunca bir rüya gördü. Rüyasında, Allahü teala tarafından davalının öldürülmesi emredildi. Bu emir üç defa tekrarlandı.

Hazreti Davud, ertesi sabah davalıyı huzuruna çağırttı. Allahü tealanın emrini ona bildirdi. Adam şaşırdı ve karara itiraz etti. Delilsiz ve şahitsiz bir insanın öldürülemeyeceğini söyledi. Davud aleyhisselam ise, kararın kesin olduğunu, çünkü Allahü tealadan vahiy aldığını açıkladı. Zira peygamberlerin rüyası vahiy idi. Kendisi için bir kurtuluş ümidi kalmadığını anlayan davalı, başka bir suçunu itiraf ederek dedi ki: - Ey Allahın peygamberi! Daha önce şu iddia sahibinin babasını öldürmüştüm. Ortada hiçbir şahit de yoktu. Benim öldürülmemi Allahü teala bunun için emretmiştir. Bu itiraf üzerine, o kişiye kısas tatbik edildi. Bu hadise, bütün İsrailoğulları üzerinde büyük bir tesir meydana getirdi. Bundan sonra hiç kimse Allahü tealanın emirlerinin dışına çıkmaya cesaret edemedi.

Çünkü onlar, ıssız yerlerde bile suç işleseler, Allahü tealanın bildirmesi ile Davud aleyhisselamın kendilerini yakalayacağı inancında idiler. Böylece, Davud aleyhisselamın hükumeti kuvvetlendi. Zamanın en kuvvetli devleti, Davud aleyhisselamın devleti oldu.

Hazreti Davud’un imtihanı Davud aleyhisselam, bir gün ibadet eder, bir gün kavminin hukuki meselelerini karara bağlar, bir gün halka nasihatte bulunur, bir gün de kendi şahsi işlerini yapardı. Böylece vaktini dörde ayırmıştı. İbadet gününde, kimsenin, yanına bırakılmamasını emrederdi. Fakat, Davud aleyhisselam ibadetle meşgul olduğu günlerden birgün, iki adam gelerek ansızın Davud aleyhisselamın önünde peyda oluverdiler. Davud aleyhisselam onlara dedi ki: - Benden ne istiyorsunuz? Yoksa sizler bugün benim ibadet günüm olduğunu, icra ve karar günüm olmadığını bilmiyor musunuz? - Tabii biliyoruz. Ancak adaletin tatili olmaz. Bizim aramızda bir sürtüşmemiz var. Senin, ikimizin arasını bulacak bir hüküm vermen için buralara geldik! Davalıların ısrarları üzerine, Davud aleyhisselam; “Pekala, buyurun bakalım!” dedi. Onlardan birisi söze başladı: - Meselemiz şundan ibarettir.

Kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tane. Böyle olduğu halde, kardeşim, benden bu bir koyunu da almak istiyor. İşi çabuk bitirmek isteyen Davud aleyhisselam dedi ki: - Kardeşin senden o bir koyunu da almak istediği için sana haksızlık yapmaktadır. Allahü tealaya imanı olmayan insanlardan bazıları zulüm yapmaktadırlar. İyi insan da pek az bulunmaktadır. Davud aleyhisselamın bu kararı üzerine, onlar güldüler ve hemen oradan ayrıldılar. Bir müddet sonra, Davud aleyhisselam, çok kısa bir sürede karar vermiş olduğunu fark etti. Halbuki öbür kişiye de bunun sebebini sorması gerekirdi. Çünkü, ikinci kişi de haklı olabilirdi. Bu tavrın, kadılık (hakimlik) kanunlarına uygun olmadığını ve Rabbinin, adaleti icra ederken, kendisini imtihan etmiş olabileceğini düşündü. Bunun üzerine, Davud aleyhisselam, Allahü tealadan af dileyerek, kendi kendine; bundan sonra hüküm verirken acele etmeyeceğine, karar verirken, delilleri ortaya koyacağına dair söz verdi. Bu hadiseden sonra kırk gün kırk gece ağladı. Başını secdeden kaldırmadı. Gözlerinin yaşı secde yerini ıslattı. Sonra Allahü tealadan hitap gelip; “Affeyledim!” buyuruldu.

Eshab-ı sept Mısır ile Medine-i münevvere arasında, Kızıldeniz kenarında, İyle yahut Medyen yahut Teberiyye şehrinin halkı, yetmiş bin kişi olup, İsrailoğullarından idiler. Onlar, balık avlamak ve satmakla geçinirlerdi. Cumartesi günü, Musa aleyhisselamın dininde, ibadetten başka her iş haram olduğundan, balık avlamaya kimse cesaret edemezdi. Cenab-ı Hak, cumartesi günü balık avından onları men etti. Onlar da cumartesi günü avlanmamak üzere, nebileri Davud aleyhisselama söz verdiler. İsrailoğulları, verdikleri söze riayet edip, o gün balık avlamıyorlardı. Fakat şeytan, onlara; “Siz, balığın avından nehyolunmadınız, yemesinden nehyolundunuz!” diyerek kalblerine vesvese verdi. Böylece, bir kısmı cumartesi gününe gösterdikleri tazimi ihlal ederek, balık avlamakla ilgili ilahi yasağa muhalefet ettiler.

Cumartesi günü, Allahü tealanın hikmeti ile su yüzü balıkla dolar; diğer günler ise görünmezlerdi. Bu durum onlar için bir imtihan idi. Binaenaleyh, ilahi emre uyarak imtihanı kazanmak mümkün iken, aksini yapmakla azaba koştular. Eshab-ı septin bir kısmı bu yasağı ihlal ederken, bir kısmı da onlara nasihat ediyordu. Böyle yapmalarının neticesinde, kendilerine ilahi azabın geleceğini hatırlatıyorlardı. Bu yasağın, kendilerine, ilahi bir imtihan olduğunu belirtiyorlardı. Diğer bir kısmı da, yasağa uydukları halde, yasağı ihlal edenlere bir şey söylemiyor, nasihat edenlere diyorlardı ki: - Helak olacak veyahut azap görecek bir kavme nasihat ederek kendinizi niçin yorarsınız? Emeğinize yazıktır. Nasihat etmekten geri durmayanlar da, onlara şöyle cevap veriyorlardı: - Cenab-ı Hakkın huzurunda mazur olmak için, iyiliği emreder, haram ve günahlardan nehyederiz. Nasihat edip, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerde bulunanlar; isyan içinde olanların herhangi bir azaba uğrayacaklarını düşünerek, asi ve bozguncularla kendileri arasına bir duvar çektiler.

Yerlerini ayırıp, başka bir kapıdan işlediler ve onlara karışmadılar. Birgün, asilerin dışarı çıkmadıklarını görünce, merak ederek gidip baktılar. Bir gecede, cenab-ı Hakkın gadabı ile hepsinin maymun; yahut gençlerinin maymun, yaşlılarının hınzır suretinde olduğunu gördüler. Bunlar, kafir olup maymun suretine çevrilen akrabalarını tanıyamadılar. Lakin maymunlar, akrabalarını tanıyıp, yanlarına gelerek, elbiselerini kokladılar ve ağlaştılar. Müminlerin; “Biz size, ‘Allahü tealanın emrini gözetin, haram ve günah işlerden vazgeçin!’ demedik mi?” sözlerine de, yalnız başlarıyla cevap verip, tasdik ettiler ve üç gün sonra öldüler. Müminler ise, helak olmaktan kurtuldular. Hak teala rüzgarla yağmur gönderip, leşlerini deryaya bıraktı.

Mescid-i Aksa ve Hazreti Davud’un vefatı Davud aleyhisselamın hükümdarlığı zamanında, ortalığı kasıp kavuran bir taun [veba hastalığı] salgını görüldü. O da halkını alıp, Beyt-ül Makdis’in bulunduğu yere geldi. Melekler, buradan göğe yükselirlerdi. Davud aleyhisselam, bu hali gördüğü için, oraya dua etmek üzere gelmişti. Kayanın bulunduğu yere gelince, hastalığın kaldırılması için Allahü tealaya yalvardı. Daha sonra burada, Mescid-i Aksa adı ile Kur’an-ı kerimde bildirilen büyük bir mescidin inşasını başlattı.

İsrailoğullarına dedi ki: -Allahın size merhamet ettiği şu kayanın üzerini Mescid edinmenizi emrediyorum. Çünkü orası mescid edinmeye layık bir yerdir. Onun içinde siz ve sizden sonrakiler Allahü tealayı zikirden uzak kalmayacaklardır. Bunun üzerine İsrailoğulları mescid yapmak istedikleri zaman fakir biri gelip: -Burası benim yerim. Buraya ihtiyacım var. Benim hakkımı gasp etmeniz size helal olmaz, dedi. İsrailoğulları ise:

-Burada senin hakkın gibi hakkı olmayan kimse yoktur. Sen insanların en cimrisi olma ve bizi sıkıntıya sokma, dediler. Fakir: -Ben hakkımı biliyorum siz ise hakkınızı bilmiyorsunuz, dedi. Bunun üzerine İsrailoğulları: -Rızan ile, gönlünden koparak vermezsen, biz onu senden zorla alırız, dediler. Adam, -Siz, buna Allahın hükmünde, Davud aleyhisselamın hükmünde bir dayanak buldunuz mu? dedi. Bunun üzerine durum Davud aleyhisselama bildirildi. Davud aleyhisselam: -Onu razı ediniz, dedi. İsrailoğulları; -Ey Allahü tealanın peygamberi! Orayı ondan kaça satın alalım? diye sordular. Davud aleyhisselam: -Yüz koyuna alın, buyurdu.

Fakir adam Davud aleyhisselama gelerek: -Biraz artır, dedi. -Yüz sığır -Biraz daha artır -Yüz deve -Biraz daha artır. Sen bunu Allah için satın alıyorsun. Allahü teala ise kerimdir. Adamın bu sözü üzerine Davud aleyhisselam: -Öyleyse sen de bir fiyat söyle, dedi. Bunun üzerine adam: -Hakkımı bir zeytin, bir hurma ve bir üzüm bahçesi karşılığında satarım, dedi. Davud aleyhisselam, -Olur, deyince adam, tekrar: -Sen onu Allah için alıyorsun. Biraz daha artır. -Sen dilediğini iste. -Sen Allah katında benden şereflisin. Arsanın karşısında oğluma bir yüksek duvar yaptır ve onu altın ve gümüşle doldur.

Davud aleyhisselam adamın bu teklifini de kabul buyurdu. Bunun üzerine adam: - Ey Allahın peygamberi! Allahü tealanın benim bir tek günahımı bağışlaması bana bağışlanacak her şeyden daha sevgilidir, dedi. Böylece Mescidin arsası alındı. Mescidin inşasına, hükümdarlığının on birinci yılında başlamıştı. Bizzat Davud aleyhisselam ve bütün alim ve önde gelenler, şevk ve iftiharla sırtlarında taş getirip, elleriyle bina etmeye gayret ve itina ederlerdi. Bina bir adam boyu olunca; “Bu işin tamamlanması, oğlun Süleyman’a müyesser olur!” diye ilahi vahiy geldi. Bunun üzerine, bina için hazırladığı altın ve gümüşleri Hazreti Süleyman’a verdi. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini de vasiyet etti.

Davud aleyhisselamın inşasına başladığı Mescid-i Aksa’nın 1890 yılında çekilmiş fotoğrafı Davud aleyhisselam, gayretli idi. Her gece, kapılar kapandıktan sonra ibadet etmeye koyulurdu. Bir yere gidince, evinin kapısını mutlaka kilitlerdi. Birgün, adeti üzere evine gelince, kapıyı açıp içeri girdi. İçeride bir yabancı görünce, ona sordu: - Sen kimsin? - Yeryüzü sultanlarından korkmayan ve girmek istediği yerden, onu hiçbir şeyin men edemediği kimseyim. - Vallahi sen, ancak, ölüm meleğisin. - Evet. Bunun üzerine Davud aleyhisselam, ona yine sordu: - Bana, ölüme hazırlanmam için, niçin haberci göndermedin? - Sana pek çok haberci geldi. Baban, kardeşin, komşun ve tanıdıkların nerededir? - Vefat ettiler.

- Bütün bunlar, benim sana gönderdiğim habercilerdi. Çünkü sen de onlar gibi öleceksin. Daha sonra ölüm meleği, Davud aleyhisselamın da müsaadesini alarak ruhunu kabzetti. Davud aleyhisselam vefat edince, Allahü teala, onun mülkünü, ilmini ve peygamberliğini oğlu Süleyman’a miras bıraktı. Davud aleyhisselam, vefat ettiğinde yüz yaşında idi. Hayatında kırk sene saltanat sürmüştür. Kur’an-ı kerimde, Hazreti Davud’un daima Allahtan çok korktuğu, kendisine ilim ve hakkı batıldan ayıran kuvvet verildiği bildirilmiştir. (Bugün elde bulunan muharref Kitab-ı Mukaddes’te, Hazreti Davud’un, maiyetinde bulunan Urya adlı bir subayın Batşeba [Teşamu] adlı karısı ile macerası diyerek yazılı olan çirkin hikaye doğru değildir. Hazret-i Ali, bu yanlış ve çirkin hikayeyi anlatanlara yüz altmış değnek vuracağını bildirmiştir.)

Hazreti Davud’un mucizeleri Cenab-ı Hak, Davud aleyhisselama büyük teveccüh gösterip, pek çok mucize ve hususiyetler vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: 1- Allahü teala, Davud aleyhisselam hakkında; “Kulumuz Davud” buyurdu. Bu ilahi hitap, onun şerefinin, derecesinin üstünlüğünü göstermektedir. 2- Davud aleyhisselam, bütün işlerinde, sadece Allahü tealanın rızasını gözetir, Ona yönelirdi. 3- Cenab-ı Hak; dağları, taşları, kuşları onun emrine verdi. Zebur’u okumaya başladığı zaman; kuşlar, havadan ağaçlara inerler; hep birlikte, okunan Zebur’u tekrar ederlerdi.

4- Kuşların dilini bilirdi. 5- Allahü teala, Davud aleyhisselama demiri hamur yapacak bir kudret verdi. Ateşe sokmadan ve dövmeden demire, mum gibi, istediği biçimi verirdi. Bu hal ona verilen bir mucize idi. Kur’an-ı kerimde bu husus şöyle bildirilmektedir: (... Biz ona demiri [bal mumu gibi] yumuşattık.) [Sebe 10] 6- Demirden zırh yapıp satar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazinesinden bir şey almazdı. Cenab-ı Hak, Davud aleyhisselama zırh yapma sanatını öğrettiğini, Kur’an-ı kerimde haber vermektedir: Davud aleyhisselam, çoğu zaman kıyafet değiştirip şehirde dolaşır; halkın, idareden memnun olup olmadığını araştırırdı. Birgün kıyafet değiştirerek çıkmış; kendisi hakkında halkın kanaatini soracak birisini aramıştı.

Cebrail aleyhisselam, insan şeklinde karşısına çıktı. Davud aleyhisselam onu tanıyamadı. Ona sordu: - Davud’un memleketindeki durumunu nasıl buluyorsun? - O, ne iyi kişidir. Yalnız kendisinde bir haslet daha olsa. - O haslet nedir? - İşittim ki, o, hazineden geçiniyormuş. Halbuki, kişinin kendi kazancını yemesinden daha üstün bir şey yoktur. Bunun üzerine Davud aleyhisselam geri döndü. Cenab-ı Haktan, kendi elinin emeğiyle bir geçim ihsan etmesini niyaz etti. Allahü teala da ona demircilik sanatını öğretti. Artık o, zırh yapıp satıyor ve bununla geçiniyordu. Zırh yapma sayesinde maişeti bollaştı.

Hazreti Davud fakir ve düşkünlere sadaka verir, malının üçte birini müminlerin işleri için sarf ederdi. Resulullah efendimiz buyuruyor ki: (İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü tealanın peygamberi Davud [aleyhisselam] elinin emeği ile kazanıp yerdi.) Davud aleyhisselamın diğer mucizeleri şunlardır: 7- Saltanatı heybetli olup, devleti, zamanının en kuvvetli devleti idi. 8- Davud aleyhisselama, o vakte kadar diğer peygamberlere verilenlerden ayrı ve fazla olarak “fadl” verilmiştir. 9- Allahü teala, Davud aleyhisselama Zebur’u verdi. Cenab-ı Hak, faziletin; din ve ilimle olup, malla olmadığına işaret ederek, mealen; (Biz Davud’a [aleyhisselam] Zebur’u verdik.) [İsra 55] buyurdu ve onun faziletini bildirdi. Hazreti Davud’a verilen Zebur; manzum olup, İbrani dili üzere idi. Meşhur dört kitaptan biridir.

Vaaz ve nasihat şeklinde olup, Tevrat’ı kuvvetlendirir, açıklar. İçinde, helal ve harama dair hükümler yoktur. Tevrat’la amel etmeye çağırdığından, Tevrat’ı nesh etmedi, yani hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. İçinde helal ve harama dair hükümler yoktur. Zaten Davud aleyhisselam da ayrı bir resul olmayıp, İsrailoğullarının peygamberlerinden biri idi. Zebur, Davud aleyhisselama Ramazan ayında nazil oldu. Davud aleyhisselamın çok güzel, pek yanık ve tatlı sesle okuduğu Zebur’u, dinleyenler hayran kalıp, kendinden geçerdi.

Zebur okunacağı zaman, insanlar, cinler, ehil ve yırtıcı hayvanlar durur, kuşlar üzerlerine kanat gerer, rüzgar dinerdi. Hadis-i şerifte bildirildiği üzere Peygamber efendimiz bir gün Ebu Musel Eş’ari’yi (radıyallahü anh) Kur’an-ı kerim okurken dinledi ve; “Gerçekten sana Davud’un (aleyhisselam) mizmarlarından (güzel ses ve ahenginden) biri verilmiştir.” buyurdu. Resulullah efendimiz onun sesini Davud aleyhisselamın sesine benzetmiştir. Kur’an-ı kerimden önce inzal edilen (indirilen) bu Zebur ve diğer ilahi kitapların elde asılları olmayıp, hepsi zamanla tahrif veya yok edilmişlerdir. 10- Yırtıcı hayvanlar, Davud aleyhisselamın huzuruna gelip, tam bir bağlılıkla ona hizmet ederlerdi. 11- Davud aleyhisselamın hususiyetlerinden biri de, kendisine ihsan edilen nimetlere şükredip, ihsan sahibinin hakkına riayet edici olmasıdır. Davud aleyhisselam bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Onun bu davranışı Muhammed aleyhisselamın ümmeti için de bir ölçü olmuştur. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü tealaya en sevimli oruç, Davud’un orucudur.

O bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Allahü tealaya en sevimli namaz da Davud’un namazı idi. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu.) Davud aleyhisselam, Allahü tealanın azabını hatırladığı zaman mafsalları gevşer, tamamen kendisini salıverir; Allahü tealanın rahmetini hatırlayınca da eski haline dönerdi. Davud aleyhisselam, gece ve gündüz bütün günü ailesi arasında bölüştürmüştü. Hiçbir saat yoktu ki, çoluk çocuğundan, o sırada ibadet eden birisi bulunmasın. Böylece onun ailesi, günün yirmi dört saatini ibadetle geçirirdi. Nitekim ayet-i kerimede, (Ey Davud ailesi!

Şükredin! Kullarım içinde gereği gibi Allaha şükreden azdır.) [Sebe 13] buyurulmaktadır. Davud aleyhisselam, bir münacatında dedi ki: “İlahi! Seni hatırlayıp zikredenlerin meclisinden geçip, gafillerin meclisine gitmek istediğim vakit, oraya gitmeden ayaklarımı kır; zira senin böyle yapman, benim için büyük bir lütuftur.” Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: -Hazreti Davud (aleyhisselam)’un duaları arasında şu da vardır: “Allahım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.” Davud aleyhisselam; “Ya Rabbi! Seni nerede arayayım!” deyince, cevap olarak; “Ben, benim için kalpleri kırılmış, benim için kalpleri harab olmuşların (evliyanın) yanındayım.” buyruldu.

Davud aleyhisselam Allahü tealanın azabını hatırladığı zaman, mafsalları gevşer, tamamen kendisini salıverir, Allahü tealanın rahmetini hatırlayınca, eski haline dönerdi. Allahü teala Davud aleyhisselama şöyle vahyetti: -Ey Davud! Biliyor musun, kullarımdan kimin günahını bağışlamayı severim? Davud aleyhisselam; -Onlar kimdir, ya Rabbi? dedi. Allahü teala; -Günahlarını hatırladığı zaman, içi titreyenlerdir, buyurdu. Allahü teala, Davud aleyhisselama, (Bir kimse, herşeyden ümit kesip, yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi, ona zarar yapmaya, aldatmaya uğraşsalar, onu elbette kurtarırım) diye vahy gönderdi. Allahü teala, Davud aleyhisselama vahy gönderdi ve “Ey Davud! Zikrim zikr edenlerin, Cennet’im ibadet edenlerin, kafi olmaklığım tevekkül edenlerin, nimetimin çoğalması şükredenlerin, rahmetim iyi işler yapanların, ünsiyetim beni ziyadesiyle arzu edenlerindir ve ben, muhiblerime mahsusum” buyurdu.

Davud aleyhisselam; “Ya Rabbi! Sana ibadet etmek isterim. Bunun için hangi vakit daha makbuldür” diye arz etti. Allahü teala: “Ey Davud! Gecenin ilk vaktinde kalkan sonunda kalkamaz, sonunda kalkan ilk vakitte kalkamaz. Bunun için gece yarısında kalk, bana ibadette bulun! Ben de bütün dileklerini kabul edeyim buyurdu. Bir defasında, Resul-i ekreme; “Gecenin hangi vakti daha makbuldür?” diye sorduklarında Resul-i Ekrem efendimiz; “Yarı geceden sonraki vakittir” buyurdular. Davud aleyhisselam, münacatında dedi ki; “İlahi! Seni hatırlayıp zikredenlerin meclisinden geçip, gafillerin meclisine gitmek istediğim vakit, oraya gitmeden ayaklarımı kır, zira senin böyle yapman, benim için büyük bir lütuftur.” Allahü tealanın Davud aleyhisselamın kavminden, dualarını kabul ettiği abid, salih kimseler vardı. Yahya Gassani anlatır: “Davud aleyhisselam zamanında kuraklık oldu. Halk, dua etmek için aralarından üç alim seçti.

Onlar dua için sahraya çıktıklarında, içlerinden biri; “Ya Rabbi! Kitabında, bize, zulm edenleri affetmemizi bildirdin. İşte nefislerine zulm eden bizler, huzuruna geldik. Senden af dileriz. Bizi affeyle” dedi. Diğeri; “Ya Rabbi! Kitabında, köleleri azad etmemizi bizlere tavsiye ettin, işte kul olarak huzuruna geldik, bizleri azad eyle”, Üçüncüsü de; “Ya Rabbi! Sen, kitabında; “Kapıya gelen saili (bir şey istiyeni, fakiri) reddetmeyin, ondan yüz çevirmeyin” buyuruyorsun. İşte biz sail (isteyici) olarak huzuruna geldik. Senden rahmet diliyoruz, boş çevirme” diye dua edince, Allahu teala hepsinin dualarını kabul ederek rahmetini gönderdi. Allahü teala, Hazreti Davud’a vahyetti ki: “Ey Davud! Kullarımdan herhangi biri, yaratmış olduklarımı bir yana atıp bana sığınırsa, bu halinden dolayı, yedi kat sema ve içindekiler, yedi kat yer ile içindekiler o kimseye düşman olsalar, yine onun için bir kurtuluş yolu açarım. İzzetime ve celalime yemin ederim ki, bu böyledir. Yine izzetime, celalime ve azametime yemin ederim ki, bir kimse beni bırakıp da, mahlukatımdan herhangi birine gönül bağlarsa, bütün sebep yollarını keserim. Kalbini, hırs ve içinden çıkılmaz meşguliyetlerle doldururum.

Ömrü, dünyanın ömrü kadar da olsa, bitirip tüketemeyeceği ümitlerle doldururum. Ey Davud! Kim bana dua eder de duasını kabul etmem? Kapımın, çalana açılmadığını kim gördü? Mahlukatımın arzu ettiklerini ben veririm. Onların her istediği, bende mevcuttur. Bütün ümitlerin yeri benim. Bana aşık olanların kalblerini, yeryüzünde nazargahım kıldım. O kalbleri, bana daha da yanaşsın ve fazla iştiyak (arzu) duysunlar diye, her an nimetlerimi saçıyorum. Bana şükrettikleri ve beni unutup başkalarına meyletmedikleri için böyle yapıyorum. Bir an bile beni unutmasınlar diye onlara hadsiz, hudutsuz bana kavuşma arzusu veriyorum. Onlara ünsiyet (yakınlık) kapılarımı açtım. Bana dua etmeden isteklerini yerine getirdim. İzzetime, celalime yemin ederim ki, onları Firdevs Cenneti’ne koyup cemalimi göstereceğim. Ben onlardan, onlar da benden razı oluncaya kadar iyiliklerimi yağdıracağım. Yeryüzünde olanlara haber gönder. Beni sevenlerin sevgilisiyim. Benimle olmak isteyenlerle beraberim. Bana yakın olmak isteyenlerin can yoldaşıyım.

Emirlerime itaat edenlere, muti sıfatımla tecelli ederim. Ben, başkalarına tercih edenleri seçerim. Ya Davud! Sevdiğinden bir şey saklayan sevgili hiç görülmüş müdür? İyi kimselerin, bana muhabbeti artar. Benim de onlara her an artmaktadır. Beni arayan bulur. Başkasını arayan, beni kaybeder. Kulumun en büyük işi, benim muhabbetim olursa, onu kendi zikrimle rahatlatırım. Onu sever, aramızdaki mesafeyi kaldırır ve perdeyi aralarım. Herkes gaflet içinde beni unutmuş iken, o ayık olur. İşte bunlar, hakikat ehlidirler. Sevgimi, kalbi ve dili ile beni zikredene verdim. Kalbine muhabbetimi yerleştirdim. Benden razı olursan ben de senden razı olurum. Verdiklerime şükredersen, iki cihanda aziz ederim. Gönderdiğim belalara sabretmeyenler, bizden bir talepte bulunmasınlar. Ben bir kulumu sevince, onun kalbini korkumla doldururum. Bana kavuşmak için onu pervane gibi yaparım. Bundan sonra o kul, taatıma can-u gönülden koşar.

Dostlarımı, kubbelerimin altında gizlerim. Onları, ancak sevdiklerime tanıtırım. Onlara müjdeler, saadetler olsun. Beni unutanı bile unutmam, daima beni zikredeni hiç unutur muyum? Ben, cimrilere bile ihsanlarımı bolca yağdırırken, nasıl olur da cömertlere cimrilik ederim. Dileği olan kullarıma müjdele! Ben merhametliyim, kullarıma acırım. Bana severek kulluk yapanı, Cennet’ime koyarım. Bana kulluk etmeyeni de hiç acımadan Cehennem’e atarım. İzzetime, celalime yemin ederim ki, ancak beni arzu edenler bana yakın olurlar. Beni seveni (imtihan için veya derecelerini yükseltmek için) belalara salarım. Benden kaçmak isteyeni de yakarım. Günahkar olanlara benim gafur (magfiret edici, bağışlayıcı) olduğumu bildir. Korkarak bana gelenlere azab etmem. Beni severek geleni, ayrılık ateşine atmam. Utanarak bana yöneleni, kıyamet günü utandırmam. Cennet’im, rahmetimden ümidini kesmeyenleredir. Yaptığı hatayı, benim affımdan daha büyük bilenlere gazap ederim. Bir kimsenin cezasını hemen vermek istesem, önce rahmetimden ümidini kesenleri cezalandırırım. Fakat, acele etmek benim şanımdan değildir. Geceleri sevdiklerimin kalbine tecelli ederim. Onlar, benimle huzur içinde kelam ederler. Benim sevdiğim, hayra ehli olan kullara saadetler olsun.

Onların yeri ne kadar güzeldir.” Allahü teala Davud aleyhisselama; “Benim ahlakımla ahlaklan, ahlakımdan birisi de mutlak suretle sabırlı olmamdır” diye bildirdi. Davud aleyhisselam; “Ya Rabbi! Senin rızan uğrunda musibetlere sabreden kederli bir kimsenin mükafatı nedir?” diye sorunca, Allahü teala; “ Ondan hiç çıkarmayacağım iman kisvesini ona giydirmemdir” buyurdu. Allahü teala, Davud aleyhisselama; “Sabredenlerin yeri Darüsselam Cenneti’dir. Oraya girdikleri vakit, onlara şükretmeleri ilham edilir. Şükür, sözlerin en güzelidir. Onlar şükrettikçe, nimetlerimi artırır ve daha ziyadesini gösteririm” Buyurdu. Allahu teala, Davud aleyhisselama; “Ey Davud! Beni sev, beni seveni sev ve beni kullarıma sevdir. Kullarım beni sevsinler” buyurdu. Davud Aleyhisselam; “Bunu nasıl yapayım?” deyince, Allahü teala; “Sen, beni güzel bir şekilde an. Benim nimet ve ihsanlarımı onlara hatırlat, onlar benden ancak iyilik bilsinler” buyurdu. “Ey Davud! Yırtıcı hayvanlardan korktuğun gibi, benden de kork.” “Kim diğer yaratıklara bakmaz ve bana dayanırsa; yer, gök ona hileye kalksa da, ben ona çıkacak yol bulurum.” “Ey Davud! Beni sevdiğini iddia eden kimse, bütün gece yatar uyursa, yalan söylemiş olur. Herkes sevgilisini tenhada arayıp bulmak istemez mi? İşte ben, gece vakti beni arayanlar için hazırım.” “İştiyakın bana olsun.

Benimle ünsiyet et ve başkalarından uzaklaş.” “Benim dostlarıma ne oluyor ki, onlar dünyalığı düşünüyorlar? Halbuki, dünya düşüncesi, benim münacatımın zevkini giderir. Ey Davud! Dostlarımdan istediğim, ahireti isteyip dünyalık için gazap etmemeleridir.” “Ey Davud! Bir hususta, sen bir şeyi murad edersin, ben de o hususta irade ederim. Netice, ancak benim dediğim olur.” “Ey Davud! Eğer benden yüz çevirenler, benim onları nasıl beklediğimi, onlara nasıl acıdığımı ve onların günahı terk etmelerini nasıl istediğimi bilseler, bana olan heveslerinden hemen ölür ve benim sevgimden birbirlerinden ayrılırlardı. Ey Davud! İşte benden yüz çevirenlere karşı iradem budur. Bundan, bana yönelenlere karşı irademin ne olacağını sen düşün. Ey Davud! Kulumun bana en çok muhtaç olduğu zaman, benden müstağni olduğu andır. Benim de kuluma en çok merhamet edeceğim zaman, kulumun bana arka çevirdiği andır. Benim katımda en yüksek mevki de, bana yöneldiği andır.” “Ey Davud! Uyanık ol, kendine dost ara. Beni sevmekte, sana uymayanlarla da arkadaşlık yapma.

Çünkü bu gibiler senin düşmanındır, kalbini karartır ve seni benden uzaklaştırırlar.” “Ey Davud! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!” Davud aleyhisselam; “İlahi! Senin güneşinin hararetine dayanamazken yarın Cehennem ateşinin hararetine nasıl dayanacağım? Ya Rabbi! Senin rahmet için olan davetine dayanamazken, azab için olana nasıl tahammül edeceğim” der, gözyaşı dökerdi. “Ey Davud! Arzularını sevgim üzerine tercih eden alime vereceğim cezanın en küçüğü, bana yalvarmasının tadını ona haram etmektir. Ey Davud! Dünya sevgisi kendisini kaplayan alimi benden sorma, bu gibiler, bana muhabbetten insanlara mani olurlar; kullarımın bana gelen yollarını keserler. Ey Davud! Bir kaçağı bana iade eden zatı, basiretli ve anlayışlı yazarım. Kimi anlayışlı yazarsam, ona asla azab etmem.” Davud aleyhisselamın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikayet etti.

Dinleyip karar verip giderken, Azrail aleyhisselam gelip; “Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. ikincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti. Fakat ölmedi” dedi. Davud aleyhisselam şaşıp, sebebini sorunca; “ikincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Bu gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahu teala, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu” dedi. Nitekim hadisi-i şerifte, “Sıla-i rahm yani akrabayı ziyaret ömrü uzatır” buyuruldu.

Allahu teala Davud aleyhisselama; “Yeryüzündeki bütün halka ilan et ve de ki: “Ben, beni sevenin sevgilisi, benimle oturanın arkadaşıyım. Beni zikr ile ünsiyet edenin dostu, bana arkadaşlık edenin refikiyim. Beni tercih edeni tercih ederim. Beni gerçek olarak seveni, kendim için kabul eder ve onu herkesten üstün tutarım. Gerçek olarak beni arayan bulur, fakat başkasını arayan beni bulamaz. Ey yeryüzünün halkı! İçine düştüğünüz şaşkınlık ve aldanmadan vazgeçin. Benim keremime, arkadaşlığıma ve benimle ünsiyete yönelin ki, ben de sizinle ünsiyet edeyim ve süratle sizi seveyim. Zira ben dostlarımın tıynetini, Halilim İbrahim, sırdaşım Musa ve halis dostum Muhammed’in (aleyhimüsselam) tıynetinde yarattım. Bana iştiyak duyanların kalbini, benim nurumdan yarattım” buyurmuştur.

Davud aleyhisselam; “Ya Rabbi! Seni sevenleri bana göster” dedi. Allahü teala; “Lübnan dağına çık, orada genç, orta yaşlı ve ihtiyar olarak on dört kişi vardır. Yanlarına gittiğin vakit selamımı söyle ve de ki: “Rabbiniz size selam eder ve buyurur ki: “Bir istediğiniz var mı? Zira siz benim dostlarım, sevgililerim ve velilerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben ferahlanır ve sizin ferahlanmanıza yardım ederim” buyurdu. Davud aleyhisselam, Lübnan dağına çıkarak, onları bir pınar başında buldu. Orada, Allahü tealanın kudreti üzerinde düşünüyorlardı.

Davud aleyhisselamı görünce, uzaklaşmak istediler, fakat Davud aleyhisselam; “Durun! Ben Allah’ın elçisiyim, size Rabbinizin haberini getirdim” deyince, hemen Davud aleyhisselama yöneldiler ve önlerine bakarak kulaklarını ona verdiler. Davud aleyhisselam; “Ben, Allahü tealanın size bir elçisiyim. Allahü tealanın size selamı var. Allahü teala; “Niçin benden bir şey istemiyorsunuz? Niçin bana seslenmiyorsunuz ki, ben sesinizi ve sözünüzü duymuş olayım. Siz benim sevgililerim ve velilerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben de sevinirim ve sizin sevginize süratle gelirim. Her an şefkatli bir anne gibi, size bakarım” buyurdu” dedi. Onlar bunu dinleyince gözlerinden yaşlar döküldü ve en yaşlıları; “Ya Rabbi! Seni tesbih eder ve noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Allah’ım! Biz, senin kulların ve kullarının çocuklarıyız.

Ömrümüzde bir an seni hatırımızdan çıkarmışsak, bu husustaki kusurumuzu bağışla” dedi. Diğeri; “Allah’ım! Seni tesbih ve takdis ederiz. Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Bize hüsn-i nazar etmekle ikramda bulun” dedi. Bir başkası da; “Allah’ım! Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Hangi cür’etle sana dua edelim? Halbuki, bizim rahmetinden başka hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını sen bilirsin. Sana gelen yolda bizi devam ettir ve bu suretle nimetini bize tamamla” dedi. Diğeri de; “Biz senin rızanı aramakta kusurluyuz, bu hususta kendi lütfunla bize yardımcı ol Ya Rabbi!” dedi. Bir başkası da; “Ya Rabbi! Bizi nutfeden yarattın, bize kendi lütfunla, azametini, düşünme imkanlarını bahşettin. Senin azametinle meşgul olup, celal ve kibriyalığını düşünen ve nuruna yaklaşmak isteyen kimse hiç söz söylemeğe cür’et edebilir mi?” dedi. Diğeri; “Ya Rabbi! Senin şanının azametinden, evliyalarına yakınlığından ve sevgililerine fazla minnetinden, dilimiz tutuldu ve sana dua edemedik” dedi. Bir diğeri de; “Ya Rabbi! Seni zikretmeğe bizi hidayet eden, seninle meşgul olmakla bizi başkalarından alıkoyan sensin. Sana karşı şükrümüzdeki kusurumuzu bize bağışla” dedi.

Diğer biri de; “Ya Rabbi! Bizim ihtiyacımızın, yalnız senin cemaline bakmak olduğunu bilirsin” dedi. Ötekisi de; “Ya Rabbi! Sen kendi cömertliğinden bize dua ile emretmesen, bir kul efendisine karşı nasıl cür’et edebilirdi? Karanlıkta, hidayete ulaşacağımız nuru bize ver” dedi. Onlardan birisi de; “Ya Rabbi! Bizim senden istediğimiz, devamlı olarak bize yönelmendir” dedi. Bir diğeri de; “Ya Rabbi! Fazlu kereminle bize bahşettiğin nimetinin tamamlanmasını isteriz” dedi. Diğeri de şöyle dedi: “Ya Rabbi! Yarattıklarının hiç birine ihtiyacımız yok, yalnız cemalini isteriz, bize lütfet cemalini göster.” Diğeri de; “Allah’ım! Şanının ali ve kadrinin yüce olduğunu bilirim. Sen dostlarını seversin. Lütfet de kalbimi senden başka herhangi bir şey ile meşgul olmaktan alıkoy” diye dua etti. Allahü teala Davud aleyhisselama şöyle vahyetti: “Onlara de ki. “Sevdiklerime celbettim. Dualarını kabul ettim.”

Alıntı ile Cevapla
  #6  
Alt 13.02.24, 20:21
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

SÜLEYMAN ALEYHİSSELAM


Süleyman aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Davud aleyhisselamın oğludur. Yakub aleyhisselamın neslindendir. Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. Çocukluğundan beri bilgili, iyilik ve adaleti seven biri olarak tanınmıştı. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine, Allahü teala tarafından peygamberliği bildirildi. Dünyaya hakim olan dört kişiden biridir. Uzun boylu, beyaz tenli, iri vücudlu, nurlu güzel yüzlü, gür saçlı idi. Süleyman aleyhisselam, daha çocuk iken son derece akıllı, içi dışı güzel ve olgundu. Bu yüzden, babası, büyük işleri onunla müşavere ederdi.

Zeka, anlayış ve firasette, ictihadda, isabette en ileride idi. Çocukluk zamanında, bir çocuk için mümkün olmayan, şaşılacak, hayret edilecek halleri ve hareketleri görülmüştü. Buhari’nin, Ebu Hüreyre’den bildirdiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: (Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde birer oğlan çocukları vardı. Yolda giderlerken, kurt gelip, bu kadınlardan büyük olanının çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı küçük kadına; “Kurt, senin çocuğunu götürdü.” dedi. Öbür kadın; “Hayır, senin çocuğunu götürdü.” dedi. Nihayet, bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Davud’a [aleyhisselam] müracaat ettiler. Davud [aleyhisselam], çocuğun büyük kadına ait olduğuna hükmetti. Onlar muhakemeden çıkıp, Süleyman’a [aleyhisselam] gittiler. Davud’un [aleyhisselam] hükmünü ona söylediler. Süleyman [aleyhisselam] da dedi ki:

- Bana bir bıçak getirin. Çocuğu, bu iki kadın arasında paylaştırayım. Hemen küçük kadın; “Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin. Çocuk bu kadınındır!” dedi. Bunun üzerine, Süleyman [aleyhisselam] çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetti.) Davud aleyhisselam, bu hükmü işitip, oğlunun firaset ve zekasına hayran kaldı. Davud aleyhisselam, geride kalan çocuğu büyük kadının elinde bulması ve küçük kadının, onun kendi çocuğu olduğuna dair delil getirmekten aciz kalması sebebiyle, çocuğun, büyük kadına ait olduğuna hükmetmiştir. Bu sebep, dini kaidelere uygun olması bakımından güzel bir izahtır. Süleyman aleyhisselam, babası Davud aleyhisselamın hükmünü bozmayı kastetmiş değildir.

Ancak o, verdiği hüküm ile, bu iki kadın arasındaki meseleyi halletmiş, hakikati meydana çıkarmış, ince ve hoş bir çare ile meseleyi halletmiştir. Süleyman aleyhisselamın, çocuğu aralarında paylaştırmak için bıçak getirmelerini istemesinden maksadı, bu işin hakikatini ortaya çıkarmaktı. Yoksa, çocuğu keserek paylaştırmak değildi. Nitekim bu yolla, maksadı da hasıl oldu. Çünkü; bıçak isteyince, küçük kadın feryat etmiş, çocuğunun hayatta kalmasını tercih ederek; onun, büyük kadının olduğunu söylemek zorunda kalmıştı.

Ancak, Süleyman aleyhisselam, küçük kadının bu sözüne itibar etmedi. Çünkü, küçük kadının, analık şefkati ile feryat edip, çocuğunu kesilmekten kurtarmak için, onun, büyük kadına ait olduğunu söylemesi, çocuğun kendisine ait olduğunu gösteriyordu. Ayrıca, çocuğun kesileceğini duyunca, küçük kadının gösterdiği bu telaşa karşılık, büyük kadında böyle bir telaşın görülmemesi, ve çocuğun küçük kadına ait olduğu hükmolunduğunda, itirazının olmaması, çocuğun küçük kadına ait olduğuna dair bir delil idi.

Hazreti Davud’a varis oldu Davud aleyhisselam zamanında, bir gece, bir koyun sürüsü, bir tarlanın ekinlerini telef etti. Tarla sahibi, Davud aleyhisselama gelip, koyunların sahibinden davacı oldu. Koyunların kıymeti, telef edilen ekine eşitti. Davud aleyhisselam, koyunların, tarla sahibine verilmesine hükmetti. Süleyman aleyhisselam daha on bir yaşındaydı. Babasının bu hükmünü işitince dedi ki: - Bu davada, iki taraf için de faydalı olan bir hüküm daha vardır.

Babası ne olduğunu sorunca, utandı. Israr edilince, şöyle cevap verdi: - Koyunları ekin sahibine verin, süt ve yünlerinden faydalansın. Tarlayı da koyun sahibine verin, ekin ekip önceki hale getirsin. Sonra da her biri, kendinde olanı önceki sahibine teslim etsin. Davud aleyhisselam, oğlunun bu hikmetli sözlerini beğenip, ona göre hüküm verdi. Davud aleyhisselamın on dokuz oğlu vardı. Bunlardan en küçükleri olan Süleyman aleyhisselamın annesi ayrı idi. Diğerleri ise, Talut’un kızından dünyaya gelmişlerdi. Ömrünün sonlarına doğru, Davud aleyhisselama, akıl ve firasette, hüküm ve adalette birçok üstünlüklerine şahit olduğu oğlu Süleyman aleyhisselamı, yerine halife bırakması emredildi.

Davud aleyhisselam İsrailoğullarına; “İşte bu, benden sonra sizin üzerinize halifemdir!” diye vasiyette bulundu. Hepsi Süleyman aleyhisselamın hilafetini kabul ettiler. Allahü teala Davud aleyhisselama Süleyman aleyhisselamı halife kıldığını bildirince Davud aleyhisselam: -Ya Rabbi! Bana lütufkar olduğun gibi Süleyman’a da lütufkar ol” diye niyazda bulundu. Allahü teala: -Süleyman’a de ki: O bana senin kul olduğun gibi kul olsun da ben de ona sana lütufkar davrandığım gibi lütufkar olayım, diye vahyetti. Davud aleyhisselam, Hazreti Süleyman’ın kendi yerine halifesi olduğunu ilan edince, ona bazı nasihatlerde bulundu: “- Ey oğlum! Çok şaka yapmaktan sakın! Çünkü onun faydası azdır. Lüzumsuz şaka, dostlar arasında düşmanlık meydana getirir. Kızmaktan sakın! Çünkü kızmak, kızanı hafifletip, basitleştirir. Takvaya sarıl! Yani Allahü tealadan kork! Emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakın! Ona taatten ayrılma! Çünkü takva ve taat, Allahü tealanın izni ile insanın her şeye galip gelmesine vesile olur. İnsanlara karşı kıskançlıkta bulunma! Bu davranışın, insanlara suizan beslemene sebep olur. İnsanlardan bir şey bekleme! Işte bu, hakiki zenginliğin ta kendisidir. Allahü tealanın kullarına verdiği çeşitli nimetlere göz dikmek, insan için bir fakirliktir.

Özür dilemeyi icap ettirecek iş ve sözlerden sakın! Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır! İyilik yapmaktan ayrılma! İmkanın varsa, bu günün dünkünden daha hayırlı olmasına çalış! Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl! Aşağı ve bayağı kimselerle oturup kalkma; böyle kimselerle beraber olma! Kızdığın zaman, nefsini toprağa yapıştır! Allahü tealanın rahmetinden ümitli ol! Çünkü, Allahü tealanın rahmeti, her şeyi kaplamıştır.” Davud aleyhisselam, çok geçmeden vefat etti. Süleyman aleyhisselam da babasının yerine geçti. Mülküne, hikmet ve ilmine varis oldu. Allahü teala, Kur’an-ı kerimde, Süleyman aleyhisselamı mealen şöyle övdü: (Biz Davud’a Süleyman’ı [aleyhimesselam] verdik. O, ne güzel kuldur. Hakikaten o, bütün vakitlerinde zikr, tesbih ve tövbe ile Allahü tealaya dönen bir kuldur.) [Sad 30]

Mescid-i Aksa’nın inşası Davud aleyhisselamın vefatından sonra, oğlu Süleyman aleyhisselam, peygamberlik, saltanat ve ilimde ona varis oldu. Babasının yerine geçince; memleketin ileri gelenleri ile alimlerini davet etti. Onlara dedi ki:

- Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Bize peygamberlik ve saltanatla ilgili her şey verildi. Bunlar Allahü tealanın açık seçik bir ihsanıdır. Hadis-i şerifte, Süleyman aleyhisselamın mülkü ile ilgili olarak şöyle buyuruldu: (Süleyman bin Davud’a [aleyhimesselam] verilen mülkü görmediniz mi? Bu, onun huşuunu, Allahü tealadan korkusunu artırdı.) Süleyman aleyhisselam, dünyaya hakim olan dört kişiden birisidir. Nitekim, Resulullah efendimiz bu hususta buyurmuştur ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin, ikisi de kafir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleyman [aleyhimesselam] idi. Kafir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evladımdan biri, yani Mehdi de malik olacaktır.) Ayet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinniler Süleyman aleyhisselamın emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, suretler, çanaklar, sabit çömlekler, tencereler yaparlardı.

Cinnilerin, Süleyman aleyhisselam için yaptıkları şeylerden biri de Beytül-Makdis yani Mescid-i Aksa’dır. Beyt-ül-Makdis’in inşasına önce Davud aleyhisselam başladı. Duvarlarını bir adam boyu yükseltti. Allahü teala, Davud aleyhisselama; “Bunu sen tamamlayamayacaksın. Sana Süleyman isminde bir oğul vereceğim; o tamamlayacak!” diye vahyetti. Davud aleyhisselam, oğlu Süleyman aleyhisselamı kendi yerine halef seçtikten sonra vefat etti. Bir müddet sonra, Süleyman aleyhisselam, Beyt-ül-Makdis’i tamamlamak istedi. Cinleri topladı. Onlar arasında iş taksimi Davud aleyhisselamın inşasına başladığı Mescid-i Aksa’yı bitirmek, oğlu Süleyman aleyhisselama nasip oldu yaptı. Onlardan her bir cemaatı bir işle vazifelendirdi. Sonra, on iki mahallesi olan bir şehir yaptırdı ve her mahalleye bir kabile yerleştirdi. Şehrin kurulması bitince, mescidin tamamlanmasını emretti. Cinleri bölüklere ayırdı. Bir kısmı, altın, gümüş ve yakut; bir kısmı, denizden saf inci; bir kısmı, mücevherat ve kıymetli taşlar; bir kısmı da misk, amber ve diğer güzel kokuları getirdiler. Bütün bunlardan yeteri kadar gelince, işlemek için ustalar getirtti. Ustalar, getirilen taşları yonttular.

Mücevher, inci ve yakutları işlediler. Kaplanan malzemeleri kullanarak mescidin inşasını tamamladılar. O asırda, ondan güzel olmayan ve bir eşi bulunmayan bu mescide “Beytül-Makdis” dediler. Daha sonra “Mescid-i Aksa” adıyla anıldı. Beyt-ül-Makdis’in inşası bitince, Süleyman aleyhisselam, İsrailoğullarının alimlerini topladı. Onlara, bu mescidi, Allahü tealanın rızasını kazanmak için yaptırdığını, onda bulunan her şeyin Allah için yapıldığını anlatarak buyurdu ki: - Bu mescit Allahındır! Çünkü, Onun emri ile yapılmıştır. Onda bulunan her şey Allahındır. Kim ondan bir şey noksanlaştırırsa, Allahü tealaya hainlik etmiştir. Sonra, İsrailoğullarına ziyafet verdi. Allahü teala için kurbanlar kesti. Sonra şöyle dua etti: -Ya Rabbi! Bana bu mülkü, saltanatı sen ihsan ettin. Üzerimdeki nimetler sendendir. Beni yeryüzünde halife yaptın. Hamd sana mahsustur. Ya Rabbi, Bu Mescid’e giren kimse hakkında benim Senden dileğim şudur: Buraya girip içinde ihlasla iki rekat namaz kılan kimse, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından arınsın. Buraya giren günahkar günahına tövbe etsin. Korkuya kapılanı emniyete kavuştur. Hasta olana şifa ver. Kıtlığa uğrayana bolluk ve zenginlik ihsan et.

Bundan sonra Süleyman aleyhisselam, Mescid-i Aksa’nın inşasının bittiği günü bayram yaptı. Süleyman aleyhisselam, Beyt-ül-Makdis’in inşasını bitirince, Allahü tealadan, takdirine uygun hüküm ile hükmetmeyi nasip etmesini istedi. Bu ona verildi. Kendisinden başka bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın, kendisine verilmesini de istedi. Bu da ona verildi. Resulullah efendimizin ümmetine de, bu mescitte namaz kılmak çok sevap olmuştur. Nitekim hadis-i şerifte; (Mescid-i Haram’da kılınan namaz, yüz bin namaza; benim mescidimde kılınan namaz, bin namaza; Mescid-i Aksa’da kılınan namaz beş yüz namaza denktir.) buyurulmuştur.

Süleyman aleyhisselam, Mescid-i Aksa’ya, Musa aleyhisselamdan beri nesilden nesile geçerek gelen Ahit sandığını koydu. Bu durum, Beyt-ülMakdis’in Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devam etti. Buhtunnasar, Kudüs’ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksa’da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp, Babil’e götürdü.

Hazreti Süleyman ve karınca Süleyman aleyhisselamın, cinler tarafından dokunmuş olan bir yaygısı vardı. Kendisi ve ordusu bu yaygının üzerine çıkar, rüzgar onu emredilen yere götürürdü. Sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar da bir aylık yol katederdi. Ayrıca rüzgar, duymak istediği sesleri de Süleyman aleyhisselama getirirdi.

Süleyman aleyhisselamın ordusundaki vazifeliler, yemek kaplarını ve malzemelerini de yanlarına alır, ihtiyaç oldukça yemek yapar, ekmek çıkarırlardı. Bu şekilde havada seyahat ederlerdi. Yine birgün emir verilip, Süleyman aleyhisselam ve ordusu, İran’daki İstahar şehrinden Yemen tarafına hareket etti. Süleyman aleyhisselamın ordusu daha sonra Taif’te Sedir vadisine, sonra da karıncaların çok olduğu Neml vadisine ulaştı. Süleyman aleyhisselamın ordusunun, kendilerine doğru geldiğini gören karıncaların reisi durumundaki dişi bir karınca, arkadaşlarını ikaz edip dedi ki: - Ey karıncalar! Süleyman aleyhisselam ve ordusu bize doğru geliyor. Çabuk yuvalarınıza girin! Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler.

Bunun üzerine, karıncalar, reislerinin sözüne uyarak yuvalarına girdiler. Karınca, Süleyman aleyhisselama itaat etmekle memurdu. Elbette itaat ettiği zatı, onun fazilet ve adaletini bilirdi. Karıncalarda, Allahü tealanın ihsan ettiği bir anlayış vardır. Çünkü onlar, faydalarına olan şeyleri bilirler. Mesela, yuvalarına götürdükleri buğday tanesini, çimlenmemesi için ikiye bölerler. Fakat, kişniş otunu dört parça yaparlar. Çünkü kişniş otu, iki parça olursa tekrar bitip büyür. Süleyman aleyhisselam, dişi karıncanın, ayet-i kerimede beyan buyurulan sözünü, uzaktan duydu, tebessüm etti. Bunun üzerine, karıncalar yuvalarına girinceye kadar, ordusunu vadiye bırakmadı. Hayvan bile reisi bulunduğu topluluğu korumaya çalışıyordu. İnsan için, karıncanın bu davranışında ibretler vardı. Zira insanda emri altındakileri korumalıydı.

Çoban, güttüğü sürüyü her türlü tehlikeye karşı nasıl koruyorsa, cemiyetteki idareci olanlar da, idare ettikleri kimseleri korumalıydılar. Rivayete göre Süleyman aleyhisselam karıncayı yanına getirtti ve ona: -Karıncaları niçin sakındırdın? Beni zalim diye mi işittiniz? Yoksa benim adaletli bir Peygamber olduğumu bilimediniz mi? Ne için “Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler” dedin, diye sordu. Karınca: -Ey Allahın Peygamberi! Benim sözümdeki “Bilmeden” kaydını işitmediniz mi? Bununla beraber benim, maksadım ancak kalblerin kırılması idi. Sana bakmakla meşgul olup, Allahü tealayı tesbihten geri kalmaktan korktum, dedi. Süleyman aleyhisselam: -Bana öğüt ver, dedi. Karınca:

-Babana Davud isminin niçin konulduğunu biliyor musun? -Hayır bilmiyorum. -O kalb yarasını tedavi etsin diye verildi. Sana Süleyman isminin niçin konulduğunu biliyor musun? Göğsüne selamet verilinceye kadar dayansın ve Baban Davud’a erişmeye müstehak olasın diye verilmiştir. Karınca bunları söyledikten sonra tekrar: -Allahü teala sana rüzgarı ne için uysal kıldığını biliyor musun? Diye sordu. Süleyman aleyhisselam; -Hayır, bilmiyorum, dedi. Karınca: -Dünyanın tümünün esen, gelip geçen bir yel’den ibaret bulunduğunu sana haber vermek için, dedi. Süleyman aleyhisselam karıncanın bu sözlerine gülümsedi.

Sebe halkı Süleyman aleyhisselam zamanında, Yemen taraflarında Sebe kavmi vardı. Bu kavim, Yemen’de, San’a şehrine üç günlük mesafede, Mağrip bölgesinde kurulmuş bir şehirde yaşarlardı. Bu bölge çok mamur idi. Baştan başa, birbirine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Mağrip seddi yapılarak, bölgenin hem su ihtiyacı karşılanmış, hem de bu bölge selden korunmuştu. Her kavme olduğu gibi, Allahü teala, onlara da birçok peygamber gönderdi. Sebe halkını Allahü tealanın dinine davet ettiler. Onlara, Allahü tealanın nimetlerini hatırlattılar. Allahü tealanın emirlerine uymazlarsa, azaba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe halkı, onları yalanladılar. Üstelik; nankörlükte ileri giderek dediler ki: - Allahü tealanın bize nimet verdiğini falan bilmeyiz. Rabbinize söyleyin, eğer gücü yeterse, bu nimetleri bize vermesin! Allahü teala, üzerlerine Arim selini gönderip, mallarını ve evlerini su içinde bırakmakla, onları cezalandırdı. Sebe halkının şehir, kasaba ve köyleri su altında kalınca, kendileri muhtelif memleketlere dağıldılar.

Gassan kabilesi Şam’a, Ezd kabilesi Amman’a, Huzaa kabilesi Tihame’ye, Evs ve Hazrec kabileleri Medine-i münevvereye geldi. Huzeyme kabilesi ise, Irak’a gitti. Sebe halkının bu şekilde dağılmaları, daha sonra gelen kimseler arasında darbımesel olarak söylenmiş, onların başına gelenler, insanlara ibret olmuştur. İşte Süleyman aleyhisselam devrinde, Sebe ülkesinin başında Belkıs isimli kadın bir sultan vardı. Belkıs, Himyeri meliklerinin neslinden geliyordu. Annesi cinnilerdendi. Süleyman aleyhisselamın Belkıs’tan, onun da Süleyman aleyhisselamdan haberi yoktu.

Saba Melikesi Belkıs Süleyman aleyhisselam, Mescid-i Aksa’nın inşasını bitirince, Mekke-i mükerremeye gitmeye karar verdi. Hazırlığını yaptı. Rüzgar, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşi hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte yola çıktı. Mekke-i mükerremeye varıp, bir müddet orada ikamet etti. Orada, kavminin ileri gelenlerine dedi ki: - Buradan bir peygamber çıkacaktır. Hak hususunda, Onun yanında herkes birdir. Allahü tealanın emrini yerine getirmek hususunda, kınayanın kınamasına asla kıymet vermez. Yanında bulunanlar sordular: - O hangi din üzeredir? - O Hanif dini yani İslam dini üzeredir. Ona yetişip de iman edenlere ne mutlu! Burada olanlar, olmayanlara; Onun, peygamberlerin (aleyhimüsselam) efendisi ve son peygamber olduğunu ulaştırsınlar! Süleyman aleyhisselam, kurbanlar kesip ibadetler yaptıktan sonra, bir sabah vakti, Mekke-i mükerremeden ayrılarak Yemen tarafına gitti.

Gördüğü güzel bir araziye inerek, namaz kılmak ve bir şeyler yemek istedi. Süleyman aleyhisselam, konaklama ile meşgul iken; Hüdhüd [çavuşkuşu], daha yükseklere çıkıp, etrafı seyretmek istedi. Süleyman aleyhisselamın meşguliyetinin bitmesine yakın, onun yanında olmaya karar vererek yükseldi. Hüdhüd etrafa bakınırken, Saba Melikesi Belkıs’ın güzel bahçelerinden birini gördü. Hoşuna gidip, oraya indi. Burada, başka bir hüdhüd ile karşılaştı. Karşılaştığı hüdhüd ona sordu:

- Nereden gelip, nereye gidiyorsun? - Padişahımız Süleyman bin Davud’la Şam tarafından geldik. O; insanların, cinlerin, kuşların ve diğer vahşi hayvanların sultanıdır. - Senin padişahına büyük bir mülk verilmiş. Fakat bu Yemen diyarının melikesi Belkıs da, ondan aşağı değildir. Çünkü onun emrinde, pek çok kumandan, her kumandana bağlı pek çok asker vardır. İstersen sana onun mülk ve saltanatını göstereyim. Hüdhüd, nerede su olduğunu bilir ve Süleyman aleyhisselama su bulurdu. Suyun yakınlığını ve uzaklığını bilirdi. Suyun bulunduğu yeri gagalar; cinler gelir ve orayı kazıp, su çıkarırlardı. Hüdhüd kuşu, böyle bir haslete sahip olduğu halde, bir çocuk tuzak kurup, üzerini azıcık bir toprakla örtünce, toprağın altındaki tuzağı göremez. Gelir üstüne basar. Tuzağa yakalanır. Halbuki o, toprağın altındaki suyu görmektedir.

Bunun için; “Kaza ve kaderin vakti gelince, göz görmez olur, akıl baştan gider.” denilmiştir. Süleyman aleyhisselamın Hüdhüd’ü, Yemenli hüdhüde dedi ki: - Namaz vaktinde Süleyman aleyhisselamın suya ihtiyacı olup, beni aramasından korkuyorum. Bunun için hemen dönmeliyim. - Fakat, Belkıs’ın memleketini Süleyman aleyhisselama haber verirsen, o bundan memnun kalır. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselamın Hüdhüd’ü, onunla beraber Belkıs’ın mülkünü görmek için gitti. Süleyman aleyhisselamın, ordusu ile beraber indiği yer, susuz bir yerdi. Su ihtiyacı üzerine, Süleyman aleyhisselam, insan ve cinlerden orada su bulunup bulunmadığını sordu. Onlar da bilemediklerini söylediler. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselam, Hüdhüd’ü araştırdı. Ona, oralarda su bulunup bulunmadığını soracaktı. Fakat onu ortalıkta göremeyince, diğer kuşları çağırdı. Onlara dedi ki: - Bana ne oluyor ki, Hüdhüd’ü görmüyorum. Acaba ne oldu? Yoksa kayıplardan mı oldu?

Süleyman aleyhisselam Hüdhüd hakkında bu sözlerinden sonra, kuşların efendisi olan Ukab isimli kuşu çağırdı. Hüdhüd’ü derhal bulup getirmesini emretti. O kuş, hemen havalandı. Her tarafı gayet iyi görüyordu. Etrafa bakınırken, Hüdhüd’ün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Hüdhüd’ün ortadan kaybolması, her ne kadar şiddetli azaba uğramasına sebep ise de, ortadan kaybolmasını telafiye çalışması ve gittiği yerden sür’atle dönmesi de onun hakkında hayır ve saadet alametlerindendi. Süleyman aleyhisselamın Hüdhüd’ü aramakla görevlendirdiği kuş, ona doğru öterek seslendi. Hüdhüd, kötü bir haber olduğunu anladı. Ukab, Hüdhüd’ü Süleyman aleyhisselama götürdü. Süleyman aleyhisselam, kürsüsünde oturuyordu. Hüdhüd, Süleyman aleyhisselama yaklaşıp, tevazu ve hürmetini arz etti.

Süleyman aleyhisselam buyurdu ki: - Nerede idin? Hüdhüd şöyle cevap verdi: - Ey Allahın nebisi! Ben, senin bilmediğin bir şeye vakıf oldum. Sebe şehrinden sana çok doğru ve mühim bir haber getirdim. Orada, insanlara hükümdarlık yapan bir kadın gördüm. Ona her şey verilmiştir. Onun bir de çok büyük tahtı var. Ben, onu ve kavmini, Allahü tealayı bırakıp, güneşe secde eder buldum. Şeytan, onların güneşe tapmalarını ve diğer çirkin işlerini süslemiş; onları, hak yoldan alıkoymuş. Bu sebeple onlar hidayet ve tevhid yolunu bulamıyorlar. Hüdhüd’ün anlattıklarını dikkatle dinleyen Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın ülkesini kendi mülküne katmayı hiç düşünmedi ve onun memleketinin büyüklüğüne hiç ehemmiyet vermedi. Hüdhüd anlatmasını şöyle bitirdi: - Şeytan, göklerde ve yerdeki her gizliyi açığa çıkaran, kalblerinde ne gizliyorlarsa hepsini bilen Allahü tealaya secde etmesinler diye, onları doğru yoldan alıkoyuyor. Allahü tealadan başka ilah yoktur. O büyük Arş’ın sahibidir.

Hüdhüd, Belkıs ve kavminin, Allahü tealayı bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, Süleyman aleyhisselam, gadaplandı ve bunu araştırmak isteyerek dedi ki: - Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Hüdhüd’ün getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak isteyen Süleyman aleyhisselam, o anda Belkıs’a bir mektup yazdı. Mektubu, Allahü tealanın adı yazılı mührüyle mühürleyip, Hüdhüd’e verdi. Süleyman aleyhisselamın bir mührü vardı. Mührünün üzerinde, Allahü tealanın ismiyle birlikte ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamın ismi de vardı. Süleyman aleyhisselam, mektubu Hüdhüd’e verdikten sonra dedi ki: - Bu mektubu Belkıs ve kavmine götür! Onu, görebilecekleri bir yere bırak! Sonra, onlara yakın bir yere gizlenip, ne şekilde hareket edeceklerine bak! Belkıs, kavminin durumunu ve ihtiyaçlarını dinlemek için, her cuma günü dışarı çıkardı. Tahtı; altından yapılmış dört direk üzerine konurdu.

Tahta oturunca, Belkıs, halkı görür; halk kendisine bakamazdı. Kavminden birisinin bir işi, arzı veya ricası olsa, soru sorabilmek için izin ister, huzuruna gider, başını önüne eğerdi. Belkıs’ın yüzüne asla bakmazdı. Sonra tazim olarak ona secde ederdi. Belkıs izin vermeyince de, başını secdeden kaldırmazdı. Belkıs, kavminin ihtiyaçlarının giderilmesi için, gereğinin yapılmasını emrettikten sonra, köşküne girer; bir sonraki cuma gününe kadar, dışarı çıkmazdı. Sarayı büyük idi.

Hazreti Süleyman’ın mektubu Hüdhüd, Süleyman aleyhisselamın mektubu ile gittiği zaman, kapılar kapanmış, etrafta muhafız ve devriyeler dolaşıyordu. Hüdhüd, hiçbir yerden giremeyince, köşkün penceresinden girdi. Odadan odaya geçerek, yirmi metre yüksekliğindeki Belkıs’ın tahtını gördü. Belkıs, tahtında uzanmış yatıyordu. Onu bu halde gören Hüdhüd, mektubu tahtına bıraktı. Sonra da, Belkıs’ın uyanıp mektubu okumasını beklemek için, olanları görebileceği bir pencere kenarına saklandı. Aradan bir hayli zaman geçtiği halde, Belkıs uyanmamıştı. Hüdhüd, saklandığı yerden indi, gagasıyla ona dokunup uyandırdı. Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu görünce, aldı. Eliyle gözlerini ovuşturarak, mektuba baktı. Her yer kapalı olduğu halde, yanına kadar bu mektubun, kimin tarafından ve nasıl getirildiğini düşündü.

Merakla odasından çıkıp, sarayın etrafına baktı. Muhafız ve nöbetçilerin hepsinin yerlerinde olduklarını görerek, onlara sordu: - Kapıyı açıp, benim odama giren kimse gördünüz mü? - Kapılar hiçbir şekilde açılmamıştır. Eskisi gibidir. Biz de devamlı beklemekteyiz. Belkıs, hemen mektubu açtı ve okudu. Mektupta; “Bismillahirrahmanirrahim” yazılı olduğunu görünce, kavminin ileri gelenlerine haber gönderdi. Toplandılar. Onlara hitap edip dedi ki: - Ey ileri gelenler! Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O mektup, Süleyman’dandır. O mektupta, “Rahman ve Rahim olan Allahü tealanın adıyla. Bana karşı büyüklenmeyiniz! Bana, emrime itaat ediciler olarak geliniz!” yazılıdır. Belkıs, mektupta olanları açıkladıktan sonra, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini almak ve buhususta kendisine yardımcı olmalarını istemek gayesiyle, sözlerine şöyle devam etti: - Ey eşraf! Bu işimde hayırlı, faydalı ve doğru gördüğünüz ne ise bana söyleyiniz! Sizi toplayıp, sizinle müzakere etmeden hiçbir işte kat’i bir hüküm vermedim. Böyle mühim bir hususta, siz olmadan nasıl hüküm verebilirim? Belkıs’ın adamları, ordu kumandanları, kendi aralarında düşünüp konuştuktan sonra dediler ki: - Biz, güç ve kuvvet sahibi çetin savaş erbabıyız. Bununla beraber emir sana aittir.

Biz sana itaat edicileriz. Muharebe ve sulhtan hangisini istersen, biz sana tabiyiz. Belkıs, ilim ve hikmet gereği kesin kararını verip, onlara, görüşlerinin hatalı olduğunu bildirmek için dedi ki: - Şüphesiz hükümdarlar, bir memlekete zorla girdikleri zaman, orasını tahrip ederler. Halkından şerefli olanları zelil ve esir ederler. Belkıs, böyle söylemekle, onları; Süleyman aleyhisselamın, ordusu ile üzerlerine gelerek, zorla memleketlerine girmek tehlikesi ile korkuttu. Onlar da dediler ki: - Süleyman aleyhisselam ve orduları da böyle yapacaktır. Alimlerimiz; akıllı kimsenin, sulh yoluyla düşmanlarını defedebileceği durumlarda, muharebeyi tercih ederek kendisini ve memleketini tehlikeye atmaması, mecbur kalmadıkça harbe girme teşebbüsünde bulunmaması icap ettiğini bildirmişlerdir.

Belkıs’ın elçileri İleri gelenlerinin dikkate değer bir fikir ileri sürememeleri üzerine, Belkıs, sözüne devam ederek şöyle dedi:

- Ben, onlara bir hediye göndereyim. Elçiler ne ile dönecek bakayım? Bu, Belkıs’ın güzel bir tedbiri idi. “Eğer Süleyman [aleyhisselam] dünya padişahlarından ise, hediyelerimi alır, hediyeler onu razı eder, bizden vazgeçer. Eğer peygamber ise, dinine tabi olmaktan başka hiçbir şeyle razı olmaz. Mutlaka onun dinine tabi olmamız icap eder” diye düşündü ve Süleyman aleyhisselam için pek kıymetli hediyeler hazırlatıp gönderdi. Elçiler, hediyelerle birlikte Süleyman aleyhisselamın huzuruna çıktılar. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın hediyelerini kabul etmedi. Gelen elçilere dedi ki: - Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Benim, sizin hediye ile yardımınıza ihtiyacım yoktur. Allahü tealanın bana verdiği nimetler; din, peygamberlik, hikmet ve mülk sizin getirdiğinizden daha hayırlıdır. Belki siz, dünya hayatının görünüşüne baktığınız için ve mallarınız artacağından dolayı size verilen hediyeye sevinirsiniz. Ben ise dünyalıkla sevinmem.

Dünyaya benim ihtiyacım yok. Çünkü Allahü teala bana hiç kimseye vermediği dünyalığı verdi. Ayrıca beni peygamberlik ile de şereflendirdi. Belkıs’ın elçileri, Süleyman aleyhisselamın sahip olduğu nimetleri görmüşler, kendi getirdiklerinin pek ehemmiyetsiz olduğunu farketmişlerdi. Ayrıca Süleyman aleyhisselam, Belkıs’a mektubu gönderdiği Hüdhüd vasıtasıyla, onların ne getirip ne soracaklarını, neyi elde etmek istediklerini, onların iç durumlarını öğrenmişti. Onlar; askerlerinin çokluğuna, kuvvetli olmalarına güveniyorlardı. Bunun için Süleyman aleyhisselam da, elçilerin görecekleri yerde, asker ve kumandanlarını hazır etti. Kalabalık ve güçlü bir ordu ile muharebeye hazır olduğunu ima etti. Onlara, güç ve kuvvetini gösterdi. Kendisi için hiçbir değeri olmayan, onlara göre pek kıymetli olan hediyelere hiç ehemmiyet vermedi. Bütün bunlardan sonra, Süleyman aleyhisselam, elçilerin reisine dedi ki: - Ey elçi! Şimdi getirdiğin hediyelerle Belkıs ve kavmine dön! Eğer iman etmiş oldukları halde bana gelmezlerse, muhakkak önüne geçemeyecekleri ordularla onlara varır; onları oradan hor ve hakir olarak çıkarırım! Bunun üzerine elçiler oradan ayrılıp, Belkıs’ın yanına döndüler. Süleyman aleyhisselam ile alakalı haberleri olduğu gibi anlattılar.

Belkıs, bu anlatılanlardan, Süleyman aleyhisselamın peygamber olduğunu anladı. Derhal yolculuğa hazırlandı. Tahtını muhafazalı bir yere koydurdu. Ayrıca kilitleyip, oraya bekçiler tayin etti. Kendisi, kalabalık ordusu ile beraber, Süleyman aleyhisselama gitmek üzere yola çıktı. Cinler, bu durumu Süleyman aleyhisselama haber verdiler. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın akıllı olup olmadığını, tahtını tanıyıp tanımayacağını denemek istedi. Bu yüzden, Belkıs’ın, Yemen’de muhafaza altında bıraktığı tahtının getirilmesini istedi. Süleyman aleyhisselamın, bunu, Allahü tealanın kudretine, kendisinin peygamberliğine delalet eden bir mucize olması için veya daha başka sebepler için istediği de bildirilmiştir.

Belkıs’ın tahtı Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın tahtının getirilmesine karar verince, buyurdu ki:

- Ey ileri gelenler! Belkıs ve kavmi iman etmiş olarak bana gelmeden önce, Belkıs’ın tahtını hanginiz bana getirir? O sırada Süleyman aleyhisselam Kudüs’te bulunuyordu. Belkıs’ın tahtı ise Yemen’de Sebe şehrinde idi. İki şehir arası iki aylık yoldu. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın tahtını, bizzat kendisi getirmekten aciz olduğu için başkasına emretmedi. Onun muradı, ümmetinden keramet ehli olan kimseyi meydana çıkarmaktı. Ümmeti arasında bulunan evliyanın kerameti, o peygamberin mucizesidir. Süleyman aleyhisselam; “Belkıs’ın tahtını bana hanginiz getirir?” buyurunca, cinden bir ifrit dedi ki: - Sen makamından kalkmadan, ben onu sana getiririm. Ben Belkıs’ın tahtını getirmeye muktedirim.

İfritin kuvvet ve kudreti fazlaydı. Ayağını, gözün gördüğü yere basardı. Fakat Süleyman aleyhisselam buyurdu ki: - Bundan daha çabuk getirilmesini istiyorum. Bunun üzerine, huzurundaki ilim ehli olan bir zat söz alarak dedi ki: - Ben gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm. Bu sözü söyleyen, Süleyman aleyhisselamın başveziri ve teyzesinin oğlu olan Asaf bin Berhıya idi. Asaf bin Berhıya, Süleyman aleyhisselamdan önce nazil olan semavi kitaplara vakıftı. İsm-i a’zamı da bilirdi. İsm-i a’zamla dua ettiği için de, duası kabul olurdu. Süleyman aleyhisselam, Asaf’ın bu sözü üzerine buyurdu ki: - Eğer bunu yapabiliyorsan, hemen getir! Asaf kalkıp abdest aldı. İsm-i a’zamla Allahü tealaya dua edip secde etti.

Belkıs’ın tahtı bulunduğu yerden, bir anda Süleyman aleyhisselamın kürsüsünün yanına geldi. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın Yemen’deki tahtını Kudüs’te yanında görünce, Allahü tealanın halis kullarının adeti üzere nimete şükür için dedi ki: - Bu Belkıs’ın tahtını o kadar uzak mesafeden, bu kadar kısa bir zaman içinde getirebilmek, bana Rabbimin lütfundan biridir. Rabbimin bu lütfu, Allahü tealaya şükür müedeceğimi, yoksa kendimi bu nimete layık görüp, nimetin hakkını eda etmekte kusurlu olmak suretiyle nankörlük mü edeceğimi imtihan içindir. Belkıs kafile ile Süleyman aleyhisselamın yanına geldi. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın aklını tecrübe etmek istedi. Bunun için bir köşk yaptırdı.

Köşkün billurdan olan avlusunun altına su akıttı. İçine balık ve kurbağa gibi suda yaşayan canlıları attı. Avluya giren, suya girdiği Kırgızistan’daki Hazret-i Süleyman tepesini zannederdi. Belkıs’ın tahtının değiştirilmesini de emrederek buyurdu ki: - Tahtın altını üste, üstünü arkaya, arkasını öne getirerek şeklini değiştirin; kendi tahtı olduğunu anlayacak mı bakalım? Belkıs, maiyeti ile beraber Süleyman aleyhisselamın huzuruna gelince, kendisine soruldu: - Bu taht senin midir? Belkıs baktığında, kendi tahtına benzetti. Hatta kalbinden; “Birbiri içinde ve yedi kat daire şeklinde muhkem ve etrafında nöbetçi ve muhafızlar bulunan tahtım, buraya nasıl gelir?” diye düşünerek, gördüğüne inanamadı. Tahtta değişmeler de olduğundan, bilmek ve bilmemek arasında cevap verdi: - Sanki odur. Daha sonra, Belkıs ilave etti: - Bundan önce de bize Hüdhüd’ün mektup bırakması, hediye ve elçiler meselesi ile Allahü tealanın kudretine, Süleyman’ın [aleyhisselam] peygamberliğine dair ilim verilmişti. Biz, ona teslim olanlardan idik. Belkıs, küfr içinde yüzen bir cemiyet içerisinde yetişmişti.

Onlardan güneşe tapmayı öğrenmişti. Bu yüzden Süleyman aleyhisselamın himayesine kavuşuncaya kadar Müslüman olmak şerefine erememişti. Süleyman aleyhisselamın daveti ile iman etti ve dedi ki: - Ey Rabbim! Güneşe ibadet etmekle nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman’ın maiyetinde alemlerin Rabbi olan Allaha teslim oldum. Süleyman aleyhisselam Belkıs’la evlendi. Belkıs’tan Davud isminde bir oğlu olup, babası hayatta iken vefat etti. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ı, ordusunun başında geri Yemen’e gönderdi. Ayda birkere rüzgara biner, Belkıs’ın yanına giderdi. Süleyman aleyhisselamın vefatından kısa bir müddet sonra Belkıs da vefat etti.

Hazreti Süleyman’ın vefatı Süleyman aleyhisselam, Akabe Körfezi’nden Fırat kenarına kadar yerde, kırk sene adaletle hüküm sürdü. Diğer hükümdarlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Ticaret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizi’nde ticaret yaptırdı. Rüzgar onun emrine verilmişti. Rüzgara binip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makamına oturduğunda ve meclis kurduğunda, kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yanyana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleyman aleyhisselam, beyaz tenli, güzel, nur yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edepli, hep Allahtan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; “Miskinin miskinlerle oturması uygundur.” buyururdu.

Ömrünün son anına kadar Allahü tealanın takdir ettiği izzetle, insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine itiraz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu. Süleyman aleyhisselam, birgün, yapılmakta olan büyük bir sarayın inşasını kontrol etmeye gitmişti. Bu bina, bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar, işçiler, cinler sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında, asasına (bastonuna) dayanıp durdu ve etrafı seyrederek tefekküre başladı.

Süleyman aleyhisselam sarayın balkonunda tefekkürle meşgul iken ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrail aleyhisselam gelip dedi ki: - Şu an dünyadaki hayatının son anıdır. Süleyman aleyhisselam buyurdu ki: - Allahü tealanın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, asla kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Her kesin dönüşü Allahü tealayadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir. Süleyman aleyhisselam her yere hükmettiğinden, zamanında herkes iman etmiş, yeryüzünde pek az imansız kimse kalmıştı. Süleyman aleyhisselamın vefatından sonra, İsrailoğulları, 12 kabileye ayrılmış, birbirlerine düşmüşlerdir. Bu ayrılış, daha Süleyman aleyhisselam hayatta iken başlamış, Fakat Süleyman aleyhisselam, Allahü tealanın ihsanı ile, kabileleri bir arada tutabilmişti. Süleyman aleyhisselamın yerine oğlu Rehoboam geçdi.

12 kabileden yalnız ikisi ona sadık kaldı. İsrail devleti ikiye ayrıldı. Bu devletlerden biri, (israil) olup 10 kabileyi topladı. Geri kalan iki kabileye (Yahuda) devleti denilir. Kudüs’de kaldı. Azdılar. Allahü tealanın gazabına uğradılar. Bir müddet Asuri devletine bağlı olarak kaldılar. Asuri hükümdarı Buhtunnasar (Nebukadnezar), Kudüs’ü yakıp yıkdı. İsrailoğullarını zorla Kudüs’den çıkararak Babil’e sürdü. Ancak İran Şahı Keyhusrev [Kirüs], Asurileri mağlub edince, Yahudilerin tekrar Kudüs’e dönmelerine izin verdi. Yahudiler Kudüs’e dönerek, yanmış olan bu şehri biraz tamir ettiler. Evvela İranlıların, sonra, Makedonyalıların idaresi altında yaşadılar. Miladdan önce 64 senesinde Romalılar Kudüse girdiler. Şehri yeni baştan yakıp yıktılar. Romalılar bir kere daha, miladdan 70 sene sonra, Kudüsü yerle bir ettiler. Roma imparatoru Titüs, Kudüs’ü tamamen yaktı.

Süleyman aleyhisselamın hususiyetleri ve mucizeleri Süleyman aleyhisselam, Musa aleyhisselamdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrat’ın içinde bulunduğu Ahit sandığını (Tabut-i Sekine) Mescid-i Aksa’ya koydu. Babası Davud aleyhisselam gibi, Musa aleyhisselamın dinine göre ibadet etti. Davud aleyhisselam vefat ettiğinde, Allahü teala, Süleyman aleyhisselama: -Hacetini benden dile, diye vahyetti. Süleyman aleyhisselam: -Benim kalbimi de babamın kalbi gibi Sana karşı haşyet ve muhabbet taşır kılmanı dilerim, diye arz etti. Bunun üzerine Allahü teala O’nun kalbini dilediği gibi kıldı. Süleyman aleyhisselam sultan oluşundan vefatına kadar Allaha karşı huşuundan dolayı alçak gönüllü olmuş, başını yukarı kaldırmamıştır.

Miskinlerin yanlarına varır, hallerini sorardı. Hurma yaprağından zenbil örüp satardı. Böylece nafakasını temin ederdi. Her ayın başında altı gün, ortasında üç gün, sonunda da üç gün oruç tutardı. Buyurdu ki: Biz hayatın yumuşak olanını da sert olanını da denedik. Onlardan aşağı olanını yeterli bulduk. İnsanlara verilmeyen şeyler bize verildi. İnsanlara verilmeyen ilimler bize verildi. Fakat şu üç kelimeden: Öfke ve sükunet halinde hilimden, kıtlıkta ve bollukta tutumluluktan, gizlide ve açıkta Allah korkusundan daha üstün bir şey bulamadık. Süleyman aleyhisselam oğluna da: -Yavrucuğum, miskinlikle birlikte günah işlemek ne kadar kötüdür. Hidayetten sonra dalalete düşmek ne kadar kötüdür. Kişinin Rabbi’ne ibadet edip dururken ibadeti bırakması ise bundan daha kötüdür, dediği rivayet edilir.

Süleyman aleyhisselamın dokuz çeşit mucizesi vardı. Bunlar:

1- Sebe Suresi on ikinci ayetinde bildirildiği üzere, rüzgarlar emri altındaydı. Bir defasında Azrail aleyhisselam Süleyman aleyhisselamın yanına gelince, oturanlardan birine dikkat ile baktı. Bu kimse, meleğin böyle sert bakışından korktu. Azrail aleyhisselam gidince, Süleyman aleyhisselama yalvarıp, rüzgara emretmesini, rüzgarın kendisini uzak memleketlerinden birine götürüp, Azrail aleyhisselamdan kurtulmasını istedi. Azrail aleyhisselam tekrar gelince, Süleyman aleyhisselam, o adamın yüzüne niçin sert baktığını sordu. Azrail aleyhisselam, (Bir saat sonra, uzaktaki şehirlerden birinde, o kimsenin canını almak için emrolunmuştum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkat ile baktım. Emre uyup oraya gidince, onu orada görüp canını aldım) dedi.
2- Süleyman aleyhisselam denizi geçmek istediği zaman, suyu çekilerek yol açılır, geçtikten sonra yine kapanırdı.
3- Ayet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinniler emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, suretler, çanaklar, sabit çömlekler, tencereler yaparlardı.
4- Süleyman aleyhisselamın bir mührü vardı. Üzerinde İsm-i a’zam duası yazılıydı. O dua ile her isteği kolay olurdu.
5- Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini anlardı.
6- Nereye gitmek istese, rüzgar emrinde olduğundan, kürsüsünü kaldırır, kürsüsünü beraberinde götürürdü.
7- Cinniler vasıtasıyla denizlerdeki incileri, cevherleri ve yerde bulunan defineleri bilirdi. Kendine Allahü teala tarafından bildirilmeyen bir şey yoktu.
8- Neml vadisinde, maiyetiyle beraber bir dağ üzerine konmuştu. Orada kaldığı esnada, o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübarek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhal dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi.
9- Süleyman aleyhisselam bir yere gittiği vakit, beraberinde duvarlar da giderdi.

LOKMAN HAKİM ALEYHİSSELAM


Davud aleyhisselam zamanında, Arabistan’ın Umman tarafında yaşadı. Davud aleyhisselamla görüşüp ondan ilim öğrendi. Davud aleyhisselama peygamberlik bildirilmeden önce, müfti olan Lokman Hakim, Davud aleyhisselama peygamberlik bildirildikten sonra fetva vermeyi bıraktı. Davud aleyhisselama ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi. Eyyub aleyhisselamın teyzesinin oğlu olduğu da rivayet edilmektedir. Peygamber veya velidir denildi. Fransız bilginlerinin, Calinos’un (Galen’in) bir adı da Lokman Hakim idi demeleri yanlıştır.

Çünkü Lokman Hakim, Davud aleyhisselam zamanında; Calinos (Galen) ise, ondan bin yıl kadar sonra yaşamıştır. Lokman ismi Kur’an-ı kerim’de geçmekte olup, bir sureye (otuz birinci sure) Lokman ismi verilmiştir. Bu surenin onikinci ayetinde mealen; “Biz Lokman’a hikmet verdik.” buyrulmaktadır. Buradaki hikmet tabirinin; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel etmek ve doğru karar vermek demek olduğu tefsir kitaplarında yazılıdır. Lokman Hakim tabiplerin piridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasihatlar meşhurdur. Kur’an-ı kerim’de Lokman suresi 3. ayet-i kerimede mealen; “Bir vakit Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum! Allah’a ortak koşma, çünkü şirk çok büyük zulümdür.” buyrulmaktadır.

Lokman Hakim’e sen bu hale nasıl geldin dediklerinde; “Doğru sözlü olmak, emaneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle.” cevabını verdi. İnsanlar ondan nasihat istediler, o da şöyle nasihat etti: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel edilebilmesi için sekiz şeye dikkat etmek her kese lazımdır. Dört zamanda dört şeyi korumak gerekir; Namazda gönlü, halk arasında dili, yiyip içmede boğazı, bir kimsenin evine girince de gözü korumaktır. İki şeyi hatırdan hiçbir zaman çıkarmamalıdır. Bunlar; Allahü tealanın büyüklüğü ve ölümdür. İki şeyi de tamamen unutmaya çalışmalıdır. Bunlar da; bir kimseye yapılan iyilik ile dost ve yakınlardan görülen kötülüktür. Lokman Hakim’in oğluna nasihatlarının bir kısmı şöyledir: “Ey oğlum! Dünya derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, halin tevekkül olsun, umulur ki kurtulursun.” “Ey oğlum! Alimlere karşı öğünmek, akılsızlarla inatlaşmak ve meclislerde, toplantılarda gösteriş yapmak için ilim öğrenme! İhtiyacım yok diyerek de ilmi terk etme.” “Ey oğlum! Yakin ve sabrı sanat edin.

Allahü tealanın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyada zahid ve mücahid olursun.” “Ey oğlum! Allahü tealayı anan (hatırlayan) insanlar görürsen onlarla otur. Alim olsan da, ilminin faydasını görürsün ve ilmin artar, sen ehil isen sana öğretirler. Allahü teala onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır. Allahü tealayı zikretmeyenleri görürsen onlardan uzak dur.” “Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın!O, her sabah zikir ve tesbih ediyor, sen ise uyuyorsun.” “Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslim ol, kötülerle dost olma.” “Ey oğlum! insanlara iyilikleri emir ve nasihat edip kendini unutma! Yoksa mum gibi olursun. Mum insanları aydınlatır, fakat kendini yakıp eritir.”

“Ey oğlum! Yalandan çok sakın! Çünkü dinini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayanı, değerini ve makamını kaybedersin.” “Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın. Sabırsız olma, yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol.” “Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tama etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü tealanın sana verdiği rızka kanaat et.” “Ey oğlum! Dünya geçici ve kısadır. Senin dünya hayatın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir.” “Ey oğlum! Tövbeyi yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip yakalar.” “Ey oğlum! Sükut etmekle pişman olmazsın.

Söz gümüş ise sükut altındır.” “Ey oğlum! Helal lokma ye ve işlerinde alimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara sor.” “Ey oğlum! Alimler meclisine devam et. Bahar yağmuru ile yeryüzünü yeşillendiren Allahü teala, alimlerin meclisindeki hikmet nuru ile de müminlerin kalbini aydınlatır.” “Ey oğlum! Amel ancak yakin (Allahü tealaya olan ilim ve marifet) ile yapılır. Herkes yakini nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı, yakin noksanlığından gelir.” “Ey oğlum! Bir hata işlediğinde hemen tövbe et ve sadaka ver.” “Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecburiyetinde kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan, uykudan uyanma.

Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.” “Ey oğlum! Helal kazanç ile yoksulluktan korun. Yoksul kimse şu üç musibetle karşılaşır: Din zayıflığı, akıl zayıflığı ve mürüvvetin kaybolması.” “Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükut eden selamete erer, hayır söyleyen kar eder, kötü konuşan günahkar olur, diline hakim olmayan pişman olur.” “Ey oğlum! Dünya malından yetecek kadarını al, fazlasını ahiret için hayra sarfet, Sıkıntıya düşecek ve başkasının sırtına yük olacak şekilde de tembellik etme.” Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur? Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir? Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden asla şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğlum! İnsanın üç şeyi vardır: Ruhunu Azrail aleyhisselam alır. Hayır veya şer ne ise; ameli kendisine kalır. Bedenini de kurtlar yer ve toprak çürütür.” “Ey oğlum! Sakın kimseyi küçük görüp hakaret etme.

Çünkü onun da senin de rabbimiz birdir.” “Ey oğlum! Dünyanın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım. Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sayesinde sultanlar sofrasında otururlar.” Lokman Hakim’in oğlu: “Babacığım, insanda hangi haslet daha iyidir?” diye sorunca; “Temiz, halis din.” buyurdu. Eğer iki haslet olursa? “Din ve mal”, üç haslet olursa? “Din, mal ve haya.” buyurdu. Dört haslet olursa? dedi. “Din, mal, haya ve güzel ahlak.” buyurdu. Beş haslet saymak icabederse diye sorunca; “Din, mal, haya, güzel huy ve cömertlik.” buyurdu. Altı haslet sayarsak deyince; “Ey oğlum! Allahü teala her kime bu beş iyi hasleti verdiyse, o kimse mümin ve müttekidir. Allahü teala katında veli ve sevgilidir. Şeytanın şerrinden uzaktır.” buyurdu. Oğlu: “Babacığım, insanda en kötü haslet hangisidir?” dedi. “Allahü tealayı inkardır.” buyurdu. İki olursa dedi. “İnkar ve kibirdir.” buyurdu. Üç olursa dedi. “İnkar, kibir ve şükür azlığı.” buyurdu.

Dört olursa dedi. “İnkar, kibir, şükür azlığı ve cimrilik.” buyurdu. Beş olursa diye sorunca; “İnkar, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlak.” buyurdu. Altı olursa deyince; “Ey Oğlum! Bu beş kötü hasletin bulunduğu kimse münafıktır, şakidir ve Allahü tealadan uzaktır.” buyurdu. Lokman Hakim’e“Hikmete nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Benden gizlenen şeyi araştırmadım. Vazifem olmayan şeyin üzerinde durmadım.” buyurdu. Birisi Lokman Hakime: -Bu hallere nasıl kavuştun? Dedi. Lokman Hakim: -Doğru sözlü olmak, emanete riayet etmek ve malayaniyi terk etmekle, dedi ve ilave etti: -Benim işlerimde seni şaşırtan nedir? Adam: Halk senin döşeğinde oturuyor. Senin kapının önünü bürüyor. Senin sözlerini dinleyip kabul ediyor, dedi. Lokman Hakim: -Ey kardeşimin oğlu. Sana söyleyeceğim şeyleri yaparsan sen de böyle olursun, dedi. -Nedir onlar? -Ben gözümü haramdan sakınırım. Dilimi tutarım, ihtirasımı önlerim, edeb yerimi haramdan korurum, ibadetimi çok yaparım, verdiğim sözü yerine getiririm, misafirimi ağırlarım, komşumu korurum, malayaniyi terk ederim. İşte bunlar beni gördüğün gibi yaptı. Lokman Hakim’den bir koyun boğazlaması istendi.

Boğazladı. En iyi iki yerini getirmesini söylediler. O da dili ile yüreğini götürdü. Yine bir koyun daha kesmesini istediler. Kesti. En kötü iki yerini getirmesini istediler. Yine dil ile yüreği götürdü. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda buyurdu ki: -Bu iki organ iyi oldukları zaman bu ikisinden daha iyi bir şey yoktur. Kötü oldukları zaman da bunlardan kötüsü yoktur. Hafs bin Ömer’den rivayet edildi ki: Lokman Hakim, yanına bir hardal torbası koydu ve oğluna nasihat etmeye başladı. Her bir nasihatte bir hardal tanesini çıkardı. Nihayet hardalları tükendi. Sonra da; “Ey oğlum! Sana o kadar nasihat ettim ki, şayet bu nasihatler bir dağa verilseydi, dağ yarılır, parça parça olurdu.” buyurdu. Oğlu da bu nasihatleri tuttu.

Alıntı ile Cevapla
  #7  
Alt 13.02.24, 21:11
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

ŞA’YA ALEYHİSSELAM


İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden olup Musa aleyhisselamın dinini yaymak ve Tevrat’ın hükümlerini bildirmek üzere vazifelendirilmiştir. Babası Emus veya Emsiya’dır. Musa aleyhisselam zamanından beri çok maceralı ve karışık bir hayat yaşayan ve dinlerinde sebat göstermeyen İsrailoğulları, Musa aleyhisselamın getirdiği hak dinden tamamen ayrıldılar. Kendilerine göre sapık bir yol tuttular. Allahü teala, Şa’ya aleyhisselamı peygamber olarak vazifelendirdi. İsrailoğullarını hak yola davet etti. İsa aleyhisselamla son peygamber olan Muhammed aleyhisselamın geleceklerini müjdeledi. Peygamber Efendimizle ilgili Şa’ya aleyhisselam kavmine şöyle dedi: Allahü teala bana şöyle vahyetti: Ben ümmi bir peygamber göndereceğim.

O, kaba ve sert değildir. Kötü ve sert söz söylemez. Ben O’na istikamet vereceğim. Her üstün ahlakı bahşedeceğim. Vekarı ona libas (örtü) yapacağım. Kalbini takva ile dolduracağım. Düşüncesini hikmet, vefa ve doğruluğu O’na tabiat, huy yapacağım. Hidayeti O’na rehber kılacağım. Milletini islam ismini Ahmed yapacağım. Düşkünlükten sonra O’nunla yükselteceğim. Darlıktan sonra O’nunla zenginleştireceğim. Tefrikadan sonra O’nunla birleştireceğim. Benim vahdaniyetimi bildirmek ve bana iman etmek için emr-i maruf ve nehy-i münker yani iyiliği emredip kötülükten sakındırma yapacaklar.

Benim için namaz kılacaklar, benim yolumda saf tutup cihad edecekler. Benim rızama kavuşmak için mallarını ve diyarlarını terk edecekler. Bu benim bir ihsanımdır. Dilediğime veririm. İsrailoğullarının başında Sudika isimli bir hükümdar bulunuyordu. Bu hükümdarın zamanında İsrailoğulları, Babil Meliki Senharib’in zulmüne maruz kaldı. Salih bir kimse olan Sudika, Allahü tealaya yalvarıp İsrailoğullarının zulümden kurtulması için dua etti. Allahü teala Şa’ya aleyhisselama vahyedip melikin duasını kabul ettiğini, düşmandan koruyacağını bildirdi. Şa’ya aleyhisselam, bu durumu Sudika’ya haber verince, Sudika çok sevinip şükür secdesine kapandı. Allahü teala, Babil Meliki Senharib’in ordusunu helak etti. Melik Sudika sağ kalan Senharib’i ve yakın adamlarını yakalattı. Senharib’in yanındakilerden birisi de oğlu Buhtunnasar idi.

Sudika bunları bir müddet hapsettikten sonra, Şa’ya aleyhisselamın tebliğine uyarak hepsini serbest bırakıp, memleketlerine gönderdi. Babil hükümdarı Senharib ölünce yerine oğlu Buhtunnasar geçti. İsrailoğulları hükümdarı Sudika vefat edince, İsrailoğulları arasında saltanat kavgaları ve karışıklıklar ortaya çıktı. Onlar böyle azmaktayken, Şa’ya aleyhisselam daima nasihat etti. Fakat onu dinleyen olmadı. İsrailoğulları Şa’ya aleyhisselamın nasihatlerini dinlemedikleri gibi, ona iyice düşman oldular. Öldürmek için onun üzerine hücum ettiler. Şa’ya aleyhisselam onların arasından ayrılıp uzaklaştı. Yolda bir ağaç yarılıp açıldı. Bu ağacın kovuğuna girip gizlendi. Ağaç kapandı. Fakat eteğinden bir parça dışarıda kaldı.

Onu takip eden İsrailoğulları, bunun farkına vardılar. Şa’ya aleyhisselamı şehit ettiler. Böylece, büyük bir felakete düştüler. Daha sonraki yıllarda Babil hükümdarı Buhtunnasar tarafından yurtları istila edildi. Bir kısmı kılıçtan geçirildi, bir kısmı da esir edildi.

ERMİYA ALEYHİSSELAM


İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Harun aleyhisselam neslindendir. Musa aleyhisselamın dininin hükümlerini bildirmekle vazifelendirilmişti. Babası Hılkiya’dır. Bir peygamber olan şa’ya aleyhisselamın şehid edilmesinden sonra, isyanları ve azgınlıkları iyice fazlalaşan İsrailoğullarına peygamber olarak Ermiya aleyhisselam gönderildi. Allahü teala Ermiya aleyhisselama şöyle buyurdu: “İsrailoğulları, peygamberleri şa’ya aleyhisselamı şehid ettikleri için onları cezalandıracağım.

Onlara ateşe tapanları, azabımdan korkmayanları, sevabımı ummayanları musallat edeceğim. Kavmin olan İsrailoğullarına git. Onlar hakkında sana emrettiğim şeyleri kendilerine anlat. Haklarındaki nimetlerimi hatırlat. Bid’atve yaramazlıklarını anlat. Onları bana itaate ve ibadete davet et. Ermiya aleyhisselam, Naşiye bin Emvas adlı hükümdara ve İsrailoğullarına Allahü tealanın emir ve yasaklarını bildirdi. İman ve itaate gelmezlerse, musibetlere uğrayacaklarını haber verdi. Bu sözleri duyan ve azgınlıklarına devam eden İsrailoğulları, Ermiya aleyhisselamı hapsettiler. Bu sırada Asuri hükümdarı Buhtunnasar, büyük bir orduyla Kudüs üzerine yürüdü. şehre girerek İsrailoğullarının askerlerini tamamen öldürdü.

Mescid-i Aksa’yı yıkıp, içindeki kıymetli eşyayı, altınları, gümüşleri ve mücevherleri aldı. Bütün şehri ateşe vererek Tevrat nüshalarını yaktırdı. Yetmiş bin çocuğu da esir alarak götürdü. Buhtunnasar, Ermiya aleyhisselamı hapisten çıkararak, kendisiyle birlikte gitmesini istediyse de Ermiya aleyhisselam gitmeyerek Kudüs’te kaldı. Buhtunnasar tarafından harabe hale getirilen Kudüs’te kaçıp saklanan İsrailoğulları Ermiya aleyhisselamın yanına gelip toplandılar. Barınacak yerleri kalmadığından Mısır’a gittiler. Ermiya aleyhisselam onların hadiselerden ibret almalarını ve Allahü tealaya itaat etmelerini söyledi. İsrailoğulları bu daveti yine dinlemediler.

Ermiya aleyhisselam isyanlarından vazgeçmeyeceklerini görerek Nil Nehri kenarına gitti. Bir müddet sonra Mısır’ı da istila eden Buhtunnasar, Mısır Firavununu mağlub ettiği gibi, İsrailoğullarını da esir aldı. Ermiya aleyhisselamı Mısır’da da gördü. Fakat ona eman (güven) verdi. Arzu ettiği yere gitmesi için serbest bıraktı. Vefatı hakkında kaynaklarda net bir bilgi yoktur.

DANYAL ALEYHİSSELAM


İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Musa aleyhisselamın dininin hükümlerini insanlara tebliğ etmiş, duyurmuştur. Süleyman aleyhisselamın soyundandır. İsrailoğulları Musa aleyhisselamdan sonra kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyip isyan edince, Allahü teala onlara zalimleri musallat etti. Çeşitli belalar gönderdi. Düşmanları tarafından yurtları işgal edildi. Asurlu hükümdarı Buhtunnasar (Nabukadnazar)ın orduları Kudüs’e girip ele geçirdiler.

Şehri yakıp yıktılar, İsrailoğullarından pekçok kimseyi öldürdüler, esir aldıkları yetmiş bin çocuğu yanlarında götürdüler. Bu çocuklar arasında Danyal aleyhisselamı Buhtunnasar sarayına aldı. Danyal aleyhisselam onun sarayında büyüdü. Mecusi olan, yani ateşe tapan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselamın kendi dininden olmadığını anlayınca, onu yanından uzaklaştırdı ve hapse attırdı. Gördüğü bir rüyayı başkası tabir edemeyip Danyal aleyhisselamın tabir etmesi üzerine, O’nu hapisten çıkarıp memleketin işlerini havale etti. Çıkardığı fermanla ona saygı gösterilmesini emretti. Buhtunnasar’ın adamları onu kıskandılar.

Onun işten uzaklaştırılmasını istediler. İleri gelen adamlarının sözlerine aldanan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselamı kendi dininden olmadığı için ateşe attırdı. Fakat Danyal aleyhisselam Allahü tealanın yardımıyla yanmadı. Daha sonra Buhtunnasar’a yahut Buhtunnasar’ın resmine secde etmediği için, içinde arslanların bulunduğu bir kuyuya atıldı. Fakat Allahü tealanın yardımıyla arslanlar ona hiç dokunmadılar. Danyal aleyhisselam atıldığı kuyudan sağ salim kurtuldu.

Buhtunnasar’ın ölümünden sonra, Üzeyr aleyhisselamla birlikte Kudüs’e geldi. Kendisine peygamberlik verildi. İnsanlara Musa aleyhisselamın dininin emir ve yasaklarını anlattı. Bir müddet sonra Ehvaz yakınlarında Sus şehrinde vefat etti.

Alıntı ile Cevapla
  #8  
Alt 13.02.24, 21:15
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

ÜZEYR ALEYHİSSELAM


Üzeyr aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Babasının ismi Şureyha olup, Harun aleyhisselamın neslindendir. Küçük yaşından itibaren Tevrat’ı öğrenmişti. Zaten Tevrat’ı ezbere bilen sayılı kimselerden idi. Allahü teala, ilahi emirlerden yüz çevirip, peygamberlerin nasihat ve ikazlarına kulak tıkayan ve çeşitli azgınlık ve taşkınlıkta bulunan İsrailoğullarına, Babil hükümdarı Buhtunnasar’ı ceza olarak musallat etti. Kalabalık bir orduyla Şam ve Ürdün bölgelerini istila edip, savunmasız insanları zalimce öldürten Buhtunnasar, Kudüs’ü de istila etti.

Mescid-i Aksa’yı yıkıp, Kudüs şehrinin bağ ve bahçelerini harap etti. İsrailoğullarından çoğunu öldürüp, pek çok çocuk ve genci de esir alarak Babil’e götürdü. Babil’e götürülen genç esirler arasında Üzeyr aleyhisselam da vardı. Üzeyr aleyhisselam, Babil’de bir müddet esaret hayatı yaşadıktan sonra, elli yaşında olduğu sıralarda, bir fırsatını bulup, memleketi olan Kudüs’e gitmek üzere yola çıktı. Kudüs yakınına gelince, bir bahçede konaklayıp, merkebinden yükünü indirdi ve bir ağaca bağladı.

Uzaktan Kudüs şehrini seyredip; şehrin harap, yollarının ve bahçelerinin viran olduğunu görerek üzüldü. Bu sırada karnı acıktığı için bir miktar incir ve üzüm koparıp, incirin bir kısmını yedi; üzümün de suyunu sıkıp içti. Bir ağaç altına oturup, yıkılmış evlere, bozulmuş yollara, çürümüş tenlere, yığılmış kemiklere bakıp; alemin sonunu, yeniden dirilişi ve Allahü tealanın kudretini düşündü. Kendi kendine, “Acaba, bu halden sonra Hak teala bu şehri nasıl tamir ve ihya eder?” diyerek, tefekküre dalıp uyudu.

Hazreti Üzeyr uykuda iken vefat etti. Bu halde yüz sene kaldı. Allahü teala; onun bedenini, yiyecek ve içeceğini, insanların ve hayvanların gözünden gizledi. Üzeyr aleyhisselamı ölü bırakmasından yetmiş sene kadar sonra, Faris hükümdarlarından Nüşek adında bir hükümdar eliyle, Beyt-i Mukaddes’i (Mescid-i Aksa) ve Kudüs şehrini imar etti. Bu sırada Babil hükümdarı Buhtunnasar öldüğünden, İsrailoğulları esaretten kurtulup, memleketlerine döndüler.

Otuz sene daha geçtikten sonra, Allahü teala, Üzeyr aleyhisselamı yeniden diriltti. Üzeyr aleyhisselam, kendisinin, bir gün veya bir günden de az olarak uyumuş olduğu uykudan uyandığını zannetti. Çünkü incir ve üzümün sanki dalından yeni koparılmış ve şıranın, sıkıldığı saatlerdeki gibi bozulmamış olduğunu gördü. Allahü teala, Üzeyr aleyhisselama vahyedip, yüz sene kaldığını bildirdi. Üzeyr aleyhisselam merkebine baktığı zaman, onun parça parça olan kemiklerinin, vücudundan ayrılmış olduğunu gördü. Allahü teala ona buyurdu ki: - Seni, insanlara bir delil kılmak için böyle öldürüp dirilttik. Bunu, öldükten sonra dirilmenin var olduğuna delil kıldık.

Merkebin kemiklerine bak! Onları nasıl birbirine birleştiriyoruz? Sonra da onlara et giydiriyoruz? Allahü teala; ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça olup kaybolmuş olan merkebi tekrar diriltti. Bu durumu gören Üzeyr aleyhisselam, “Ben bilirim ki, şüphesiz Allahü teala herşeye kadirdir!” buyurarak, Allahü tealanın kudretini müşahede etti. Üzeyr aleyhisselam, yeniden dirilen merkebine binip Kudüs şehrine girdi. Bulduğu insanları, gördüğü ev ve mahalleleri tanıyamadı. Kendi mahallesi olarak tahmin ettiği yerde, bir evin önünde durdu. Kapıda, gözleri görmeyen, elleri ve ayakları tutmayan bir kadına rastladı. Kadına sordu: - Üzeyr’in evi neresidir? Ama ve kötürüm olan kadın da cevap verdi: - Üzeyr’in evi burasıdır. Ben Üzeyr’in hizmetçisiyim. Fakat Üzeyr kaybolalı yüz yıldan fazla oldu. Ondan ümidimizi kestik. Kadın böyle söyledikten sonra ağlamaya başladı. Bunun üzerine Üzeyr aleyhisselam; “Ben Üzeyr’im” deyip başından geçenleri anlattı.

Üzeyr aleyhisselamın duası bereketiyle, kadın, hastalıklarından şifa buldu. Kadın, ailenin diğer fertlerine ve İsrailoğullarına, Üzeyr aleyhisselamın geldiğini haber verdi. Aile halkı Üzeyr aleyhisselamı tanıyıp ikna oldular. Sevinç ve heyecanla gelen şehir halkı da, Üzeyr aleyhisselamı ziyaret edip, uzun zaman geçtiği halde değişmemiş olduğunu gördüler. Yaşlılar ona çeşitli sorular sorarak imtihan etmeye başladılar. Bu sırada Üzeyr aleyhisselama peygamberlik emri bildirildi. İsrailoğullarına, Tevrat’ın hükümlerini tebliğ etmeye, onları azgınlık ve sapıklıklardan sakındırmaya çalıştı. Daha önce, kendilerini dünya ve ahiret saadetine davet eden peygamberlerin apaçık mucizelerini gördükleri halde, onları yalanlayan, birçok peygamberi de şehit eden İsrailoğulları, Üzeyr aleyhisselamın davetini de kabul etmediler.

Okuduğu Tevrat’ın uydurma olduğunu iddia edenler çıktı. İçlerinden biri dedi ki: - Benim dedem, Buhtunnasar’ın zulmü zamanında, yakılmak suretiyle bütün Tevrat nüshalarının yok edildiğini bildirdi. Yalnız bir nüsha Tevrat’ı filan dağın tepesine gömdüğünü söyledi. O nüshayı getirip, Üzeyr’in okuduklarıyla karşılaştıralım. Gömülü olan yerden Tevrat nüshalarını getirip, Üzeyr aleyhisselamın okuduklarıyla karşılaştırdılar. Yazılı nüshada olanlarla Üzeyr aleyhisselamın okuduklarının aynı olduğunu gördüler. Bu kadar uzun zamandan sonra, Hazreti Üzeyr’in, Tevrat’ı ezbere okumasının mümkün olamayacağını düşünerek, “Üzeyr, Allahın oğludur.” diye iftirada bulundular. Üzeyr aleyhisselam ise, onların bu inanışlarının küfür ve sapıklık olduğunu, vazgeçmedikleri takdirde şiddetli azaba uğrayacaklarını bildirdi. Vefat edinceye kadar, İsrailoğullarının arasında bulundu.

Onları hak yola davet etmeye devam etti. Üzeyr aleyhisselamın vefatından sonra İsrailoğullarının isyanları ve sapıklıkları iyice arttı. Hazreti Üzeyr’in de birçok mucizesi vardır. Bazıları şunlardır: Yüz sene müddetle ölü olduğu halde, bedenine hiçbir şey olmamıştı. Üzeyr aleyhisselam, elli yaş civarında vefat etmişti. Aradan yüz sene geçtikten sonra, tekrar dirildiğinde, elli yaşındaki genç simasıyla duruyordu. Üzeyr aleyhisselam, dirildiği zaman, eşeğinin ölmüş, etlerinin çürümüş ve kemiklerinin dağılmış olduğunu gördü. Allahü teala, o hayvanın kemiklerini birleştirip et giydirmek suretiyle diriltti ve insanlara yeniden dirilişi için delil kıldı. Üzeyr aleyhisselam, Kudüs’teki evine döndüğü zaman, kör ve kötürüm halde gördüğü hizmetçiye dua etmişti. Duasının bereketiyle, kadının gözleri görür hale gelmiş ve sıhhatine kavuşmuştu.

ZEKERİYYA ALEYHİSSELAM


Hazreti Zekeriyya, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. İsmi Zekeriyya bin Azan olup, soyu Süleyman aleyhisselama ulaşır. Musa aleyhisselamın getirdiği dinin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Marangozluk yapar, elinin emeğiyle geçinirdi. Zekeriyya aleyhisselam zamanında Şam vilayeti Batlamyüsilerin elindeydi. Onlar Kudüs’te bulunan Beyt-ül-Makdis’e hürmet ederlerdi. Beyt-ül-Makdis mamur olup, gece ve gündüz orada ibadet edilirdi. Mescitte, Harun aleyhisselam neslinden din büyükleri vardı. O zamanlarda İsrailoğulları arasında peygamber yoktu.

Bunlar, bir peygamber göndermesi için gece gündüz Allahü tealaya dua ettiler. Allahü teala, Beyt-i Makdis’te Tevrat yazmayı ve kurban kesmeyi idare eden Zekeriyya aleyhisselamı peygamber olarak vazifelendirdi. Zekeriyya aleyhisselam, nasihat ederek insanları doğru yola çağırdı. İsrailoğullarından, onun bildirdiklerine inananlar olduğu gibi, inanmayıp karşı çıkanlar daha çok oldu. Zekeriyya aleyhisselam, İmran bin Masan isminde bir dostunun kızı olan Elisa ile evlendi. Elisa, Hazreti Meryem’in teyzesi idi. Zekeriyya aleyhisselam, Beyt-i Makdis’te ibadet etmekte olan Hazreti Meryem’i himayesi altına aldı. Hazreti Meryem için Beyt-i Makdis’te yüksek bir oda yaptırdı. Hazreti Meryem bu odada hem Allahü tealaya ibadet etti, hem de Zekeriyya aleyhisselamdan Tevrat okudu.

Hazreti Zekeriyya’nın duası Zekeriyya aleyhisselam 99 veya 120 yaşına geldiği halde, neslini devam ettirecek bir evladı yoktu. Hanımı da zaten çocuk doğurmuyordu ve 98 yaşındaydı. Gerek Zekeriyya aleyhisselamın, gerekse hanımının çocuk sahibi olma yaşları geçmişti. Fakat içine bir evlat sevgisi düşüp, kendisine salih bir evlat ihsan etmesi için Allahü tealaya dua etti. Allahü teala, ona Yahya isminde bir oğlan çocuğu ihsan edeceğini Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla bildirdi. Birgün Zekeriyya aleyhisselam, odasında namaz kılarken, beyaz elbiseler içerisinde Cebrail aleyhisselam gelerek, Allahü tealanın, kendisine Yahya isminde bir oğul ihsan edeceğini müjdeledi.

Ayrıca, onun, Hazreti isa’yı tasdik edeceğini, zamanın büyüklerinden ve bütün kötülüklerden uzak, peygamberlikle muttasıf, salihler zümresinden bir zat olacağını haber verdi. Zekeriyya aleyhisselam bu müjdeye sevinip, arzusunun çabukluğunu arz ederek, şöyle münacatta bulundu: - Ya Rabbi! Bana vadettiğin çocuğun olacağına delil ve alamet olmak üzere, bu gönlüme yerleşmesi ve kalbimin, bana vadettiğin şeyde mutmain olması için bir nişan ver. O alametle bu nimeti şükürle karşılayayım. Allahü teala Zekeriyya aleyhisselamın duasını kabul ederek buyurdu ki: - Senin için alamet, birbiri ardınca üç gece ve gündüz insanlarla konuşamamandır. Yahya aleyhisselam ana rahmine düşünce, Zekeriyya aleyhisselam konuşamaz oldu. Meramını ancak işaretle anlatabiliyordu. O, bu üç gün içinde devamlı ibadet ve zikirle meşgul oldu. Cenab-ı Hakka karşı hamd ve şükür vazifesini yerine getirdi. Müddet tamam olunca, Yahya aleyhisselam dünyaya geldi. Yahya aleyhisselamın doğumu ile, Zekeriyya aleyhisselam ve ailesi sevince gark oldular.

Hazreti Zekeriyya’nın şehadeti Yahya aleyhisselamdan altı ay sonra, İsa aleyhisselam dünyaya geldi. İsrailoğulları, isa aleyhisselam beşikteyken, Allahü tealanın kudretiyle konuşmasına rağmen, onun babasız dünyaya gelmesiyle ilgili olarak, Zekeriyya aleyhisselama iftira ettiler. Zekeriyya aleyhisselamı öldürmek üzere aramaya başladılar. Yahudilerin iftiralarını ve kendisini öldürmek istediklerini haber alan Zekeriyya aleyhisselam, Yahudilerin bulundukları yerden uzaklaştı. Yahudiler, onu yakalamak için peşine düştüler.

Zekeriyya aleyhisselam Beyt-ül-Makdis yakınlarında ağaçlı bir bahçeye girdi. Bir ağacın yanından geçerken, ağaçtan ses geldi: - Ey Allahın peygamberi! Bana gel! Ağaç yarıldı ve Zekeriyya aleyhisselam içine girdikten sonra tekrar kapanarak, onu gizledi. İsrailoğulları, Zekeriyya aleyhisselamın izini takip ettikleri halde, onun nereye gittiğini anlayamadılar. O sırada şeytan gelerek, onlara dedi ki: - Bu ağacı bıçkı (testere) ile kesin, burada ise meydana çıkar. Yoksa ne kaybedersiniz ki? Kafirler o ağacı biçerek Zekeriyya aleyhisselamı şehit ettiler. Zekeriyya aleyhisselamın türbesi Halep’tedir. Her peygamber gibi Zekeriyya aleyhisselamın da mucizeleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kalemleri, kendi kendine Tevrat’ı yazardı. Zekeriyya aleyhisselam Beyt-i Makdis’te maiyetinde yetmiş kişi olduğu halde Tevrat yazarlardı. Yahudilerin biri gelip dedi ki:

- Hak peygamber olsaydın, elinle Tevrat yazmaya muhtaç olmazdın. Sen de elinle yazıyorsun. Emrindekilerle senin aranda hiçbir fark görmüyorum. Hazreti Zekeriyya bu söze çok üzüldü ve meraklandı. Cebrail aleyhisselam gelip dedi ki: - Ey Zekeriyya, buradan kalkınız! Kaleminize emrediniz, kendi kendine yazsın! Zekeriyya aleyhisselam, kalkıp, emredince, kalem istenen şeyi yazmaya başladı. O saatte kalem on iki sure yazdı. Bu mucize ile birçok kimse iman etti. Zekeriyya aleyhisselam, Hazreti Meryem’i terbiyesi altına aldığı vakit, yazılması lazım gelen kefaletnameyi, kalemsiz, hokkasız yazmıştır.

Zekeriyya aleyhisselam ile Beyt-i Mukaddes hademe ve kayyimlerinden yirmi dokuz kişi arasında, Hazreti Meryem’in kefaleti hakkında meydana çıkan ihtilaf üzerine, herkes kendi kalemini Ürdün suyuna atmışlarken, yalnız Zekeriyya aleyhisselamın kalemi suyun üzerinde dikili kalmıştır. Ağaçlar, Zekeriyya aleyhisselamla konuşurlardı. Yahudilerden bir taife kendisini şehit etmek üzere araştırırlarken ve kendileri de onlardan kaçtığı vakit, bir ağaç; “Ey Allahın peygamberi, gel bende gizlen, seni ben muhafaza ederim!” diye dile gelmişti. Zekeriyya aleyhisselam su üzerinde yürür ve mübarek ayakları ıslanmazdı.

Kendisi için, suda yürümekle, karada yürümek arasında fark yoktu. Zekeriyya aleyhisselamdan mucize istendiği vakit, yakınlarındaki ağaçlara mübarek eliyle işaret etmiş, ağaçlar, hemen köklerinden kopup, önlerine gelip durmuşlardır.

Alıntı ile Cevapla
  #9  
Alt 13.02.24, 21:18
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

YAHYA ALEYHİSSELAM


Hazreti Yahya İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Zekeriyya aleyhisselamın oğludur. Annesinin ismi Elisa olup, İmran’ın kızıydı. Hıristiyanlar Elizabeth diyorlar. Davud aleyhisselamın neslinden olup, Hazreti Meryem’in teyzesinin oğluydu. Allahü teala, onu, babası Zekeriyya aleyhisselamın duası üzerine, yaşlı oldukları halde ihsan etti. Yahya aleyhisselamın doğumu ile İsa aleyhisselamın doğumu aynı seneye rastlamaktadır. Doğumundan itibaren fevkaladelikler içinde olan Yahya aleyhisselam, babası Zekeriyya aleyhisselamın nezaretinde yetişti. Küçük yaşta Tevrat’ı okumaya ve hükümlerini anlamaya başladı.

Zaten Allahü teala tarafından, ona, küçük yaşından itibaren hikmet ihsan edildiği, Tevrat’ı okuyup hükümlerini anlama kabiliyeti verildiği bildirilmiştir. Tevrat’ı ve hükümlerini küçük yaşta öğrenmiş olan Yahya aleyhisselam, bazen Beyt-ül-Makdis’te, bazen de tenha ve ıssız yerlerde Allahü tealaya ibadet ve taatla meşgul olurdu. Dünyaya gönül vermezdi Öğrendiklerini İsrailoğullarına anlatır, onları Allahü tealanın emirlerini yapmaya, yasaklarından kaçınmaya davet ederdi. Gayet mütevazı ve sade bir hayat yaşar, kıldan elbise giyer, arpa ekmeği yerdi. Dünyaya gönül vermezdi.

Yahya aleyhisselam rüşt, olgunluk çağına ulaştığı zaman, kendisine, Allahü teala tarafından peygamberlik emri bildirildi. İlk önce Musa aleyhisselamın bildirdiği dinin esaslarına uyması ve Tevrat’ın hükümlerini insanlara tebliğ etmesi emredildi. İsa aleyhisselama İncil nazil olup, Tevrat’ın hükmü kaldırılınca, İsrailoğullarını İncil’in emir ve yasaklarına uymaya çağırdı. Daha sonra Şam’a giderek insanları hak dine davet etti.

Hazreti Yahya’nın şehadeti Yahya aleyhisselamın davetini kabul edenler olduğu gibi, türlü bahanelerle ona karşı çıkanlar da oldu. Peygamberlerin mucizelerini gördükleri halde, onlara inanmayıp, karşı çıkan ve birçok peygamberi şehit eden İsrailoğulları, İsa aleyhisselama karşı çıkıp, onu şehit etmek istediler. Allahü teala İsa aleyhisselamı göğe kaldırdıktan sonra, Yahya aleyhisselam, İncil’in hükümlerini insanlara anlatmaya devam etti. Yahudi hükümdarı Birinci Herod, Hazreti Yahya’ya iyi muamelede bulunurdu. Kendi kardeşinin kızı veya hanımının önceki kocasından bir kızı vardı.

Yahudi hükümdarı Birinci Herod bu kızla evlenmeyi ve nikahlarını Yahya aleyhisselamın yapmasını istedi. Yahya aleyhisselam böyle bir evliliğin Hazreti İsa’nın tebliğ ettiği İncil kitabında yasaklandığını ve böyle bir nikahın imkansız olduğunu bildirdi. Bu duruma içerleyen kızın annesi, Yahya aleyhisselamın öldürülmesini istedi. Herod’un adamları, Yahya aleyhisselamı yakalayıp, başını kesmek suretiyle şehit ettiler. Kesilmiş olmasına rağmen, Yahya aleyhisselamın başı, mucize olarak; “Bu kızı almak sana helal değildir!” diye defalarca söyledi. Yahya aleyhisselamın mübarek bedeninin parçaları, başka başka şehirlerdedir. Başı ise Şam’daki Ümeyye Camii’ndeki türbededir.

İSA ALEYHİSSELAM

Hazreti isa, İsrailoğullarına gönderilen ve Kur’an-ı kerimde ismi bildirilen peygamberlerdendir. Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine Ülül’azm denilen altı peygamberin beşincisidir. Annesi Hazreti Meryem’dir. Hazreti Meryem’in babası, Davud aleyhisselamın soyundan ve Beni İsrail’in büyüklerinden İmran adında bir zattır.

Hazreti Meryem Bu zatın hanımı Hunne, çocuğu olmadığı için; “Allahü teala bana bir çocuk ihsan ederse, onu Beyt-ülMukaddes’e hizmetçi yapacağım.” diye adakta bulunmuştu. O zaman erkek çocukları, Beyt-ül-Mukaddes’e (Mescid-i Aksa) hizmetçi olarak adamak adetti. Hunne hamileyken kocası İmran vefat etti. Bir müddet sonra bir kız çocuğu doğurdu ve adını, Allahın kulu manasına gelen “Meryem” koydu. “Ya Rabbi! Ne yapayım kız oldu, sen onu kabul buyur!” diyerek, Allahü tealaya yalvardı ve çocuğunu alıp, Beyt-ül-Mukaddes’e götürdü. “Alınız, bu çocuk buraya adaktır!” diyerek Meryem’i oradaki hizmetçilere bıraktı. Hazreti Meryem, büyük bir zat olan İmran’ın kızı olduğundan, birçok kimse, onu büyütüp yetiştirmek istemişti.

Fakat teyzesi Elisa’nın kocası ve peygamber olan Zekeriyya aleyhisselam, Meryem’i alıp evine götürdü. Hazreti Meryem, teyzesinin yanında büyüdü. Daha sonra Zekeriyya aleyhisselam ona, Beyt-ül Mukaddesde hususi bir oda yaptırdı. Hazreti Meryem odasına çekildi ve ibadetle meşgul oldu. Yanına Zekeriyya aleyhisselamdan başka kimse giremezdi. Zekeriyya aleyhisselam Hazreti Meryem’in yanına her gidişinde orada yiyecek birşey olduğunu görürdü. Bu hususta Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyrulmaktadır: “Rabbi Meryem’i güzel bir kabul ile kabul buyurdu, onu iyi bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyya peygamberi de ona kefil, himayesine memur kıldı. Zekeriyya ne zaman Meryem’in bulunduğu mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu: “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?” dedi. O da: “Bu, Allah tarafından; şüphe yok ki, Allah dilediğini hesabsız olarak rızıklandırır.” dedi. (Al-i imran 37)

Hazreti Meryem, Beytül Makdis’de gece-gündüz hep ibadetle meşgul olurdu. O kadar çok ibadet ederdi ki, ibadeti İsrailoğulları arasında darb-ı mesel haline gelmişti.

Hazreti Meryem’in faziletleri Meryem (r.anha) gecegündüz hep ibadetle meşgul olurdu. O kadar çok ibadet ederdi ki, ibadeti Beni İsrail arasında darb-ı mesel haline geldi. Hali ve hareketi, yaşayışı pek güzel idi. Allahü teala ona bir çok kerametler, güzel haller ihsan etmiş idi. Kerim hallerden, şerefli muamelelerden yani keramet cinsinden onda görünen şeyler, harikulade haller meşhur olup yayıldı. Ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki: “Habibim! Meryem’i de) yad eyle ki, o, ırzını (bir kal’a gibi) haramdan korumuştu...” (Enbiya suresi: 91) “(Allahü teala, iman edenlere Fir’avn’ın hanımı Asiye binti Müzahim’i bir misal yaptığı gibi) İmran’ın kızı Meryem’i de bir misal yaptı ki, o ırzını, bir kal’a gibi korumuş, pek sağlam bir şekilde muhafaza etmişti.” (Tahrim suresi: 12) “Yad eyle şu vakti ki; melekler (yani Cebrail aleyhisselam, Hazreti Meryem’e şifahen) şöyle demişti: “Ey Meryem! Muhakkak ki Allahü teala(çok ibadet etmenle ve tertemiz olmanla) seni seçti ve seni (kötü hasletlerden ve kabih, çirkin adetlerden) pak etti.

Ve seni alemdeki (zamanındaki) bütün kadınlara mümtaz kıldı, (Hazreti Meryem, Allahü tealanın pek çok lütuf ve ihsanına kavuştu. Allahü teala bunu beyan buyurduktan sonra, bu nimetlere şükür olarak ibadet ve taatını arttırmasını ona vacib kıldı ve buyurdu ki Ey Meryem! (Şükür için) Rabbin teala hazretlerine taate devam eyle! (Veya O’na şükür için namazında kıyamını uzun eyle!) Rabbine secde eyle! Rüku edenlerle beraber rüku eyle (namaz kılanlarla namaz kıl).” (Al-i imran suresi: 42-43) Bu emirden sonra Hazreti Meryem’in ibadet ve taate devamı daha çok arttı. İmam-ı Evza’i (r.aleyh) buyurdu ki: “Vakta ki Meryem (r.anha) bununla emrolundu, namazda çok durmaktan, çok namaz kılmaktan ayakları şişti...” Hazreti Meryem, o zamanda bulunan bütün kadınların en faziletlisi idi. Nitekim Buharide Hazreti Ali’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifde, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ; “İmran kızı Meryem, zamanında dünyada bulunan bütün kadınların hayırlısıdır. Bu Ümmetin kadınlarının en hayırlısı da Hadice’dir (r.anhüma)” buyurmuşlardır.

Hazreti Meryem’in Hazreti İsa’ya müjdelenmesi Hazreti Meryem, on beş yaşındayken Yusuf-i Neccar adında biriyle nişanlanmıştı, fakat onunla evlenmedi. Allahü teala kendisine babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi. Bu hususta Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyrulmaktadır: “Melekler: “Ey Meryem! Allah kendinden bir kelimeyle (bir emirle yaratılacak çocuğu) sana müjdeliyor, ismi Meryem’in oğlu Mesih-İsa’dır. Dünyada da, ahirette de şanı yücedir, hem de Allaha yakın olanlardan...” demişlerdi. Meryem: “Ey Rabbim! Bana bir insan dokunmamışken nasıl benim bir çocuğum olabilir?” dedi. Allahü teala şöyle buyurdu: “Doğrudur, sana bir kimse dokunmamıştır, fakat Allahü teala dilediğini yaratır ve O, bir şeyi murad edince ona sadece “ol” der, o hemen oluverir.” (Al-i İmran: 45-47) Hazreti Meryem, Allahü tealanın dilemesiyle hamile kaldı. Bundan bir müddet sonra normal hamilelik halleri görülmeye başladı.

Yahudi kavmi hamile olduğunu anlayınca, ona iftira etmeye başladılar. Yusuf-i Neccar onun hamile olduğunu görünce, adeta ne olduğunu şaşırdı. Bunu nasıl yorumlayacağını bilemedi. Onun iffet, haya ve edebinin ne derece kemalde olduğunu biliyor, yanlış bir iş yapmasına asla ihtimal vermiyordu. Fakat Hazreti Meryem hamile idi ve bunun, zahirde bir tek izahı vardı, o da, bir erkeğe yakın olması... Bu durum karşısında ne yapacağını, nasıl tavır alacağını bilemiyor, fakat mes’eleyi çözemediği için de adeta aklını kaçıracak gibi oluyordu. Nihayet bir yolunu bulup, Hz. Meryem’e dedi ki: -Ben sende çok garib bir hal görüyorum. Bu mes’eleyi saklayıp, kendimle mezara götürmeyi yani ölünceye kadar hiç kimseye bahsetmemeyi istediysem de muvaffak olamadım. Hazreti Meryem ona; -Söylemek istediğini söyle, dedi. -Bana söyler misin? Hiç tohum ekmeden ekin biter mi? -Evet biter. -Peki yağmur yağmadan ağaç yetiştiği olur mu?

-Evet olur. -Erkek olmadan çocuk meydana gelir mi? Babasız olarak çocuk doğar mı? Bunun üzerine Hazreti Meryem, şöyle dedi: -Evet doğar. Allahü teala tohumu ilk yarattığında, tohumdan mı yarattı? Elbette tohumsuz yarattı. Bunu biliyor musun? Allahü teala, ağacı ilk yarattığında yağmur ile mi yarattı? Elbette yağmursuz yarattı. O, yağmuru da, suyu da, ağacı da, tohumu da kendi ilahi kudretiyle ve sadece “Ol” emri ile yarattı. (Yine ezeli takdiri ile bu alemde her şeyin sebepler ile meydana gelmesini dilediğinden, mesela yağmuru, ağacın yetişmesi için bir sebep kıldı. Böyle sebepler olmadan da elbette yaratır. Fakat yine O, hadiselerin sebepler ile vuku bulmasını dilediği için, hadiseler, sebepler ile cereyan etmektedir. Mesela; ateşi yakmaya, bıçağı kesmeye sebep kılmıştır. Fakat dilerse bunlarda te’sir halketmez.

Mesela; ateşin, İbrahim aleyhisselamı yakmaması, bıçağın, Hazreti İsmail’i kesmemesi böyledir.) Yoksa sen, tohum ile yağmur sebepleri olmazsa, Allahü teala ekin ile ağaç yetiştiremeyeceğini mi zannediyorsun? Hazreti Meryem’in bu sözlerine karşı Yusuf-i Neccar; -Hayır öyle bir şey demiyorum. Bilakis Allahü teala dilediği her şeyi yapmaya kadirdir. Mutlak kudret sahibi yalnız O’dur. Bir şeyin olmasını dileyince yalnız “Ol” emrini verir. O şey de hemen oluverir diyorum, dedi. Hazreti Meryem; -Peki sen Allahü tealanın Hazreti Adem’i ve Hazreti Havva’yı da anasız ve babasız olarak yarattığını bilmiyor musun? deyince, o; - Evet biliyorum, dedi.

Bu konuşmalardan, Hazreti Meryem’in-haşayanlış bir iş işlemediğini, bu hamileliğin, Hak tealanın takdiri ve kudretiyle, bir erkekle temas olmadan meydana geldiğini iyice anlayan Yusuf-i Neccar, artık bu hususta daha fazla soru sormanın, fikir yürütmenin ve çeşitli zanlarda bulunmanın yersiz olduğunu düşündü ve yanlış karar vermekten kaçındı. İsrailoğulları arasında yapılan dedikodulardan çok üzülen Hazreti Meryem, doğumu yaklaşınca, insanlardan uzak olan, Kudüs’ün 10 km güneyindeki Beyt-i Lahm adı verilen kasabaya çekildi.

Hazreti İsa’nın beşikte konuşması Hazreti Meryem, doğumun ilk alametleri belirdiği sırada bulunduğu yerin bahçesinde yürürken, kurumuş bir hurma ağacının altına geldi. Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı. Yaslandığı kuru hurma ağacı yeşillendi. Mevsim kış olduğu halde meyve verdi. Ayağının altında küçük bir su kanalı akmaya başladı. Bu hal, Hazreti Meryem’i teselli etti. Nihayet, yaslandığı kuru hurma ağacının altında Hazreti İsa dünyaya geldi. İsa aleyhisselam doğduğu zaman, doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp, yere döküldü. Şeytanlar bu duruma şaştılar. Nihayet büyükleri olan İblis, onlara İsa aleyhisselamın dünyaya geldiğini haber verdi. O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü.

Hazreti Meryem, insanların kendisine ağır ithamlarda bulunarak iftira yapacaklarından iyice endişelenmeye başlamıştı. Bu sırada kendisine ilham edildiği Kur’an-ı kerimde mealen şu şekilde bildirilmektedir: “(Cebrail, yüksek bir yerde bulunan) Meryem’e aşağı tarafından şöyle çağırdı: “Sakın üzülme, Rabbin senin alt yanında bir su arkı yarattı. Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş taze hurmalar dökülsün. Artık ye, iç, gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen Ben Rahmana, Allaha bir oruç (susmak) adadım. Onun için bugün hiç kimseye asla söz söylemeyeceğim.” de. (Meryem: 24-26). Hazreti Meryem’in Beyt-i Lahm’de olduğunu ve çocuk doğurduğunu öğrenen Yahudiler, toplanıp Beyt-i Lahm’e gittiler. Hazreti Meryem, onların geldiğini öğrenince, kucağında çocuğuyla beraber onların yanına gitti. Onu kucağında bir çocukla gören İsrailoğulları, hakaret etmeye başladılar. - Ey Meryem! Sen çok çirkin bir iş yaptın. Halbuki sen çok temiz bir aileye mensupsun, dediklerinde; Hazreti Meryem onların kaba sözlerine karşı hiç ses çıkarmadan parmağıyla “Buna sorun” manasında yeni doğan çocuğa işaret etti.

Onun bu hareketini görenler çıkışarak; - Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz. O çocuk bize cevap veremez, dediler. Bu sırada kundaktaki çocuk (İsa aleyhisselam) annesinin işaretiyle dile geldi ve harikulade olarak konuşmaya başladı. - Ey cahiller! Benim yüksek şanıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız. Muhakkak ki ben, Allahü tealanın kuluyum. O, bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır. Her nerede olsam beni mübarek kıldı ve hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekat vermemi emretti. Beni anneme hürmetkar kıldı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selam benim üzerimedir, dedi İsrailoğulları beşikteki çocuğun şehadeti üzerine şaşırıp kaldılar, fakat dedikodu yapmaktan ve iftiralardan da vazgeçmediler. Hazreti İsa’nın doğduğu sırada Filistin’deki Yahudi Kralı, çocukları öldürtüyordu. Hazreti Meryem, oğlu İsa aleyhisselamı alıp, Mısır’a gitti. Hazreti İsa, on iki yaşına ulaşıncaya kadar orada ikamet ettiler. Bu küçük yaşta, kendisinden fevkalade haller zahir oldu.

Bunlardan biri şu idi: Evinde kaldıkları ağanın bir şeyi kaybolmuştu. Bu evde, fakirler, zayıflar, düşkünler muhtaçlar kalırdı. Ağa, kaybolan bu malı, parayı kimin aldığını anlayamadı. Hazreti Meryem’e bu hadise çok ağır geldi. Orada kalan diğer insanlar da çok üzüldü. Ev sahibinin canı çok sıkılmıştı. Bu işi siz yaptınız diyerek oradakileri azarladı. İsa aleyhisselam bu hali görünce, duruma müdahale etti. O sırada orada biri kör, biri kötürüm iki kişi vardı. Hazreti İsa, kör adama seslenip; - Hadi, şu kötürümü al ve ayağa kalk, dedi. -Ben bunu yapamam, diye cevap verince; -Hadi, hadi. Evin şurasındaki delikten, ikiniz parayı alırken yaptığın gibi yap, buyurdu. O böyle deyince, körle kötürüm onu tasdik ettiler ve aldıkları parayı getirdiler. İsa aleyhisselam, insanların gözünde büyüdü. Halbuki yaşı daha pek küçük idi. Hazreti Meryem, oğlu Hazreti İsa ile birlikte Kudüs’e gelip, Nasıra kasabasına yerleştiler.

Hazreti İsa’nın peygamberliği İsa aleyhisselam ve annesi, Nasıra köyüne yerleştikten sonra uzun müddet burada kaldılar. Hazreti İsa otuz yaşına girince, burada, Hak teala tarafından peygamber olduğu bildirildi. Bulunduğu Nasıra şehrine nisbetle, Hazreti İsa’ya tabi olanlara Nasrani denilmiştir. Peygamber olduğu kendisine bildirilince hemen tebliğe başladı. İnsanların imana gelmelerini, Allahü tealanın emir ve yasaklarını öğreterek, ona göre amel etmelerini ve isyanda bulunmamalarını istedi. İsa aleyhisselam tebliğ vazifesine devam ederken bir çok kimse küfürde direterek söylenilenleri kabul etmiyordu. İsa aleyhisselamın daveti üç safhada olmuştur. O ilk önce kendisinin Allahü teala tarafından İsrailoğullarına peygamber gönderildiğini ve Rabbinden bir hikmet ile geldiğini bildirdi. Kendisine iman etmelerini söyledi. İnsanlara Allahü tealadan korkmalarını, peygamber olduğu için kendine tabi olmalarını ve itaat etmelerini emretti.

Bütün peygamberlere yaptıkları gibi insanlar ondan da, peygamberliğine delil olarak mucizeler istediler. Umumiyetle, kabul etmeye yanaşmayan insanlar, inadlarına bir sebep bulmak isterlerdi. Bu yüzden mucize göster derlerdi. Güya peygamber olduğunu söyleyen zat, mucize olacak fevkalade bir şey gösteremeyecek, onlar da inanmamalarının bahanesini bulmuş olacaklardı. Bazıları da, hakikaten samimi kalb ile, o zatın peygamber olduğunu anlamak için mucize ister ve mucizeyi görünce de derhal kabul ve tasdik ederdi. İşte, bütün peygamberler gibi, İsa aleyhisselam da bütün bu istekler karşısında pek çok mucizeler gösterdi. Böylece şüphe ve tereddüde mahal bırakmadı.

Hazret-i İsa, davetinin ikinci safhasında, kendinden önce, Beni israil peygamberlerinin ilki olan Musa aleyhisselama gönderilen Tevrat’ın ve hükümlerinin bozulmamış aslı şeklini tasdik edici olduğunu bildirdi. Bununla beraber, Hak tealanın, kendisine yeni bir din verdiğini ve İncil kitabını indirdiğini söyledi. Böylece Tevrat’ta bulunan bazı hükümlerin değiştirildiğini açıkladı. Bilindiği gibi, Tevrat’ı tasdik demek, onun ilahi kitaplardan olduğunu kabul etmek demektir. İsa aleyhisselama hatta bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselama bildirilen dinlerde, ibadetlere ve muamelata aid bazı hükümlerde değişiklikler bulunması onun ilahi bir kitab olduğunu tasdike mani değildir. Nitekim şimdi bütün mü’minler, Tevrat ve diğer ilahi kitapların hak olduklarına inanmakta, fakat bugün Kur’an-ı kerim hariç diğerlerinin tahrif edilip, değiştirilmiş olduğunu bilmektedirler. Yine bütün ilahi kitaplarda, Allahü teala tarafından peygamberler vasıtası ile bildirilen iman, itikad hususları hep aynı olup, hiç değişmemiştir. Bütün peygamberler ümmetlerine aynı imanı bildirmişler, hep aynı şeylere inanmayı emretmişlerdir.

Çeşitli zamanlarda gönderilen ilahi dinlerde olan değişiklikler, hep ibadetlerde, kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması icabeden hususlarda olmuştur. İmana aid hususlar değişmemiştir. İsa aleyhisselam da kavmine, kendinden önce gönderilmiş olan Tevrat’ı tasdik ettiğini bildiriyor ve şöyle diyordu: - Size hem benden önce nazil olan Tevrat’ı tasdik edici olarak, hem de üzerinize haram kılınmış olan şeylerin bazısını Hak tealanın sizlere mübah ettiğini bildirmek için geldim ve sizlere Rabbinizden, peygamberliğimi tasdik edici İncil’i getirdim. O halde artık Allahü tealadan korkun ve sizi O’na davet ettiğim şeyde bana itaat edin. İsa aleyhisselam aynı zamanda kavmine ahir zaman peygamberi olan Muhammed aleyhisselamı da haber veriyor ve şöyle diyordu: - Ey İsrailoğulları! Ben size Allahü tealanın peygamberiyim. Benden evvel Musa’ya nazil olan Tevrat’ı tasdik edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselam) ismindeki peygamberin müjdecisiyim. İsa aleyhisselam davetinin üçüncü safhasında, kendilerine peygamber olarak geldiği İsrailoğullarını tevhide, ancak ve sadece Allahü tealaya inanmaya, sırf O’na iman etmeye davet etti ve İsrailoğullarına şöyle dedi: - Şüphe yok ki, Allahü teala benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir.

Öyle ise O’na ibadet edin. İşte dosdoğru yol budur. Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü tealaya ibadet ediniz. Benim ilah olduğum şekilde bir itikadda bulunmayın. Zira ilah olmakla benim münasebetim yoktur. Çünkü ben de sizin gibi bir beşerim. Her kim Allahü tealaya şirk, ortak koşarsa, muhakkak ki, Allahü teala ona Cenneti haram etmiştir. Onun meskeni, varıp kalacağı yer Cehennem’dir. Şirkle kendi nefislerine zulmedenlere, kendilerini Cehennem’den kurtarma hususunda yardım edecek hiç kimse yoktur. İsa aleyhisselam böyle söylemekle onlara, hem hak olan doğru itikadı bildirip tarif etti, hem de şirk ve başka sebeplerle kendilerine zulmedenlere asla yardımcı bulunmayacağını bildirdi. İsa aleyhisselam, İsrailoğullarının imana gelmeleri ve hidayete kavuşmaları için ne kadar davet ve tebliğde bulundu ise de, pek az kişi inandı. Üstelik onun, davette ısrarı çoğalıp devam ettikçe, İsrailoğullarının bunu kabul etmemek hususundaki inad ve ısrarları da artıyordu. Gün geçtikce biraz daha hırçınlaşıyorlar, bu daveti kabul etmemelerinin yanında, onun, tebliğe devam etmesine de dayanamıyorlardı. Bir de, onu, bu vazifeden alıkoymaya çalışmak için fevkalade gayret sarfediyorlardı. Nihayet Beni İsrail işi daha da ileri götürüp Hazreti İsa’yı öldürmeye teşebbüs ettiler. Bunun üzerine Hazreti İsa, kendisine iman edenler arasından seçtiği on iki mü’mine, (havarilere); - Allahü tealanın dinine hizmette ve onu muhafaza edip korumada kim bana yardımcı olacak? buyurdu. Havarilerin hepsi birden dediler ki: - Bizler, Allahü tealanın dinine yardımcılarız.

Bizler, Hak teala hazretlerine inanıp, iman ettik. Bütün varlığımızla, her şeyimizle Allahü tealanın dinine yardım edeceğiz, bu yola destek olacağız. Allahü tealanın dininin yardımcıları olmamız elbette lazımdır. Çünkü biz, Allahü tealaya iman ettik. O’na iman ise; O’nun dinine yardımcı olmayı, O’nun sevdiklerini himaye ve müdafaa etmeyi, Allahü tealanın dininin düşmanları ile de muharebe etmeyi icabettirir. Sen şahid ol ki bizler sana tam bağlı gerçek iman edenlerdeniz. Yani biz, sana yardım hususunda bizden istediğine boyun eğici, seni himaye ve müdafaa edicileriz. Bu hususta Allahü tealanın emrine teslim olucularız. Peygamberlerin kavimlerinin lehinde ve aleyhinde şahidlik edecekleri o kıyamet gününde, bizim mümin olduğumuza şahidlik eyle.

Havarilerin bu sözleri, dinlerinin hak olduğunu ve her peygamberin bildirdiği aynı iman esasları olduğunu ikrar ettiklerini ifade etmektedir. Bundan sonra da Havariler, Hak tealaya yönelerek; - Ey Rabbimiz! Tarafından, katından bize ne inzal etmiş, göndermiş isen, biz onların hepsine iman ettik. Artık bizi, birliğini ve peygamberlerinin hak olduğunu tasdik eden, emrine uyup, nehyettiklerinden sakınanlarla ismimizi onların isimleri ile beraber yaz. İkram ettiğin şeylerde bizi de onların arasına kat, diye yalvarıp ilticada bulundular. Böyle söyleyen bu müminlere “Allahü tealanın dininin yardımcıları” manasına “Ensarullah” demiştir. Bu halis mü’minler “Havariler” adı ile de anılmışlar ve daha çok bu isimle tanınmışlar, ayet-i kerimelerde de bu isimle zikrolunmuşlardır.

Havariler Havariler: İsa aleyhisselamın kendisinden sonra İseviliği dünyaya yaymak için, eshabı arasından seçtiği on iki mü’min zattır. Bunların isimleri şöyledir. 1- Petrus veya Pierre: Asıl isminin, Şem’un, Simon veya Sim’an olduğu da bildirilmiştir. 2- Anderas: Petrus’un kardeşidir. Buna Andre de denir. 3- Yuhanna: Yahya demektir. Buna, Johannes, Jean ve Jani de denir. Ortodokslar Juvan, İngilizler John, Ermeniler de Ohannes demektedirler. 4- Büyük Ya’kub: İngilizler buna James, Fransızlar ise Jacque derler. Yuhanna’nın kardeşidir. 5- Filip. 6- Toma yahut Thomas. 7- Bartelemi veya Bartolome. 8- Matthias veya Mathias: Bilindiği gibi, Yudas İshar Yot (Yehuda) mü’min iken mürted olmuş yani imandan ayrılmış ve İsa aleyhisselamın bulunduğu yeri Yahudilere haber vermişti. Neticede Yahudilerin gözüne, İsa aleyhisselam şeklinde gösterilmiş, dolayısıyla onlar, Hazreti İsa zannıyla bunu çarmıha germişlerdi.

Hazreti İsa da semaya kaldırılmıştı. İşte, dinden çıkarak, mürted olup çarmıha gerilen Yudas’ın yerine, havariler, Mathias’ı havari seçtiler. İsa aleyhisselamdan sekiz sene sonra ondan işittiklerini yazan Metta (Matthaus, Mattieu) başka olup havarilerden değildir. 9- Küçük Ya’kub veya Jacque. 10- Simon veya Şem’un. 11- Yehuda veya Yudas: Küçük Ya’kub’un kardeşidir. 12- Taddeus (Thaddaus): Luka’nın İncil’inde, havari olarak bunun yerine Judas Yakobi’nin ismi yazılıdır. Metta’nın İncil’inde ise Lebbaus denildiği bildirilmiştir. İsa aleyhisselamdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazmış olan Barnabas, kendisinin on iki havariden biri olduğunu bildiriyor. Hıristiyan kitablarında bunun yerinde Thomas yazılıdır. Havarilerin nasıl iman ettikleri şöyle anlatılmaktadır: Hazreti İsa bir yolculukta bunlara uğradığında balık avlarlarken gördü ve; - Siz şimdi balıkçılarsınız. Bana tabi olursanız, halkı ebedi hayatta ve sonsuz saadette tutarsınız, dedi. “Sen kimsin?” diye sorduklarında; - Ben Allahın kulu ve resulü olan Meryem oğlu İsa’yım, buyurdu. Mucize istediler. Reisleri olan Şem’un balık ağını gece suya atmış ve boş çıkmıştı. İsa aleyhisselam “Tekrar sal” buyurdu. Ağı tekrar saldığında o kadar balık avlandı ki, iki sandalın adamları toplanıp balıkları güçlükle çıkardılar. Sandalları balıkla doldurdular. Sonra hepsi iman ettiler.

Gökten sofra inmesi Havariler, gökten bir sofra inmesi için, Hazreti İsa’dan dua etmesini istediler. İsa aleyhisselam onlara; hakiki iman sahibi iseler, Allahü tealadan korkmalarını ve böyle şeyler istememelerini bildirdi. - Siz Allahü tealanın kudretinden şüphe mi ediyorsunuz? O’nun gökten bir sofra indirmeye kadir olduğu hususunda tereddüdünüz olduğundan mı böyle bir şey istemeye cesaret ediyorsunuz? diyerek, bu isteklerinin münasib olmadığını anlattı. Daha evvel kendilerine mucize gösterdiğini, artık Allahdan korkmalarını, fazla ileri gidip haddi aşmamalarını emretti.

Havariler; - Biz o sofradan yemeyi, kalbimizin mutmain olmasını, senin bize söylediklerinin doğru olduğunu yakinen bilmek istiyoruz. Maksadımız, Allahü tealanın lütfuna nail olmak, buna kavuşmakla imanımızın kuvvet bulmasını te’min etmektir. Yoksa bozuk bir maksadımız yoktur, dediler. Böylece havariler, bunu istemekteki maksadlarının, Hak tealanın kudretinde tereddüd ve daha önce gördükleri mucizelere kanaatsizlik olmadığını bildirdiler. Gerçekten maksadları; açlıklarını gidermek, sofranın indiğini bizzat görerek kalben mutmain olup imanlarını kuvvetlendirmek; bir de bizzat gözleriyle gördüklerini orada bulunmayanlara anlatmaktır.

Böylece istek ve niyetlerinde samimi oldukları anlaşılınca, İsa aleyhisselam gusl edip iki rekat namaz kıldı. Üzerinde eski bir elbise vardı. Ayakta durdu ve ellerini bağlayarak, başını önüne eğdi. Çok ağlıyordu. Allahü tealanın lütfuna güvenerek dua edip yalvardı. Hak tealadan, kendilerine bir sofra indirmesini, sofranın kendisinin peygamberliğine bir ayet, mucize olmasını, o günün, kendileri ve daha sonra gelenler için bayram, neş’e ve sevinç günü olmasını niyaz etti. Niyazında Hak tealanın, rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu beyan etti. Hazreti İsa’nın bu münacatı üzerine Allahü teala buyurdu ki: - Ya İsa! Ben istenilen sofrayı istenilen şekilde gökten indirmeye mutlak kadirim, elbette indiririm.

Lakin sofra geldikten sonra nimete nankörlük ve küfreden olursa, böylelerine alemde hiç bir kimsenin görmediği azabı ederim. Bundan sonra, insanların gözleri önünde, duman gibi hafif iki bulut arasından kırmızı bir sofra indi. İsa aleyhisselam ağlıyor, bir taraftan da; “Ey Allahım! Beni şükredenlerden eyle. Ya Rabbi! Onu rahmet kıl! Ceza ve azab kılma” diye yalvarıyordu. Sofra indiğinde orada bulunan herkes sanki hayretten donakalmıştı. Bereketli sofranın güzel kokusu hazır olanların üzerine misk ve amber gibi yayılıverdi. Sonra İsa aleyhisselam abdestini tazeleyip namaz kıldı. Ümmeti hakkında, bu nimetlere şükretmemeleri halinde çok büyük cezaya uğrayacaklarını düşünerek endişeleniyor ve bu sebeple ağlayıp sızlıyordu. Daha sonra; “Bismillahi hayr-ur-razıkin” yani rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü tealanın ismi ile diyerek sofranın üstünde bulunan örtüyü kaldırdı. Örtü kaldırılınca, sofranın üzerinde, kendi yağıyla kızarmış ve kebap olmuş bir balık gördüler. Balığın üstünde pul, içinde kılçık yoktu.

Baş tarafında tuz ve kuyruk kısmında ise bir kase içinde sirke ve etrafında çeşit çeşit sebze bulunuyordu. Ayrıca sofrada ayrı ayrı konmuş beş adet ekmek vardı. Ekmeklerden birinin üzerinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde yağ, dördüncüsünde peynir ve beşincisinin üzerinde de kurumuş et vardı. Havarilerin reisi Şem’un, Hazreti İsa’ya: - Bu yemek dünya mı yoksa ahiret yiyeceklerinden midir? diye sua etti. Bunun üzerine İsa aleyhisselam; - Hiç birinden değil. Allahü tealanın, kudretiyle şimdi yarattığı yemektir.

Yiyin ve Allahü tealanın nimetlerine şükredin, buyurdu. Havariler; - Ey Allahın peygamberi! Bu mucize içinde bir mucize daha gösterir misiniz? deyince; Hazreti İsa; - Ey balık! Kainatın Rabbinin izni ile diril! buyurdu. Sofradaki balık o anda canlandı. Üzerinde pullar oluştu ve hareket etti. Havariler endişeye kapıldılar. İsa aleyhisselam onların, mucize üzerine mucize istemelerini hoş karşılamadı. Sonra; - Korkarım ki, azab olunursunuz, dedi. Ardında da; - Ey balık! Hak tealanın izni ile eski haline dön, buyurdu. Balık hemen eski kızarmış halini aldı.

Orada bulunanlar, Hazreti İsa’ya; “Önce siz yeyin” dediler. O ise; “Hayır kim istediyse onlar yesin” buyurdu. Havarilerde bir korku meydana geldi. İsa aleyhisselam fakir, hasta, cüzzamlı, abraş ve sakatları çağırıp; - Allahü tealanın ihsan ettiği bu rızıktan yiyin! Sizin için afiyet, başkaları için beladır, buyurdu. Bunlardan erkek ve kadın bin üç yüz kişi yedi. Hepsi doydu. Bereketinden, herkes yiyip doyduğu halde balık olduğu gibi kalmış, sofrada bir eksilme olmamıştı. İnsanların gözleri önünde bu bereket sofrası tekrar göğe çekildi. Sofranın bereketiyle hastalar şifa bulup, fakirler zengin oldu. Üstelik bunlar ömürleri boyunca hastalık ve yoksulluk da görmediler. Sofradan yemeyenler bu hali görünce üzülüp, pişman oldular.

İsa aleyhisselamın elçileri İsa aleyhisselam Nusaybin’de bulunan kibri ve zulmü ile meşhur bir hükümdarı imana davete me’mur edilince, harekete geçti. Havarilere; - Hanginiz bu şehre varıp; “Allahü tealanın kulu ve resulü ve kelimesi olan İsa aleyhisselam, size doğru geliyor” diye seslenir, buyurdu. İçlerinden Ya’kub; - Ben gideyim, dedi. İsa aleyhisselam ona; - Peki git, ama oradan en önce uzaklaşan sen olacaksın, buyurdu. Havari Ya’kub’dan sonra içlerinden Tevman, izin alıp beraber gittiler. Hazreti İsa, Tevman’a;

- Ey Tevman! Takdir böyledir ki, yakın zamanda senin başına bela gelecek, buyurdu. Şem’un da; - Ya Ruhallah! İzin verirseniz ben de gideyim, ama bir şartım vardır. Eğer dara düşersem ve sizi çağırırsam, nazarınızı, himmet ve yardımınızı eksik etmeyesiniz, deyip, izin aldı. Üçü beraber o şehre doğru gittiler. Şem’un, şehrin dışında durup, yoldaşlarına, - Siz girin seslenin, zarara uğrarsanız, ben sizi kurtarmaya çalışırım, dedi. Ya’kub’la Tevman şehri girdi. Ya’kub bildirilen şekilde seslendi. Sesi duyunca insanlar onların başlarına toplandı. Allahın birliğine davet ettiler, ancak onlar inanmadılar. Oranın halkı, daha önce İsa aleyhisselam ile Meryem’i gerçek dışı şekilde işitip, su-i zan ettiklerinden, -haşa- dil uzatıp, lanet ettiler.

Elçileri şehrin hakimine götürdüler. Şah, Tevman’a işkence ettirip, zindana attırdı. Şem’un bu hali haber alıp şehre girdi. Halini gizledi. Güzel tedbir ve bazı çarelerle hakime yaklaştı. Hususi adamlarından ve nedimlerinden, sohbet arkadaşlarından oldu. Bir gün şehrin hakimine; - Müsamahanıza sığınarak Tevman’dan birkaç şey sormama izin vermenizi isterim, dedi. Şah; “Peki” dedi. Şem’un; Tevman’ı yanına getirtti. Birbirlerini hiç tanımıyor gibi davrandılar. Şem’un; - Ey kişi, senin sözün nedir? dedi. Tevman; - İsa aleyhisselam Allahın kulu ve resulüdür derim, dedi. - Sözünün doğruluğuna delilin nedir, deyince; - Her hastalığa ilac olmaktır, dedi. - Tabibler de bunu yapabilir, başka delil var mı? - Evlerinde ne yeyip ne sakladıklarını bildirmektir.

- Kahinler de bunu yapabilir, başka alamet var mı? - Çamurdan kuş sureti yapıp üfleyince, kuşun canlanıp uçması.. - Sihirbazlar da bunu yapabilir, başka alamet var mı? - Hak tealanın izni ile ölüleri diriltir. Tevman’ın bu sözü üzerine Şem’un Hakime bakıp; - Bu büyük iddiadadır. Ölüleri diriltmek, Allahü tealaya ve mucize olarak peygamberlere mahsusdur, sihirbaz ve yalancıların işi değildir. Eğer doğru ise, İsa’yı çağırtıp soralım. O bunu inkar ederse, bu adama her çeşit azabı yapalım; yok ölüyü diriltirse ki bu çok zor bir ihtimaldir, o zaman ona iman getirelim, dedi. Hakim, Şem’un’un bu sözlerini hoş karşıladı.

Haber gönderdiler. Hazreti İsa geldi. Şem’un yine tanımıyor gibi davranıyordu. Uzun uzun sualler sorup, İsa aleyhisselam ikrar ve kabul edince, Şem’un; - Eğer doğru isen, hastaya şifayı bu sakat adamında deneyelim, dedi. İsa aleyhisselam, çeşitli mucizeler gösterdi. Ölüleri diriltti ve hastaları iyileştirdi. Neticede Hakim ve askerleri, kumandanları bu mucizeleri görüp, Hazreti İsa’nın Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğine gönülden inanıp iman getirdiler.

Habib-ün Neccar İsa aleyhisselam havarilerinden iki kişiyi, Allahü tealanın emri ile Antakya’ya göndererek, orada yaşayan ve putlara tapan insanları, imana davet etmeleri için vazife vermişti. Bu emir üzerine Antakya’ya giden elçiler, halkı Allahü tealaya imana, tevhide, davet ettiler. Onların bu davetleri, Antakya’yı idaresi altında bulunduran kral tarafından da duyuldu. Elçileri yanına çağırtıp görmek istedi. Elçiler kralın yanına geldiklerinde onlara; - Siz kimsiniz? dedi. Elçiler; - Biz İsa aleyhisselamın elçileriyiz, dediler. - Bu şehre niçin geldiniz, maksadınız nedir? - Sizi, işitmeyen, görmeyen ve hiç bir şeye kadir olmayan aciz putlara tapmaktan vazgeçip, herşeye kadir olan ve her şeyi yaratan Allahü tealaya iman ve ibadet etmeye davet için geldik. - Putlarımızdan başka bir ilah mı vardır? - Evet vardır. Seni ve ilah diye taptığın putları ve her şeyi yaratan Allahü tealadır. Elçilerin bu sözüyle kendilerini imana davet eden elçileri hapsettirdi.

Bu hapsedilme hadisesinden sonra, İsa aleyhisselam, havarilerinin reisi olan Şem’un’u da, Antakya’ya gönderdi. Şem’un oraya varıp, kendini tanıtmadan ve dikkat çekmeden, kralın yakınlarıyla yavaş yavaş temas kurdu. Onlarla samimi bir hava içinde görüşüp konuşmaya başladı. Onlar da Şem’un’un kral ile temas kurmasını sağladılar. Nihayet Şem’un, kralın muhabbetini kazandı. Bundan sonra hapsedilmiş olan elçileri kurtarmak, kralı ve halkı, Allahü tealaya imana davet etmek için faaliyete geçti. Şem’un, krala çok tesir ettiğine iyice kanaat getirdikten sonra, maksadını krala açıkladı. Bunun üzerine kral ve krala bağlı olanlardan bir cemaat iman ettiler. Halka da tebliğde bulundular. - Gerçekten biz, size imana davet etmek için gönderilmiş elçileriz. Allahü tealaya iman ediniz, dediler. Fakat halk onları yalanlayıp, iman etmediler. Onlarla mücadele ettiler. - Siz de bizim gibi insansınız, bizden üstün bir meziyetiniz yoktur. Hem Allahü teala aleme ne vahiy, ne risalet, kısaca hiç bir şey göndermemiştir. Siz yalan söyleyenlerdensiniz, dediler.

Elçiler dediler ki: - Rabbimiz biliyor ki biz, Rabbimizin emriyle, İsa aleyhisselamın sizi imana davet etmek için gönderdiği elçileriz. Bizim üzerimize düşen vazife apaçık bir tebliğdir. İsa aleyhisselamın gönderdiği elçiler: “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demekte, hem kendilerini teselli ediyorlardı. Yani; “Biz size tebliğde bulunmak suretiyle vazifemizi yaptık. Artık biz bunun mes’uliyetinden, boynumuzdaki bu borçtan kurtulduk” dediler. Hem de Antakya halkını, davetleri üzerinde düşünmeye teşvik ettiler.

Çünkü; “Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir” demek, onların bu tebliğ hakkında ve kendi durumları hakkında düşünmelerini icabettiriyordu. Çünkü bu elçiler, tebliğlerine karşılık olarak onlardan ne bir ücret, ne de bir başkanlık, makam, mevki istiyorlardı. Onların işleri sadece insanları imana davet ve bunu insanlara anlatmak idi. Bütün bunlar ise akıl sahiplerini, tefekküre, iyi düşünmeye sevkeden sebeplerden idi. İsa aleyhisselamın elçilerinin davetten vazgeçmemeleri üzerine Antakya ahalisi: - Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük, yağmursuz kaldık. Eğer bu sözünüzden vazgeçmezseniz muhakkak sizi taşla öldürürüz. Bizden size acıklı bir işkence de dokunur, dediler. Cahillerin adeti şöyledir ki, hep nefislerinin arzu ettiği şeyleri ararlar. Heva ve heveslerine uygun görmedikleri şeyi red ve inkar ederler.

Hatta bütün hayırları ve saadetleri içinde toplayan bir şeyi nefslerinin hevasına ve bozuk isteklerine uymadığı için kabul etmezler. İşte bu sebeple, Antakya ahalisi, elçilere; “Biz sizi sevmiyoruz. Zira siz, bizim arzumuzun tersine bir takım şeyler teklif ediyorsunuz. Bize böyle “iman ediniz” demekten vaz geçin. Eğer bu teklifiniz vazgeçmezseniz, sizi taşa tutarak öldürürüz” dediler. Nefslerinin hevasına ve taşkın isteklerine uyan azgın insanların adeti şöyledir ki; maksadlarına kavuşmak için önce çeşitli hile ve desiselere başvururlar. Böylece, içlerinde bulundurdukları azgınlığı ve kötülükleri gizlemek isterler. Eğer böylece maksadlarına ulaşamazlarsa, zora ve tehdide başvururlar. Nitekim putperest Antak yalılar, İsa aleyhisselamın gönderdiği elçilere karşı bu yola başvurmuşlardır. “Size bizden acıklı bir işkence dokunur” diyerek, öldürünceye kadar taşlayacaklarını söylemeleri bu sebepledir. Onların bu tehdidine karşı elçiler bir adım bile gerilemediler ve: - Uğursuzluğunuz beraberinizdedir yani batıl inancınızda ve bozuk amelinizdedir.

Alıntı ile Cevapla
  #10  
Alt 13.02.24, 21:22
Gayretli üye
 
Üyelik tarihi: 27.02.23
Bulunduğu yer: .
Mesajlar: 2,304
Etiketlendiği Mesaj: 108 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Size nasihat edilirse bunu uğursuzluk sayacak ve küfrünüzde devam mı edeceksiniz? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz, dediler. Antakya ahalisi, kendilerini saadete kavuşturmak isteyen elçiler ile inatçı bir mücadeleye girdiler ve asla dinlemediler. Neticede onları taşlayarak öldürmeye karar verdiler. Bu kararlarını, daha önce elçilerle görüşüp iman eden, Habib’ün-Neccar işitmişti. Şehrin en uzak bir yerinde olan evinden çıkıp, sür’atle koşarak, iman etmeyenlerin, elçiler ile mücadele etmekte oldukları yere geldi. Halka, böyle bir işten vazgeçip, onlara inanmalarını söyledi. - Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere... Uyun sizden hiç bir ücret istemeyen o kimselere... Onlar hidayet üzeredilerler. Onlara uyunuz ki, tebliğ etmeleri ve sakındırmalarından dolayı, sizden bir ücret istemiyorlar. Onlar sizi dünya ve ahıret hayrına davet etmektedirler. Layık olan şey, onlara ittiba etmeniz, tabi olmanızdır, dedi. Habib’ünNeccar böyle deyince, putperest halk; - Yoksa sen, bizim dinimize muhalefet edip, bu elçilerin dinine mi tabi olursun? Bizim ilahlarımıza tapmayıp, onların ilahına mı ibadet ediyorsun? dediler. Habib-ün Neccar: - Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü tealaya ibadet etmeyeyim? Siz öldükten sonra O’na döndürüleceksiniz.

Allahü tealanın huzurunda küfrünüzün, batıl amellerinizin cezasını göreceksiniz. Ben, Allahdan başkasını, putları ilah edinir miyim? Eğer Allahü teala bana bir zarar yapmak dilerse, putların şefaati bana hiç bir fayda vermez ve onlar beni kurtaramazlar. Eğer ben, Allahü tealadan başkasına ibadet edersem, apaçık bir hüsran, sapıklık içinde olurum, diye cevap verdi.

Habib-ün Neccar’ın şehid edilmesi Habib-ün Neccar, kavminin inkar içinde olduğunu görünce, onlara karşı ifade tarzı çok üstün olan bir hitapla konuştu. Böylece, insanı yoktan yaratanın Allahü teala olduğunu ve insanın öldükten sonra yeniden dirileceğini, dünyada yaptıklarının hesabını vereceğini anlatmak isdedi. İnsanın yaratılmasının bir nimet olduğuna, bu nimete şükür gerektiğine işaret etti. Bu şükrün de, insanın, Allahü tealaya iman ve ibadet etmesi ile olacağını belirtti. Habib-ün Neccar, kavmini ikaz edip, gelen elçileri dinlemelerini ve Allahü tealaya iman etmelerini söyledikten sonra, kendisinin Allahü tealaya iman ettiğini şöyle bildirmiştir: - Şüphe yok ki ben, sizi de yaratan Allahü tealaya iman ettim. İşte bunu benden duyun.

Gelin nasihatlerimi dinleyin. Habib-ün Neccar bu sözleri söyleyince, bunu işiten putperest halk, hep birden hücum edip, taşa tutarak onu şehid ettiler. Habib-ün Neccar, şehid edilmek üzere iken de; “Ya Rabbi! Kavmime hidayet ver” diyerek dua ediyordu. O şehid edilince, Allahü teala tarafından ruhuna hitaben; “Haydi gir Cennete” buyruldu. Bu hususta Yasin suresinin 26 ve 27. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “(Bütün nasihatlerine rağmen kavmi Habib-ünNeccar’ı şehid ettiler. Şehid edilince, Hak teala tarafından onun ruhuna hitabedilerek;) Haydi gir Cennet’e denildi. (Onun ruhu) dedi ki: Ne olurdu, kavmim, Rabbimin beni bağışladığını, Cennet’le ikram edilenlerden kıldığını bilselerdi. (Böylece küfürden vazgeçip, iman etselerdi ve böyle nimeti kazanmaya rağbet etselerdi.)” Meşhur ve muteber tefsirlerde şöyle bildirildi: Habib-ün Neccar şehid edilince, ruhuna hitaben; “Haydi gir Cennet’e” denildikten sonra o, kavminin kendi halini bilmelerini temenni etti. Böyle bir temennide bulunması, kavminin küfür ve inkardan dönüp tövbe etmelerini, şiddetli kızgınlık zamanında salih kimselerin yaptıkları gibi yapmalarını, yani düşmanlarına bile acıyıp, merhamet göstermelerini ve bu hususta kendisine benzemelerini teşvik içindir.

Nitekim o, kavmi kendisini öldürdükleri esnada bile, onlara acıyıp; “Ya Rabbi! Kavmime hidayet ver” diye dua etmiştir. Allahü teala, iman etmeyen ve Habib-ün Neccar’ı şehid eden putperest kavme gadab edip, cezalarını hemen verdi. Cebrail aleyhisselamın sayhası ile hepsi helak oldu. Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyruldu: “Ondan (Habib-ün Neccar’ın kavmi tarafından şehid edilmesinden) sonra, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. (Helak edilişlerine sebep) yalnız bir sayha (Hazreti Cebrail’ın sayhası) oldu, hemen sönüverdiler, ölüp gittiler.”

Bu sayha ile helak edilenler, parlak bir ateşe, helak edilmeleri de ateşin sönüşüne benzetilmiştir. Canlı kimse parlak bir ateş gibidir. Canlı kimsede tabii bir hararet vardır. Bu hararet arttığı, çoğaldığı zaman, insandaki gadab ve şehvet halleri de artar. İşte Habib-ün Neccar’ın kavminde de gadab ve şehvet halleri pek fazla idi. İşte Antakya ahalisi de, gadablarının şiddeti sebebi ile Habib-ün Neccar’ı şehid ettiler. Şehvetlerine, nefslerinin hevasına pek ziyade dalmış olduklarından, heva ve heveslerine tabi olarak hak ve doğru sözü dinlemediler. Kendi lerine gelen elçiler ve bu elçileri dinleyip, söylediklerini kabul etmelerini söyleyen Habib-ün Neccar, onların dünya ve ahıret saadetine kavuşmalarını istemişti. Fakat ne var ki, nefslerinin isteklerine uymaları ve isyanları sebebiyle helak edildiler ve bir anda sönüp gittiler.

Hazreti İsa’nın göğe çıkarılması İsa aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen bir peygamberdir. İsrailoğulları daha önce kendilerine Musa aleyhisselamın getirdiği hak dine uymakta gevşeklik gösterdiler. Pek çok itirazda bulundular, hatta doğru yoldan tamamen ayrıldılar. Musa aleyhisselamdan sonra da nebiler gönderildi. Bu nebiler, İsrailoğullarını Musa aleyhisselamın bildirdiği dine uymaları için uyarıp, tebliğde bulundular. İsrailoğulları bunları dinlemediği gibi, pek çoğunu da şehid ettiler. İsrailoğullarının bütün bu isyanları ve azgınlıkları; bazan zulüm ile öldürülmelerine, bazan da esir edilip zillet içinde yaşamalarına sebep oldu. İsa aleyhisselama peygamberliği bildirildiği sırada da İsrailoğulları dağınık bir şekilde ve zillet içinde yaşıyorlardı. Hatta kendilerini kurtaracak bir peygamber bekliyorlardı.

Bekledikleri bu peygamberin, mücadeleci, tuttuğunu koparan, çok şiddetli, kavgacı, Yahudileri diğer milletlerin esaretinden kurtaracak olan bir şahsiyet olmasını umuyorlardı. İsa aleyhisselam, onları hidayete kavuşturmak için gönderilip, vazifelendirilince, İsrailoğulları ona inanmadılar. Onu çok yumuşak buldular. Kurtarıcı olarak gelen İsa aleyhisselam, dünyada sulh ve selamet hisleri yerleştirmeye, insanları birbirleriyle barıştırmaya çalıştı. Yahudilere, sapık yolda olduklarını ve bundan dönmelerini söyledi. İbadet olarak yaptıkları şeylerin gerçek ibadet olmadığını ve ahlaklarının bozukluğunu bildirdi. Kendisine tabi olmalarını ve sadece gösterdiği yolun doğru olduğunu söyledi. Yahudilerden bir cemaat, İsa aleyhisselam ve annesi Hazreti Meryem’e dil uzattılar. İsa aleyhisselam bunu duyunca onlar hakkında; - Allahım! Sen benim Rabbimsin. Sen beni “Ol” emrin ile yarattın. Bana ve anneme dil uzatanlara lanet eyle, diye bedduada bulundu.

Allahü teala, onun bu duasını kabul eyledi. Hazreti İsa’ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören Yahudiler, hadiseyi aralarında görüştüler. Hazreti İsa’yı aramaya başladılar. İsa aleyhisselamın havarilerinden biri olan Yehuda (Judas), birkaç kuruş karşılığı İsa aleyhisselamın yerini onlara haber verdi. İsa aleyhisselamı yakalamak için Yahudilerle beraber eve girince, Allahü teala, Yehuda’yı İsa aleyhisselama benzetti. Yahudiler de, onu İsa aleyhisselam diye yakaladılar. Öldürüp astılar. İsa aleyhisselam da göğe kaldırıldı. Bu sırada 33 yaşında idi. Hıristiyanlar, İsa aleyhisselamın haça gerilip, orada öldüğüne, fakat sonra dirilip göğe çıktığına, Müslümanlar ise, İsa aleyhisselamın haça gerilmediğine, doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına inanırlar.

Yahudiler, İsa aleyhisselama benzetilen şahsı yakalayıp, İsa aleyhisselam diye öldürdükten sonra; - Eğer bu İsa aleyhisselam ise, bizim arkadaşımız nerede? Şayet, bu bizim arkadaşımız ise, İsa aleyhisselam nerede? dediler. İşte bu, Yahudilerin İsa aleyhisselam hakkında ihtilaflarıdır. Bu hususta şüpheye düştüler. “Yüzü ona benziyor, bedeni o değil” dediler. Bu hususta, Kur’an-ı kerimde Tevrat’ı değiştiren İsrailoğullarının inkarları ve isyanları sebebiyle lanete uğradıkları mealen şöyle bildirildi: “Bu, (onları lanetlememiz) bir de inkarlarından, Meryem’e büyük iftirada bulunmalarında, Allahın resulü Meryem oğlu İsa’yı; “öldürdük” demelerinden ötürüdür. Yoksa, onu öldürmediler ve haça germediler.

Fakat onlara öyle göründü. (Onlardan biri İsa (a.s.) şeklinde kendilerine gösterildi ve bu adam öldürüldü.) Bu hususta ihtilaf edenlerin bilgileri ancak zan etmekten ibarettir.” Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis, Allahü teala, onu kendi katına yükseltti. Allahü teala her şeye kadirdir, hakimdir.” (Nisa: 157,158) İsa aleyhisselamın diri olarak göğe çıkarılması hususunda, Al-i İmran suresinde de şöyle buyrulmaktadır: “Yahudiler (İsa aleyhisselamı öldürmek için) hileye saptılar. Allah da (İsa aleyhisselamı göğe kaldırmak ve hilekarlardan birini İsa aleyhisselam gibi gösterip, yine kendilerine öldürtmek suretiyle onlara) mukabele etti, ceza verdi. Allahü teala hile yapanlara, umulmayan yerden ceza vermeye onlardan daha kadirdir. O zaman Allahü teala buyurdu ki: “Ya İsa! Muhakkak ben, seni yerden (en mükemmel şekilde) alıp meleklerin makamına yükselteceğim. Seni (ecelin bitince) öldürecek olan benim. Seni (sana kasteden) kafirlerin arasından çıkaracağım, onların şerlerinden kurtaracağım. Senin dinine tabi olanların, kıyamet gününe kadar küfredenlerin (ahırette) dönüşü de yalnız banadır. O vakit aranızda, ihtilaf ettiğiniz şeyde hükmü ben vereceğim.

O kafirlere gelince, ben onları dünyada da ahırette de en şiddetli bir azabla cezalandıracağım. Ve onları azabdan kurtarmak için hiçbir yardımcıları yoktur. Fakat iman edip, salih amel işleyenlere gelince, Allah onların hayır amellerinin sevabını noksansız olarak verecektir. Allah zalimleri sevmez” (Al-i İmran: 54-57) “Onu kesinlikle öldürmediler; tersine Allah onu kendisine yükseltti.” ayeti Hazreti. İsa’nın yukarı kaldırılması anlamına gelmektedir. Zira bu ayette yükseltmek ve yukarı kaldırmak kelimesi (Rafea) kullanılmaktadır. Yükseltmek ve yukarı kaldırmak kelimesi bir şeyi aşağıdan yukarıya nakletmek anlamına gelir. Bazıları buradaki yüksetmeyi mecazi anlamına alarak; manevi makam ve derecesi yükseltildi, olarak tefsir etmektedirler… Halbuki bir kelimenin mecaza hamledilmesi için gerçek manasının imkan dahilinde olmaması gerekir. Kelimede gerçek mananın kastedilmesine engel teşkil eden bir karine olduğu zaman bu takdirde mecaz anlamı alınır. Halbuki burada manevi makamın kastedildiğine işaret eden bir karine ve alamet yoktur. Bu durumda kelimenin gerçek manası olan yukarı kaldırmak, yükseltmek anlamı kesinlik kazanır… Ayette belirtilen “yukarı kaldırmak ve yükseltmek” anlamını mecaz olarak düşünüp, manevi derecesinin ve makamının yükseltildiği tarzında tefsir etmek ayetlerin akışıyla uyumlu değildir.

Yani bunun zikredileceği yer bu ayet olamaz… Zira ayetlerin ele aldığı konu bu mesele değildir. Diğer yandan büyük peygamberlerin (ülü’l-azm) hepsi de üstün makama ermiş resullerdir. (Allah onu yükseltti…) cümlesine (kendisine) kelimesini ilave etmek suretiyle, Hazreti. İsa’nın yükseltilmesi için bir varış yeri (münteha) zikredilmesi, mecaz ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Çünkü yükseltme için bir varış yerinin tayin edilmesi, manevi mevkinin kastedilmesini anlamaya uygun değildir. Zira anlam bu olsaydı, o takdirde “Allah onu yükseltti…” denirdi. Fakat ayet: “Allah onu kendisine yükseltti…” demektedir. Kendisine yükseltmesi tabii ki semaya, meleklerin mekanına kaldırması anlamındadır.

Manevi derecesinin yükseltilmesi sadece Hazreti İsa Mesih’e has bir durum değildir. Ki Allahü teala onu burada Hazreti İsa’ya bir ihsan ve iyilik olarak zikretsin. Tersine bütün peygamberler buna dahildir. Hatta salih ve iyi kimseler bile bu duruma girerler… Burada ayete “Allah onun ruhunu yükseltti…” anlamı vermekte doğru olarak gözükmemektedir. Zira bu durumda sadece Hazreti İsa Mesihe mahsus bir durum değildir. Bütün peygamberler ve salihlerin ruhu Allaha yükselir… O halde burada yükselen hem ruhu ve hem de bedeniyle beraber onun şahsıdır. Zaten hiçbir müfessir ayetteki yükseltmeyi manevi makamın yükseltilmesi veya sadece ruhunun yükselmesi olarak tefsir etmemiştir. Zira bu ayette mecaz olmayıp ilk akla gelen anlamla bir şahsın ruhuyla ve bedeniyle semaya kaldırılması pek açıktır…

Hazreti İsa’nın nüzulunu inkar edenler, Teveffi kelimesinin vefat ve öldürmek manasına geldiğini, dolayısıyla onun ölmüş olduğunu ileri sürmekteler… Al-i İmran suresinin 55. ayet-i kerimesinde geçen “müteveffike” lafzı sıfat olup, seni öldüreceğim manasına değildir. Teveffi kelimesi başka manalara da gelmektedir. Bunlardan biri de “kabzetmek ve almaktır”. Mecaz olarak canını almak, öldürmek anlamına da gelir. Zemahşeri’nin “Esasu’l-Belağa” adı sözlüğünden anlaşılan budur. O halde ayetin anlamı: Seni yerden alacağım ve kendime, semama kaldıracağım, şeklindedir. Teveffi Kelimesinin “Almak, Kabzetmek” anlamına Gelişine Kur’an-ı kerimde bir çok misal vardır. Bazıları şunlardır: Allah, ölümleri anında canları alır (teveffi ettirir); ölmeyenleri ise uykularında alır (teveffi ettirir…) Zümer :42 :

“Geceleyin sizleri teveffi ettiren ve gündüzün neler yaptığınız bilen O’dur.” (Enam: 60 ) Yukardaki her iki ayette de geceleyin uykuda ruhların bir çeşit alınmasına (uyku haline) teveffi denilmiştir. Açıktır ki bu ayetlerde teveffi, ölüm anlamına gelmemektedir. İşte bunlar gibi Hazreti İsa hakkındaki ayette geçen teveffi de ölüm anlamında değildir… Bir Hıristiyan papazın hazırlamış olduğu ve Beyrut’ta katolik matbaasında basılan Arapça “EI-Müncid” lügat kitabında “teveffa” kelimesine; “Hakkını tam olarak almak” manası verilmiştir. Şanına layık olanı vermek demektir. Öldürmek manasına mecazen kullanılmaktadır. Yani bu ayet-i kerimenin meali; “Ben, senin şanına layık olanı yaparım, meleklerin makamına yükseltirim” demektir. Allahü teala dilerse yükseltir. Allahü teala, İsa aleyhisselamı yükseltmeyi dilemiş ve yükseltmiştir. Yahudiler tarafından öldürülmesini dilememiş ve çarmıha başkasını gerdirmiş, Hazreti. İsa’yı öldürtmemiştir.

Bunun için bazı tefsir alimleri “teveffi” kelimesine “almak” manasını verip; “Yahudilerin katlinden hıfz etmek için, yerden seni kamilen alır kabzederim” meali ile te’vil etmişlerdir. “Kurtubi tefsiri”nde bu ayet-i kerime tefsir edilirken şöyle buyrulmuştur: “Dahhak ve Ferra; “Ben seni yerden (en mükemmel şekilde) alıp...” mealindeki ayet-i kerimede “teveffi” kelimesi ile “rafi’ “ yani yükseltmek kelimesi arasında takdim te’hir vardır. Çünkü bu iki kelime arasındaki “vav”, tertibi gerektirmez. Takdim te’hire göre mana şöyledir: “Seni, iman etmeyip küfredenlerin arasından, tertemiz olarak kurtarıp meleklerin makamına yükselteceğim. Yeryüzüne indirilmenden sonra da (ecelin gelince) vefat ettireceğim.” Bu hususda Hasen-i Basri hazretleri ve İbn-i Cüreyc şöyle buyurmuşlardır; “Teveffinin manası, “Seni ölmeden yeryüzünden alıp semaya yükseltirim”demektir. Nitekim Arapça’da; “Falan kimseden malımı teveffi ettim” demek, malımı aldım demektir. Bu bakımdan “teveffi” kelimesi öldürmek manasına değil, almak manasınadır...” İbn-i Zeyd de; “Teveffi, kabz yani almak manasınadır. Teveffi ve yükseltme birlikte olmuştur.

İsa aleyhisselam ölmemiştir, diridir” buyurdu. Rebi’ bin Enes de; “Teveffi, uyku ölümüdür yani uyumak, uyutmak manasınadır” buyurmuştur. Bu hususda sahih olan kavi, Hasen-i Basri’nin ve İbn-i Zeyd’in buyurdukları gibi olup, şöyledir: “Allahü teala İsa aleyhisselamı diri olarak göğe kaldırmıştır.

Göğe çıkarılırken vefat ettirilmemiş ve uyutulmamıştır. Bu kavil, Taberi’nin tercihidir.”

Yehuda haça gerildi İsa aleyhisselamın göğe çıkarılması şöyle olmuştur: Yahudilerin Hazreti İsa’yı öldürmeye teşebbüsleri üzerine, Cebrail aleyhisselam İsa aleyhisselama çatı penceresi olan bir eve girmesini söyledi. İsa aleyhisselam böyle bir eve girince, Cebrail aleyhisselam onu bu evden göğe çıkardı. Yehuda, İsa aleyhisselamın şeklinde gösterildi. İsa aleyhisselam diye o yakalandı ve haça gerildi. Orada hazır bulunanlar üç fırkaya (gruba) ayrıldılar. Onlardan bir fırka; “İsa aramızda Allah idi. Şimdi gitti...” Diğer fırka; “İsa aleyhisselam, Allahü tealanın oğlu idi..”, Öbür fırka ise; “İsa aleyhisselam, Allahü tealanın kulu ve resulüdür. Hak teala semaya (göğe) kaldırmak suretiyle ona ikram ve ihsanda bulundu” dediler.

Bu fırkalardan her birinin müstakil cemaati vardır. Ancak itikadlarının bozukluğu sebebiyle ilk iki fırka kafir olup, itikadlarının düzgünlüğü sebebiyle üçüncü fırka mü’min kalmıştır. Hülasa, Allahü tealanın onların hilesine mukabelesi; İsa aleyhisselamı göğe kaldırması ve onlara İsa aleyhisselama zarar vermeye imkan vermemesi ile olmuştur. Yahudilerin, İsa aleyhisselamı öldürüyoruz zannederek, ona benzetilen birini öldürmeleri ve onu çarmıha germe hadisesi, o zaman Rum İmparatoru tarafından duyuldu. Yahudiler, o Rum imparatoruna bağlı idiler. Rum imparatoruna şöyle denildi: - İsrailoğullarından birisi çıktı. Kendisinin Allahü tealanın resulü olduğunu haber verir, ölüleri diriltir, anadan doğma körü iyileştirirdi. Fakat şimdi o öldürüldü. Bunun üzerine Rum İmparatoru; “Haberim olsa idi, onun öldürülmesine mani olurdum” dedi. Ve havarileri Yahudilerin arasından çekip aldı. Havarilere İsa aleyhisselam hakkında sordu. Onlar da, İsa aleyhisselamın ahvalini olduğu gibi anlattılar. İmparator, İsa aleyhisselamın dinine tabi oldu.

Yahudilerin haça gerdikleri şahsı indirip, gözler önünden kaldırdı. Onun asıldığı haça, hürmette bulundu. Onu muhafaza etti. Sonra İsrailoğulları ile muharebe etti. Onlardan pek çok kimse öldürdü. İşte Rumlar arasında Nasranilik böyle zuhur etti. İsa aleyhisselama inanan Rum imparatorunun ismi Tabaris idi. O, böylece Nasrani oldu. Ancak Nasraniliğini belli etmedi. İsa aleyhisselamın bildirdiği dine bozulmadan önce inananlara Nasrani denirdi. Şimdi bozuk şekliyle inananlar da kendilerine Nasrani diyorlar. Tabaris’ten sonra gelen Maltis ismindeki imparator, İsa aleyhisselamın göğe yükseltilmesinden 40 sene sonra Beytül-Makdis’e hücum etti.

Pek çok kimseyi öldürdü ve esir etti. Şehirde taş üstünde taş bırakmadı. Bu hadiseden sonra, Kureyza ve Nadr isimlerindeki Yahudi kabileleri buradan çıkıp, Hicaz’a gittiler. İşte bütün bunlar, Allahü tealanın İsa aleyhisselamı yalanmaları ve öldürmeye kasdetmelerine karşılık Yahudilere verdiği cezalardır.

Hazreti İsa’nın nüzulü İsa aleyhisselam kıyamet yaklaşınca, Şam’daki Ümeyye Camii minaresine inecek ve kırk sene yaşayacaktır. Bu zaman zarfında, İslamiyet’i yayacak ve Hazreti Mehdi ile buluşacak evlenip çocukları olacaktır. Sonra Medine’de vefat edip, Peygamber efendimizin medfun bulunduğu Hücre-i seadete defn olunacaktır. İsa aleyhisselam, gökten indirildiği zaman, İslamiyet’e uyup, kendi ictihadı ile hüküm çıkaracaktır. İctihad ile çıkaracağı bütün ahkam, Hanefi mezhebindeki ahkama benzeyecek, yani İmam-ı a’zam’ın ictihadına uygun olacağını büyük alim Muhammed Parisa hazretleri bildirmektedir. Hazreti İsa’nın nüzulü ile ilgili Kur’an-ı kerimde Zühruf suresi 61. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyruldu: “Gerçekten o (İsa’nın nüzulü) kıyamet için yaklaştığını bildiren bir beyandır, alamettir.

Onun için, o kıyametin geleceğinden sakın şüphe etmeyin de, benim şeriatime tabi olun. İşte bu biricik doğru yoldur.” Zuhruf Suresinin bu ayetini tefsir eden çeşitli tefsirler ayette geçen “O” zamirini ayetlerin akışına uygun olarak Hazreti İsa’ya göndermektedirler. Zira önceki ayetler bizzat ondan bahsetmektedir.. Hazreti İsa’nın kıyamet için bir bilgi (işaret) olmasını nasıl anlamak gerekir? İşte müfessirler bunu ise onun kıyametten önceki son zamanlarda dünyaya tekrar gelmesi olarak tefsir etmektedirler… İbni Abbas, Mücahid, İkrime, Katade, Süddi, Dahhak, Ebu Aliye, ve Ebu Malik bununla Hazreti. İsa’nın ikinci gelişi kastedilmektedir, demektedirler… Hazreti İsa’nın yeryüzüne tekrar dönmesiyle kıyametin artık yakın olduğu anlaşılacaktır…

Elmalılı, Zuhruf Suresi/61 ayetini : “Gerçekten o (İsa’nın nüzulü) kıyamet için yaklaştığını bildiren bir beyandır” ayetini tefsir ederken, ayetteki “O” zamirini Hazreti. İsa olarak belirledikten sonra şu satırları kaydetmektedir : “Muhakkak ki o saat için bir ilimdir de, saatin geleceğini ölülerin dirilip kıyam edeceğini bildiren bir delil ve alamettir. Çünkü İsa gerek zuhuru ve gerek emvatı ihya mucizesi ve gerek emvatın kıyamını haber vermesi itibariyle Kıyametin vaki olacağına bir delil olduğu gibi hadiste varid olduğuna göre nuzulü de eşratı saattendendir…” Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Peygamberlerin babaları bir, dinlerinin esası bir, anneleri ayrıdır. Ben, Meryem oğlu İsa’ya herkesten yakınım. Çünkü benimle onun aramızda peygamber yoktur. Kıyamete yakın o inecektir.

Onu görünce şu halleri ile tanıyın: Orta boylu, kırmızı beyaz tenli, düz saçlıdır. Yaş olmasa da saçı ıslak gibidir. İki asası olur. Haçı kırar, domuzu öldürür. Cizyeyi kaldırır. Zamanında Müslüman olmayan bütün milletler pasif ve helak olur. Allahü teala onun zamanında Deccal’ı helak eder. Yeryüzünde emniyet ve adalet te’sis olur. Hatta deveyle aslan, inekle kaplan, koyunla kurt birlikte otlar. Allahü tealanın dilediği kadar yeryüzünde kalır. Sonra vefat eder. Cenaze namazını Müslümanlar kılıp, sonra onu defnederler.” İmam-ı Ahmed’in bir başka yolla Ebu Hüreyre hazretlerinden olan rivayetinde; ”Yeryüzünde kırk sene kalır.

Sonra vefat eder ve müslümanlar namazını kılarlar” diye bildirilmiştir. İmam-ı Süyuti hazretleri, İsa aleyhisselamın kıyamete yakın geleceğine dair yazdığı, “Nüzulü İsa fiahır-iz-zeman” isimli eserinde buyuruyor ki: “Allahü tealaya hamd ve seçtiği kullarına selam olsun. Bana bir sual geldi. Sualde; “İsa aleyhisselamın ahır zamanda gökten indiği zaman, bu ümmet arasında ne ile hükmedecek? Resulullah’ın getirdiği din (İslamiyet) ile mi, yoksa kendi tebliğ ettiği İsevilik dini ile mi hükmedecek? v.s.” deniliyordu. Ben de ona kısa olarak şu cevapları verdim. İsa aleyhisselam gökten inince, bu ümmet arasında Resulullah efendimizin getirdiği din ile hükmedecektir. Alimler bunu açık olarak beyan etmişlerdir. Bu hususta hadis-i şerifler ve icma’ vardır. Bir hadis-İ şerifde buyruldu ki: “İsa bin Meryem, Muhammed’i, dini üzere tasdik ettiği halde iner. Deccal’i öldürür, sonra kıyamet kopar.” Hattabi “Mealim-üssünen” kitabında buyurdu ki: “Hadis-i şerifde;

“İsa (aleyhisselam) domuzu öldürür” buyruldu. Bu hadis-i şerif; domuzun öldürülmesinin vacib ve bu hayvanın necis yani pis olduğuna delildir, İsa aleyhisselamın domuzu öldürmesi, Muhammed aleyhisselamın dininin hükmüne göredir. İsa aleyhisselam ahır zamanda inecektir. İslamiyet ise, kıyamete kadar bakidir.” İmam-ı Nevevi, “Müslim’in şerhinde buyuruyor ki: “İsa aleyhisselamın gökten inmesinden murad, Muhammed aleyhisselamın dinini nesh eden, onun hükmünü ortadan kaldıran bir din ile inmesi değildir. Hadis-i şeriflerde bu manada hiç bir şey bulunmamaktadır. Bilakis, hadis-i şerifler, İsa aleyhisselamın, Muhammed aleyhisselamın dinine dokunmayacağını, Muhammed aleyhisselamın dininden insanların terkettiklerini ihya edeceğini göstermektedir.

Bütün bu delillerden açık bir şekilde anlaşılan şudur: Hazret-i İsa, ruh ve beden beraber olarak gelecektir. Bugüne kadar, Ehli sünnet alimleri, bu açık ifadelere hiçbir yorum getirmemişler, olduğu gibi inanmışlardır. Bundan sonra da, ehli sünnet yolunda olanların böyle inanmaları, Ehli sünnet dışı yorumlara itibar etmemeleri gerekir.

İncil Hazret-i İsa’ya indirilen kitabın adı İncil idi. İncil kelimesi Süryanicedir. Lügatte “göz nuru” demektir. Hazret-i İsa’ya inzal edilen (indirilen) hakiki İncil, hiç şüphesiz Allah kitabıdır. Fakat bugün, bu hakiki İncil mevcut değildir. Bugün Hıristiyanların elinde bulunan ve “Evangelium” veya “Bible” adını verdikleri Mukaddes kitapta, eski hakiki İncil’den kalmış pek az parça vardır. Esas İncil, İbrani dili ile idi. Bu kitap, sonraları Yunancaya, Latinceye, yanlış olarak çevrilmiş, zamanla içerisinde birçok parçalar eklenmiş, sık sık değiştirilmiş ve nihayet bugünkü bozulmuş ve karışık şeklini almıştır. Kur’an-ı kerim; İncil’in, ilahi bir kitap olduğunu ve diğer ilahi kitaplarla beraber onun da aslına, iman etmenin lazım olduğunu haber vermektedir. Al-i imran suresi 84. ayetinde mealen; “De ki: Allah’a iman ettik.

Bize indirilene (Kur’an-ı kerime), İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve oğullarına indirilenlere, Musa’ya, İsa’ya ve peygamberlere, Rablerinden verilenlere de inandık.” buyrulmaktadır. Maide suresi 68. ve Tövbe suresinin 3. ayetleri de, ilahi kelam olmaları ve aynı esasları telkin etmeleri yönünden İncil’i, Kur’an-ı kerim ve Tevrat’la aynı derecede zikretmiştir. Ayrıca Allahü teala Kur’an-ı kerim’inde, hazret-i İsa’ya gönderdiği İncil’ini bir hidayet (kurtuluş), bir nur, bir rahmet ve fenalıktan sakınanlar için bir nasihat (öğüt) olarak vasıflandırmaktadır. Maide suresi 46. ayetinde mealen; “Arkalarından da (bu peygamberlerin) izlerince Meryem oğlu İsa’yı, Tevrat’ın bir tasdikçisi olarak gönderdik. O’na da içinde bir hidayet, bir nur bulunan İncil’i ondan evvelki Tevrat’ın bir tasdikçisi ve sakınanlara bir öğüt olmak üzere verdik.” Yine Kur’an-ı kerim’de Allahü teala, İncil’i hazret-i İsa’ya vahyettiğini ve onu peygamber olarak gönderdiğini çeşitli ayetlerde mealen şöyle açıklamaktadır: Arkalarından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik. (Ali imran: 3) (İsa beşikteyken dile gelip) dedi ki: “Ben, hakikaten Allah’ın kuluyum! O, bana kitap (İncil) verecek. Beni peygamber kılacak. (Meryem suresi: 30).

Müslümanlar, diğer ilahi kitaplarla beraber hakiki İncil’in de Allahü teala tarafından Hazret-i İsa’ya gönderilmiş hak bir kitap olduğuna inanırlar. Bugünkü İnciller: Hazret-i İsa’ya gönderilen İncil, tek kitaptı. İbranice ile yazılmış olan bu hakiki İncil, bugün mevcut değildir. Bolüs (Pavlos) adındaki bir Yahudi, İsa’ya inandığını söyleyerek ve Hıristiyanlığı yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncil’i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, on iki Havari’den işittiklerini yazarak, İncil adında dört kitap meydana geldi ise de, Bolüs’ün yalanları, bunlara da karıştı. Böylece İsa aleyhisselamın hak olan dini, az zaman sonra Yahudiler tarafından sinsice değiştirilmiş oldu. Barnabas adındaki bir Havari, İsa aleyhisselamdan işittiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı. Barnabas’ın İncil’i; bugüne kadar gelen İncillerden hakiki İncil’e en çok yakın olandır ve en önemlisidir.

Kıbrıs’ta doğan Barnabas’ın asıl ismi Joses idi. Kendisi Hazret-i İsa’ya inananların en başında gelmekte ve Havarilerin arasında mühim bir mevkii bulunmaktadır. Kendisine verilen “Barnabas” lakabı, nasihat verici, iyiliğe teşvik edici anlamına gelmektedir. Barnabas İncili’nde, son Peygamberin 600 veya 1000 sene kadar sonra geleceği bildirilmektedir. Bu İncil’de, tek Allah inancından bahsetmekte ve teslis yalanlanmaktadır. Avrupa ansiklopedilerinde Barnabas İncili hakkında şu bilgi vardır: “Barnabas İncili diye tanımlanan bir el yazısı, 15. yüzyılda islamiyeti kabul etmiş bir İtalyan tarafından yazılmış uydurma bir kitaptır.” Bu açıklamanın tamamiyle yanlış olduğu şundan bellidir: Barnabas İncil’i daha 3. yüzyılda, yani hazret-i Muhammed’in gelmesinden en az 300 veya 700 sene evvel aforoz edilerek ortadan kaldırılmıştır. Demek ki, daha o zaman da içinde fanatik Hıristiyanların işine gelmeyen, teslisin aleyhinde olan, başka bir Peygamberin geleceğini haber veren bahisler vardı. Barnabas’ın bu İncil’i, tarih boyunca çeşitli defalar ortadan kaldırılmak ve bütün nüshaları kaybedilmek istenmiş olmasına rağmen, Papa Damorus tesadüfen eline geçen bir nüshasını Papalık Kütüphanesinde saklamıştır. Kitap 1590’da el yazısı ile İbraniceden İtalyancaya çevrilmiştir. Bu nüsha elden ele dolaşarak 1713 yılında Prens Ojene’ye ve ölümünden sonra Viyana Kraliyet kütüphanesine nakledilmiştir. 1907’de Bay ve Bayan Ragg tarafından İngilizceye tercüme edilerek Oxford’da basılmış, fakat esrarengiz bir tarzda ortadan kaybolmuştur.

Ancak bir nüsha British Müseum, bir nüsha da Amerikan Kongresi Kütüphanesinde bulunmaktadır. Bu Barnabas İncili, Pakistan Kur’an Konseyi eliyle 1973’te tekrar basılmıştır. Barnabas İncil’i dışındaki diğer uydurma İnciller zamanla çoğalarak her yerde başka bir İncil okunur oldu. Nihayet miladın 313’üncü senesinde, önce putperest iken Hıristiyanlığı kabul eden Büyük Kostantin, topladığı Konsillerde bugünkü dört bozuk İncili kabul ettirip diğerlerini yokettirdi. Bu İncillere de putpereslikten çok şeyler karıştırdı. Şimdi Hıristiyanların mukaddes kitabı olan İncil, iki kısımdan meydana gelmiştir: Eski Ahit (Old Testament), o zamana kadar gelen peygamberlerin ve bilhassa hazret-i Musa’nın tebligatını ihtiva eder. Yeni Ahit (New Testament) denilen kısmı ise, Matta (Matthew), Markos (Mark), Luka (Luke), Yuhanna(Jahn)nın yazdıkları kitaplar olup, hazret-i İsa’nın hayatı, yaptığı işler ve verdiği nasihatlar hakkında bilgileri ihtiva eder. Bütün bu bilgiler, tam ve dürüst bir şekilde zaptolunmamıştır. İncil’in hazırlanmasında, Kur’an-ı kerim’in zaptolunmasında gösterilen büyük hassasiyet gösterilmemiştir. Hakiki bilgilere birçok yanlış düşünceler, efsaneler ve hurafeler eklenmiştir. Aslından uzak bulunan bu dört İncil şunlardır: 1. Meta (veya Matta) 2. Luka 3. Markos 4. Yuhanna Bu dört İncil, aynı hususları başka başka anlatan ve insan eliyle yazılmış hikayelerden ibaret olup, Allah kelamı değildir ve devamlı olarak değiştirilmektedirler.

İsa aleyhisselamın mucizeleri İsa aleyhisselam daha doğmadan evvel onun, fevkalade halleri görülmüştü. Diğer peygamberler gibi o da, kavminin en asil, şerefli ve itibar sahibi sülalesinden geldi. Annesi Hazreti Meryem, Kur’an-ı kerimde Hak teala tarafından, ırzını çok güzel koruduğu bildirilerek Sıddika diye medholunmuştur. Böylece o, her kadına nasib olmayan çok yüksek bir şerefe kavuşmuş, oğlu İsa aleyhisselam da Allahü tealanın takdiri ve emri ile babasız olarak doğmuştur. Hazreti İsa’nın doğumundan hemen sonra, annesinin ayağının altından pek güzel bir su kaynamış, Hazreti Meryem’in mevsimi olmadığı halde ağacı sallamakla taze hurmalar dökülmüştür. Bütün bunların yanında, İsa aleyhisselam beşikte iken konuşmuş, çocukluğunda kendisinden çeşit çeşit gizli halleri, haber vermiştir. Bunların hepsi ondan meydana gelen belli başlı fevkalade hallerdir. İslam alimleri, herhangi bir peygamberden, peygamber olduğunun bildirilmesinden evvel görülen böyle alışılmışın yani adetin üstünde olan hallere irhas demişlerdir. İsa aleyhisselamın mucizelerinden bazıları şöyledir: İsa aleyhisselam, Allahü tealanın izni ile mucize olarak ölüleri diriltirdi. Bu hal pek çok defa vaki olmuştur. İsa aleyhisselam, bir gün bir yerden geçiyordu.

Bir kabrin başında oturmuş ağlayan bir kadın gördü. Kadının haline acıyıp; - Ey Allahın kulu, sana ne oldu da ağlıyorsun? buyurdu. Kadın: - Bir tek kızım vardı, o da öldü. Ya burada öleceğim, yahut onu benim için diriltinceye kadar buradan ayrılmayacağım, diye Rabbime söz verdim. Bakalım ne olacak, dedi. İsa aleyhisselam; - Onu görsen, buradan ayrılır mısın? buyurdu. Kadın; - Evet, dedi. Bunun üzerine İsa aleyhisselam iki rekat namaz kıldı. Sonra gelip, kabrin yanına oturdu ve; - Ey kızcağız! Rahman olan Allahü tealanın izni ile kalk ve kabrinden çık! dedi. Kabir sallandı. İkinci defa seslendi. Kabir, Allah’ın izni ile yarıldı. Bir daha seslendi. Kızcağız, başındaki toprakları saçarak çıktı. İsa aleyhisselam ona: - Niçin geciktin? buyurunca; - İlk sesi duyduğum zaman, Allahü teala bana bir melek gönderdi. Beni öldüğüm zamanki şeklime getirdi. İkinci sesi duyunca, Allahü teala ruhumu bedenime iade eyledi.

Üçüncü ses gelince, kıyametin sayhasıdır diye korktum. Başımdaki saçlar, kaşlarım ve kirpiklerim, kıyametin dehşetinden bir anda beyazlaştı, dedi. Sonra annesine dönüp: - Ey anneciğim! Ne olursun, ölümün şiddetini bana iki defa yükleme. Anneciğim, sabret ve sevabını Allahtan bekle! Benim dünyaya hiç ihtiyacım yok, dedi. Bundan sonra Hazreti İsa’ya dönerek; - Ey Ruhullah! Hak tealaya dua et de, beni ahırete döndürsün ve ölüm şiddetini bana hafif eylesin, dedi. Bunun üzerine İsa aleyhisselam dua eyledi ve kızın ruhu kabz olundu. Tekrar üzerine toprak örtüp düzelttiler. Kadının acısı hafifledi. Verdiği söze sadakat gösterip, oradan ayrıldı. Bu büyük mucize, yahudilere ulaşınca İsa aleyhisselama düşmanlıkları ve kızgınlıkları daha da arttı.

Çünkü onlar inanmıyorlar, muhalefet ediyorlardı. Yine İsa aleyhisselam zamanında bir kimsenin kızı vefat etmişti. Bir gece sonra İsa aleyhisselam dua etti. Kız dirildi. Çok yaşadı. Evlendi ve çocuğu da oldu. İsrailoğullarının meliklerinden biri ölmüş, tabut üzerinde götürülüyordu. İsa aleyhisselam gelip, dua eyleyince, Allahü teala onu diriltti. İnsanlar bu müthiş manzara karşısında hayran ve şaşkın kaldılar. Ancak yine de iman etmediler. İsa aleyhisselamın mucizelerinden biri de, hastaları iyi etmesi, körlerin gözünü açması idi. İsa aleyisselam, Allahü tealanın izni ile, mübarek elini dokundurmakla, anadan doğma körlerin gözleri hemen açılıverirdi.

Yine aynı şekilde, elinin temasıyla, vücuduna baras yani alacalık bulunan hastalar o anda iyileşirler ve hastalıklarından hiç bir eser kalmazdı. Bütün bu mucizeler sadece elini sürmesi ile olduğundan, elini dokunan manasına Mesih dendiği ve Mesih isminin buradan geldiği bildirilmiştir. İsa aleyhisselam yine mucize olarak, kavminin ne yediklerini ve evlerinde ne sakladıklarını bilip, haber verirdi. İsa aleyhisselam, çamurdan bir kuş şekli yapıp, ona üfleyince, Hak tealanın izni ile, mucize olarak o kuş canlanır, uçup giderdi. Bir defasında İsrailoğulları, bir parça çamuru kuş şeklinde yapıp İsa aleyhisselama getirdiler ve; - Gerçekten hak peygamber isen, bu çamuru canlı kuş haline getir, dediler. Hazreti İsa dua etti. Kuş o anda canlandı ve uçup gitti. Diğer bir mucizesi de gökten sofra inmesi idi.

Havariler, gökten bir sofra indirilmesi için dua etmesini rica ettiler. Hazreti İsa, ağlayarak, Hak tealaya yalvardı. Allahü teala duasını kabul edip, bir sofra indirdi. Bu da Hazreti İsa’nın bir mucizesi idi. İndirilen bu sofrada çeşit çeşit nimetler vardı ve bir çok insan yeyip karnını doyurdu. Hastalar şifa buldu. Fakirler zengin oldu. İsa aleyhisselam ne zaman acıksa veya yemek ihtiyacı duysa, ellerini kaldırıp dua ederdi ve mucize olarak gökten yemek ve meyve gelirdi. Bu, yukarıda zikrolunan maide (sofra) mucizesinden ayrı, başka bir mucizesi idi. İsa aleyhisselam, uzakta bulunan insanların neler konuştuklarını, aralarında gizli gizli neler fısıldaştıklarını, mesafenin uzak olmasına rağmen, mucize olarak duyar ve bilirdi.

Hazreti İsa’nın faziletleri pek çoktur. Daha doğumundan önce onun üstünlükleri, fevkalade hallerine işaret olan hadiseler görülmeye başlamıştır. Hazreti Meryem, Hazreti İsa’ya hamile iken, Zekeriyya aleyhisselamın hanımı Elisa da Yahya aleyhisselama hamile idi. Bu hamilelik günlerinden birinde Elisa, Hazreti Meryem’e; - Ben hamileyim biliyor musun? dedi. O da; - Ben de hamileyim, dedi. Bunun üzerine Elisa; - Benim karnımdakinin (Yahya aleyhisselamın) senin karnındakine (İsa aleyhisselama) hürmet ve tazimde bulunduğunu hissediyorum, dedi. Alimlerimiz: “Elisa; karnındaki oğlunun başını Meryem’in karnı tarafına döndürdüğünü hissederdi” buyurmuşlardır Diğer peygamberler gibi Hazreti İsa da ahir zaman peygamberi olan Muhammed aleyhisselamı haber vermiştir.

Nitekim ayet-i kerimede mealen buyurulmuştur ki: “Bir vakit Meryem oğlu İsa (aleyhisselam) şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Ben size, Allahü tealanın peygamberiyim. Benden evvel Musa’ya (aleyhisselam) nazil olan Tevrat’ı tasdik edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselam) ismindeki peygamberin müjdecisiyim. (Saf 6) Peygamber efendimiz buyurmustur ki: İsa aleyhisselamı gördügünüz zaman su alametlerle taniyiniz: Uzuna yakın orta boylu, Rengi kırmızı ile beyaza yakın. Üzerinde herd boyası ile boyanmış iki elbise vardir. O derece temiz ki kendisine ıslak dokunmadığı halde başı su damlatır gibidir.

ŞEM’UN ALEYHİSSELAM


İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden olduğu rivayet edilen mübarek zat. Şemsun diye de zikr edilir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Geçmiş zamanda Şem’un (Şemsun aleyhisselam) adlı bir peygamber vardı. Allahü tealanın rızası için bin ay devamlı cihad edip, silahını omuzundan çıkarmadı.” buyurdu. Eshab-ı kiram; “Keşke bizim ömrümüz de uzun olsaydı da, biz de din uğrunda Allah için cihad etseydik.” dediler. Bunun üzerine Kadr suresi nazil olup; “Size verilen Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır (Bu gecenin sevabı, bin ay cihad etmenin sevabından çoktur.)” buyruldu.

İsa aleyhisselamla Muhammed aleyhisselam arasında yaşamış olan Şem’un aleyhisselam, İncil ehlindendi. İsa aleyhisselama indirilen, henüz bozulmamış İncil’i şerife göre amel ederdi. Kavmiyse putlara tapardı. Şem’un aleyhisselam, Allahü tealayı inkar eden ve putlara tapan sapık kavimle cihad (savaş) edip, onları imana çağırdı. Çok güçlü ve cesur bir zat olan Şem’un aleyhisselamı düşmanları türlü hilelerle şehit etmek istediler. Hangi bağla bağladılarsa, o bağı kırıp kurtuldu. Yaşadığı şehrin hükümdarı onu yakalatıp, köşkünün önünde asılmasını emretti. Bunun üzerine Şem’un aleyhisselam, Allahü tealaya yalvarıp; “Ya Rabbi! Dünyada yaşamayı, kafirlerle senin yolunda cihad etmek için isterim. Eğer bu isteğim kalpten ve samimiyse beni kurtar.” diyerek dua etti. O anda bir melek gelip bağı çözdü. Şem’un aleyhisselam kurtulunca, kendisi ne eziyet eden hükümdarı, adamlarını ve kendi hanımını cezalandırdı. İnsanları hak yola davete devam etti. Ona inanmayanlarla tek başına cihad (harp) etti. Çok ganimet elde etti.

Cihad ederken susadığı zaman Allahü teala onun için taştan gayet lezzetli bir su akıtırdı. Bu su o içip kanıncaya kadar akardı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti.

CİRCİS ALEYHİSSELAM


İsa aleyhisselamdan sonra yaşayıp, peygamber olduğu rivayet edilen büyük bir zat. Vehb bin Münebbih’ten rivayet edildiğine göre İsa aleyhiselamın havarilerinin talebesidir. İsa aleyhiselamın dininin hükümlerini bildirmiş ve pekçok kimse ona tabi olmuştur. Ticaretle uğraşan, kazancını fakir müminlere sadaka olarak veren Circis aleyhisselamın yaşadığı Musul bölgesinde putperest ve zalim bir kral vardı. Bu kral taptığı Eflun adındaki puta secde etmeyenleri ateşe attırıyordu.

Circis aleyhisselam, onları görüp mücadele etmeye karar verdi ve kralı Allahü tealaya iman etmeye davet etti. Kral, Circis aleyhisselamın davetini kabul etmediği gibi, onun da puta tapmasını, aksi takdirde ağır cezalara çarptıracağını söyledi. Circis aleyhisselam kralın istediğini reddettiği için, bir ağaç direk diktirip, Circis aleyhisselamı direğe bağlattı ve soyup vücudunu demir taraklarla tarattı. Demir taraklar ile tarandıkça etleri lime lime parçalandı. Circis aleyhisselam Allahü tealanın korumasıyla hiç acı duymadı. Etleri iplik iplik olduğu halde ölmedi. Kral keskin sirke ve tuz getirtip, Circis aleyhisselamın yaralarına bastırdı. Allahü tealanın yardımıyla hiç acı duymadı ve ölmedi. Bu işkenceden netice alamayan kral, büyük bir demiri ateşte kızarttırıp Circis aleyhisselamın başı üzerine koydurdu.

Kızarmış demir başını yakıp, beynini kaynattı ve beyni yüzüne aktı. Fakat Allahü teala Circis aleyhisselama yine acı hissettirmedi ve tekrar eski hale çevirip korudu. Aciz kalan kral başka işkence yollarına saptı. Ateşte ısıtılmış ve içinde eritilmiş sıcak bakır bulunan kazana attırıp ağzını kapattırdı. Kazanın ağzını açınca Circis aleyhisselamın ölmediğini görüp, onu zindana hapsettirdi. Zindanda el ve ayaklarını çiviletip, yirmi kişinin zor kaldırdığı mermer taş sütunu onun üzerine yasladılar. Allahü teala bir melek gönderip onu bu halden de kurtardı. Zindandan kurtulan Circis aleyhiselam, tekrar krala giderek onu Allahü tealaya inanmaya davet etti. Onun zindandan kurtulduğunu görüp şaşıran ve hiddetlenen kral, bir ağacı ikiye ayırtıp arasına Circis aleyhisselamı kıstırttı. İyice bağladıktan sonra, vücudunu küçük parçalar halinde kesip insan eti yiyen arslanların arasına attılar. Arslanlar onun etini yemediler.

Allahü tealanın gönderdiği bir melek Circis aleyhisselamın vücudunun parçalarını bir araya topladı. Allahü teala Circis aleyhisselamı yeniden diriltti. Bu durumu görüp iyice şaşıran kral, sihir yaptırmak suretiyle Circis aleyhisselamı şehid ettirmek istediyse de, ülkesinin en büyük sihirbazı, Circis aleyhisselam karşısında aciz kalıp, iman etti. Kral sihirbazın dilini kestirdi. Halktan dört bin kişi de iman etti. Kral bütün müminleri toplatıp, şehid ettirdi. Bundan sonra zalim kral ve avanesi Circis aleyhisselamı da şehid ettiler.

Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevap Son Mesaj
Peygamberler tarihi Adem a.s Cazgircinx Peygamberler 13 13.02.24 19:49
Rüyada Peygamberler Görmek NGB P-R Harfleri Rüya Tabirleri 0 02.11.23 13:02
Peygamberler hakkın da bilgiler Teyrebaz Peygamberler 2 09.04.23 02:32
Peygamberler Tarihi SiLence Tarih 7 22.08.21 00:28
Kur’an’da adı geçen peygamberler ve mucizeleri ugi Peygamberler 0 09.07.19 00:16


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 22:38.


Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
HavasOkulu.Com

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147