|
|
LinkBack | Seçenekler | Stil |
#1
|
|||
|
|||
FAKİRİZM-İshak L.Kuday - Spiritualizm (Ruh Alemi)-
Fakirizmi Yogizmden ayrı bir şey sananlar bir bakıma yanılırlar. Usul ve iş verimi itibariyle «fakirlik» ile Yogilik arasında hiç
fark yoktur. O kadar ki Fakirler ile Yogilerin mahiyeten ayni şeyleri yaptıkları gözönünde tutularak biri ile diğeri kastolunabilir. Lâkin... Bunların bilhassa Hindistanda birbirine son derece düşman iki karargâhın toplandıklarını görenler Fakirleri Yogilere karıştırmazlar. Bu ayrılığın sebebi vicdanidir. Fakirler koyu müslüman ve Hindistanda müslümanlık camiasının psişik kuvvetler ile iş gören müdafileridir. Yogiler ise Brahman ve Buda dinlerine karşı pek lâkayit oldukları halde Hindistanda brehmen sınıfından olmaları ve mabedlerde barınmaları hasebiyle brehmenlerin, diğer Asya memleketlerinde (Buda) yı büyük Yoga üstadları arasında saymaları hatırı Buda rahiblerinin adamıdırlar. Fakirler, (Harlan P„ Beach) m İngilizce «Hindistan ve hıristiyanlık fırsatın adlı eserinde ileri sürdüğü gibi, Yogilerin sırlarına tamamiyle nüfuz etmişler, onlar m usullerini kavramışlar, fakat Yoga denizinde gemilerini Yogiler gibi kudsiyetten uzak Hiçlik, kudsiyetten uzak Ruh, kudsiyetten uzak Mutlak limanına değil, «Tanrı şem’ine pervane ve Tanrı aşkma kurban» olanlar durağı olan Vahdeti Vücut mersasma götürmüşlerdir. Onlarm riyazet ve ruhî temrinlerinde müslümanlığa uymıyan Yoga kısımları, meselâ mabud heykeli, manevî üstadın hayali, sözü, ruhu üzerinde zihnen mütemerkiz olmak gibi cihetler kaldırılmış, bunlar yerine yavaş yavaş başka şeyleri zihinden silerek ruhu Tanrı düşüncesinden ibaret bırakmak, Tanrmın doksan dokuz ismi üzerine devamlı teşbih çekmek, çok oruç ve çok namaz ile ruhu terbiye etmek gibi müslümanlığa uygun esaslar ikame edilmiştir. Fakirler ruhî temrinlerini yaparlarken, ki artık buna temrin denemiyecektir, çünkü Tanrıya ibadet şeklini almıştır, teneffüslerine hâkim olurlar. Yani bu işteki meleke ve kudretlerine göre ibadetleri sırasında ya hiç nefes almazlar, yahut pek az nefes alırlar. Nefes tasarrufu cezbelerini artırır, İlâhî aşk ile tutuşarak en harikulâde icraatta bulunurlar. Onlar ruh kuvvetine tasarrufta Yogileri geçmişlerdir. Fakirler ile Yogiler arasmda yapılan ruh savaşlarmda galebe ekseriya Fakirler tarafında kalır. Hindistanda Fakir - Yogi karşılaşmalarının ne kadar ehemmiyeti haiz olduğunu anlamak için (Ahmedi Kadyanî) nin tesis ettiği Kadyanî tarikati neşriyatı takip edilmelidir. Ez kaza bir Fakir ruh savaşında bir Yogiye yenilirse havadis seğirdim ateşi gibi bütün Hindistanı dolaşarak milyonlarca müslümana gözyaşı döktürür. Buna mukabil milyonlarca Hindu sevince garkolmuştur. Bazan bir tarafın aşırı kederi öbür tarafın aşırı sevinci silâhlı çarpışmalara, büyük kıtallere sebebiyet verir. Fakir - Yogi karşılaşması alelâde spor karşılaşmaları nevinden psişik meharet müsabakası değil, Hindulık - müslümanlık dâvasıdır. Halkın kanaatine göre imtihan edilen iki taraf dininin hakikatidir. Karşılaşma, kelimenin ilkönce sandıracağı gibi Fakirizm - Yogizm hünerlerinin bir meydanda gösterilmesi suretiyle olmaz. Filen karşı karşıya gelmeden, muhtelif zamanlarda, herkesi alâkadar edecek olan bir hâdiseyi vukuundan evvel keşfedip gazetelerle ilân etmek, mezara girip aylarca kalmak, uzaktan mânevi kuvvetler ile tesir etmek gibi harikulâde işler ile olur. Bir Fakir mezarda altı ay yatmış ise, bir Yogi ondan fazla yatmalı ki Hindular müslümanları yenmiş sayılsın. Bir Fakir meşhur Yogilerden birinin ne vakitÖleceğini söylemiş ise, mukabele olmak üzere o Yogi de Fakirin ne vakit öleceğini söylemiştir. Söylediği çıkmıyan mağlûptur. Bir Fakir bir Yogiye seni filân gün filân saatte kendi mescidimde murakabeye dalarak öldüreceğim. Hak taraf mı sen tutuyorsan ayni suretle daha evvel beni öldür diye meydan okumuş ise, Yogi Fakiri mabedinden ayrılmadan daha evvel öldürmeli ki Hindular sevinsin, müslümanlar yerinsin. Bu tarzda meydan okumalarmı hemen daima Fakirler yapar, Yogiler müdafaada kalu ve mağlûp olurlar. Bunun sebebi meydan okuyan tarafm daha kuvvetli olduğunu bilmesi ve hakikaten kuvvetli olmasıdır. Fakirler usullerini Yogilerden almışlar ise de tekâmül ettirmişler, onu Hindistanda müslümanlığm müdafaasında hakikî bir silâh haline getirmişlerdir. Fakirler olmasa idi, müslümanların sayısı herhalde Hindistanda çok az olacak, bugünkü gibi yüz milyonu aşmıyacaktı. Çünkü brehmen1er Yogilerin harikulâde icraatını dinleri lehine istismar edegelmiş1er, onları Brahma dininin gerçekliğinin ispatları olarak halka tanıtmışlardır. Bir Yoginin merdivensiz, ipsiz havaya yükseldğini gören bir müslüman şayet cahil ise, vicdanî kıymetler ile bu kabilden nümayişler arasında alâka olmadığını bilmiyorsa yoginin peşisıra putperest mabedine devama başlar ve farkında olmadan bir gün putperest olur. Fakat ayni müslüman kendi dininden olan bir kimsenin daha mükemmelini yaptığını görürse dininde durur ve berikine sadece güler. Bazı büyük müslüman mutasavvufları bu psikolojiye nüfuz ederek Hindistanda Yogizme karşı Fakirizmi kurmuşlardır. Lourence Oliphant Fakirizmden bahis Sympneumata adlı eserinde bu cihete işaret eder. Fakirler âteşin taassubları ile Hindistanda hem Hinduları, hem AvrupalIları yıldırmışlardır. Bazı evliya makberelerinde senenin muayyen günlerinde tertip edilen ihtifalleri Hindular ve AvrupalIlar için çok tehlikelidir. Bir Hindu veya Avrupalı kalabalık arasında gözlerine ilişirse canını zor kurtarır. Hiç bir ceza bunları korkutamaz. Taassub çok fena bir şeydir. Fakat onsuz harp yapılamaz. Harp meşru ise, yani müdafaa harbi ise taassub da meşru ve makbuldür. Fakirler Hindistanda zahirî savletlerine rağmen müdafaa durumundadırlar. Çünkü müslümanlan Yoga gösterişleri ile Brahma dini hesabına ayartmağa evvelâ Yogiler kalkmıştır. Türkler Hindistanı zaptettikleri vakit aralarında dervişler vardı, fakat Fakirler yoktu. Brehmenler Yogiler marifetiyle müslümanlığı acze düşürmek istediler ve karşılarında Fakirleri buldular. Bugünkü Pakistanın istiklâlinde münevver Hint müslümanları kadar, anladığımız mânada münevver olmıyan, fakat buna mukabil gidecekleri cenneti gözleri ile gördükleri için icabında itikadları uğrunda hayatlarını feda etmekte bir an tereddüt etmeyençok mutaassıb, ak kor halinde mütaassıb fakirlere himmet hissesi tanımak lâzımdır. Hindistanda din ile milliyeti birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hintli yok, müslüman Hintli, putperest Hintli vardır. Müslüman Hintlilere herhangi bir şekilde hakareti reva gören kimseler Fakirleri daima karşılarında görerek derslerini almışlardır. Bu dersleri taşkınlıklarda bulunan resmî makam sahibi AvrupalIlara da vermekten fedaî Fakirler çekinmemişlerdir. Rahib Gedat Hindistandaki müşahedelerini «Bir hıristiyan dünya meselelerini yaşıyor» adlı eserinde anlatırken İngiliz memurlarının Hindistanda müslümanlara karşı hususî bir muamele takip ettiklerini, onların hissiyatına son derece riayetkâr davrandıklarını, buna mukabil müslüman olmıyan Hintlilere nüfus itibariyle müslümanlarm üç misli olmalarına rağmen o kadar ehemmiyet vermediklerini, çünkü eski fatihlerin ahfadı olan müslümanlarm, bilhassa bunlardan «Fakir» takımmın pek seriülinfial olmaları hasebiyle çabuk kızıp memurların başlarma ciddî gaileler açtıklarını söylüyor. Bu ^atın kanaatine göre Gandi şiddete baş vurduğu takdirde ka\Tninin mağlûp olacağmı bildiği için müslümanlar ile hoş geçinmek siyasetini tutmuştur... Gandi siyasetinin kurbanı oldu. Dindaşlarından müslümanlara kar- ' şı şiddet taraftarı olanlar onu öldürttü. İstikbal Fakir - Yogi savaşmın en çetinlerini hazırlıyor. Kazanan taraf bütün Hindistanı kazanacağa benziyor... Ruh kuvveti ile uzaktan adam öldürme hâdiseleri üzerinde çok durulmuş. Fakirlere, Yogilere sorulmuş, faraziye halinde şu neticeye varılmıştır: Fakir Yogiye, Yogi Fakire fena temenni, beddüa gönderiyor. Fena temenniler, beddualar birbiri ile çatışıyor. Hangi tarafın ruhî indifaları kuvvetli ise galebe o tarafta kalıyor. Fena temennilerin, bedduaların müessir olduğu yalnız fakir - Yogi mücadelesinde değil, bir çok kimseler tarafından başka yerlerde de tecrübe edilmiştir. Keza görülmüştür ki beddua, fena temenni haddizatinde iyi bir şey değildir, ruhu zayıflatır. Bilhassa haksız inkisarlar hedefine isabet edemiyen bomerang^ gibi gittiği yerden geri döner, inhisarcıya çarpar. (Oscar Cchelibach) ın «Mein Erfolgs-system — Muvaffakiyet sistemim» de dediği gibi «Schadenfreude»^ hastalığına tutulanlar, yani başkalarının zarar görmesinden memnun olanlar sevinçleri derecesinde zarara uğradıklarını dikkat ederlerse muhakkak farkederler. (O. Schelibach) muvaffak olmak için ruhu ne suretle hazırlamak lâzım geldiğine dair bir çok irade ve telkini binefsihi «reçete» lerini muhtevi kıymetli bir eser yazmış, Yogi _ Fakir ve diğer tasavvuf tarikatleri usullerini asrileştirmek cihetine gitmiştir. Fakirlere göre, azmedilirse, nefesi hiçe indirmek, bu suretle aylarca, hattâ senelerce çürümeden toprak altmda yatmak ve bu sırada uzvî faaliyet durduğu, ruhî faaliyet arttığı için pek mes’udane, ideal bir şuuraltı hayatı yaşamak, sonra vakti gelince normal hayata dönmek mümkündür. İddiaları boş değildir. Çünkü ihtiyatla, mezara girerek, orada uzun müddet hava ve gıda almadan kalma ksuretiyle mükerreren isbat edilmiştir. On dokuzuncu asırda eski şark tıbbim tatkik için Viyanadan kalkıp İstanbul yolu ile Hindistana doğru uzun bir dolaşma yapan ve neticede Hindistanda hâkim olan eski arab usulü tedaviden aldığını söylediği feyiz ile yeni garp tıbbında enjeksiyon tedavisinin babası olan meşhur Doktor Honig Fakirlerin bu hali hakkında şöyle diyor: — «Bazı müstehase kurbağaların müsait şartlara kavuşunca binlerce sene sonra dirildiği görülmüştür. Eshabı Kehf veya mezarlardaki fakirler... İlim şimdilik sebebini bulamasa bile insan neden o kurbağalar gibi olamasın?!... Uzviyet uzviyettir. Bu hususta bazı hayvanların kış uykusunu ileri süremiyeceğim. Çünkü Fakirler uyumuyorlar, ölüyorlar. Uynamıyorlar, diriliyorlar.» Dr. Honig Hindistanda rastladığı bir Fakiri ve onun mezar tecrübesini ilim adamı görüşü ile bize anlatmaktadır. Okuyucuya bu hususta esaslı bir fikir vermek üzere (Dr. Honig) in hikâyesini aynen buraya geçiriyoruz: — «Misafiri bulunduğum Racanm sarayına bir Fakir geldi. Bir çok kimseler elini öpmeğe koştu. Kara, kuru, orta yaşta, belinden yukarısı çıplak bir adamdı. Fakat kibar müslümanların âdeti üzere el vermeden selâm alıyordu. Ben de yanma gittim. Hal, hatır sordum. îyi arapça biliyordu. Bir müddet bu lisanda konuştuk. Ahbap olduk. Kendisine Fakirlerden bahsettim. Güldü. Merak ediyorsan sen de olabilirsin, dedi. Ertesi sabah büyük bir gösterişte bulunmasını rica ettim. Ricama Raca da iştirak etti. Fakir razı oldu. Bir mezar kazdırınız. Dört ay içinden çıkmıyacağım. Daha fazlasına vaktim yok dedi. înanmıyarak ne kadar kalabilirsiniz diye sordum. İstediğin kadar, hattâ asırlaca cevabını verdi ve Kur’andaki «Eshabı Kehf» kıssasını anlattı. Uzviyet hakkmdaki bilgimize nazaran böyle bir şeyin imkânsızlığını ileri sürdüm. Dört ay mezarda kaldığımı görürse bilginiz gördüğüne ihtimal verecek mi? dedi. Cevap veremedim. Mezar kazılmıştı. Fakir hazırlığına başladı: Abdest aldı, namaz kıldı. Bu iş bitince dilini göstererek bana dedi ki bak sen doktorsun, merak edersin. Dilimin altındaki sinir kesiktir. Bu sayede onu kolayca ağzımın içinde kıvırarak nefes borusunu tıkıyacağım.Dört ay sonra mezarım açıldığı vakit ağzımı bir çomak ile aç. Dilimi gırtlağımdan çek. Kollarımı işlet. Ağzıma üfle! O zaman yavaş yavaş nefes alır, dirilir, kalkarım... Sonra biraz pamuk istiyerek kulak ve burun deliklerini tıkadı. Mezarm başma giderken ilâve etti: Sakın ha pamukları da çıkarmağı unutma!... Ne için tıkıyorsunuz diye sordum. Nefesim durduğu zaman kulak ve burun delikleri açık olursa kulak zarları patlıyabilir. Beynin de zedelenmesi mümkündür, izahatını verdi. O zamanki kanaatime göre Fakir bizi aldatacak idi. İnsan nefessiz yaşayamaz, muhakkak ölürdü, ölü ise dirilemez idi. Maamafih fikrimi kendime saklıyarak ona sordum: Mezarı açmazsak ne olur?... Açıncaya kadar kalırım. Bir sene ,beş sene, yüz sene, zamanın ehemmiyeti yoktur, dedi. Ya hiç açan olmazsa?... O zaman kıyamet günü doğrulurum... Senelerce mezarda kalan olmuş mu acaba diye öğrenmek istedim. Fakir şüphesiz şimdi bir yalan daha uyduracak idi. Fakat onun yerine Raca söze karışarak evet, dedi, babamdan duydum: Şehirde bir çeşme yıkılmış, yerine yenisini yapmak için temel eşilirken bir Fakir cesedine rastlanmış. Göğsünde bakır bir levha varmış. Levhaya Fakirin gömülme tarihi ve nasıl diriltileceği yazılı imiş. Babama haber vermişler. Gitmiş. Fakirin dirildiğini gözü ile görmüş. Yatması tarihi ile kalkması tarihi arasında tam yüz sene zaman geçmiş. Babam anlatır dururdu... Rivayet eden bir Raca da olsa böyle bir hikâyeye tabiî inanılamazdı. Fakat hemen tekzib etmek de yakışık almazdı. Çocuk saflığı ile pek boş şeylere inandığını Racaya söylemeyi şimdiki Fakirin dört ay sonraki halini gözü ile görmesine talik ederek duyduğuma nezaketen inanmış gözüktüm. Fakir mezara atlamıştı. Zahiren son defa dünyayı görmek ister gibi ayakta etrafına bakınıyordu. Yanına yaklaştım. Her halde, dedim, arkadaşlarına bakıyorsun. Onlardan seni mezarda yaşatacak bir şey alacaksın. O nedir, bana söyler misin?... Fakir bir ara hiddetle yüzüme baktı. Sonra gülümsedi: Aldanıyorsun. Ben hakikaten öleceğim. Sen doktorsun, anlıyacaksın dedi. Doğru söylüyordu: Şayet ölürse, her halde yalandan ölmiyecekti. Ben bunu derhal farkederdim. Fakat ondan sonra nasıl dirilecek idi? Bu imkânsızdır. Fikrimi fakire açtım. O sadece, öldüğümü ve dirildiğimi göreceksin dedi. Başka bir şey söylemedi. Etrafına bakınmağa devam ediyordu. Ne bekliyorsun, diye sordum. Seni, dedi. Biraz ürktüm: Ben de mi mezara gireceğim. Yok canım, dedi, bir şey sormak istiyorsun da, onu bekliyorum. Hakikaten bir sualim daha vardı: Fakir madem ki dirilecek. O halde mezardan kendi kendine çıksın. Bizim yardımımızı neden istiyor? Kuvveti mi yetmiyor? Ölü vücudu dirilten, birkaç adam kuvvetini de ona verebilir...Ağzımı açmak üzere iken o cevabını yetiştirdi: Kendi kendime çıkmak niyeti ile mezara yatmazsam çıkamam. O niyet ile yatarsam çıkarım. Fakat üzerime örtülen toprak fazla olmamalı. Fazla olursa çok sıkıntı çekerim. Birkaç adam kuvvetini kendimde toplamak lâzımgelir... Bu cevaptan açıkça anladım ki fakir zihinden geçenleri harfiyen okuyordu. Bu beni biraz düşündürdü. Fakir «Allah» diyerek mezara uzandı. Dilini kıvırıp nefes borusuna tıkadığını yüzünün morarmasından anladım. Fakat debelenmiyor, ıztırap çeker gibi gözükmüyordu. Bir müddet bekledim. Fakirin yüzü morluktan sarılığa dönüyordu. Mezara sarkarak nabzını tuttum: Atmıyordu. Sakın, hakikaten nefessizlikten boğulmasın diye endişe ederek mezarın içine girdim. O zamana kadar fakirin hakikaten öleceğine ihtimal vermiyor, o, olsa olsa mezarda iç uzuvları hayatiyetini muhafaza eder bir halde kış uykusuna yatan hayvanlar gibi derin bir uykuya dalacak sanıyordum. Aldanmışım. Kalp tamamen durmuştu. Hiç çarpmıyordu. Ciğerler işlemez olmuştu. Göğüs inip çıkmıyordu. Bir ayna getirterek fakirin ağzına tuttum. Ayna buğulanmadı: Soluk çıkmıyordu. Maamafih vücut henüz sıcaktı. Bunun için askerlere hemen mezarı örttürmiyerek birkaç saat sonra fakiri bir daha muayene etmeğe karar verdim. Fikrimi Racaya açtım. Lüzum yok ama dediğin olsun dedi. Akşama doğru fakiri tekrar muayeneden geçirdim. Ölüm halleri tamamdı. Uzvî hararetten eser kalmamış, vücut soğumuş, katılaşmıştı. Artık indimde bir gösteriş bahasına zavallı fakir ölmüştü. Artık AvrupalI hiç bir hekim ona ölü raporu vermekte tereddüt etmezdi. Ben de böyle yaparak Râcaya fakirin kafiyen öldüğünü söyledim. Hattâ ilâve ettim: Tecrübeye demava imkân kalmadı. Zavallı şaka edeyim derken hakikaten öldü. Başka bir yere gömsünler... Raca sözüme güldü. Öldüğünde şüphe yok. Fakat burada gömülecek ve ve dört ay bekelenecek cevabını verdi. Sonra askerlere mezara toprak atmalarını işaret etti. Askerler fakirin üstüne tahta koymağa veya hasır atmağa lüzum görmeden emri yerin getirdiler. Sıkışsın diye toprağa kürekler ile de vurdular. Zavallı fakir çok çabuk çürüyecek diye düşündüm ve bu işe ben'sebebiyet verdiğim için bayağı vicdan azabı duymağa başladım. İhtimal fakirden büyük bir gösterişte bulunmasını istemeseydim, o mezar tecrübesine kalkmıyacaktı... Mezar kapanmıştı. Halk dağıldı. Şehirden de birçok kimseler seyre gelmiş, saray erkânı arkasında bahçeyi doldurmuştu... Artık olan olmuştu. Fakir artık dinlemezdi. Hele bunu çürüsün çürümesin, dört ay sonra aslâ yapamazdı. Yaparsa,öldükten dört ay sonra dirilirse, din kitaplarından maada kütüphanemde ne kadar kitap varsa yakmak lâzımgelirdi. Çünküonlarda mûcizenin yeri yoktur... Râca mezarın üstüne horasan ile bir taş duvar ördürdü. Üzerine kendi eliyle işaretler koydu. Askerlerine mezara kimseyi yaklaştırmamalarını sıkı sıkya tenbih etti. Bence bu ihtiyata aslâ lüzum yoktu. Fakir ölmüştü. Mezardan değil o, şeytan bile çıkamazdı. Fikrimi Râcadan saklamadım. O izahat verdi: Fakir kaçacak diye değil, ona kimse dokunmasın diye tedbirıi davranmak istedim. Çünkü mezarı açıp fakirin vücudunu parçalıyacak düşman dinden kimseler olabilir. Emsali çok görülmüştür. Fakirin vücudu parçalanırsa ruhu evsiz kalan kimseye döner... Bazı geceler ansızın fakirin mezarına giderek nöbetçileri kontrol ettim. Her seferinde tam bir uyanıklık ile onları nöbet başında buldum. Demek fakirin mezarını kalpten gelen bir arzu ile bekliyorlardı... Dört ay çabuk geçti. Tâyin edilen gün civar havaliden birçok âyan ve eşraf geldi. Askerler iki taraflı bahçeye dizildi. Mezara ilk açılış kazması vuruldu. Ben heyecandan yerimde duramıyordum. Yerliler de heyecan içinde idi. Birçokları fakirin dirilmesi için dua ediyordu. Bazan vâki olurmuş: Fakir mezara girer ve mezardan kemikleri çıkarılırmış. Bu sefer de böyle olacağından şüphem yoktu. Ancak, Râca başta olmak üzere bizim fakiri tanıyanların dirileceğine dair kuvvetli kanaatleri beni düşündürüyordu: Hakikaten dirilirse Viyana Tıp Akademisi âzasından bir doktor raporunun canlı tekzibi ile karşılaşacak, hayret mi etsin, mahcup mu olsun, şaşıracaktı. Fakat basübâdelmevt mukadder ise Avrupalı bütün doktorların muhalif raporları ne hüküm ifade eder?!... Vaziyet biraz sonra anlaşılacak idi. Mezarı açmakkolay olmadı. Toprak çok sıkışmıştı. Kazıcılar kazma boyları ilerledikçe gayet itinalı davranıyorlar, fakirin vücudunu kazma ile delmemeğe çalışıyorlardı. Nihayet fakirin vücudu meydana çıktı. Taş gibi kaskatı kesilmiş idi. Konduğu vaziyette mezarda yatıyordu. Toprak altında göğsü biraz ezilmişe benziyordu. Dört asker onu tahta gibi uzunlamasına mezardan çıkardı. Bu iş yapılırken fakirin dizliği dağıldı. Çürümüştü. Hemen yarı beline bir örtü attılar. Şimdi sıra bende idi. Fakirin yanına diz çöküp nabzını, kalbini yokladım. Hayattan eser yoktu. Cilt buz gibiydi. Göz kapaklarını açtım: Gözüme ilişen fersiz gözlerdi. Bu adam muhakkak ölü idi. Yalnız her nedense, ihtimal toprağın tabiati icabı çürümemişti. Meslekî kanaatim bu merkezdeydi. Maamafih «vasiyet» i mucibince hareket ederek ağzını açmak istedim. Dişler kenetlenmişti. Nâçar, dediği gibi, bir çomak ile dişlerini araladım. Sonra çenesini biraz ayırdım. İki parmağımı ağzı içinde dolaştırarak kıvrık vaziyette nefes borusu ağzmı tıkamış olan dili oldukça müşkülât ile doğrulttum. O da donmuş, sertleşmişti. Sonra kulak ve burun deliklerındeki pamukları çıkardım. Ağzına kamış ile üfledim. Kollarım hareket ettirerek, hafifçe karnma ve göğsüne basarak sun’î teneffüs tatbikatına geçtim. Kollar evvelâ çok mukavemet etti. Sonra gevşedi. On dakika da ben yoruldum. Zaten ümidim yoktu. Yerimi yerli hekimlerden birine bıraktım. O, bir müddet devam etti. Sonra o da yoruldu. Yerine başkası geçti Ben saat elimde bekliyordum. Tam elli beşinci dakikada derinden gelen bir inilti ile titredim. Bu inilti fakirden çıkıyor, göğüs belli belirsiz kalkıp iniyordu. Hayretime pâyan yoktu. Sevincimden ağlıyacaktım. Bir doktor iflâs etmişti ama bir ölü dirilmiş, âhiretten bir adam dönmüştü. Etrafımızdakiler derhal vaziyeti farketti. Dirildi, dirildi sesleri merak ile geride neticeyi bekliyen halka hakikati bildirdi. Bir tekbir gulgulesi koptu. Herkes «Allah» diyor, birçokları sevinç gözyaşı döküyordu. Râca da ağlıyanlar arasında idi. O ve teb’asmm ekseriyeti müslümandır. Fakirin nefesleri çoğaldı. Sür’atle intizam kesbetti. Çok geçmeden fakir aoğrularak ayağa kalktı. Dipdiri, pek diri idi. Bir alkış kasırgası bu hareketini karşıladı. Benden beşka herkes «maşaallah» diye bağırıyordu. Ben de bağırmak isterdim. Lâkin, heyecanımm çokluğundan sesim çıkmıyordu. Mûcize tanımıyarak bunca sene yaşamıştım. Fakat işte mûcizeye şahit oluyordum. Fakir etrafına selâm verdi. Hiç mağrur değildi. Halbuki pek büyük gurur göstermek hakkı idi. Meydan muharebelerinin en büyüğünü kazanmış, ölmüşken ölümü yenmişti. Fakiri aldık, saraya girdik. Halk saatlerce bahçede kaldı. Fakirden ayrılmak istemedi. Sonra yavaş yavaş dağıldı. Divanhanede sedirlere bağdaş kurulunca Râca fakire sordu: Bize ne haberler getirdin ya hazret?... Koca salonu derin bir sessizlik kapladı: Fakirin vereceği haber muhakkak çıkacaktır. O mukadderat kitabmı Tanrının izniyle okumuştur. Yanımda oturan saray imamı kulağıma böyle fısıldadı. Fakat fakir lakonik bir cevap ile tafsilâta girişmek istemedi: — Hayırlar. Yazılan yazılmıştır... Fakir biraz çorba içti. Başka bir şey yemiyordu. Yemekten sonra yanma gittim, elini sıktım. Beni derhal tanıdı. Hattâ gülerek «Nasıl artık ashabı kehfe inanıyor musun? dedi. İnanmıyorum, diyemedim. Çünkü dört ay sonra dirilmek ne ise ilmen dört yüz sene, dört bin sene sonra dirilmek o idi. Uzviyet, hayat ve ruh hakkında bildiklerimiz, hiç olmazsa Hindistanda, bilmediklerimizin yanında hiç idi. Bunu artık fakirin verdiği ders ile iyice anlamıştım. Fakir ertesi günü herkese vedâ ederek saraydan ayrıldı. Verilen kıymetli hediyelerin hiç birini almamış, birkaç avuç kavrulmuş arpa tanesi ile çıkıp gitmişti. Bu adama bir velî idi.»(Dr. Honig) in masal değil, hakikaten vâki bir hâdiseyi anlattığında şüphe yoktur. Onun gibi ciddî birçok kimseler tarafından ayni mealde fakir hikâyeleri nakledilegelmiştir. Manu kanunlarının tam metnini Sanskrit dilinden on dört büyük cilt ile Fransızcaya tercüme eden (Louis Jacolliots) fakir ve yogilerin baş hayranları arasındadır. Onların yaptıklarını sureti mahsusada tedkik etmiş, hiç birinde hiyle, hud’a görmemiştir. Fakirler, Yogiler onun gözü önünde birkaç kişinin yerinden kımıldatamıyacağı su dolu büyük küpleri el dokundurmadan harekete getirmişler, havada musiki âletleri dolaştırmışlar, onlara kendi kendine garip havalar çaldırmışlar, bu yetmiyormuş gibi kendileri de havaya kalkmışlardır. Beyaz karınca yuvalarından alınan toprak ile dolu saksılara ekilen nişanlanmış ağaç tohumlarını bir iki saat içinde büyütmüşlerdir. Bu sırada saksıları bir örtü ile örtmek ve örtüye ellerini uzatarak donmuş vaziyette dikkatten ibaret kalmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Hezaren değneklere yapraklar geçirmişler, değnekleri yere dikmişler, el uzatınca bunlardaki yaprakları aşağı yukarı koşturmuşlardır. Spiritizme celselerinde olduğu gibi sorgulara bu yaprakların hareketleri ile cevaplar alınmıştır. Fakirlerin, Yogilerin ifadesine göre cevapları veren kendileri değil, kendi ruhları ile irtibat peyda eden başka ruhlardır. L. JaqıUİiot böyle rivayet ediyor. Mumaileyh uzun müddet (Şendernagor) da hâkimlik etmiş, her sınıf Hint halkı ile yakından temasa gelmiştir. Bu sebepten Yoga ehlini iyi tetkik etmek fırsatını bulmuştur. (Lui Jakolyo) materyalizasyondan da bahsetmekte, bir Yogi ile oturuken karşılarında yerde küçük bir bulut hâsıl olduğunu, yavaş yavaş bu bulutun kısa boylu zayıf bir Hint rahibine tahavvül ettiğini, rahibin kendilerine gülümsediğini, sonra kaybolduğunu. Yoginin bu zat hakkında ikiyüz sene evvel (Şendernagor) brehmenlerinin başbuğu idi dediğini anlatmaktadır. Yogilerin, fakirlerin müstakil varlıklar halinde veya şuur altlarmdaki muhtelif şahsiyetler mahiyetinde ruhlar ile temas ve muhabereleri ikinci derecede kalan işlerdendir. Onların asıl faaliyet sahaları dikkat ve iradedir. Dikkat ve irade ile ölüme bile karşı koydukları anlaşılıyor. (L. A. Beck) in dediği gibi ruh bilgisinde Şark yetişmiş bir insan, Garp henüz bir çocuktur. Onun Şarktan henüz pek çok öğreneceği vardır. Şark’ı yakından tanıyan Garplılar Şark’ı büyük görmekte ittifak ediyorlar. Yukarıda bahsi geçen Dr. Honig bu görüş ile Şarka tam mânasile kalbini bağlamış, Şarkta kullanılan ve ekseriyeti itibarile eski Arap fenni tedavisinin malı olan bine yakın reçete ile memleketi olan Avusturyaya döndükten sonra da Şark’ı takdirinin nişânesi halinde Şark kıyafetini değiştirmemiş. Viyanadaki (Schönbrünn) sarayında tertip edilen kabul resimlerinde sanki Hindistanda Râca sarayında imiş gibi hep o kıyafette imparatorum huzuruna çıkmıştır. Mumaileyhin «Orientalische Heilskunde — Şark Şifa Bilgisi» adlı eserinin baş sahifesinde Arap yazısı ile şu beyit vardır: Ve mineş’şarki tala’at bihikmetir’Rahman Envarüddin vel’ilm vel’imran, Tercümesi: Din, ilim ve medeniyet nurları Tanrının hikmeti ile Şarktan doğmuştur. kaynak:İshak L.Kuday - Spiritualizm (Ruh Alemi) |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
Hicabül Ensar (Sır Alemi, Gayb Alemi) | Akineton | Diğer Havas Konuları | 2 | 27.06.24 01:35 |
Mana Alemi ve Misal Alemi | Skoda | Tasavvuf Sohbetleri | 1 | 09.09.23 18:23 |
Hem alemi ulvi hem alemi suflide | Aytekin | Zikir | 2 | 18.06.22 21:21 |
Ruhlarla Nasıl Konuşulur? 1-İshak L.Kutay(Spiritualizm)) | Celil | Parapsikoloji & Spiritüalizm | 0 | 27.12.19 18:33 |
Rüyada İshak (a.s.) | Havasokulu | I-İ-J Harfleri Rüya Tabirleri | 0 | 02.10.17 17:42 |