|
|
LinkBack | Seçenekler | Stil |
#1
|
|||
|
|||
Tecrübî spiritualizmde yani ölümden sonra ruhun yaşamasına
devam ettiğini, Ahireti sübjektif ve objektif tecrübelerle isbata çalışan spiritualizm şubelerinde sık sık tesadüf olunan tâbirlerden biri şüphesiz (medyom) tâbiridir. Kelimenin delâleti basit, fakat delâletinin nazarî yoldan izah ve isbatı zordur. Bu sebepten hakikî bir medyomla karşılaşmıyanlarda beliren şüphe ve tereddütleri mazur görmek lâzımdır. Fakat şüphe ve tereddütleri mâruz görmek inkârları da mâruz görmek değildir. Çünkü medyumluğu inkâr edebilmek için yeryüzünde medyumlar olmadığını isbat etmek gerekir ki böyle olan kimselerin fi’len mevcudiyeti iddiacıyı tekzibeder. Öyle ki, o, başka kimseleri bulamasa bile, teozoflarm, yoğilerin, fakirlerin usullerini kendi nefsinde tatbik ettiği takdirde bizzat medyomlaşarak inkârından döner. Medyom, Spiritualizmin Mahiyeti bahsinde söylediğimiz gibi, altıncı duygusu ile bu duyguya malik olmıyanların görmediklerini, duymadıklarını, bilmediklerini gören, duyan, bilen, başkalarının yapamadıklarını yapan kimsedir. Bu altıncı, veya kendine mahsus bir uzvu olmaması hasebiyle umumî duygu ve iktidar manevî cehidlerle elde edilebildiği gibi, fıtrî, tabiat. Tanrı vergisi de olabilir. Doğuşla beraber veya bir müddet sonra meydana çıkar. Teozofi ve okültizim üstadlarmdan Leadbeater mânevî cehidlerle elde edilen medyomluk hakkında şöyle bir mütalâa yürütür: «İnkişafını tamamlamamış halinde insan gözü ve kulağı herşeyi görmez, duymaz. Fazla görsün, duysun diye (ilmi zahir) erbabı göze gözlük, teleskop, hurdebin ve kulağa mikrofon verir. (İlmi ledün) ehli olan biz ise usullerimizle doğrudan doğruya ruhu teçhiz ederek aynı şeyi ve daha fazlasını yaparız. Böylece müşahede sahamız artar. Bizim gibi hazırlanmayanların gözlerinden, kulaklarından kaçan varlıkları görür, duyar, anlarız. Hazırlıksız olanların beş duyguları dışında kalan öbür Dünya bizim için gaip, nazarî veya münkirlerin zannı veçihle mevhum, hayalî bir âlem değil, gözümüzün gördüğü, kulağımızın duyduğu, elimizin dokunduğu, burnumuzun kokladığı, ağzımızın tattığı şeyleriyle hakikî bir âlemdir. Onu umumî duygumuzla her duygudan daha iyi duyarız. Bildiğimizi kendimiz uydurmayız. Ruh laboratuarında, tabassur rasathanesinde mükerreren bizzat yokladıklarımızdan ediniriz. Bu hususta fizikçilerden, kimyagerlerden, heyetşinaslardan asla farkımız yoktur. Onlar kadar biz de tecrübeye,müşahedeye dayanırız. Fark ancak, onların bizim kadar tecehhüz etmemelerindedir. Şayet bir gün ederlerse aynı şeylere onlar da şahit olurlar» — Grundlinien der Theosophie Teozoflarm, yahut bize daha munis gelen bizdeki mukabili ile tasavvuf ehlinin, mutasavvuflarm öbür âlemin her sahasında bilgi sahibi oldukları ve tecrübelerinin hiçbirinde yanılmadıkları iddia edilemez. Ancak, bunlar tarafından bazı esaslarda asırlardanberi hep ayni şeylerin söylenmesi, ekseriyeti itibariyle ahlâk, fazilet sahibi oldukları şüphesiz bulunan bu kadar kişinin yalan üzerinde birleşmesini mahal derecesine çıkarmaktadır. Şu sırada omuzumuzun üstünden bu satırlarm yazılmasına göz misafiri olan bir arkadaşımızın ileri sürdüğü gibi bunların topuna birden deli denebilseydi, akıllıları çok akıllı oldukları eserleriyle sabit olan bu insanlar arasında değil, kıt kavrayışları gözle göremedikleri için aklı da inkâr edecek dereceyi bulan kimseler arasmda aramak lâzım gelirdi. Cehdi manevî ile medyomluk kudreti iktisap edenlere eskilerimiz (ilmi batın), (ilmi ledün) sahibi derlerdi. Şimdi biz daha ziyade okültist - gizli bilgi sahibi diyoruz. (İlmi batın), (ilmi ledün), (okültizm) nefisde, sübjektif de, ruhun gizliliklerine sokulmak, benlikten, şahsiyetten feragat ederek hayatta iken Ahiretin gayesine, ruhu safîye kavuşmağı bilmektedir. Nefis dışında, objektif de ise o iyice anlaşılmış olan ruh bilgisiyle diğer insanlara tesir etmektir. Bu bakımdan teozoflar, mutasavvıflar, yogiler, fakirler kadar hakikî bir kudret izhar edebilmeleri şartiyle majisyenleri de ökültist saymak lâzımdır. Okültizm:: ilmi bâtın, ilmi ledün, gizli bilgi, hulâsa edersek, sübjektif de teozofi - tasavvuf, yoğilik, fakirlik; objektif de (maji) dir, insanlara tesir eder. Majiyi burada geniş mânada almak, yalnız sihir ve efsundan ibaret saymamak icabeder. Majide sihrü efsunun da yeri olmakla beraber o daha ziyade ruhların zabıt ve teshiri ile insan topluluklarmın sevk ve idaresidir. Bu sebepten majiye yüksek sevkü idare diyenler vardır ki, haksız değildirler. Siyaset adamı, edip, artist, filosof, âlim gibi icraat ve eserleriyle insanlara tesir eden kimseleri kabiliyetlerine göre majisyen saymak yanlış olmaz. Fakat bunların majisi, insanlara hayranlık vererek onları peşlerine takma kudreti nadiren ehemmiyet kesbeder. Çünkü ei^seriya birbirlerini karşılıyarak kuvvetlerini kaybederler. Asıl maji muhitleri üzerinde maddî, manevî tesir ve nufuza malik kimseleri umumun tasvibine mazhar açık bir gaye etrafmda manen bir araya getirip onları birbirinin işini bozmıyacak surette muhtelif ön merhaleler arkasında gizlenmiş hakikî hedeflere fark ettirmeden iletmektir ki müthiş, muazzam, önünde durulmaz bir kuvvet teşkil eder. Bu tarzda maji ile tarih boyunca büyük işler başarılmış; dinler, akideler, devletlerdevrilmiş, devletler kurulmuş, insanlara büyük hatveler attırılmıştır. Tarakki hatveleri mi?... bu telâkki meselesidir. Muhtelif mizaç ve kabiliyetlerde, hattâ muhtelif milletlere, dinlere mensup birçok zeki, malûmatlı, mesleklerinde ilerlemiş insanı adeptlige, mahremliğe ayrılanlardan başkasına sezdirmeden gizli bir maksadın istihsalinde kullanma kalelâde kimselerin harcı değil, dâhilerin işidir. İşte dâhilerin bu nevi ekseiyeti dehâlarını ceydi manevî ile medyomlaşarak ilmi bâtın, ilmi ledün, okültizim kaynaklarından, teozofi-tasavvuf pınarlarından edinmişlerdir ki asıl majisyen bunlardır ve medyomluk kudretleri nisbetinde majide iktidarları vardır. Majisyen büyük medyomlardan, dâhi teozof veya mutasavvuflardan insaniyet az faydalanmamıştır. Lâkin bunlar arasında hasis gayelerle hareket edenler, şahıslarına, ailelerine, sınıflarına imtiyazlar, hâkimiyetler teminine çalışanlar, halkı kendilerine taptıracak derecede gurur ve nahvete düşenler, ahlâk kaidelerini kaldıranlar, içlerinde yaşadıkları milletleri imhaya teşebbüs edecek, insanları maktellere sevkedecek kadar insaniyet akidesinde dalalete sapanlar... kısa bir deyimle kötü, pek kötü kimseler de az çıkmış değildir. Ancak kabahat okültizmin, teozof inin, tasavvufun, ma j inin değil, iyilik yerine kötülüğü ihtiyar eden müntesiblerindir. Müslim, gayri müslim birçok milletlerin za’fında ve bu arada Türk milletinin vaktiyle düştüğü büyük za’ıfda bu kısım mükâşefe erbabına büyük bir mes’uliyet payı yükliyenler haksızlık etmezler. Ledüniyat mekteplerinde yetişen büyük medyömlar, büyük majisyenler, dâhiler meleklere, yüksek ruhlara yol buldukları kadar, şeytanlara, habis ruhlara yol bulurlar. Onlarda hayır ve şer mücadelesi kendi kablarının dışına çıkamayanlarda olduğundan bittabi çok şiddetlidir. Bu mücadelede onların bazıları şer tarafını tutarak insaniyet için hakikî bir felâket olurlar. Böylelerine faaliyet fırsatı vermemek yine kendi aralarından iyilere düşer. Şeytanî dehâlarla ancak melek hasletli dâhiler uğraşabilir. Diğer insanların tedbirleri birleşemedikleri takdirde pek kısa menzillidir, hiç yetişmez. Majisyen medyomların rolü birçoklarının zannı gibi dar mânasında büyü yapıp efsun okumalarında değil, güzel söz, güzel yazı, güzel eserle insanlara tesir etmelerinde, başka bir deyimle telkin ve propağanda ile zihinlerde imajinasyonlar tevlit ederek ferdleri, milletleri o imajinasyon1ar peşine düşürmelerindedir. İmajinasyonlar insanları iyiliğe veya kötülüğe çeken miknatislerdir. Bir kerre doğdular mı yerlerini başkalarına kaptırıncıya kadar tesirlerini icra ederler. Şimdiki halde devamlı bir sulhle yeni bir harp arasında bocalıyan Dünyamız okültizim örtüsünün biraz altma bakabilenler için «beyaz» maji imajinasyonları ile «siyah» maji imajinasyonlarınm çarpışma sahnesidir. Temenni ederiz ki beyaz taraf galip gelsin. Başkalarında hamilini muayyen hedeflere sürükliyecek imajinasyonlar tevlidine muvaffak olanların muhakkak medyom olması lâzım gelmez. Fakat medyom olanlar ilhamlarla desteklendiklerinden daha kuvvetli ve devamlı imajinasyonlar yaratabilirler. Medyomlar yalnız teozof sınıfından, metodları tahtında devamlı çalışmalarla medyom olanlardan ibaret değildir. Fıtrat mevhibesiyle medyom olanlar da vardır. Evvelce zikirleri geçmişti. Tabiî medyomların başında şüphesiz peygamberler gelir. Okuyucular arasında peygamberlerin medyom olduklarının söylenmesinden irgilenler, bu isimle anılmalarını hürmete mugayir bulanlar olabilir. Fakat temin ederiz: Peygamberlere hürmetimiz kimseninkinden aşağı değildir ve medyom kelimesinden tavahhuş mânasının tahlil edilmemesinden ileri gelir. Medyom normal insanların mahsusatı dışında kalan bir sözcünün sözlerini onlara bildiren, açıklıyan normal üstü iktidarda kimse demektir. Normal üstünden kasdolunan mânayı tekrar edelim: Malum kaide, adet üstü; gayri tabiî değil. Bu sözcü insan ruhu gibi hüviyeti itibariyle bir şahıs veya bunun dışında, şahsiyet gibi bir tahdit kabul etmiyen meçhul bir kuvvet, yahut ta herkesin közü önünde olduğu halde meali keşif ve istihraç istiyen tabiat gibi maddî bir varlık olabilir. Tabiatın sözcülüğü, dilinden anlamıyanlar için mahsusat haricindedir. Tabiatin dilini ilim adamları normal havasla öğrenmeğe çalışırlar. İlmin gayesi budur. Medyom ise normal duygusuna munzam fevkalâde duygusu ile, umumî duygusu ile, tabiata daha fazla nüfuz ederek o dili daha fazla kavrar ve gerekli yerlerde kendinden daha âlî varlıkların ilhamlarına mazhar olur. Medyom bu varlıkları her vakit sezmez. O zaman ilhamını doğrudan doğruya tabiatten almış gözükür. Bazı san’at dâhilerinde vaziyet böyledir. Tabiatin müfessiri olan bu âlî varlıklar tabiatin haricinde değildir. Şu halde medyom, hakikî medyom, bütün ruhu ile tabiatı duyan, okuyan kimsedir. Bu tarif bundan evvelki tariflerin hülâsası hükmündedir. Tabiat zahirei. madde, batınen mâneviyattır. Tanrmm fikirleridir. Medyomluk, nihayetlerin nihayetinde, Tanrının fikirlerini almak, nakil etmek olunca peygamberleri medyom saymakta bir mahzur varit olamıyacağı kendiliğinden anlaşılır. Çünkü peygamber lügatte ve dinde o fikirleri, sözleri, emirleri, kanunları alelâde insanlara taşımağa yaradılışındaki fevkalâdelikle memur edilmiş. Tanrıya, Tanrı fikirlerine herkesten fazla yakın kimsedir. Bu ise, izah ettiğimiz mânada medyomluk, vasıtalık demektir. Medyom kelimsei aslında Lâtincedir; vasıta veya mutavassıt mânasına gelir. Peygamber de böyledir. Farisîde peygamber; Arabcada resul, nebi; Yunancada prophet; Lâtincede apos- . tel (havari mânasiyle beraber) haber taşıyana, postacıya verilen addır— İlâhî haberleri taşiayn postacıya... Burada bir cihete işaret etmek lâzımdır. Peygamberler medyom, yüksek medyumdur. Fakat her medyom yüksek ve her yüksek medyom peygamber değildir. İlâhî fikirler kaynağına, tabiata her medyumun sokulma kabiliyeti bir olmuyor. Böyle olduğu medyomlarm verdikleri, getirdikleri haberler seviyesinden anlaşılıyor. Yine o seviyeden anlıyoruz ki tabiat müfessirleri arasında aldatıcılar çoktur. Birçok medyumlar meleklerin, yüksek ruhlarm, hattâ Tanrının ilhamları diye insanlara sayısız şeytanî iğvaat taşımışlardır. Melek, yüksek ruh, şeytan... bunlar nedir? Burada şimdilik şu kadarını söyliyelim ki, bunlar insan ruhuna iyilik ve fenalık diye akseden, orada öyle terceme edilen tabiat kuvvetleridir. Biz peygamberlerin medyumluğundan İlâhî kâinat kitabını doğru okumak, o kitapdan insanlara ahlâkî fikirler terceme etmek, yer yüzünde tabiat kanunlarının moral - ahlâk dili ile ifadesi halinde zamana karşı mukavim ideal bir vicdan otoritesi kurmak iktidarını anlıyoruz. Kanaatimizce hakikî din tekdir. Bütün peygamberler, hakikî büyük medyumlar ayni şeyleri söylemişlerdir. Hakikî dinin prensipleri değişmez. Çünkü, umumî karışıklık gününe kadar tabiat kanunları değişmez. O dini arayanlar mevcut dinleri insan tabiatine en ziyade uygun olmak, onun mâneviyatı kadar maddiyatma da ehemmiyet vermek bakımından elerlerse aradıklarını bulmakta gecikmezler. Zamanla ahkâmın değişmesi tâli yerlerdedir. Eütabımız spiritualizmdir, yalnız bir dinin propagandası değildir. Onu hissiyat bakımmdan incinmeden her dinin dindarı okuyabilir. Burada müslümanlıktan, ötede hristiyanlıktan, yahudilikten, daha ötede spiritlikten ilh bahsedeceğiz. Müslümanlıktan bahsederken kendi imanımız olması itbiariyle, kanaatlarımızı çok kerre yabancılarm kanaatları ile desteklememize rağmen, tarafsızlığımızı muhafaza edemememiz mümkündür. Fakat diğer dinlerden, akidelerden, felsefelerden bahsederken onları müslüman gözü ile çürütmemeğe son derece çalışacağız. Bu sebepten, onlar hakkında kendi fikirlerimizi geriye bırakarak evvelâ kendilerinden olanların fikirlerini ileri süreceğiz. Yukardaki istitratdan sonra şu ciheti belirtebiliriz ki Kur'andaki (Sûretül Alâk) ve bu surenin ilk âyeti olan (İkra’ Bismi...) nin nüzulü suretine dair olan hadîsler (kâinat kitabını ve insan tabiatını oku!» mânası gözönünde tutularak takibedilirse İlâhî Nur zamanımızda herkes tarafından daha kolay kavranır. İslâm menkulâtma göre (İkra’ Bismi...) âyeti Hazreti Muhammede gelen ilk ayetdir. Cebrail Aleyhisselâm bir gün itikâf yerinde onun karşısına çıkmış, (Oku!) demiştir. Hz. Muhammed — Neyi okuyayım, okuma bilmem, cevabını vermiş, tekrar oku emrini almıştır. Mumaileyh okuma bilmediğini söylemekte İsrar etmiş, bunun üzerine Cebrail onun yakasmdan tutarak çok şiddetle sarsmış, vücudünü sıkmış, Hz. Muhammed de bu sarsmtılar ve tazyik karşısında nihayet okumuştur. Bu okumanın spiritualizmdeki delâleti yüksek şuura irme, şuurla (şuur altını) okumadır. Sarsıntılar ve tazyik makrokozmosun (büyük âlemin) mikrokozmosdaki (küçük âlemde, insandaki) reflekslerini teşkil eder. — «Oku..., Rabbmm adiyle! O Rabbın ki yarattı. O Rabbm ki kan pıhtısmdan insanı yaptı. Oku ki Rabbın taşkın keremlidir. Rabbın kalemle öğretti, insana bilmediğini belletti... İnsan bollukla istiğnaya düşüp ihtiyaçtan vareste kaldığını görürse azar. (Fakat) rücu Rabbmadır... (Surenin son âyeti) Secde et — yere başını koy, toprağı dinle; yaklaş — duyduklarınla Rabbine ulaş!... L. Adams Beck şark cihan görüşünü anlatırken ilerde bir spiritualist sıfatı ile Hazreti Muhammede vaki İkra’ Bismi tecellisi üzerinde sureti mahsusada durmaktadır. — (The Story Of Oriental Philosophy — Şark Felsefesinin Hikâyesi, Philadelphia). Bu surede ve îbni Abbasın rivayetine göre (İkra Bismi) yi müteakip nazil olan (Kalem suresi) ndeki kalemden murat ayrıca bir tetkik zeminidir: — «Nun ve malûm kalem ve satıra dizilenler (hakkı için)... Sen Rabbmm nimetiyle mecnun değilsin.» — (Suretülkalem)... Mevzuu bahis olan (malûm kalem) nasıl kalemdir? Adî kalem mi, yoksa kâinat kitabına Tanrmm fikirlerini yazan kudret kalemi mi? Adî kalem olduğuna göre: 1 — Yazılmış ve yazılacak olan kitaplar, tedvin edilmiş ve edilecek olan ilimler maksuddur. Nitekim bir kısım müfessirler bu fikirdedir. 2 : Tecrübî spiritualistlerin pek iyi tanıdığı otomatik yazıda medyomun elinde kendiliğinden harekete gelen ve yazı yazan kalem... Böyle bir tezahüre ilk defa mâruz kalan bir kimsenin kâğıda, kuma elinde tuttuğu bir kalemin veya çubuğun kendi kendine bir şeyler yazdığını görünce pek ziyade şaşıracağı. bilhassa okuma yama bilmiyorsa hayret ve teaccübünün sonsuz olacağı şüphesizdir. Hâdisenin reel olamıyacağma hükmettiği takdirde o kimse kendi aklî muvazenesînden emin olmamağa başlıyabilir. Bu hükme başkalarının daha kuvvetle iştiraki tabiîdir. Muhtemeldir ki Hazreti Muhammette böyle bir tezahür da olmuştur. Kalemin ve satır haline gelenlerin hatırlatılmasmı müteakip ona mecnun olmadığının söylenmesi böyle bir şeyi akla getirebilir. Mamafih bildiğimiz kadarına göre bize mumaileyhin otomatik olarak yazı yazdığına veya şekil çizdiğine dair hiçbir rivayet gelmemiştir.İleri sürdüğümüz bir iddia değil, sadece bir ihtimaldir. Conan Doyle, Spiritualizm tarihinin din faslında Tevrat ve İncil’de otomatik yazının mühim bir rol aynadığmı söylüyor. (Kur’anı Kerim) de bu cihete de işaret edilmiş olabilir. Çünkü Kur’an, diyebiliriz ki, Tevrat ve İncilin müslümanlık zaviyesinden, tevhit akidesine göre, tashih edilmiş metnidir. Kalem suresinin başında göze çarpan nun harfi bazı müfessirlere göre hokka ve Elmalılı Hamdi Merhuma göre nunluğunun ifade ettiği ihtizazla daha ziyade kozmik vibrasyonlara delâlet eden bir remizdir. Esrarlı haber hâzinelerine sokulanların kervan başılığını şüphesiz bahsettiğimiz peygamberler: din ve ahlâk gibi İçtimaî nizamlarm en köklüsünde büyük işler başarmış bulunan yüksek medyumlar, dâhiler yaparlar ki, bunlara vaki olan vahiy ve ilhamların büyüklüğünü reddetmek nâümkün değildir. Bu zevat doğru rüyalarla başlayan fevkalâde hallerine ilâveten Cebrail (Gabriel) adı verilen ve İlâhî mâna kaynağı ile kontakt halinde bulunan yüksek ve getirdiği haberlere hilâf karıştırmıyan «Zikuvvet» bir varlık delâletiyle dimağlarında beşeriyete selâmet temin edecek ulvî mânaların birdenbire belirdiğini veya ses ihtizazları halinde kulaklarında bir müddet uğuldadıktan sonra şuurlarına aksettğini, hattâ bazan o kaynağın muhtevası hükmünde olan mutavassıt kuvvetin doğrudan doğruya İnsanî hüviyette kendilerine hitaplarda bulunduğunu beyan etmişlerdir. Peygamberlerden Hazreti Muhammedin «Siyeri Nebevisi», biyografisi hepsinden fazla mazbuttur. Mumaileyh vahym keyfiyeti vusulü hakkında şöyle diyor: — «Gaipten kulağıma birdenbire çan sedası gibi şiddetli ve heybetli bir ses geliyor. O zaman bende bir nevi istimdad isteği ve ıztırap hâsıl oluyor. O ses kesilince vahiy olunan İlâhî kelâmı anlamış ve ezberlemiş bulunuyorum. Bazan da emini vahy olan melek — Ruhül Emin, Ruhül Kudüs — İnsan suretinde bana gözüküyor. Tebliğine memur olduğu Tanrı sözünü söyledikçe anlıyorum, kavrıyorum»— (Buharîi Sahih) den. Hazreti Muhammette vahiy sırasında görülen haller ihtimamla tespit olunmuştur: Bağırmak isteği, ağırlık ve meşakkat, gaşiy haline yaklaşma, istiğrak, teneffüsün zorlaşması veya azalması neticesi bazan hançerede hırıltı, çok terleme... «En serin günlerde bile vahyi İlâhî nazil olup kesildiği zaman parlak almlarından yağmur gibi ter daneleri dökülürdü»— (Aişei Sıddıka). Müfessirler (feze’) denen istimdat veya bağırma isteğini, sıkıntı, ağırlık, meşakkat veya ıstırap gibi halleri «Kavli Sakil» lâfzı ile Tanrının işareti mucibince Kur’an yüküne, meal azametine, vahiy sırasında ruhun bedenden mufarekata yaklaşmasına mebni teneffüsde husule gelen zıcrete atfederler. Tecrübî spiritualizm bu görüşün doğruluğunu tasdik eder: Bu haller hakikî yüksek medyomluk alâmetlerindendir. O kadar ki diğer medyomların medyomluk kudretleri bu alâmetlere yaklaşma derecesiyle ölçülür. Vahıysız Peygamberlik, ilhamsız dâhilik olmaz. Vahiy ve ilham mah.yeten aynı şeydir. Sadece din ıstıhlâhında peygamberlere vaki olan ilhama daha ziyade vahiy denir. Fakat bu kelime, bilhassa müslümanlıkta, yalnız Peygamber hakkında kullanılmaz. Kur’anda diğer insanlara, hattâ hayvanlara Tanrının vahyi vardır. Şu halde Peygamberlerden maada olan insanlar hakkkmda ilham ve hayvanlar hakkında şevki tabiî mânasına gelir. Her sınıf dehânın yüsek medyumluk işi olduğu dâhilerin durumları ile sabittir. Onlar daima fevkalâde bir kuvvetle desteklenmişlerdir. Vahiy ve ilhamın ve dolayısi ile vahyü ilhamla fevkalâde işler başarma kabiliyeti demek olan yüksek medyomluğun, dâhiliğin acaba mahiyeti nedir? Bu hususta İtalyan âlimlerinden Lambroso Hipnotizme ve Spiritizme adlı kitabında şu fikirde bulunuyor: — «Bazı hallerde dimağda bazı merkezler atıl kalır. Bu esnada her vakit faaliyette bulunmayan merkezler faaliyete geçmek üzere uyanır ve harikulâde bir kuvvet gösterirler. Birçok hususlarda sar’a nöbetlerine benzeyen dehanın ilhamı bu yoldandır. Bu nöbet teşennüce müptelâ bir adamın dimağında husule geldiği vakit sadetten hariç sözler, cinayetler yahut sadece spazmozlar hasıl olur. Kuvvetli bir dimağda gözüktüğü zaman dahiyâne bir eser vücuda gelir. En büyük deha eserlerinin şuurun en az bulunduğu zamanda doğması şayanı dikkattir. Edebiyat ve Sanayii ÎT-îfiseye müteallik birçok büyük eserler rüyada sânih olmuş, bazı gâmız riyaziye meseleleri rüyada halledilmiştir. Rüyanın dahilerdeki büyük rolü (înconscient) m — yani normal halde sezilmeyen ruh kısmmm, şuur altının — rolü ile izah olunur. İnkonsiyanm galebe ve hâkimiyeti dahilerde sık sık görülen ve sara’lılarm dalgınlıklarına benzeyen dalgınlık hallerini izah eder... înkonsiyan durumu az çok unutulmuş fikir ve hâdiseleri uyandırıp müsmir bir terkipte cem edebilir. Lâkin bir kimsenin hiç bilmediği bir şeyi zihnine koyamaz... Bunu yapan ruhlardır. Lambroso sprittir. Fakat spiritliği saikasiyle yukardaki fikri ileri sürmemiş, harikulâde bir malûmat hâzinesinden istifade ettikleri umumun tahdı tesliminde bulunan dâhilerin, yüksek medyomların fevkalâdeliklerini dimağlarında birdenbire faaliyete geçen merkezlere atfederken hem kendisinin, hem diğer kompetanların İlmî kanaatine tercüman olmuştur. Ancak, mumaileyhin .şuur altını tehdit ederek ilham verici ruhlardan haricî varlıklarmış gibi bahsetmesi üzerinde selâhiyettar âlimlerin, psikologlarm ittifakı yoktur. Birçok psikologlar, bu arada ileride görüleceği vecihle tanınmış Fransız psikologlarından J. Bois ve keza psiko analizeyi, ruh tahlilini müdevven bir ilim haline getiren Freud başka fikirdedir. Şuur altı her şahsiyeti, hattâ her varlığı muhittir. Müstakil şahıslar engin bir denizdeki dalgalara benzerler. Rakit halde her dalga deniz, muvakkat veya ebedî uykuya yattığı zaman her şahıs şuur altıdır. Fakat yaşar. Şuur altı bayatsızlık değil, bilâkis hayatın, şuurun kendisidir. Ona şuur altı denmesi uyanıklık halinde sezilmemesindendir. Yoksa şuursuz olmasından değildir. Dâhiler, yüksek medyomlar eriştikleri yüksek şuur merhalelerine göre aralarında derece alırlar. Yüksek medyomluk, dâhilik şuurun yüksek şuura kalbolma, şuur altı hâdiselerini içe mütevec cih bir uyanıklıkla takip ve hazmetme, anlama derecesine göre ilerde, parlak sayılır. Bu parlaklık en ziyade Peygamberlerde ve onlardas sonra aziz, veli gibi mistiklerde görülmüştür. Yüksek medyumlarda, dâhilerde vecd ve istiğrak hali tayakkune tesir etmez. Onlar herşeyi lâyıkiyle hatırlarlar ve bilirler. Böyle olmasa idi, yüksek medyomluğun, dâhiliğin kıymeti kalmaz, dehâdan istifade edilemezdi! Bu cihet alelâde basit medyomlarla yüksek medyomlar arasındaki farikalardan birini teşkil eder. Basit medyumlar hayrete değer bazı işlerde bulunabilirler. Fakat onları yaparken ne yaptıklarmı bilmezler. Yahut pek zayıf hatırlarlar. Kendilerine trans hallerindeki işleri, sözleri hakkında tafsilât verilirse hayrete düşerler. Hele fevkalâde müşahadelere kavuşmak, harikulâdelikleri kavramak, derunî yüksek temaşa ile yüksek şuura ermek, normal hayata büyük fikirlerle dönmek, onların harcı değildir. Zaten uykuda dolaşma, bayılma, sar’a, histeri nöbetleri, hezeyanlar, birsamlara kapılma, hayaller görme ilâh gibi sinir ve akıl hastalıkları ile basit medyomlarm halleri arasında açık bir yakınlık vardır. Hele sun’î uykuya daldırılmış medyumlarda bu cihet daha ziyade göze çarpar. Adetâ diyebiliriz ki bu nevi medyumlar muvakkaten bu marazlara uğratılmış kimselerdir. Dimağî faaliyet merkezlerinden bir kısmı manyetik, hipnotik telkinlerle diğer merkezler lehine felce uğratılmış, asabı ve ruhî muvazeneleri bozulmuş, o devre içinde sinir hastalarından veya delilerden farkları kalmamıştır. Manyetizme, hipnotizme, telkin gibi, mânevî sayılan vasıtalara başvurmadan küûl, afyon, esrar, kokain ilâh gibi zehirli maddelerle bir insanı şuur altı seyahatlerine çıkarmak, ona orada pek hoş veya pek korkunç rüyalar hazırlamak, bu yoldan manyetizme, hipnotizme, telkin neticelerinin aynına varmak, hattâ daha zengin ve kolay bir surette varmak mümkündür. Bu iş eski çağdanberi yapılagelmiştir. Delhi kâhinleri kudretlerini bir rivayete göre sarhoşluklarından alırlardı. Birçok esrarkeşler şuur altı dolaşmalarında bazı spiritlerin ellerindeki medyomlardan pek ileri gitmişlerdir. Hint yogilerinin bir kısmı afyon yutar veya esrar çeker. Bunlar şayanı hayret işlerini irade ve teneffüs idmanları kadar afyon ve esrarla genişleyen mânevi muhitlerine de borçludurlar. Vaktiyle Londra kibarlarının dadandıkları bir esrarkeş kulübünde muntazam spirit celseleri akdolunarak dalgaya düşenler ihtimamla sorguya çekilirdi. Merhum büyük üstad Hüseyin Rahmi (Muhabbet Tılsımı) adlı romanında hipnotizme veya manyetizme ile uyutulan medyomları gıptaya düşürecek derecede parlak ve canlı sahnelerle dolu enfes bir esrarkeş dalgası hikâye etmektedir. Üstad bize bu eserinde bir masala inanmak ve sonra esrar içmek neticesi ruhta doğan vizyonların bir genci, kadınlar üzerinde nasıl harikulâde muvaffakiyetlere sevkettiğini anlatmak suretiyle mükemmel bir gizli bilgi, maji, örneği de veriyor. Batınî Şeyhlerinden Hasenüssebbahın uyuşturucu menkûlarla birçok kimseleri şuur altı hayatına sevkederek onlardan ölümü hiçe sayan fedai çeteleri teşkil ettiği tarihte meşhurdur. Fazla uykusuzluğun da manyetik, hipnotik telkinler veya esrar ve esmsali gibi zehirli maddeler yerine geçtiğini tecrübe göstermiştir. Manastırlarda, Tekyelerde ibadet ve taat ile günlerce uyumadan vakti geçirdikten sonra kendilerini birdenbire başka âlemlerde bulanlar, gözlerini kapamadıkları halde rüya görenler, rüya ile hakikî hayatı birbirine karıştıranlar çok görülmüştür. Bunların hepsi basit, alelâde medyomluk sahalarına ait haller olup yüksek medyomlukla ilgili değildir. Vâkıa, yüksek medyomların bir kısmı bir müddet basit medyomluk basamaklarında durarak evvelâ alelâde uyku vizyonları ile işe başlamışlarsa da, sonra doğru rüyalar devrine girmişler ve daha sonra şuur altının asıl derinliklerine dalarak insaniyete tabiat kanunları gibi dünya durdukça duracak değerde mânevî hazineler çıkarmışlardır. Bir medyomun derecesini, medyumluğunun şekli değil, beşeriyetin kalbinde, fikrinde tatbikat sahasına koyabildiği mânevî kıymetler tayin eder. Yüksek medyumlar insanları milyonluk kitleler halinde yüksek hedeflere sevketmeğe muvaffak oldukları için yüksektir. Buna muvaffak olamayanların yüksekliği, zahirîdir. Bunlar şuur altı yolculuğunun müntehasma da yaklaşsalar, kâinat kitabının doğru tercemesini yapamamış ve insan ruhunu doğru okuyamamış olmaları hasebiyle tercemede ve okumada muvaffak olanlarla bir tutulamazlar. Medyumlar hakkında kullandığımız yüksek, basit veya alelâde gibi sıfatlar onların insanlığa verdiği faydalar bakımından olduğu kadar, mahiyetlerine de mutabıktır.Beşeriyeti büyük ölçüde destekleyebilen yüksek medyomlarm bilâ istisna hepsi müstesna bünyede yaratılmış, kudretlerini cehdi mâneviden ziyade fıtretlerine borçlu tabiî medyomlar olup hiçbiri manyetizme, hipnotizme, alkol, esrar vesaire ile şuur altı yoluna düşmüş değildir. Tabiî medyumluk yüksek kutbunda dâhilik, yüksek medyumluk; alçak kutbunda sar’a, histeri, cinnet gibi maraz tezahurlarından biridir. Dehâ ile sinir ve akıl hastalıkları tezahurlarının aynı mihverin iki kutbunu teşkil etmesi cidden gariptir. Fakat bilgimizin bugünkü durumuna göre vaziyet bu merkezdedir. Böyle olması dehânın sun’î değil, tabiat verimi olduğunu ve bu itibarla dâhilere tevarüt eden fikirlerin doğrudan doğruya tabiata bağlılığını isbat eder. Mazhar oldukları vahiy ve ilhamlarla insanlar arasında devamlı mânevi cereyanlar tevlidine muvaffak olan Peygamber, Aziz, Veli gibi şuur altı adamlarının tabiatın ve dolayısiyle tabiata aksetmiş bulunan Tanrı fikirlerinin dili, ağzı olduklarında başka burhan aramağa lüzum yoktur. Onların şuur altı hayatı herşeyi izah eder. Onlar daldıkları şuur altı âlemlerinde şuurlarını muhafaza edemeseydiler, akıl hastahanelerinde emsalini çok gördüğümüz zavallılardan olacaklardı. Duygularının sağlamlığı, akıllarının üstünlüğü, onları o derekeden kurtarmış, üstün insanlık seviyesine çıkarmıştır. Teozof ve yogi usulü cehdi manevînin, riyazetin ehemmiyeti büyüktür. Fakat bu yoldan medyomlaşanlarda, müsait bir tabiat yoksa, yüksek medyomlukta devam da yoktur. Böylelerinin malûmat menbaları çabuk kurur. Manyetik, hipnotik telkinler, alkol, afyon ilâh ile medyomlaştırılanlara gelince, bunlardan operatörler, yani bu nevi medyomları idare ve isticvap eden kimseler ne kadar gayret etseler büyük bir verim alamazlar. Delilerle uğraşan akıl doktorları, psikoloji tetkikleri bakımından daha kıymetli neticeler elde etmişlerdir. Bunlar, deliler, operatörlerin emirlerine râm olmadıklarından tecrübelere alınmazlar. Akıl hastalarını manyetizme veya hipnotizme ile sun’î uykuya daldırmak, bu yoldan telkin altında tutmak imkânsız gibidir. Fakat bazı hekimler, histeriklerde olduğu gibi, onlar üzerinde de bu çareye başvurarak şifa bulmalarını temine uğraşıyorlar. Medyomluğun yalnız muhayyelenin otomatik velûdiyeti demek olan şekillerinde medyomlarm ruh âlemlerinde dolaşmaları, yüksek, alçak, yani mütekâmil ve az mütekâmil veya hiç tekâmül etmemiş ruhlarla konuşmaları tamamen şuur altı benliklerinin icadıdır. Bunlar hiçbir realitesi olmayan vizyonlar, fantomlar, hayaletler görürler. Fakat şuur altı realitesi intibaı almış bir halde başkalarına anlatırlar. Söylediklerinin yahut yazdıklarının hakikî ruh âlemi ile alâkası yoktur. Uyanık muhayyeleleri ile iş görenleri medyomdan sayıp saymamak hususunda tereddüt edilebilir. Doğrudur iddiasiyle yalan söyleyenleri, yalan adlı habis bir ruhun tasallutuna uğramış akıl hastaları sayanlar olduğundan, bunları da medyom, hem de tabiî medyom, düşük kaliteli tabiî medyom saymak mümkündür. Lâkin cinnet birsamlarından ne beklenebilirse, bunların da yalanlarından insaniyet hesabına o beklenebilir. Buraya kadar olan sözlerimizi hulâsa edersek neticemiz şudur: Medyomlar tabiatle birleşmek için şuur altı yollarına cezbedilmiş kimselerdir. Kimi hedefe varır, kimi yollarda kalır. Hedefe varanlar, vardıklarını hallerindeki fevkalâdelikler ve sözlerindeki derin mânalarla belli ederler. Bunlar medyomların yüksek kısmıdır. Yüksek medyomar bizim için kuvvettir, destektir. Kendi aklımızm, bilgimizin, gücümüzün, cesaretimizin yetmediği yerlerde onların kılavuzlukları ile kestirme yoldan, kalp yolundan en iyiye, en güzele, en doğruya gideriz. Tanınmış fransız ruhiyatçılarından Jules Bois şuur altı hakkında şunları anlatıyor: «Yeni psikolojinin bize öğrettiği şudur ki insan benliği şimdiye kadar zannedildiğinden daha müteaddit, daha zengin ve daha karışıktır. Yeni bilgimizin ışığı altında eski ehli bâtının, gizli hikmet erbabının keşifleri mâkul ve tabiî gözüküyor. Şahsî şuur sahamız pek dardır. Onu etrafı esrarlı bir okyanus ile çevrilmiş küçük bir adaya benzetebiliriz. Bu okyanusda müteaddit zekâlar, dehâlar, iradeler hüküm sürmekte, dalgaları ile mütemadiyen adayı döğmektedir. Bu okyanusa Fransada oldukça yersiz olarak inconscience (adimüşşuur veya gayrı şuur) namını verdiler. Bereket versin ingilizlerden Mayers (benliğin eşiği altı, şuuraltı,) tâbirini buldu da enkonsiyansın delâletini anlayabildik. Şuuraltı şuursuzluk demek değildir. Orada şuura sahip müteaddit benliklerimiz vardır. Yalnız, şuurumuz, yani tertip itibariyle en üstteki benliğimiz normal durumda onları sezemez. Şuur altını şuurun biraz dibi sanarak hafızadan öteye geçiremiyenler ancak kıt görüşlülerdir... Spirillerin rehberleri, teozoflarm Rab ve mevlâları, Sokratm şeytanı, Plotenin Tanrısı, Paraselsiyusun seyarata mensup perisi, rahip Villarm semenderi ilh. hep şuur altındadır... İçimizde birçok şuur altı benlikler, ruhun bir nevi bölümleri, bir nevi kuyuları, mağaaraları vardır. Orada rüya, ilham, önsezi, ileri duygu ilh gibi harikaları doğuran birtakım meçhul varlıklar, işçiler olduğu anlaşıldı... Vücudumuzun nihayeti cildimiz değildir. Muhakkak ki bedenimizin çok ilerisine uzanıyoruz. Bazı kimseler tarafından görüldüğü için ressamlar tarafından azizlerin başları etrafında resmolunan o parlak haleler nedir? O ışıklar telepati, telkini zihnî, hissi kablelvuku, keşif, ilham gibi işlerde fasılasız herkes için çalışmakta gibi gözüküyor... İnanınız! Eğer imanınıza bir istinatgah lâzımsa bizim ancak kısa bir dalgası olduğumuz uçsuz bucaksız, derin, tükenmez okyanusa inanınız! Lâkin o okyanusun bütün lâyetenahiliği bir küçük köpüğünde mündemiçtir. Bizim şahsî (ene) miz, İlâhî (ene) mizin muhtasarıdır... Hakiki varlığımızı teşkil ettiği halde normal durumda meçhulümüz olan o âli nefis bizim cisim ve ruhumuza hâkimdir. Bunları kendi esrarı içinde toplar. Onun kabiliyetleri hudutsuzdur... Ruhu beşer imansızların ve herşeye pek çabuk inananların sandıklarından çok derindir. Onun mebde ve müntehası lâyetenahidedir. Miyop gözlerimizde pek ziyade büyüyen hayat ve mematımızm ona tesiri yoktur.»... Her şahsın şuur altında birçok şahıslar, benlikler bulunması ve şuur altlarının birleşerek bir tek engin denizde toplanması pek eski bir telâkkidir. Fakat eskiliği kıymetine halel vermez. Hind teozofları kadar İslâm mutasavvufları da onu müdafaa etmişlerdir. Şimdi modern pisikolojide onu duymamız bize hayret vermiyor. Çünkü bazı hakikatlerin toprak üstünde giderken toprak altına geçen ve sonra yine toprak üstüne çıkan su cereyanlarına benzediğini biliyoruz. Sayısız ruhlara, şahsiyetlere rağmen tek şuur altı, tek ruh, tek şahsiyet fikri birçok kimselere vahleten garip gelebilir. Fakat iki taraflı düşünmesini bilenler bilirler ki ortada tezat yoktur: Ruhlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, hepsi ruh sıfatiyle ruh mefhumu küllisinde veya ruh cevherinde birleşirler. O halde hepsi bir Güneşin şuaları hükmündedir. —Sübjektifde kesret, objektifde vahdet... Gariptir, Spiritizm bahsinde görüleceği veçhile, bazı spiriller namütenahi teselsül ettirdikleri ervah hiyerarkisi - ruh dereceleri zinciri ile sübjektifi görürler de objektife karşı zihinlerini kaparlar. Bunun sebebi mantıkî değil hissidir. Bunlar akidelerini gölgede bırakmasından olacak, ne olursa olsun teozofiden, tasavvuftan ayrılmak isterler. Hakkı teslimlerinde biraz ümidimiz olsa idi, onlara daha açık bir misal olarak halen yer yüzünde mevcut iki buçuk milyar insanı gösterir ve buna gelmiş, gelecek triliyonlarca insanı da katar, bu kadar kişinin hep, bir tek insan tipi içinde kımıldandığını söylerdik. Bu tip mânevî bir varlıktır, ruhdur. Şimdi okuyucuların müsaadesiyle bugünkü psikolojniin esas itibariyle red etmiyeceği bir tezle medyomlar hakkmdaki mütaleatımızı tamamlamaya çalışacağız: Çok eski bir zamanda şuurla şuuraltı arasında fark yoktu. İnsan rüyada mı yaşıyor, yoksa bugünkü şekilde günün yarısından fazlasmda gözü açık bir hayat mı sürüyor, ayırmak ihtiyacını duymuyordu. Çünkü ne isterse onu derhal olmuş görüyor, hiçbir şeyin istihsalinde zahmet çekmiyordu. Bu, bir bakımdan bugünkü tabirimizle Cennet hayatı idi. Fakat bazılarının sanacağı veçhile hayal değil, reeldi. İnsanın o zaman da maddî varlığı vardı. O yalnız ruhtan ibaret değildi. Ancak henüz kendini bilmiyordu. Yani asıl mânasında henüz insan değildi. Kaş çatmakla dağları devirmek, bir adımda kıt’alar, denizler aşmak gibi madde âleminde rü’yayî fevkalâdeliklere muvaffak olması bir tek sebebe dayanıyordu: Tanrının bugün şuuraltında saklı tuttuğu kuvvetler henüz ondan şuur haddi ile ayrılmamış, bunların tasarrufu insiyaki arzusuna açılmıştı. Vakit ilerledi. ilerledikçe insanın ruhuna yaradılışında ekilmiş bulunan tecessüs tohumu inkişaf ederek onda şuur ve şuuraltı diye aynı ruh cevherinin iki ayrı tecellisine yol açtı. İnsan böylece eski kolaylıkla kuvvet ve kabiliyetlerine hüküm edememek ve iç âlemini kolayca yaşayıp seyredememekle beraber iyiyi kötüden tefrik ederek mümtaz bir duruma girdi. Fakat kendini ve muhitini tanıyınca herşeyi olduran Cennet hayatına veda etmek lâzım geldiğinden artık yanlız istemesiyle herşey olmayarak arzusuna sıkıntı çekmeden, güçlükleri yenmeden kavuşamamak acılı ve zevkini tattı. Dünya yükü sırtında dünya bayırlarına tırmandı. Mukaddes kitapların dediği gibi alın teri ve gözyaşı ile ekmeğini topraktan çıkardı ve buna sevindi. Asıl insan budur. Bu insan şuur kısmının bütün melekâtına şimdiki insanlardan farksız olarak malik olmakla beraber onlara nazaran şuuraltından çok az ayrılmıştı. Rüyalarında Cenneti görüyor, yine o hayatı yaşıyordu. Uyanıklığında eşyanın mahiyeti hakkında çok az şey biliyordu. Fakat kendini şeytana uydurarak cennetten kovdurmuş bulunan o tecessüs saikasiyle herşeyi kurcalıyor, bugün için doğru veya yanlış, her hâdiseyi bir köke, sebebe bağlıyor, tecrübesini, bilgisini arttırmaya çalışıyordu. Yani o şuuraltına bizden çok uzanabildiği halde dış ve iç âlem karşısında tamamen şimdiki mentalite ve mantığımızla düşünüyordu. İlk insandan sonra neslinde akıl melekesi terakki etmediği halde gittikçe mütezayit bir şuuraltı ayrılığı görüldü. Fakat bazı müstesnaları vardı. Cedlerinin her haline tevarüs eden bu müstesnalar tabiî yüksek medyumlardır. Bunlar şuurlarını muhafaza ettikleri halde harikulâde görüş ve işlerle cennet adamı durumuna yaklaşabiliyorlar ve üstelik şuurun da en yüksek katlarına çıkarak idraklerini tamamlıyorlardı. Ruhun şuur, şuuraltı ve yüksek şuur durumlarını nefislerinde cem etmişlerdi. İnsan kabiliyetinin azamî haddi budur. Bunlardan peygamberler uzun fasılalarla, ihtiyaçlar yer yüzü insanınm şuuraltı benliklerinde tekâsüf ettiği vakit yer yüzünde görülüyordu. Bu devir şimdi mazide kalmıştır. Yüksek medyomların bu kısmı ile şuura kâfi derecede ana prensip gösterilmiş olacak ki üç şuur muhitinde yaşayabilenlerden artık peygamberlik kudreti gösterenler çıkmamıştır. Azizlik, evliyalık sıraları ile dereceler küçülmüş ve gitgide evliyadan ziyade bugünkü medyomlar, fakirler veya yogiler ayarında kimselere yer verilmiştir. Muvaffakiyetlerini ilhamlara borçlu olmaları hasebiyle yüksek medyomların bir nevi sayılan güzel sanatlar, edebiyat, felsefe, ilim ve fen sahaları dâhilerinin de gittikçe azaldığını görüyoruz. Bu sebepten gözler şimdi daha ziyade eski üstadiara dikilmiştir. İlim ve fen eskiye nazaran çok ilerlemiştir. Fakat bu ilerleme eskiye nazaran ferdî hamlelerden ziyade imece iledir. Yani ilimde, fende yeni bir devir açabilmek için eskisinden fazla müşterek mesaiye, kabiliyetleri bir araya getirilmesine ihtiyaç vardır. Kimyayı Simyager Cabire ve ondan sonra Lavazyeye, heyet keşiflerini Keplere, Galileye,- Newtona mal edebildiğimiz halde şimdi Atom bombasını. Sulfamitleri..., ilh bir şahsa mal etmekten uzak bulunuyoruz. Devrimizde dâhiler yok değildir. Fakat bir evvelki asırdan daha azdır. O asırda da ondan evvelki asırlardan daha az dâhi bulunmaktadır. Medeniyetin karanlık çağı olan ortaçağ bile dâhi adedi bakımından asrımızdan zengindir. Fakat yirmi birinci asra nazaran asrımız daha zengin sayılacak, ihtimal o asırda bir (Gustave Le Bon) a, bir (Einstein) a rastlanamıyacak, onlar gibisini bulmak için birkaç asır beklenecektr. Şuuraltınm kapanışı bu seyirde devam ederse şimdiki medyom, fakir, yogi tipleri de ortadan kalkacak, hattâ insanlar daha az rüya görmeğe başlayarak belki bir gün hafızalarını da kaybedecekler, akıl melekelerinin atalete düşmesi hasebiyle insanlıktan çıkacaklardır. Hafıza olmazsa akıl işlemez. Çünkü akıl şuuraltmda saklı duran eski yaşayışlarm, tecrübelerin şuura çağrılması yani hatırlanmasiyle karşılaşılan yeni eşya ve hâdiselerin mahiyetini tayin ve tahlil hususunda yapılan kıyaslardan, istidlâl ve istintaçlardan ötesi değildir. Hayvanlar, insanlar kadar zengin hafızaya malik olmadıklarından, ancak hafızalarının yetişebildiği yerlerde kıyas, istidlâl ve istintaç yapabilirler. Onları bu ka-biliyetten mahrum sananlar, onları yakından tanımıyanlardır. Şüphe ediyorsanız masanızın üstüne bir karınca koyunuz. Karmcanm yolunu sigara paketi veya cetvelle kesiniz. Karınca evvelâ eski tecrübelerini hatırlayarak bunu kolayca geçemiyeceğini bilir ve yolunu değiştirir. Şayet haili yine önüne çıkmış bulursa tekrar aynı şeyi yapar. Naçar kalırsa haile hafifçe dokunur. Sonra bir müddet durup ne olacağını bekler. Kendine bir zarar gelmediğini görünce pakete, cetvele tırmanır, geçer gider. At, köpek, kedi meraklısı iseniz tecrübenin daha zengin çeşitleri her gün gözünüzün önündedir. Meselâ atınız zorlanmayınca kendini çamura vermez, batağı görünce yolun iyi tarafını araştırır, bulur ve oradan gider. Çoban iseniz bilâ perva ağıl civarında dolaşan kurtların, köpekleri peşlerine takıp götürecek fedailer olduğunu, asıl kurt sürüsünün köpeklerin ve çoban tecrübesiz ise çobanın tacizi olmadan koyunları rahatça sırtlamak için pusuda beklediğini bilir, köpeklerin arkası sıra koşmaz, ağılda kalır, taarruzun sıklet merkezini beklersiniz. Hayvanlarda kıyas, istiklâl ve istintaç kabiliyeti olduğunu bunlar kâfice isbat etmez mi? Bilhassa kurtların ağıl baskınlarında oldukça iyi düşünülmüş bir harp plânı, muharebe taktiği göze çarpmıyor mu? Karıncalar, atlar, kediler, kurtlar... şuuraltı dağarcıklarından eski hayatlarına dair daha fazal hatıralar çıkarabilselerdi, şüphesiz daha fazla insanlara yaklaşırlardı. Hayvanların yanlız sevkitabiî ile hareket ettiklerini sanmak pek yanlıştır. Çünkü ekseriya öyle hatalar yapıyorlar ki hayvan sıfatı kendilerine bilhakkin veriliyor. Eğer yalnız sevkitabiî ile hareket etseler idi, hiç yanılmıyacaklardı. Zira şevki tabiî asla kör bir kuvvet değil, pek âli bir şuur tezahürüdür. Bunu bilmek için meselâ iç organlarımızın faaliyetine şöyle bir göz atmak, görülecek intizam, mükemmeliyet ve gaiyeti teemmül etmek kâfidir: Üşüdüğümüz zaman gayrı ihtiyarî titriyoruz. Çünkü titreme ile cildimiz harekete geliyor, neticede ısınıyoruz. Çok kan kaybettiğimiz zaman dalak ve diğer kan depolarından yedek kan çıkarılıyor. Şöhreti şarkı ve garbı tutmuş olan Endülüslü hâkim şair Ebülalâülmuarrî bu hususta şöyle diyor: Anatomi (teşrih) okuduktan sonra Halikı inkâr eden hekime şaşarım... Bir ağaç tohumuna da bakalım: Bir gramdan çok eksik bir zerre... Fakat onda muazzam ormanlar saklı. Çünkü müsait vasat bulunca büyüyüp koca ağaç oluyor. Ağaçtan ağaçlar türüyor, hektarları kaplıyor. Uzviyetimizi geliştiren, çeviren, bir tohuma koca ormanları sığdıran ve ondan hakikaten koca ormanlar çıkaran hep aynı kuvvet, sevkıtabiîdir. Bütün icraatını muayyen hedeflere göre tertip eden ve hiç şaşmıyan o kuvvete nasıl olur da kör, şuursuz denebilir. Bu mülâhaza ile ona bazılarınca «şuuraltı büyük dimağ», «büyük akıl», «büyük ruh» denmiş, kâinatın düzeni, idaresi ondan bilinmiştir. O Tanrı mıdır?... Değil. Fakat Tanrının belki ilk büyük kudret tezahürüdür. Şuurun sevkıtabiîye, daha fazla alışık olduğumuz adı ile şuuraltına bağlılığını tecrübeler teyit ediyor. O gittikçe bize kapanıyor. Sıra henüz hatıralarımıza gelmemiş ise de korkarız ki ona da bir gün gelecektir. Bu takdirde insanlık seviyesinde uzun müddet tutunamıyarak yavaş yavaş en eski halimize döneceğiz. Ve - ihtimal daha mes’ut olacağız. Şuuraltının az idrak edilmesi, hafızanın, muhayyelenin az işlemesi nisbetinde aklın az işlediği, az neticelere, hükümlere vardığı görülüyor. İnsanlar tarih sayfaları ile eskilerin şahsî tecrübelerini, bilgilerini kendilerine mevrus şuuraltlarından kolayca çıkarmanın yolunu keşfetmeleri sayesinde şimdiki şuurlu ilerlemelerine nail olmuşlardır. Yanlız kendi tecrübelerine istinat ederler ve bunun eksersin! de bir daha hatırlamamak üzere unuturlarsa, akılları kâfice tutamak bulamıyarak paslanır. O zaman şimdi kendilerinde her üçü bir arada bulunan insan, hayvan, ve nebat hüviyetlerinden insanlık kısmını tamamiyle kaybederek yalnız zayıf şuur ve zayıf bir surette idrak edilen şuuraltından ibaret kalırlar. Anık insandan bahsetmemek doğru olur. Maddesi içinde insana mütesait devamlı bir tekâmül vadeden bir kısım materyalistlerle onların tezini kopya edip insandaki bilgi hamulesinin zamanla artışına aldanarak ruh cevherinde tekâmül var sanan bazı spiritlerin kulakları çınlasın!... Bunlar yer yüzü insanındaki mânevi tedenninin izlerini görememişlerdir. Ruh cevherinde terakki gibi tedenni de yoksa da o cevherin şuuraltından şuura çarpışlarında, şuuraltının idrakinde eski devirlere nazaran bariz bir gerileme vardır. Materyalistler mazurdurlar. Çünkü mâneviyata inanmazlar. Fakat spiritlere ne demeli? Burada (materyalizm monizmi), yani vahdeti mevcudat felsefesi ile yine bir Tanrıya kalplerini bağlıyan, fakat onu kâinatın heyeti umumiyesi sanan Darwini ve bu doktrinde ona yoldaşlık eden Haeckel ve arkadaşlarını değil. Tanrı tanımayan koyu materyalistleri ve ölü ruhlarına uydukları halde sıfâta malik bir tanrıyı inkâr ederek onlara yaklaşan koyu spirilleri kastediyoruz. Bunlar, spiritlerin bu nevi, bir bakıma âlemleri kucaklayan, bir bakıma insanı âlemlere bağlıyan engin şuuraltını tâbirde geçen «alt» kelimesinin sebebiyet verdiği kıt anlayışla medyomlarm verimlerini bozan mahdut hafıza ve muhayyele parazitleri depocuğu sanmak gafletinde bulunmuşlardır. Halbuki medyomlarm faaliyeti şuuraltının, sevkıtabiînin ta kendisidir. Hafıza ve muhayyele parazitleri de yok değildir. Mümkündür ki derinden gelenlere yakında bulunanlardan bazı şeyler karışsm. Zaten medyomlar verimlerinin safiyetlerine göre paye alırlar. Yüksek medyomlarda yükseklik derecesi arttıkça bulanıklığa az rastlanır. Görülüyor ki tezimizde şuuraltmm ehemmiyeti büyüktür. O nedir sualini biz kendi zaviyemizden ruh nedir suali üe bir tutarak «Tanrının bir işi» dir, cevabı ile cevaplandırıyoruz. Büiyoruz ki, bütün bilgilerimiz, tecrübelerimiz, geçmiş hayatımız, babalarımızm, dedelerimizin, atalarımızın geçmiş hayatları oradadır. Mâzi ve halimiz kadar istikbalimizin de ana hatları orada çoktan çizilmiştir. Çok kere açıkça farkederiz ki geleceği gelip geçmişler, dirileri ölüler idare eder. Şuuraltımızla birbirimize, gelmiş, geçmiş veya gelecek, geçecek bütün insanlara, bütün dünyaya, hattâ bütün kâinata ve en son yuca Tanrıya bağlanırız. Hind mistiklerinden örnek alan bazı yeni psikologlar gibi şuuraltı herşeydir diyecek değiliz. Yanlız diyeceğiz ki şuuraltı ruh cevherinin ana yatağıdır. O oradan şuura uzanır. Şuurla şuuraltına dönerse yüksek şuur plânlarmda ilerler. Şuuraltı sahası ile yüksek şuur sahası haddi zatında aynı şeydir. Fark idraktedir. Peygamberler, veliler, hakikî büyük medyomlar şuuraltı yoluna düşmüş, muhtelif derecelerde yüksek idrake kavuşmuş kimselerdir. Plânlardan akseden azametli mânalar onların şuuruna geçerken bazan hakikaten ses, söz, şekil olmuş, bazan ses, söz, şekil diye orta kesim insanlarm anlayacağı dile çevrilmiştir. İnsanları bir kül halinde seven o büyük medyomlar doğrunun bildirilmesi emrini doğrunun ma’kesi olan «yıkanmış» vicdanlarında duyarken böylece meleklerle tanışmışlar, göklere çıkmışlar, «Bürak» lara binmişler, hattâ içlerinden birisi dünyevî alâkalarından sıyrılınca «Öz Doğru» ile sütre arkasından da olsa senli benli konuşmuştur. — (Tur dağmda Hz. Musa-hal’i na’leyn meselesi). Veliler ise kendilerinden asırlarca evvel gelen peygamberlere şuuraltında mülâki olmuşlar, maziye gittikleri kadar istikbale de gitmişler, kerametlerinin berakâtı ile etraflarına kardeş cemaatleri toplamışlardır. Biliyoruz: Peygamberlerden, velilerden, dâhilerden söz açtıkça bazı spiritlerin can sıkıntısı artacaktır. Çünkü onlar ifadelerindeki modern tâbir yaldızlarına kapılarak kendi medyomlarmın daha yüksek tebligat almış olmaları ile öğünürler. Fark etmezler ki medyomlarm kıymeti hem istiğraklarının manevî derinliğinde, hem o derinliklerden insanlarm heyeti umumiyesine şâmil olabilecek muaşeret kanunları, ahlâk düsturları çıkarmalarındadır. Hani bu kısım spirillerde eski devirlerin yüksek medyomları ayarında medyomlar? Hani bütün insanlar hakkında esas itibariyle tatbiki kabil cemiyet nizamları?... Evet ortada onların da bir felsefesi var. Fakat tatbikatı değil bu dünyada., tâbirlerince Spatyom, yani ahiret sakinleri üzerinde bile mümkün değil. Çünkü tabiat nizammm vicdana aksi değil. Çünkü şuuraltmm derinliklerinde tabiatın köklerinden süzülmemiş, sathındantoplanmış, hattâ sun’î olarak muhayelelere doğurtulmuş... İlerdegöreceğiz.Halen medyomlarm sayısı birçok kimseleri mevcudiyetlerinden şüpheye düşürecek kadar azalmıştır. Fakat tahkikatını tamamlayanlar indinde varlıkları muhakkaktır. Burada hakikî medyumlardan bahsediyor, medyom diye ortaya çıkan veya çıkarılan yalsıncılarla, telkin altında muhayeleleri fazla işleyen kimseleri nazarı itibara almıyoruz. Şimdiki medyomlarm sathîlikleri meydandadır. Bunlar bir türlü şuuraltmda esküer kadar derinleşemiyorlar. Çünkü yukarda da söylediğimiz gibi medyumluk kabiliyeti insanlarda gittikçe azalmaktadır. Bundan başka mevcut istidatlar mâneviyata rağbetsizlik hasebile lâyıkıyle işletilmediğinden medyomluk büsbütün körleniyor. Mamafih son harp felâketinin verdiği tedip dersi ile dünya tekrar mâneviyata dönmüşe benziyor. Bu gelip geçici bir heves veya modadan ibaret değil ise, medyomluk kendine kalan kabiliyetlerin hududu içind ihtmal tekrar parlayacaktır. Bu sözlermizden modem medyomlarm iktidarını çok küçülttüğümüz anlaşılmasm. Onlar eskilere makis olmamakla beraber normal insan kudretinin yine çok fevkine çıkabiliyorlar; Alelâde gözle görülemiyen şeyleri görüyorlar, uzak mesafedeki kimselerin fikirlerini okuyorlar, duygularını anlıyorlar. Hattâ bazan geleceği biliyorlar ve hastaları iyi ediyorlar... Zamanımız medyomlarının harikulâde işleri hakkında kari’e tahsilâtımızı başka yerlerde vereceğiz. O esasen bu hususta şimdiye kadar birçok şeyler okumuş, duymuştur. Bunların ekserisi mehaz branş kitabı ve mecmualarına, onlarda zatî müşahedelerine istinaden rivayet eden kimseler olarak ileri sürülen tanınmış doktor, hâkim, profesör gibi itimat telkin edici isimlere rağmen uydurmadır. Fakat hiç olmazsa birkaçı hakikaten vaki olan örneklere göre uydurulmuştur. Sonra bu kabilden hâdiselere bizzat şahit olmak veya şahit olan yalancılıktan uzak adamlara rastlamak mümkündür. Bu satırların muharriri münevver bir seyirci kitlesi önünde, müteaddit doktorların kontrolü altında boynunu bir metre kadar uzatarak boyun fıkralarının arasını on beş yirmi santim açan, karnım büyük bir davuldan daha fazla şişiren, kaburga kemiklerinin yerlerini değiştiren, herhangi bir askerî muayene heyetinden sakat raporu alabilecek şekilde ayaklarını, kollarmı çarpıtan, bütün mafsallarını çıkaran bir fakir ile nabzını tuttuğu kimselerin zihninden geçen şeyleri anlayarak istediklerini yapan bir macarı yakından tetkik etmiştir. Keza, îstanbulda Sarıgüzelde girdikleri kızgın fırında fırının tavanına doğru, sigara tutup yakan ve rahatça içen dervişlerin hikâyesini eski Şeyhül İslâm Musa Kâzım Efendiden (küçük oğlu, muahharan Samsun avukatlarından mektep arkadaşı Fikri ile aralarmda geçen bir münakaşada hakemliğinin rica edilmesi üzerine) bizzat dinlemiştir. Musa Kâzım Efendi Merhum monlalığında bir sabah medreseden çıkıp hamama giderken yolda o dervişler kafilesine rastlamış, sormuş, fuuruna girecekler cevabını almış, «her halde göz boyayacaklar» diye düşünerek peşlerine takılmış, fakat onlar firma girdikten sonra kendi de fırına elini sokunca kavrulmağa başladığını duyarak göz boyamadıklarını anlamıştır. «Boş değil bu işler, tetkike değer» sözü mumaileyhin bu ve emsali hâdiseler hakkındaki kanaati idi. kaynak:İshak L.Kuday - Spiritualizm (Ruh Alemi) |
#2
|
|||
|
|||
İttihad ve Terakki ricali arasında Musa Kâzım Efendi
kadar Şarkı ve Garbı iyi kavramış bir münevvere az tesadüf olur nur. Okuyucular içinde Rufaîlerin kalın şişelerle avuçlarını, avurtlarını deldiklerini, keskin bıçaklarla dillerini yardıklarını, kundakdaki çocukları çiğnediklerini ve sonra şişlerin, bıçaklarm çıktığı yerlerde hafif bir izden başka bir şey kalmadığını, çocukların ağır gövdeler altında hamur gibi yoğruldukları halde ezilip ölmek şöyle dursun «vık» bile demediklerini hatırlayanlar her halde eksik değildir. Aldanması ve aldatması müsteb’at, hakikaten tanınmış, ciddi ilim adamlarından Tibetdeki sihirbaz lamalara, Hindistandaki yoği ve fakirlere, Efganistandaki kem gözlü ciğerhorî şeyhlerine (*) dair birçok vak’alar işitilmiştir. İstanbuldaki Ayasofya Camii ile Hahiredeki Camiülezherde veya Medinei Münevveredeki Ravzai Mutahharada aynı öğünde namaza durduğu görülen müslüman müttekisinin veya İspanyada bir kilisede vazederken Romada Papanın cenaze merasimine iştirak eden papasın, yahut havrasından dışarı çıkmadığı halde cemaatından her birinin ne yaptığını, ne düşündüğünü bilen hahamın hikâyeleri boş değildir. «Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın» masadakınca suda yürüyenler, vasıtasız havada uçanlar, vücutlarmdan kendilerinin benzeri, benzemezi bir veya müteaddit vücut çıkaranlar, nefesle, el pasları, el sığazlamaları ile ağır hastalan ayağa kaldıranlar, hiç tutmadıkları halde masaları, iskemleleri, dolapları, sair ağır cisimleri oynatanlar .gedik açmadan duvarlardan geçenler, eşya geçirenler... velhasıl fevkalâde halleri ile muhitlerini hayrete, hattâ dehşete düşürenler saymakla tükenmez. Bunlar hokkabaz değil, medyomdur. Mamafih bazı hokkabazların medyomlarla yarış ettikleri görülmemiş değildir. Fakat bunların kısmen aynı şeyleri yapabilmeleri medyomların kaderini tenzil etmez, arttırır. Çünkü hokkabazlarm sun’î vasıtalarına mukabil onlarda yalnız ruh kuvveti vardır. îlim ve fen de onların «uyur» şuurla başardıklarını uyanık şuurla başarmağa çalışmaktan başka ne yapıyor ki... Sayın Dr. Mazhar Osman «Spiritizme Aleyhinde »adlı kitabında medyomluğu reddetmiyerek manyatizme, «keşfi fikir,» «hüddam celbi», «ayna bakıcılık» gibi işlerin bugün müsbet hâdiseler arasında sayıldığmı söyliyor ve bunları «Poligon» un, şuuraltının faaliyetiyle izah ediyor. İtirazı sadece spiritlerin ervahı müstekille telakkisine, hilekârlıklara, spiritizmenin Memleketimizde az veya yarım tahsilli kimseler arasmda meşgale mevzuu olmasmadır. Mumaileyhin fikrine göre etraflı malûmatla kendini teçhiz etmiyenlerin spiritizme ve emsali ile uğraşmaları gördükleri tezahürleri yanlış tefsir edeceklerinden tehlikelidir. Kendisi sekiz sene spiritizme ve okültizim ile uğraşmış, fakat bu işi tıbbiye talebesi iken değil, ruh hekimliği ihtisasım elde ettikten sonra yapmıştır. İlmî kanaati şudur; Tetkik edilebilen zamanımız medyomlarmda görülen haller biyolojik, yani hayatîdir. Hayattan ileri gelir. Dünyadan çekilmiş kimselerin, ölülerin, spiritlerin iddiası gibi, Dünyadaki insanlarla alâkadar olarak onlara masaları oynatmak, kapılara vurmak ilh ile haberler saldıkları ilmen isbat edilememiştir. Buna mukabil aksi sabit olmuştur, şöyle ki: Masaları oynatan, rapslar yapan, haberleri veren medyomlarm poliğonları, yani alt vicdanları, şuuraltlarıdır. Medyomlar poliğonlarmm icat ettiği rüyaları diğer insanlardan daha canlı olarak yaşarlar. Onları kendileri fark etmedikleri halde yine poliğonları marifetiyle masa haberlerine, kendiliğinden yazı yazan kalem yazılarına, irticalen söylenen sözlere - füân filân ruhlardan aldıkları tebligata ilh. tahvil ederler. Hattâ ayna bakıcılığında, hüddam celbinde olduğu gibi rüyalarmı, hayali hislerini bir aynaya, parlak bir satha, tırnağa, şeffaf bir cam kürreye aksettirebilenler vardır. Hem de sanılacağmdan fazla miktarda. On kişi dikkatini parlak bir satıh üzerinde toplarsa içlerinden biri evvelâ sathın kesif bir bulutla kaplanmasını müteakip orada hayaller, manzaralar, yazılar belirmeğe başladığını görür, sinema seyir eder gibi vak’alar seyir eder. Bunlar hep poliğonun uydurduğu vak’alardır. Medyomlar daha ileriye giderek meşhur medyom Helenin yaptığı gibi öldükten sonra yıldızlarda yerleşen insan ruhlarına misafirliğe gidebilirler. Fakat yıldızlarda veya ahiret oraları ise ahirette gördükleri yine alt vicdanlarının doğurduğu hallucinationlardan, hayali hislerden, oraları hakkında söyledikleri alt şahsiyetlerinin tertip ettiği romandan ibarettir. Helen yanlız Merihe gitmekle kalmamış, Merih lisanını da konuşmuş, lâkin konuştuğu dilin, Merih sakinlerinin Dünyadaki insanlardan çok müterakki olduklarını söylemesine rağmen, poligonu tarafmdan tahrif edilmiş düşük kaliteli bir fransızcadan başka bir şey olmadığı anlaşılmıştır. 1910 tarihinde yazılan, yalnız otomatik muhayyile medyomluğuna taallûk eden «Spiritizme Aleyhinde» ki kitaptan anlayabildiğimiz meal hülâsasını şimdilik bu kadarla keserek medyomralda görülen hallerden bazılarının diğer izahlarına geçiyoruz; ---------- Post added 25.12.19 at 23:45 ---------- 1 — Değajman izahı: Bu izah havası hamsesini fikir süratiyle istenilen yere tevcih eden, bir anda muhtelif mekânlarda görülen, müteaddit kılıklara giren medyomların haline taallûk eder. Medyomun ruhu muvakkat bir değajman, yani çıkma Ue uzaklara gidiyor, dolaşıyor, öğreniyor. Hafif maddeleri toplıyarak aynı şahsın veya başkasının fantomunu vücude getiriyor. 2 — Vibrasyon izahı: Tabiatde herşey kendine mahsus vibrasyonlar, titremelerle tezahür eder. Vibrasyonların dalga uzunlukları muhteliftir. Bu, sebepten birbirlerine karışmazlar. Medyomların duygu uzuvları bu ihtizazları alacak tarzda ayarlanmış veya doğrudan doğruya ruhları bu işe hazırlanmıştır. Binaenaleyh onlar kâinatta her varlıkla doğrudan doğruya, zaman ve mesafe haizi ehemmiyet bir faktör teşkil etmiyerek, temas haline gelebilirler. Başkalarının bilmediklerini bilmeleri böylece medyomlarda imkân dahiline girer. 3 — Ektoplazma izahı: Levitasyon, el dokundurmadan ağır cisimlerin kaldırılması, hafifçe tutulan kalemin kendiliğinden harekete gelerek yazı yazması gibi tezahüratta medyomun vücudundan bazan sis, bulut gibi, bazan jelâtine yakın kıvamda bir madde çıkar; karanlıkta fosforumsu donuk bir ziya neşreder. Bu madde medyomun üçüncü eli hükmündedir. Madam (Bisson) ile (Dr. Notzing) in (Eva) isimli medyumdan aldıkları parçasma nazaran ektoplazmanm esas terkibi tuz ve fosforiyeti potasyumdan ibarettir. Ektoplazma yeni bir keşif olmayıp çok eskidenberi malûmdur. Eski hristiyanlarda adı azizlik halesidir. Teozoflar ona «nuru marifet» derler ve onun kendilerinde zuhuru ile iftihar ederler. Ancak, nadir medyomlarda görülmesi onu henüz herkesin tanıdığı maddeler arasında saydırmamaktadır. İlerde ayrıca bahsedilecektir. Müsbet ilim bunlardan birinci izahı reddeder. İkincisinde mütereddittir. Üçüncüsünü ise, üzerinde Sir William Crookes, Richet, Geley, Crauford, Sir Oliver Lodge v.s. tanınmış fizik ve psikoloji âlimleri ehemmiyetle durduklarından kabule mütemayildir. Müsbet ilmin bir şeyi red ve inkârı spiritualistleri, metafizikçileri acaba ne dereceye kadar ilzam eder? Bu mesele, üzerinde cidden durulmağa lâyık bir meseledir. Müsbet ilim zarurî münasebet, kanun demektir. Binaenaleyh sarsılmaz. Fakat istinadgâhının sarsılmaması şartı ile. Müsbet ilmin, zarurî münasebetin,kanunun temeli beş duygumuzdur. Bu duygular insanı aldatır, hiç bir şeyi lâyıkı ile bildiremezse hakikat diye zahire, galata, tam bilgi, kanun diye noksanlığa bel bağlamış oluruz. Tecrübî, ekzakt bilginin kâinat hakkında bize söylediği hakikat hep beş duygumuza göredir. Acaba bunun dışmda hakikat yok mu? İşte meselenin can evi burasıdır. Fizikin madde ,cisim dediği varlık, sübjektif bir lemis Ve ziya duygusu kompleksinden, halitasından ibarettir. Sübjektiflik behemahal bir de objektifliği icap ettirir: Beş duyguya göre olan hakikatin bir de beş duygu dışmda nefsi hakikata göre hakikati olacaktır. O hakikata aklımızın ermemesi başka meseledir. Müsbet ilim beş duyguya dayanması hasebile nekadar ince teferruata girişirse girişsin daima sübjektif durumda kalarak beş duyguya göre hakikat sahasını terkedemez. Onun objektif hakikat, kanun dediği zarurî münasebet haddi zatinda asıl objektif değil, teker teker sübjektif den ibaret insanların müşterek beş duyguya müstenit umumî tecrübesi, kendilerinin ve atalarının kat’î fakat şahsî malûmatıdır. Yer yüzünde insanlar bilfarz basıradan mahrum olsalardı, bu günkü şekilde ziyaî bir yıldızlar âlemini tasvir eden bir kozmoğrafya, astronomi herhalde olmazdı. Müsbet ilmin varlığı beş duygunun varlığı ile kaimdir. Duygularımızın husufu nisbetinde ilmen kâinat ta husufa uğrar. Fakat hakikatte de uğrar mı?... İlme kalırsa buna hüküm etmemiz lâzımdır. Ancak, aklımız bunu kabul etmez ve bize der ki ilim duygu rıbkasından kurtulup hakikati objektif olarak seyir ve temaşa edemediğinden onun dediği ile kalma! Sübjektif kâinatın, meşhudat âleminin herhalde bir de öbür tarafı, objektif yüzü vardır. Buna katiyetle vardır diyoruz, çünkü mademki sübjektif tarafı, bize göre olan yüzü vardır. Havasa çarpmıyan bir varlık sırf teşhis edilemediği İÇİ^ inkâr edilemez Fizik varsa, metafizik te vardır. Dâvanın aksi olarak metafizik, maddenin öbür yakasındaki objektif yoksa, madde veya fizik te yoktur. Lâmise ve bâsıranın bulunmadığı dünya edvarında, yer yüzünde canlı varlık yokken, iş ilmin temeline kaldığı takdirde maddî kâinatı da inkâr etmek, ondaki varlıkları insan varlığı ile kaim bilmek lâzım gelecektir. Netekim Pozitivistlerden bir kısım bu mesleğe sülük etmiştir. Bu yola düşülünce objektif, hakikatte sübjektifden ibarettir, demek icap eder ki bu fikrin müdafaasında ileri sürülen haklılık iddiası bile bizatihi bizden, maddeden müstakil bir objektifin vücudünü iktiza ettirir. Mamafih ilim adamlarının objektif bir tabiat ve tabiat kanunları aslında objektif ve zarurî olmaya bilir. Yani sadece sübjektifden, bizlere göre vaki hâdiselerden, zarurî münasebetlerden, varlıklardan ibaret bulunabilir.Çünkü bun1ar yanlışa pek müsait olan havas ile idrak edilmişlerdir. Bu günün tabiat felsefesi artık eskisi gibi İlmî müşahedelerin önünde diz çökmüyor. Zira müsbet ilmin objektifi, asıl hakikati bulmakta aczine hükmetmiştir. O, hakikatin beş duygu dışmda, madde maverasında, madde fevkinde olması gerekdiği kanaatine varmıştır. O halde... o halde netice şudur: Müsbet ilme ondokuzuncu asır materyalistlerinin gözlüğü ile değil, Yirminci Asır atom âlimlerinin gözlüğü ile bakmak, onun aczini anlamak, ancak ilim adamı olmıyanların zihninde yer tutan namağlûp müsbet ilim imajinasyonuna bağlanıp kalmamak ve dolayısi ile mâneviyatı tezelden reddetmiyerek onu cedli mantıkî ile değil, hakikî felsefe ile desteklemek, böylece ne gözü kapalı imana, ne de gözü kapalı inkâra düşmiyerek orta yolu tutmak lâzımdır. Medyomların ekserisi, hatta zamanımız medyomlarınm hemen hepsi şuuraltı muhayyelelerinin icadını hakikî varlıklar sanmış olabilirler. Fakat bunların içinde, beş duygu dışına çıkamıyanların akıl erdiremiyecekleri bir yoldan asıl objektife, asıl hakikate erişenlerin mevcudiyeti kendi sözleri kadar dünyevî durumlarındaki fevkalâdeliklerle de sabittir. Binaenaleyh, bundan evvelki faslımızda medyomlar hakkında söylediğimiz bir sözü aynen burada da tekrarlıyarak şöyle diyeceğiz: Melekâtı akliyelerinin yerinde olması, hayallere kapılmadıkları, birsamlar görmedikleri anlaşılması ve ayrıca lâtife, şiir şeklinde bile olsa asla yalan söylemiyecek, kimseyi aldatmıyacak karakterde olduklarının temiz, lekesiz masabakları ile tebeyyün etmiş olması şartı ile medyomların sözlerine diğer insanların inanmamalarında makul, ciddî hiç bir sebep dermeyan edilemez... Zamanımızda bu şartları haiz bir tek medyom olmıyabilir. Fakat tarihde vardır. Peygamberler başda olmak üzere bir çok yüksek medyomlar akıl ve zekâ, hak ve hakikat sevgisi, insaniyet aşkı ile yer yüzüne nur saçmışiradır. İmdi: Ey muhterem okuyucu, inan! Hakikî yüksek medyomları insaniyet camiası içinde seni de düşündükleri için muhterem tut! Bil ki dedelerinin mukaddes bildikleri, hiç bir muakis tezle yıkılmamıştır. Ona mukabil materyalizm bu gün artık tamamen göçmüş, müsbet ilim atom içine göz atınca maneviyatı karşısında bularak şaşırmıştır. Fikir hürriyetini akide bağlarından kurtulup itikadsız, idealsiz yaşamaktan ibaret sananlara acı! Çünkü onlar bedbahtlıklarının derecesini takdir edemiyen bedbahtlardır. Şayet böyleleri sana «çocukluğunda edindiğin boş zanları zihninde büyüterek büyümüşsün» derlerse hoş gör! Çünkü artık kimin zannınm boş olduğu anlaşılmıştır. Müsamahan, sabru tahammülün, güzel geçim ve hareketin ile sen onları yenecek, seni metin, kuvvetli, sarsılmazkılan mâneviyatına nihayet onları hayran ve ram edeceksin! îman kuvvet, mâneviyat muvaffakiyettir. îneın ki seni, aileni, milletini ve bütün beşeriyeti kurtaracak odur. îmanların incelmesi, tafsil edilmesi ve neticede birleşmesi tenevvür işidir. Bütün büyük dinler, bütün büyük idealler aynı ahlâk prensiplerini geçer etmeği şiar edinmişiredir. Roma, Kabe, bir; yollar muhtelifdir. Kendine göre en kısasını, düzgününü seçmek senin elindedir. Bunu yap; fakat yaparken başka yolların yolcularına tariz etme. Çünkü hepinizin gayesi birdir. Şimdilik yalnız inan ve yer yüzünde tek dinin, tek idealin hâkimiyetini kaba kuvvetten değil, sulh içinde tenvir ve irşattan bekle! Zor muvaffak olsaydı yer yüzünde çoktan tek fikir hüküm sürerdi. însan ruhu zorbalardan nefret eder. Buna da inan, bunu da imanın bil!... îmanın kıymeti hakkında bundan ötesini ((Artık înanınız» başlıklı faslımızla (Norman Vincent Peale) e bırakarak mühim yerlerini ilerde tafsil etmek üzere medyumluğun mahiyeti ve nevileri bahsine burada son veriyoruz. N. V. Peale, New York City Marbie Kilisesi pastörüdür, ilerde bir spiritualistdir. Ehemmiyetle üzerinde durulmasını herkese tavsiye ettiğimiz «(Artık İnanınız» başlıklı yazısı hakkında bir müslümana karşı diyebilleceğimiz şudur: Çan sesidir, (Üç) der deyip geçme! Ezanı kulağın duymuyorsa o sana (Tek) Tanrıyı hatırlatabilir. -KUTAY |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
imânın Mahiyeti Nedir? | mgunes27 | islam & islami Konular | 0 | 15.05.21 15:38 |
Spiritualizm'in Mahiyeti... #1 | Celil | Parapsikoloji & Spiritüalizm | 0 | 25.12.19 22:41 |
Mendeli zati nevileri | madlen | Vefk & Tılsım | 5 | 24.05.19 12:46 |
Cennet nevileri ve mertebeleri | Havasokulu | islam & islami Konular | 3 | 12.12.18 00:04 |
mahiyeti bilinmeyen hastalık lar için | grafiker | Rukye ve Tedavi | 8 | 04.09.18 11:02 |