Bakara Suresi Açıklamalı Tefsiri - Sayfa 3 - Havas Okulu
 

Go Back   Havas Okulu > islam & Tasavvuf > Kuran-ı Kerim > Kuran-ı Kerim Tefsiri

Acil işlemleriniz için instagram: @HavasOkulu
Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
  #21  
Alt 03.07.18, 13:05
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Hz. Musa'nın asâsı ne idi ve ne kadardı? Sonra bu taş belli ve bilinen bir taş mı idi? Fahruddîn Razî, tefsirinde der ki: Asâ'nın herhangi bir ağaçtan veya cennetin mersin ağacından olduğu ve boyu on arşın ve başı iki çatallı bulunduğu; söz konusu taşın Tur'dan getirilmiş veya asâ ile beraber Hz. Şuayb'den alınmış, şöyle veya böyle özellikli veya kutsal bir taş olduğu hakkında muhtelif rivayetler var ise de bu konuda mütevatir ve kesin bir nass olmadığından, bunun detaylarına girmekten sakınmak ve susmak, "hakikatını Allah bilir" deyip işi Allah'a havale etmek gerekir. Çünkü amelle ilgili bir konuda ahad haber ve zann ile amel etmek vacip olursa da, amelî olmayan ve sırf ilmî ve itikadî özellik taşıyan bir hususta kesin nass lazımdır. Halbuki söz konusu asâ ile taşın tafsilatını bilmek de bizim için amelî bir vazife olmadığı gibi, bu konuda kesin bir nass da yoktur. Şu halde tafsilatına girmektense sükût etmek herhalde en doğru olandır. ilh...

Asânın ve taşın hakikatlerini tayin ile meşgul olmaksızın âyetten şunu anlarız ki; Cenab-ı Hak, burada hayatın mayası büyük bir dünya nimetiyle, hidayet sermayesi olan büyük bir rahmanî mucizeyi anmış ve hatırlatmıştır. Hz. Musa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak'tan su diliyor, yağmur duasına çıkıyor. Cenab-ı Allah da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük harikulâde bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları'nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilahî inayetine açık bir belge bahşediyor. Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân ile taşa vur!" diyor. Demek ki, o sırada Hz. Musa, farzedelim bu ilahî emre derhal uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?" gibi aklî ve indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu nimet tecellî etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de boşa çıkacaktı. O halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük nimetin o sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya kadir olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir manevî sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi sebep olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. İlham olunan maddi sebebin teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular fışkırıyor. Böylece hidayet bürhanı tamamiyle tecellî ediyor. Bunu da "yiyin, için, fesat çıkarmayın" irşad ve ikazı takip ediyor.

Hakikaten Allah, bir şeyi murad edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyle kavrayamaz. Bunun için açıklamanın esas faydası, asâ ile taşın özelliklerini anlatmakta değil, olayın akışındaki incelikleri idrak etmektedir. Hazreti Musa gibi bir şanlı peygamberin asâsında, bu çeşit fışkırmalara sebep olabilecek her türlü mekanik kuvveti tasavvur ve tahmin etmek mümkündür. Ayrıca Hak Teâlâ'nın nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî sebeplerin birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe düşmeli, ne de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ'ya yürekten ve ihlas ile dua etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en büyük semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve rahmanî ilhamlardan istifade ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır. İyi düşünülürse fen alanında bile en büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi çarpan bir ilahî telkînin eseridir. Bunu hayırda kullanan hayra, kötülükte kullanan kötülüğe ulaşır.

Dokuzuncusu:

Meâl-i Şerifi

61- Hani bir zamanlar, "Ey Musa, biz tek çeşit yemeğe asla katlanamayacağız, yeter artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, kabağından, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın." dediniz. O da size "O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya konaklayın o vakit istediğiniz elbette olacaktır." dedi. Üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu ve nihayet Allah'dan bir gazaba uğradılar. Evet öyle oldu, çünkü Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar ve haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Evet öyle oldu, çünkü isyana dalıyorlar ve aşırı gidiyorlardı.

61- Ve hani siz, verilen nimetlerin kadrini bilmeyerek, şükrü ve itaatı bir yana bırakarak, terbiyesizlik edip de demiştiniz ki; ey Musa! biz tek çeşit yemeğe artık katiyyen katlanamayacağız. Yeter artık, her gün bıldırcın eti ve kudret helvası yemekten bıktık, usandık, binaenaleyh Rabbine dua et de bize toprağın bitirdiği şeylerden; yetiştirdiği sebzelerden, kabak, hıyar, sarmısak, mercimek ve soğanından çıkarıversin. Gerçi tekdüzeliğin, insan istekleri üzerinde az çok sıkıcı bir tesiri vardır. Ve buna karşı çeşitlilik isteğinde bulunmakta esasen bir günah da yoktur. Fakat bunu yaparken, bir taraftan eldeki nimetin yokluğu zamanında çekilen acıları unutmamak, diğer taraftan da yüce bir ruh haliyle ve temiz bir kalble hareket edip şükrü artırmak ve daha önemlisi, bedenin istek ve ihtiyaçlarına kapılıp edep ve terbiye dışına çıkmadan hareket etmek icap eder. Onların da "Rabbimize dua et" diyecek yerde, edepsizce "Rabbine dua et" diye imansızlık eseri göstermemeleri gerekirdi. İsrailoğulları'nın bu isteğinde, şüphesiz göçebelikten kurtulup, yerleşik hayata, şehir hayatına geçmek arzusu vardı. Fakat bu arzu, eğitim, ilim ve ibadet gibi yüksek bir maksat ve hedefe değil, bıldırcın ve kudret helvası yerine soğan ve sarmısak yiyebilmek için bayağı bir maksada dayanıyordu. Bunda da vaktiyle Mısır'da yaşadıkları sefil hayata istek ve adeta hasret gibi bir maksat yatıyordu ki, bu da hürriyetin kadrini takdir edemeyip, köleliğe talip olmak demekti. Bundan dolayı Hz. Musa cevaben şöyle dedi: siz üstün ve hayırlı bir nimeti daha aşağı bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise haydi bir şehre veya bir kasabaya ininiz, oraya konunuz, o vakit size istediğiniz vardır. Bu cevap, bir taraftan isteklerinin çabuklaşmasına sebep olacak şeyi göstermekte, ve nimete gidecek yolu bildirmekte, diğer taraftan da yaptıkları kötü tercihin akıbetinde uğrayacakları fenalığı ifade etmektedir.

Mısır: Hem özel isim, hem de cins ismi olarak kullanılır. Özel isim olduğu zaman gayrı munsarif olur; cerr ve tenvin kabul etmez. Fakat üç harfli olduğu ve ortası da sakin olduğu için Nûh, Lût, gibi munsarif olması da caizdir. Cins ismi olduğu zaman genel olarak kasaba anlamına gelir. Nitekim cuma namazının şartlarından birisi de mısırdır, deriz. Bu âyetde her iki anlamiyle de tefsir edilmiştir. Lakin İsrailoğulları'nın, Mısır'dan çıkışından sonra bir daha geri dönmeleri vaki olmadığı için tefsirciler bunu cins ismi olarak, Arz-ı Mukaddes'teki kasabalardan herhangi birine hamletmişlerdir. Gerçek anlamda Mısır diye anlaşıldığı takdirde bu emir sırf bir kınama ve azarlama emri olur. Yani "Mısır'a geri döner de oraya yerleşirseniz, orada bol bol soğan ve sarmısak yersiniz, belanızı da bulursunuz!" anlamına bir azarlama sözü olur. Bununla beraber ikinci takdirde, yani herhangi bir kasabaya yerleşme anlamına alındığında dahi azarlamaya yönelik bir îmâ söz konusudur. Bunun için karye veya belde (köy veya şehir) denilmeyip "mısır" denilmiştir. Demek oluyor ki, İsrailoğulları, böyle sırf soğan ve sarmısak yemek için Mısır'daki esareti andırır bir zillet haline taraftar olmuş oldular. Acaba akibetleri ne oldu? Bu noktaya gelince, Cenab-ı Hak, onları yine muhatap tutma şerefinden mahrum ederek, bir istinaf cümlesi ile buyuruyor ki üzerlerine zillet ve meskenet damgası vuruldu. aşağılandılar, hakarete uğradılar, ağır vergilere, fakirliğe ve ezikliğe mahkum oldular. ve nihayet Allah'tan bir gazaba uğradılar, müstehak oldular da devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp perişan oldular. Fâtiha sûresinde zikrolunan "kendilerine gazab edilenler"den oldular. Bu baskı, bu gazap, yani bu kötü akibet işte şunun için idi ki: onlar, Allah'ın bu kadar açık seçik âyet ve delillerini inkâr ediyor, kâfirlikte direnip, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Hz. Şa'yâ, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya gibi nebileri şehit etmişlerdi. Yine şundan dolayı idi ki; onlar isyanı alışkanlık haline getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı. Halbuki, küçük günahlarda ısrar büyük günaha, büyük günahlarda ısrar da küfre götürür. Küfür ise her türlü kötülüğü yaptırır.

Nebiy: Nebe'den türeyen bu kelimenin aslı nebi'dir ki; Allah Teâlâ'dan vahiy ile haber getiren demektir. Ve tam olarak peygamber karşılığıdır. Çoğulu "enbiya" ve "nebiyyîn" olarak gelir. Nâfi' kırâetinde aslı üzere (hemze ile) nebîîn okunur. Nebiy, resulden daha genel anlam taşır: Her resul nebîdir, fakat her nebî resul değildir. Bununla beraber Kur'ân'-ı Kerîm'de birbirinin yerine kullanıldığı da olmuştur. Enbiyanın öldürülmesi, haksız yere yani Allah'ın koyduğu hükmün aksine katledilmeleri, bunun zaten Allah'ın hükmüne aykırılığı âşikâr olduğu halde, ayrıca açıkça ifade edilmesi, bilerek yaptıkları bu kötülükleri nass ile hükme bağlamak ve ne kadar ileri gittiklerine işaret etmek içindir. Burada, bunların Peygamber Efendimiz'e karşı giriştikleri sûikastlara da işaret buyurulmuş oluyor.

Bu gazaptan sonra acaba bunlar için hiçbir kurtuluş imkanı yok mudur? Buna cevap olarak buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

62- Şüphe yok ki, iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiîler, bunlardan her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerse elbette Rabbleri katında bunların ecirleri vardır, bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olacak değillerdir.

62- İslâmiyet'e zahirde iman etmiş olanlar, yani, Muhammed dinini dilleriyle ikrar ettiklerinden dolayı insanlar arasında müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup olan yahudiler, İsa dinine mensup hıristiyanlar, bu üç dinin dışındaki dinlerden olanlar yani onlardan her kim, Allah'a ve ahiret gününe, bu sûrenin başında beyan buyurulduğu üzere, gerçekten dış görünüşleriyle ve içyüzleriyle iman eder ve bu imana yaraşır şekilde iyi bir iş yaparsa şüphesiz bunların Rableri katında ecir ve mükafatları vardır. bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun da olacak değillerdir, yani, yapılan inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında değildir.

İnsanlar Âdem'in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenab-ı Allah kendilerine "Eğer Ben'den size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? İşte Âdem'in tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır. Şu halde yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden iman ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar. Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve müslüman sayılmak yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez. O imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani son nefeste iman ve güzel amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır.

Bu sûrenin baş tarafında "İşte onlar Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve gerçekten kurtuluşa erenler de ancak onlardır." (Bakara, 2/5) müjdesinin kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda "Sana indirilene ve senden önce indirilene inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır. Bunun için ahirete iman ve gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed'e (s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde cümlesiyle beyan buyurulan gerçek imanın Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi lazım geldiğinde hiç şüphe yoktur. Zaten bu âyetin bilhassa bu noktadan İsrailoğulları'na hitap şeklinde bir icmal olup, bütün bu açıklamaların İslâm dinine davet sadedinde ve "Sizin yanınızda bulunan kitabı doğrulayan bu kitaba (Kur'ân'a) iman edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!" (Bakara, 2/41) ilâhî emrini desteklemek için gelmiş olduğunda şüpheye yer yoktur. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve iyi amel işleyenler bile Tevrat ve İncil hükmünce geleceğin büyük peygamberine iman ile mükellef idiler, buna işaret olmak üzere "Ahdimi yerine getirin." (Bakara, 2/40) buyurulmuştu. Böyle iken Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkan kalır mı? Allah'a ve hesap gününe imanı bulunan ve bu iman ile mütenasip salih amel işleyecek olan kimselerin Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr etmelerine imkan tasavvur olunabilir mi? Tarih sayfalarının şahitliğinde Hz. Muhammed'in peygamberliğinden daha açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır? Şu halde gökyüzündeki yıldızlardan bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edenlerin Allah'a karşı imanlarında ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek gerçekle bağdaşmayan bir çelişki teşkil eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu âyette iman, biri insanlara nazaran zahirî, diğeri Allah katında geçerli, hakikî iman olmak üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce "iman edenler" sözü, yahudilere, hıristiyanlara ve sâbiilere mukabil tutulmuştur. Demek ki, bu üçü, Kur'ân'ın sözkonusu ettiği imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber zahirî iman sahipleri bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil iman ve salih amel şartına bağlı gösterilmiştir. Demek ki, gerek zahirî mü'min olan müslümanlar, gerek müslümanların dışında kalan yahudi, hıristiyan, sâbiî vs. Kur'ân'da yer aldığı şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte ve içyüzüyle cidden iman eder ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse o zaman "Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar." ifadesinin sırrına mazhar olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve hidayetiyle bütün insanlara açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur. Bu âyetten nihayet şu sonuca geliriz ki, İslâm dininin hakim olduğu müslüman toplumun teşekkülü için İman-ı Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî bir ikrar ile dahi gerçekleşmesi sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya ait nokta-i nazarlarla bir siyasî anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdî veya ictimaî (sosyal) anlamda gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil iman ve salih amel sahiplerine vaad olunmuştur. Çünkü toplumun temel direği ve nizamın esas dayanağı bunlardır. İşte İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret için vaad ettiği selamet ve saadetin sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir. Şu halde kâmil iman ve salih amel erbabının bilgi ve amel feyizlerinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle müslüman bulunan bir İslâm toplumunun "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." ilâhî va'dine mazhar olması sözkonusu değildir. Allah'a imanı olmayanlar, hakkı yerine getiremezler, ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler. Herkesin yalnızca kendi nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası "Kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı günden korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile tasvir edilen kıyamet gününün bir benzeridir.

Yahudi: Arapça'da (hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi olmak mânâsına da gelir. Deniliyor ki, Araplar arasında bunlara Yahudi denilmesi, ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri dolayısıyladır, yahut da "Yahûza" isminin Arapça söylenişi sebebi iledir. Yahûza ise Hz. Ya'kub'un on iki evladının en büyüğünün ismidir. Buna göre; Yahudî, İsrailoğulları'nın on iki boyundan birincisinin adı olması gerekirken, öneminden dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu demektir ki, "Yahûd" cins ismi olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında "Yahudî" denilir ki, o kavme mensup olan kişi demektir.


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #22  
Alt 03.07.18, 13:06
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Nasârâ: "Nasrânî" kelimesinin cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre; tekil (müfred)i "nasran"dır ve sonuna mensubiyet "ya"sı geldiği zaman Ahmedî gibi mübalağa anlamı ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine bu ismi vermişlerdir ki, bu da üç ayrı sebebe bağlı olarak beyan ediliyor:

1- Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği), "Nasıra" köyüne nisbettir. İbnü Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu görüştedirler.

2- Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması, yani birbirlerine yardımcı olmaları yüzünden bu adı almışlardır.

3- Hz. İsa, havarîlerine "Allah'a giden yolda bana yardım edecek kimdir?" (Âl-i İmrân, 3/52) buyurmuş, onlar da "Allah'ın yardımcıları biziz." (Âl-i İmrân, 3/52) diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır.

"Nasrânî" Grekçe'ye "hıristiyan" diye tercüme edilmiştir ki, "Hristos"a nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz ediyorlar. Hıristos, halaskâr, fidye-i necat (can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran "müncî" diye açıklandığına göre "Nasrânî" bunun Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî" hıristiyan, "nasârâ" da hıristiyanlar demek olur.

Sâbiîn: Yahut "sâbîe" hakkında da çeşitli görüşler vardır. Evvelâ lügat bakımından denilir ki, "filan adam dininden çıktı, filan dine girdi." demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e diyorlardı. Çünkü eski dinlerine aykırı yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar doğuş yerlerinden çıkıp yükseldikleri zaman denilir. Binaenaleyh gerçek lügat anlamı itibariyle ve karşılık karinesiyle "Sâbiîn" izafî bir anlam taşıdığından, İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensuplarına şâmil olur. Bununla beraber geleneksel bir deyim olarak daha özel ve dar anlamlarda da kullanılmıştır.

1- Katade'nin açıkladığı şekilde bunlar, meleklere tapan bir taifedir.

2- Yıldızlara tapan bir taife oldukları da tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn Râzî, akla yakın olan budur, der. Ve bunların başlıca iki görüşleri vardır: Birincisi; derler ki, "Âlemin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah, yıldızlara saygıyı ve bunların ibadet için kıble yapılmasını emretmiştir." İkinci iddiaları ise şudur: "Allah Teâlâ, burçları ve yıldızları yaratmıştır. Fakat bu âlemdeki hayır ve şerri, sağlığı ve hastalığı meydana getiren, canlıları yöneten ve yönlendiren yıldızlardır. Şu halde bu dünyanın, bir anlamda Rabbi onlardır ve insanların onlara saygı ve ta'zim göstermeleri vaciptir. Çünkü onlar da Allah Teâlâ'ya ibadet ederler ve insanlara aracı olurlar." derler. Bu mezhep, Gildânîlere mensup olanların görüşüdür ki, Hz. İbrahim bunları red ve iptal için peygamber olarak gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve bazı rivayetlerde Hz. İdris'e nisbet iddiasında bulundukları da söylenir. Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır. Maide sûresinde bununla ilgili açıklama gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69).

Onuncusu:

Meâl-i Şerifi

63- Hani bir zamanlar sizden mîsak (sağlam bir söz) almıştık, Tur'u üstünüze kaldırıp demiştik ki; size verdiğimiz kitaba kuvvetle tutunun ve içindekilerden gafil olmayın, gerek ki, korunursunuz.

64- Sonra verdiğiniz sözün arkasından yüz çevirdiniz, eğer üzerinizde Allah'ın lütfu ve rahmeti olmasa idi herhalde zarara uğrayanlardan olurdunuz.

65- İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara "sefil maymunlar olun!" dedik.

66- Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.

63-Burada İsrailoğulları'nın Hz. Musa devrinde millî varlıklarının ilk teşekkülüne ve dinî geleneklerinin tarihî akışına ait bazı ihtarlar vardır.

Tûr: Arapça'da genel olarak "dağ" mânâsına gelir. Süryanî dilinde dahi böyle olduğu zikrolunuyor. Bazıları da bitki örtüsüyle kaplı olan dağ demek olduğunu söylemişler. Tûr-i Sîna da Hz. Musa'nın vahye mazhar olduğu dağın özel ismidir. Buradaki Tûr her üç mânâ ile tefsir edilmiş ise de burada açık olan ahit ve misaktır ki, o da Tûr-i Sina'dır. İsrailoğulları'ndan söz konusu mîsak alındığı zaman, onların, o dağın dibinde bulundukları söyleniyor. Bununla ilgili olarak başka rivayetlere de yer veriliyor. Bununla beraber bu mîsak ile ta başlangıçta Mısır'da İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya biatlarını anlamak da mümkündür. Bu takdirde Tûr'un manevî yüceliği ile kıymetine işaret edilmiş ve onlar Kızıldeniz'i geçip esaretten kurtulduktan sonra devam eden vahiylerle onun yüceliği tekrar belirtilmiş olur. Bu suretle 'daki vav harfi, Abdullah İbnü Abbas'dan rivayet edildiği üzere atf için olarak, her ikisini de beyan etmiş olur. Vav-ı hâliye olması rivayetine göre ise yalnızca sonraki mîsakı ifade eder.

Ve hani sizin mîsakınızı almış, yani Hz. Musa'ya sağlam bir ahd ile bağlı kalacağınıza, verdiğimiz kitabın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınacağınıza dair olan mîsakı size teklif etmiş, ve Tûr'u, o mübarek dağı başınıza iniverecek gibi bir vaziyette üstünüze kaldırıp size verdiğimizi kuvvetle, kemâl-i ciddiyet ve samimiyetle tutunuz, içindeki mânâ ve kapsamı belleyip düşününüz bu sayede belki sakınır korunursunuz, her iki dünya hayatında korunmuşlardan olursunuz, demiştik. Ve bu sûretle sizden sağlam bir söz almıştık.

64- Sonra siz bunun arkasından yine yüz çevirdiniz, verdiğiniz sözde durmadınız, onu kuvvetle tutmadınız, kitabın içindeki emir ve yasaklara uymayı ihmal ettiniz. O derecede ki, üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti sizi koruyor olmasa idi ve size tekrar tekrar peygamberler göndermeseydi büsbütün zarar içinde kalırdınız, kendinize ve nesillerinize çok zarar vermiş olurdunuz. "Biz ne yaptık ki?" diyeceksiniz. Yaptıklarınızın bazıları size yukarıda hatırlatılmıştı, burada şimdi şu kadarını söyleyelim ki: Sebt, yani Cumartesi günü mânâsına isim olduğu gibi, bu güne saygı gösterme, onda dünya işi yapmayıp, yalnızca ibadet etme mânâsına masdar da olur.

65-İşte burada böyledir; siz herhalde içinizden Cumartesi gününe saygı gösterme hususundaki dinî yasakları çiğneyenleri bilirsiniz. A'râf sûresinde "Onlara deniz kıyısında bulunan o kasaba halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi günü yasağına saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı, balıklar da onlara o gün akın akın geliyorlardı..." (A'râf, 7/163) âyetinde açıklandığı üzere, deniz kıyısında bulunan bir kasabada Cumartesi günü yasağına saygı göstermeyip, dinin koyduğu kuralı hiçe saymışlardı da Biz de onlara "Maymun olun, sürünün!" dedik

66- ve bu hadiseyi hem o zaman hazır olanlara, hem de arkadan geleceklere bir ibret-i müessire (tesirli ibret), etkili bir gözdağı yaptık, korunacaklara da unutulmayacak bir öğüt, bir mev'iza kıldık. Onlar verdikleri sözde durmadılar. Ahde vefa etmek, insanlık borcu ve gereği iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple insanlığın gereklerinden olan ilim ve idrak, marifet ve iz'andan mahrum edilerek maymun kılıklı, sefil, boynu bükük ve sürünen kimseler oldular, ki, buna "mesh" tabir olunur. Bunlar dış görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa dış görünüşüyle insan şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları itibariyle manen maymun gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Tefsircilerden pek çoğu, âyetin lafzına ve dış yüzüne nazaran tam ve gerçek mesih (suret değişikliği) olduğunu söylemişlerdir. Fakat Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsirciler, bu hükmün temsilî olduğunu, şu halde meshin manevî olması gerektiğini savunmuşlardır. Ki, zamanımızın anlayışına bu daha uygun görünmektedir. Gerçi hakikate nazaran, suretçe değişiklik manevi değişmeden daha müşkil ve daha mühim değildir. İnsanlık şiarlarının söndüğü bir bedenin dış yüzüyle dahi maymun suretini alıvermesi, iyi düşünülürse, hemen hemen normal bile görülebilir. Allah korusun çeşitli kötü hastalıklar ile kılığını değiştirmiş nice bedenlere tesadüf edilegelmiştir. Fakat hayvan şekilleri içinden bilhassa maymun suretinin zikredilmesi herhalde manevi meshin ehemmiyetine bir karine gibidir. Aslında insan ile maymun arasındaki gerçek fark, yalnızca bir kıl, bir kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve ahlâk farkıdır. Maymunun bütün hüneri taklit hissinin gelişmişliğindedir. İnsanın yaptığı hareketleri gören maymun onu derhal taklit eder. Bu taklit özelliği, birçoklarının nazarında maymunu insana adeta yaklaştırır. Halbuki maymunun önünde günlerce ateş yakınız, soğuk günlerde karşısında ısınmayı gösteriniz, sonra onu alıp bir kıra götürünüz, yanına kibrit, çıra, odun, kömür koyunuz, o yine de üşüdüğü zaman bunları bir araya getirip bir ateş yakamaz ve ısınmayı başaramaz. Bu kadarcık bile mantık ilişkisi gösteremez. Artık bunun üzerine terettüp edecek diğer aklî işlemlerin derecesini tasavvur ediniz. İşte manevi dünyası meshe uğramış olan insanlar da böyledir: Onlar kör bir taklitten başka birşey yapamaz ve hayvanî duygularından öteye geçemezler. Bir bakıma insan gibi görünürler, hakikatte ise maymundan başka birşey değildirler. Fındığı kırar yerler de bir fındık ağacı dikmeyi akıl edemezler, (Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179).

Onbirinci hatırlatmada, bu sûrenin bu ismi almasına sebep olan "Bakara" kıssasına geliyoruz. Fakat bu hatırlatma sadece İsrailoğulları'na mahsus bir hitap şeklinde değil, genel anlamda bir hatırlatma olarak ifade buyurulmuştur. Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

67- Hani bir zamanlar Musa kavmine demişti ki Allah, size bir bakara (sığır) boğazlamanızı emrediyor. Onlar da "ayol sen bizimle eğleniyor, alay mı ediyorsun?" dediler. Musa da: "Böyle cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım." dedi.

68- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, her ne ise onu bize açıklasın." dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o ne pek yaşlı, ne de pek taze, ikisi arası dinç bir sığırdır, haydi emrolunduğunuz işi yapınız." dedi.

69- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, rengi ne ise onu bize açıklasın." dediler. Musa, "Rabbim buyuruyor ki, o, bakanlara sürur veren, sapsarı bir sığırdır." dedi.

70- Onlar, "Bizim için Rabbine dua et, o nedir bize iyice açıklasın, çünkü o bize biraz karışık geldi, bununla beraber Allah dilerse onu elbette buluruz." dediler.

71- Musa, "Rabbim buyuruyor ki o, ne çifte koşulup tarla süren, ne de ekin sulayan, ne de salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır". Onlar da: "İşte tam şimdi gerçeği ortaya koydun." dediler. Nihayet onu bulup boğazladılar. Az kaldı yapmayacaklardı.

67-BAKARA, "bakar"ın müennesi veya müfredidir. "Bakar" manda cinsine de şâmil olmak üzere sığır cinsinin genel ismidir. Buna göre, "bakare" erkek veya dişi sığır, yani bir inek veya bir öküz, bir düve veya bir tosun veyahut bir manda olabilir. Bunun erkeğine bâkır, bakîr, beykur, bâkur dahi denilir. "Bakr" yarmak anlamına geldiğinden, bu hayvan da çift sürüp toprağı yarmak için kullanıldığından bu ismi almıştır.

Ve hani Musa, kavmine hitaben "Allah size bir bakara kurban etmenizi emrediyor." demişti de buna karşı kavmi, ona, Çok tuhaf, sen bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. Acaba neden böyle demişlerdi? Deniliyor ki, Allah'ın bakara kesmeyi emretmesini akılları almadı. Buna bir sebep bulamadılar, bir ilişki kuramadılar, bunu acayip buldular. Biz bundan şunu anlıyoruz ki, Samirî'nin icat ettiği buzağı olayı da bunun açıkça ipuçlarını verdiği gibi, Musa kavmi, o zamana kadar bakarayı mukaddes bir hayvan görüyor ve öyle kabul ediyorlardı. Bundan dolayı bakaranın kurban edilmesini, edilebilmesini tasavvur bile edemiyorlar, bunu akılları almıyordu. Böyle olması ise bu emrin onlara henüz Mısır'da iken ve Hz. Musa'nın peygamberliğinin ilk zamanlarında verilmiş olmasına işaret eder. Firavun kavmi olan putperest Mısırlıların Apis öküzüne taptıkları ve boğanın, bunların en yüksek mabutlarını temsil ettiği, tarihî rivayetlerden olduğuna göre, sığır kurban etmek, o zaman İsrailoğulları üzerinde şiddetle hakim olan Firavun kavminin taptığı tanrıları boğazlamak demek olacağı için, İsrailoğulları açısından Mısır'da iken, bir ihtilal anlamı taşıyan böyle müthiş bir emir, elbette kolayca yerine getirilebilecek bir emir ve tasavvuru mümkün bir iş değildi. Mısır'dan çıktıktan sonra bile yine bu buzağı meselesinin dinden sapma ve dalalete alet edilmesinden anlaşılıyor ki, Musa kavmi henüz sığır kesilmesini içine sindiremeyecek bundan memnun olmayacak, bunun Allah tarafından bir hayır vesilesi olduğunu kolaylıkla anlayamayacak bir durumda bulunuyordu. Şu halde bu zihniyeti ıslah etmeye yönelik ve netice itibariyle ölünün yeniden dirilmesine bir misal vererek fitneyi def edecek olan bu sığır kurban edilmesi emrini duydukları zaman Hz. Musa'ya karşı, "Böyle şey mi olur, sen bizimle eğleniyor musun?" diye durumu tuhaf karşıladılar, ona inanamadılar. Hz. Musa da bunlara "Ben, böyle insanlarla alay eden cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım." dedi. Kendisinin yalnızca ilahî emirleri tebliğ ettiğini ve bu tebliğin cahilane bir tebliğ olmadığını anlatmak istedi.

68-Görüldüğü gibi bu emirde genel olarak herhangi bir sığır kesilmesi teklif edilmişti. Aslında derhal o emre uyup rastgele bir sığır kesiverselerdi emir yerine gelmiş ve maksat hasıl olmuş olacaktı. Fakat onlar önceki hayretlerine karşılık tebliğin ciddiyetini farkedince aralarında işi büyüttüler, birbirleriyle müşavere ederek, kendi gönüllerinden nadir bulunur çok özel bir bakare tasavvur ettiler. Bunun üzerine akılları sıra kurnazca davranıp Hz. Musa'yı imtihan etmek istediler de dediler ki; Rabbine bizim için dua et, bize onun ne olduğunu, mahiyetini beyan etsin. mahiyetten, yani cinsin hakikatinden sorudur. Demek ki, bunlar herşeyden önce o bakarenin hakikat mi, yoksa mecaz mı olduğunu anlamak istiyorlardı. Buna karşılık gerçek bir bakara olduğu anlaşıldığından onun özellikleri şu suretle beyan buyuruldu: Musa dedi ki; Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: o bir bakaradır ki; ne pek yaşlı, farımış, ne de pek taze, bâkir ikisi ortası, tam güçlü, kuvvetli bir dinç, şimdi emrolunduğunuz şeyi hemen yapınız.

69-Bunun üzerine yine emri yerine getirmeye yanaşmadılar, bizim için Rabbine dua et, o bakaranın rengi nedir, bize onu beyan ediversin dediler. Musa dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: o, öyle sarı bir bakaradır ki, rengi artık sarının en parlağı, en halisi, bakanlara sürur ve neşe verecek, gözünü ve gönlünü açacak derecede güzel ve sevimlisi.

70-Bu açıklamaya dahi kanaat getirmediler de dediler ki; bizim için Rabbine dua et, bize onun ne olduğunu açıklasın, zira bu bakara bize müteşabih (üstü kapalı), karışık geldi, onun hangi bakare olduğunu kestiremedik. Biz onun kendine mahsus özelliklerini istedikçe bize onun genel vasıfları açıklanıyor, ve inşaallah biz her halde yola geleceğiz, yahut kesmenin yolunu bulacağız.


__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #23  
Alt 03.07.18, 13:08
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

71- Musa buna da dedi ki; Allah şöyle buyuruyor: o öyle bir bakaredir ki; boyunduruk altında ezgin değil, ne toprak sürer, ne de ekin sular, belki başıboş, her ayıptan sâlim, hiçbir lekesi, alacası yoktur.

Bu cevabı alınca, bunda gönüllerinden geçirdikleri şekil ve sureti bulmuş oldular ve nihayet gerçeği itiraf ederek, işte şimdi tam doğruyu söyledin, dediler.

Hikâye olunduğuna göre; dindar ve salih bir ihtiyarın tam bu vasıfları taşıyan bir buzağısı ve bir de çocuğu varmış. İhtiyar bu buzağıyı bir ormana götürmüş ve Allah'a emanet ederek bırakmış. "Ey Rabb'im, bunu çocuğum büyüyünceye kadar sana emanet ediyorum..." demiş. Sonra ihtiyar vefat etmiş. İşte o buzağı da böylece ilâhî himayede büyümüş, bu sırada çocuk da yetişmiş ve bu olay meydana gelmiş. Araya araya o bakareyi bulmuşlar ve derisi dolusunca altın vererek onu satın almışlar. Nihayet onu bulup kestiler, ve halbuki kesmeye yanaşmıyorlardı, nerdeyse kesmeyeceklerdi. Bu işi gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi ki, bunun için Hz. Musa'yı, durmadan sordukları sorularla rahatsız ediyorlardı. Hatta bazıları, onların bu işi kırk sene sürüklediklerini rivayet etmişlerdir. Nihayet ilâhî vahyin zoru ile emri yerine getirdiler. İşin başlangıcında alelade bir bakara kesmekle işin içinden çıkabilecek durumda idiler, fakat pek ziyade gözde büyütmeleri ve olmayacak bir iş sanmaları yüzünden bu iş kendilerine çok pahalıya mal oldu. Düşünebilenler için bu bakara kıssasının incelikleri ve acaiplikleri pek çok ibretlerle doludur. Bundan dolayı genel anlamda hatırlatıldıktan sonra yine İsrailoğulları'na hitaben bu emrin en mucizeli bir sonucu şu şekilde hatırlatılıyor:

Onikincisi:

Meâl-i Şerifi

72- Hani bir zamanlar siz bir adam öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmış ve onu üstünüzden atmıştınız, halbuki Allah, saklamış olduğunuzu açığa çıkaracaktı.

73- İşte bundan dolayı, o sığırın bir parçası ile o ölüye vurun, dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve size âyetlerini gösterir, belki aklınızı başınıza toplarsınız.

74- Sonra bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı, şimdi de taş gibi, ya da taştan da beter hale geldi. Çünkü taşlardan öylesi var ki; içinden nehirler kaynıyor, yine öylesi var ki, çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor, öylesi de var ki, Allah korkusundan yerlerde yuvarlanıyor... Ve sizin neler yaptığınızdan Allah gafil değildir.

72- aslında "tedâra'tüm" demektir ki, defetmek mânâsına " "den tefâül babından bir fiil olup "def etmek istediniz" anlamınadır. ve hani siz bir kişi, yani bir insan öldürmüştünüz ve bundan dolayı aranızda büyük bir fitne çıkmıştı. öldürülen bu kimse hususunda suçu birbirinizin üstüne atarak, başınızdan belayı def etmek istiyordunuz. Bu sûretle karşılıklı düşmanlık ve didişmeniz çoğalıp duruyordu. Rivayet olunuyor ki, içlerinde yaşlı ve gayet zengin bir adam varmış, bunun bir oğlu ve birçok da yeğenleri, yani kardeş çocukları bulunuyormuş. Yeğenler bu zengin amcanın mirasına konmak için onun tek oğlunu gizlice öldürmüşler, sonra da cenazesini kapıya koyarak bağırıp çağırmaya, güya katilini aramaya, cinayeti şunun bunun üzerine atmaya kalkışmışlar. Katilin bulunamaması üzerine büyük bir fitne çıkmıştı. İşte Ey İsrailoğulları, siz Hz. Musa gibi büyük bir Peygamberin zamanında böyle bir cinayet işlemiş, birbirinizle düşmanlığa başlamıştınız, Allah Teâlâ ise sizin böyle gizlemiş olduğunuz cinayetleri açığa çıkaracaktı.

73-Bunun için siz düşmanlığa devam ederken Biz dedik ki, kurban edilmiş olan bakaranın bir parçasıyla o ölüye vurun, İşte Allah ölüleri böyle diriltir, akla hayale sığmaz sebeplerle onları yeniden canlandırır. Bundan anlaşılıyor ki, o bakaranın bir parçasıyla ölüye vurdukları zaman, ölü bir hayat eseri gösterip cinayeti işleyenleri haber vermiş ve bu suretle o gizli cinayet meydana çıkarak münakaşa ve fitne de bastırılmıştır.

Demek ki, bakara kurban etme emrinin neticesinde ölülerin dirilmesine misal verecek ve şahit olunacak büyük bir mucize zuhur etmiştir. Artık ölüler de dirilir miymiş diyerek, ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmemelidir. Allah Teâlâ, böylece akılların almayacağı yollarla da ölüleri diriltir. Akıllarınız kemale ersin, düşünüp anlayasınız diye size âyetlerini, mucize ve delillerini de açıkça gösterir. Siz ölenlerin dirilmesini akla aykırı gibi zannedersiniz, halbuki bu zan, akıldan değil, aklın noksanlığından ileri gelmektedir. Zirâ hayat denilen olayı ilk başta hiçbir örnek olmadan meydana getiren yüce kudretin ikinci hayatı yeniden ortaya koyamaması için hiçbir sebep yoktur. Mevcut hayatı kabul eden aklın, ikinci hayatı kolaylıkla kabul etmesi lazım gelir. Akıl, gerçi kıyas için daima bir misal arar, lakin ilk hayat da misal olmak üzere pekâlâ yeterlidir. Bununla beraber ölümden sonra dirilmeyi idrak edemiyenlere canlı delil olmak üzere peygamberler gönderilmiş ve onlara böyle bakara kıssası gibi mucizeler verilmiştir. Yukarıda yıldırım kıssası da geçti ki, o da kendine mahsus yönleriyle özel bir misaldir. İşte bütün bunlardan dolayı Bakara kıssasının İsrailoğulları'na gösterilen bir ba'sü ba'delmevt (ölümden sonra dirilme) misali olarak düşünülmesi gerekir.

Genellikle tefsir kitaplarında bakara kurban edilmesi emrinin sebebinin bu öldürme hadisesi olduğu gösterilmiş ve bunun için katil fıkrasının gecikme sebebi hakkında münakaşalar yapılmıştır. Lakin âyette bunlar , diye ayrı ayrı hatırlatmaya tabi tutulmuş olduğundan, öldürmenin emirden evvel vukuuna ve emrin yalnızca ondan dolayı olduğuna delalet edecek hiçbir ipucu gösterilmemiştir. Aradaki rivayetler de Kur'ân'ın zahirî anlamını o yönde te'vil ettirecek kuvvetten yoksundur. Şu halde Ebu Hayyan'ın beyanı veçhile öldürme olayının, kurban emrinden önce meydana gelmiş olduğuna hükmetmek, Kur'ân'ın zahir mânâsına aykırı düşer . O halde kurban emri daha başka hikmetleri de içinde taşıyarak verilmiş, o cinayet işinin çözümü de bunun en önemli faydalarından birini teşkil etmiştir. Bu sûrenin iş bu bakara kıssasına izafe edilerek (Bakara) diye adlandırılmış olması da bunun altında diğer kıssalardan daha ziyade bir şümûl ve derinlik bulunduğuna işaret eder. Dikkat edilirse görülür ki, Kur'ân bütün kıssaları "Şu da size gönderilenin doğruluğunu tasdik etmektedir." mazmununu açıklama yolunda ve geçmiş kitaplarda yer alan ve İsrailoğulları gözünde yegâne din üslubu kabul edilen üsluba benzer bir tarzda ve yüksek bir belağatla tasvir ederek hatırlatmış ve bütün bunların öncesi ve sonrasında muhkem âyetlerle gerçek maksatları bütün parıltılarıyla gözler önüne sermiştir. Şu halde bunlarda inanmayanların yaptığı gibi "Acaba Allah bu misalle neyi murad ediyor?" diye çirkin tevillere ve yanlış telakkilere düşmeksizin "İman edenler bunun kesinkes Allah tarafından gelen hakikatler olduğunu bilirler." (Bakara, 2/26) gerçeğine uymak gerektiğini ve bütün bu harikulâde oluşların Allah'ın sonsuz ilmine ve kudretine havale edilerek kabul edilmesi lazım geldiğini, kitabın başındaki "Bunda şüphe ve tereddüde yer yoktur!" âyetiyle herşeyin bir başlangıcı bulunduğunu unutmamalıdır.

74-Bakınız bu esrar dolu oluşlarla, o inatçı ve batıla tapan mizaçları ıslah edilmiş ve öldükten sonra dirilme konusunda kalpleri yumuşatılmış olan İsrailoğulları hakkında hangi faydalı sonuçların meydana geldiğine şöylece dikkat çekilmiştir: Ey İsrailoğulları, bütün bu olup bitenlerden sonra kalbleriniz katılaştı. Size peygamberler ve onlar eliyle gönderilmiş olan apaçık âyetler ve mucizeler hiç kâr etmez oldu, artık o kalbler taş gibi veya ondan daha katıdırlar. Çünkü bazı taşlar vardır ki; ondan kevnî veya sınaî tesirlerle gürül gürül ırmaklar fışkırır, fışkırabilir. Sizin kalbleriniz ise hiçbir şeyden etkilenmez ki, o sayede kendilerinden marifet fışkırabilsin. Onlardan bazıları da vardır ki; herhalde bir etkilenme ile çatlar, ondan su çıkar, fışkırmazsa da sızar, nihayet onlardan bazıları da vardır ki, yağmur, kasırga, zelzele gibi ilahî kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek, Allah korkusundan düşer, yuvarlanır, yerinden oynar. Halbuki sizin kalbleriniz bu kadar ayan beyan olan vahiy âyetleri ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir altında kalmaz, teşvikten ve engellemeden etkilenmez. Ve fakat Allah sizin yaptıklarınızdan asla gafil değildir.

Şimdi bu tasvir ve uyarmalardan sonra bir de hallerini açığa vurmak için, bunların imana gelmelerini temenni eden mü'minlere hitap ederek buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

75- Şimdi bunların, size hemen inanacaklarını ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı ki, Allah'ın kelâmını işitirlerdi de sonra ona akılları yattığı halde bile bile onu tahrif ederlerdi.

76- Üstelik iman edenlere rastladıklarında inandık derler, birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman, "Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi tutup Allah'ın size açıkladığı gerçekleri onlara da söylüyorsunuz? Hiç aklınız yok mu be?" derlerdi.

77- Peki bilmezler mi ki, onlar neyi sır olarak saklar ve neyi açıkça söylerlerse Allah hepsini bilir.

78- Bunların bir de ümmî (okuma yazması olmayan) kısmı vardır, kitabı bilmezler, ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır dururlar.

79- Artık o kimselerin vay haline ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz para almak için "Bu Allah katındandır." derler. Artık vay o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara, vay o kazandıkları vebal yüzünden onlara!..

80- Bir de dediler ki: "Bize sayılı birkaç günden başka asla ateş azabı dokunmaz". De ki; "Siz Allah'dan bir ahit mi aldınız? Böyle ise Allah sözünden dönmez. Yoksa siz Allah'a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?"

81- Evet kim bir günah işlemiş de kendi günahı kendisini her yandan kuşatmış ise, işte öyleleri ateş ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.

82- İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.

75-Bu tarzdaki belağat üslubuna "telvin-i hıtap" adı verilir.

Ey iman ehli! Artık bu katı kalblilerin sizin iyilik dolu temennilerinizden dolayı toptan imana geleceklerini ve ahir zaman Peygamberini ve onun getirdiği kitabı tasdik eyliyeceklerini ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı ki; Allah'ın kelâmını, yani Tevrat'ı işitirler, bellerlerdi de sonra yine onu tahrif ederlerdi, mânâsını değiştirecek bir surette kelimelerin ve harflerin yerlerini, mânâlarını değiştirirlerdi. Hem bunu anlayamadıklarından, akıl ve idrak noksanlığından dolayı değil, akılları erdikten, ne mânâsında, ne de Allah kelâmı olduğunda asla şüpheleri kalmadıktan sonra bile bile ve kasden yaparlardı. Artık böylelerinden iman ve hayır umulur mu?

76-Üstelik bunlar, bir de münafıktırlar iman edenlere rastladıkları zaman diğer münafıkların yaptığı gibi biz iman ettik derler, birbirleriyle yani bu münafıklar, kendileri gibi münafık olan benzerleriyle tenha bir yerde başbaşa kaldıkları zaman her biri, bir diğerine şu suretle sitem eder derler ki: Yahu, siz onlara, yani Muhammed ve Ashabına Rabbinizin huzurunda sizinle münakaşa ve mübahase ederek size üstünlük sağlasınlar diye mi Allah'ın size açıkladığı sırları ve hakikatleri haber veriyorsunuz? Yani gerek ahir zaman Peygamberinin vasıf ve özellikleri, gerek İsrailoğulları'nın geçmiş maceraları hakkında Allah'ın Tevrat'ta siz yahudilere haber verdiği bilgileri onlara bildiriyor ve sizi mağlup etmeleri için ellerine delil mi veriyorsunuz? Siz söylemeseniz, onlar bu sırları bu gerçekleri nereden bilecekler? Sizin hiç aklınız yok mu? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Bu sırların açıklanmasının sonu nereye varacak, diye birbirlerine sitem ve serzenişte bulunurlardı.

77-Lakin bunlar şunu bilmiyorlar mı ki, Her halükârda Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bilir. Ve bildiği için Peygamberine de bildirir. Şu halde Kur'ân'ın asıl Tevrat'ı tasdik eden beyanları ve İsrailoğulları hakkında gizli bilgilerden müslümanların haberdar olmaları ve Hz. Peygamber'in vasıf ve özelliklerinin Tevrat'ta da yer almış olduğunu bilmeleri, bazı yahudilerin bu sırları müslümanlara açıklamış olmalarından dolayı değildir; doğrudan doğruya Allah'ın, kendi Peygamberine bunları vahiy yolu ile bildirmesinden, Hz. Peygamber'in hak peygamber olmasındandır. İşte o yahudi bilginler bunları bilmezler mi? Bilmesine bilirler, ama bildiklerini söylememek ve yeri geldikçe onları tahrif etmek onların şiarıdır.

78- Bir de bunların ümmîleri vardır ki, okuma yazma bilmezler, kitabı anlamazlar, sadece birtakım ümniyyeler (kuruntular) beslerler. Bütün bildikleri hayal meyal mefkurelerden, duydukları taklidî temennilerden ibarettir.

"Emâniy", ümniyyenin çoğuludur. Kelimenin aslı "üf'ûle" vezninde "umnûye" olup temenninin sülâsisi olan takdir veya tilavet mânâsına "mena"dan alınmış bir isimdir ki, insanın kendi içinde ve hayalinde tasarlayıp varlığını kabul ettiği ve olmasını temenni edip durduğu veyahut diline dolayıp durduğu şeylerdir ki, Frenkler buna "ideal" derler ve genç mütercimlerimizden birçoğu bunu mefkûre diye terceme ediyorlar. Çünkü emaniy insanın kendi gönlünden geçirdiği, saplanıp kaldığı ve durmadan arkasından koştuğu bir düşünce, bir hayal, bir kuruntu demektir. Bunun bazılarının gerçekleşmesi mümkün ve şu halde geçerli olanları bulunabilirse de çoğunlukla hiçbir delile dayanmayan kuru ve şahsi temennilerden ibarettir. Bundan dolayı emaniy, batıl idealler, evham ve boş hayaller mânâsına da kullanılır. Frenkler ahlâkiyat konusunda bunu esas alan felsefî görüşe "idealizm" derler. İşte yahudilerin okuma yazma bilmeyen avam (cahil halk) takımı da ilimden, kitaptan nasibi olmayıp sadece kuruntu arkasında koşar dururlar, ve onlar yalnızca zan içinde yaşarlar, zan peşinde koşarlar, kuru bir zan ve taklitten başka bir şeye malik değiller. Hak ile batılı tayin edip seçemezler. Bu yüzden bunların vebali de kendilerini aldatan okur yazar takımınadır.

79-İşte bundan dolayı şimdi vay o yazıcılara ki, kendi elleriyle kitaplar yazarlar da, sonra: "bu Allah katından" derler, Allah'a iftira ederler, ki onunla beş on para kazanmak için böyle yaparlar. Haddi zatında geçici olduğundan dolayı az demek olan bir dünya menfaati gibi hasis bir fayda uğruna yalan söyler, gerçeği tahrif eder, değiştirirler. Bu suretle eski kitapları büyük tahriflere uğratmışlardır. Evet vay onlara, o ellerinin yazdığı yalanlar yüzünden ve vay onlara o kazandıkları çirkin kazanç yüzünden.

80-Böyle hakikati tahrif eden, gerçeği saptıran, yalan yanlış yazılarla, propagandalarla halkı iğfal ederek haktan uzaklaştırmanın akıbeti ne kadar fecidir. İnsanları ebedi azaba sürükleyen bu dolandırıcılığın vebali karşısında dünyanın o süflî kazançları, ahiretteki azabı ne kadar şiddetlendirecektir. Onlar kendi gönüllerince güya buna da bir çare bulmuşlar ve cahil halka, avama şu ümniyyeyi de telkin ederek demişlerdir ki, sayılı birkaç günden başka bize cehennem ateşi hiç temas etmiyecek (dokunmayacak)tir.

Tefsirciler, bu sayılı günlerin adedi hakkında onlardan çeşitli sözler de rivayet etmişlerdir ki, bunların en belli başlısı kırk gün. Nahcevanî Tefsiri'nde beyan olunduğuna göre, Tevrat'ta Allah'ı bırakıp da buzağıya tapanların ateşe atılacakları hakkında âyetin zuhur (ortaya çıkışı) ve iştiharı (meşhur oluşu) üzerine yahudi halkının ümniyyeleri kırılmış ve İslâm dinine girmek temayülünü göstermeye başlamışlardı. Bunu gören yahudi bilginler, telaşa düşerek ilan etmişlerdi ki, "Buzağıya ibadet, Hz. Musa'nın yokluğunda ancak kırk gün sürmüştü. Şu halde biz yahudiler cehennemde nihayet kırk günden fazla kalmayacağız." şeklinde teselli ve müjde vermişlerdi . Yahudilerin bir takımından da Asmaî, şu iddiayı hikaye etmiştir ki: Buzağıya tapmalarının müddeti yedi günden ibaret imiş. İbnü Abbas ve Mücahid'den dahi rivayet olunduğuna göre; yahudiler "Dünyanın ömrü yedi bin senedir, biz de her bin sene için bir gün azap göreceğiz." demişler. Diğer bir rivayette de yahudiler, "Cehennemin bir tarafından bir tarafı zakkum ağacına kadar kırk senelik yoldur ve onlar bir senelik yolu bir günde alarak kırk günde tamam edeceklerdir." diye Tevrat'ta zikredilmiş bulunduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir.

81-Ey Muhammed, sen onlara şöyle söyle ve de ki; Siz, bu konuda Allah'dan bir ahd, bir söz mü aldınız? Eğer öyle ise, Allah ahdini bozmaz, verdiği sözden dönmez. Yoksa bilemiyeceğiniz bir şeyi Allah'a iftira ederek söyleyiveriyor musunuz? Hayır, mesele onların dediği gibi değil, her kim bir seyyie kazanır, bir fenalık yapar ve yaptığı fenalık kendisini her tarafından kuşatırsa; içini ve dışını, kalbini, dilini ve diğer azalarını tamamen kaplarsa, kötülüğü alışkanlık haline getirir ve bir de helal görmeye başlarsa İşte bunlar ateş ehli, ateş ashabıdırlar, onlar o ateşte süresiz kalıcıdırlar. Öyle onların umduğu ve iddia ettiği gibi, yedi günde, kırk günde değil, hiçbir zaman o ateşten çıkıp kurtulamazlar, hep orada kalırlar, orası ebedilik âlemidir. Ve bunlar o âleme günaha batmış olarak, kötülüğe bulanmış olarak ve temiz hiçbir yanları kalmamış olarak gitmişler ve artık fenalık onların ebedî hasleti ve genel özelliği olmuştur. İnsanı kuşatan bir tek kötülük böyle sonuç verirse birçok kötülüğe bulaşmış olanların halleri artık kıyas edilsin. Demek olur ki, günah her tarafını kaplamamış olanlar, cehennem ateşinde ebedî kalacaklardan değiller. Kalbinde zerre kadar imanı kalabilenler, günahı günah bilenler ve ona helal demeyenler hakkında hulûd (ebedî azap) yoktur. Sayılı günler aslında bunlar için tasavvur olunabilir.

82-83-Diğer taraftan iman edip, iyi ameller işleyen kimseler ise işte bunlar cennet ehli, cennet ashabıdırlar ve o cennette ebedî kalacaklar.

Cennet ve cehennem hakkında ve kimlerin cennet ehli ve kimlerin cehennem ehli oldukları hakkında Allah'ın ahdi, va'di ve tehdidi ve Peygamberine bildirdiği işte bunlardır.

Artık bu bilgiler ışığında Allah'ın rahmetinin, gazabına üstün olduğu görüşüne istinat ederek, seyyiat (kötülükler) ile kaplanmış ve kalblerinde zerre kadar bile iman kalmamış olanların dahi ateşte ebedî kalmayacaklarını sanmak ve vehm etmek; yahudilerin "sayılı günler" kuruntusuna düşmek ve ilâhî adaleti inkâr etmek demektir. İlâhî rahmetin üstünlüğü ve onun ahirette rahîmiyet olarak zuhura geleceği, kötülüklerin ebedî ceza ile cezalandırılacağı sırf günah kesilmiş olan kimselerin, "Mâliki yevmiddîn" huzurunda ebedî mağlubiyetlerini gerektireceği unutulmamalıdır. Kur'ân'ın ortaya koyduğu bilgi ve hikmete göre; ahiret âlemi bir ikinci oluştur ve şüphe yok ki, o ikinci oluşun tohumu da bu birinci oluştan, yani dünya hayatından gidecektir. Şu halde dünyadan gidişinde günaha batmış ve bulanmış olan nefsin, ikinci oluşunda günahın karşılığından başka birşey tasavvur etmek, o ikinci oluşu da bu birinci oluş saymış gibi bir çelişki olur. Fakat kötülük tamamen nefsi sarıp istila etmemiş ve o nefiste zerre kadar bir hayır, bir tutar taraf kalmışsa, işte o zaman ilahî rahmetin üstünlüğü, o kimsenin ateşte ebediyyen kalmıyarak akıbet kurtuluşa ermesini gerektirir. diyen İsrailoğulları soyunun, bu ilâhî ahid karşısındaki durumları nedir? Gerçi daha yukarılarda geçen açıklamalar, bunların kötülüklerini tek tek ifade etmiştir. Bununla beraber, ey Muhammed, onlara ve bütün insanlara şunu bir defa daha hatırlat:




__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #24  
Alt 03.07.18, 13:09
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Meâl-i Şerifi

83- Hani bir vakitler İsrailoğulları'ndan şöylece mîsak (kesin bir söz) almıştık: Allah'dan başkasına tapmayacaksınız, ana-babaya iyilik, yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzellikle söz söyleyecek, namazı kılacak, zekatı vereceksiniz. Sonra çok azınız müstesna olmak üzere sözünüzden döndünüz, hâlâ da dönüyorsunuz.

84- Biz azûmüşşan, daha önceleri bu İsrailoğulları'ndan şöylece mîsaklarını almış idik:

1- Allah'dan başka ma'bud tanımıyacak ve ondan başkasına ibadet ve kulluk etmiyeceksiniz.

2- Ebeveyne, yani babaya ve anaya ihsan eyliyecek, her yönüyle iyilik ve güzellik gösterecek, hoşça davranacaksınız.

3- Aynı şekilde kim olursa olsun kendilerine yakınlık sahibi olduğunuz akrabalara,

4- Babaları ölmüş, yetim kalmış çocuklara,

5- Maişetlerini kazanamayan, ellerinde avuçlarında bir geçim vasıtası bulunmayan yoksullara dahi ihsan edeceksiniz.

6- Diğer insanlara da güzel söz söyleyiniz.

7- ve namazı ikame ediniz, iyice kılınız.

8- Zekatı da veriniz.

Ey İsrailoğulları! Siz Allah'a böyle mîsak vermiştiniz, sonra verdiğiniz bu sözden, bu mîsaktan yüz çevirdiniz, vazgeçtiniz. Bir kısmı dünyadaki huzur ve güvenliğe, bir kısmı da ahirette sevap kazanmaya ait olan bu esaslı emirleri ağır bulup, ahdinizi bozdunuz, ancak içinizden pek azı müstesna. Kaldı ki, bu müstesna azınlık, Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce bu mîsak (anlaşma) uyarınca amel ederler, dinlerinin emirlerini yerine getirirlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra da ona iman ederek yine aynı mîsakı en mükemmel şekilde yerine getirdiler. İşte bu müstesna azınlık Abdullah b. Selam ve benzeri zevattır. Bu pek az kişiler istisna edilince siz hâlâ o yüz çevirmede devam edip durmaktasınız. Bu hususlarda böyle olduğunuz gibi, doğrudan doğruya hayat hakkınızla ilgili olan mîsaklarda da siz böylesiniz. Bakınız;

Meâl-i Şerifi

84- Yine bir zamanlar mîsakınızı almıştık; birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz, nüfusunuzu diyarınızdan çıkarmıyacaksınız. Sonra siz buna ikrar da verdiniz ve ikrarınıza şahit de oldunuz.

85- Sonra sizler öyle kimselersiniz ki, kendilerinizi öldürüyorsunuz ve sizden olan bir grubu diyarlarından çıkarıyorsunuz, onlar aleyhinde kötülük ve düşmanlık güdüyor ve bu konuda birleşip birbirinize arka çıkıyorsunuz, şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkıyorsunuz. Halbuki yurtlarından çıkarılmaları size haram kılınmış idi. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapanlar, netice olarak dünya hayatında perişanlıktan başka ne kazanırlar, kıyamet gününde de en şiddetli azaba uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

Ve hani sizden mîsak almıştık;

9- Birbirinizin kanlarını dökmeyeceksiniz,

10- kendi nüfusunuzu diyarınızdan çıkarmayacaksınız, yani birbirinizi vatanınızdan sürüp çıkarmayacak, göçe zorlamayacaksınız diye sizden mîsak almıştık. sonra siz buna ikrar da verdiniz, iltizam da ettiniz, o halde ki, hepiniz birbirinize şahit bulunuyordunuz, yahut bunun böyle olduğuna bugün dahi şahitlik edersiniz.

Bu suretle tamamı ona ulaşan emir ve yasakları içine alan ve genel olarak "on emir" adı verilen Tevrat ilkelerine benzeyen bu on adet mîsakın, Tevrat hükümleri mi, yoksa Hatemü'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) Efendimiz'e verdikleri ahit suretleri mi olduğu hakkında iki rivayet vardır ki, biz bu iki rivayetin, ikisinin de sıhhatine kail olmak istiyoruz.

85-Bilindiği gibi İsrailoğulları, esas itibariyle Tevrat ilkelerine de uygun olan bu hükümler dairesinde Hicret'in akabinde, Peygamber Efendimiz ile antlaşma yaptıktan sonra da yine antlaşmayı bozmuşlardı. Bunun için buyuruluyor ki, sonra sizler, yani şimdiki sizler, işte öyle insanlarsınız ki, kendilerinizi, kendinizden olan nüfusunuzu öldürüyorsunuz, ferdî ve ictimaî mânâda intihar ediyorsunuz, içinizden bir kısmını yurtlarından, vatanlarından çıkarıyorsunuz. İşte bunu tek başınıza yapamazsınız, fakat onların aleyhinde düşmanlık ve kötülük üzerine birleşiyor, sırt sırta veriyorsunuz, yani vicdanların kabul etmeyeceği fenalık ve saldırganlıklarda birbirinize arka oluyor, o kötülükleri topluca yapıyorsunuz. Ve şayet onlar düşman elinde esir olarak size gelirlerse, fidyelerini ödeyip onları kurtarmaya da kalkıyorsunuz. Aslında bu cümleyi, "Onlar size esir düşerlerse üstelik onlardan fidye almaya da kalkıyorsunuz." diye anlamak daha doğru gibi görülüyor. Nitekim Ebu Müslim Isfahanî öyle anlamıştır.

Lakin İbni Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Hamza ve Halefi Âşir kırâetlerinde sülâsî olarak "tâ"nın fethi, "fâ"nın sükûnu ile kırâeti buna müsait değildir. Bunun için tefsircilerin çoğunluğu önceki mânâyı tercih etmişlerdir. Gerçi böyle fidyelerini ödeyip, onları esaretten kurtarmak kötü bir şey değildir, fakat böyle yapmaları, bunların yine kendilerinden olduğunu ikrar ve bunları çıkarırken kendilerinden olduğunu bilerek, kasden ve sözkonusu mîsaka aykırı düşmekle zulmen çıkarmış bulunduklarını itiraf demek olduğundan, âyetin siyakı itibariyle aleyhlerinde bir belge teşkil etmiştir. Bu noktayı nassa bağlamak için yukardaki fiiline ait olan şu hâl cümlesi buraya tehir olunmuştur: Halbuki esasen onları kovup çıkarmak size yasak kılınmıştı, onları çıkarmanız zaten caiz değildi. Allah'la olan mîsakınızın hükümlerine göre bundan yasaklanmıştınız. Böyle iken yine de onları çıkarıyorsunuz. Onlar ya sizdendir, ya değildir. Sizden iseler ne hakla çıkarıyorsunuz, değilseler ne diye fidyelerini ödemeye kalkışıyorsunuz da muahitlerinize (ahitleştiklerinize) karşı onlara açıkça yardım ediyorsunuz?

Süddî'den gelen bir rivayete göre, Medine yakınındaki yahudilerden Beni Kureyza, Araptan Evs kabilesinin halifi yani antlaşmalısı imişler, Beni Nadir de Hazreç kabilesinin muahidi, yani antlaşmalısı imişler. Bunlar birbirleriyle savaş yaptıkları, her fırka öldürme, memleketi harap etme ve ahaliyi sürüp çıkarma gibi hususlarda kendi müttefiklerine yardım eder, fakat her iki taraf yahudilerinden bir kimse esir olursa birleşir fidye toplayarak onu kurtarırlarmış. Araplar bu nasıl şey? Hem onlarla savaşıyorsunuz, hem de esirlerini kurtarmak için fidye veriyorsunuz diye kendilerine serzenişte bulununca, onlar da biz kitabımızın hükmü gereğince bunları fidye ile kurtarmaya mecburuz. Esasen bunlarla savaşmamız da yasaktır, ama ne çare, söz verdiğimiz müttefiklerimizin aşağılanmasından da utanıyoruz, derlermiş.

Buna karşı buyuruluyor ki, acaip, siz kitabın bir kısmına iman eder de diğer kısmını inkâr mı edersiniz? Bunun sonucunun ne olduğunu bilir misiniz? Sizden bunu yapanların cezası başka değil, mutlaka dünya hayatında büyük perişanlık, kıyamet gününde de böyleleri azabın en şiddetlisine uğratılacaktır. Nitekim dünyada Beni Kurayza öldürülmek ile, Beni Nadir de yurtlarından kovulup sürgüne gönderilmekle bu felaketi gözleriyle görmüş ve bizzat yaşamışlardı. Kıyamet günündeki o şiddetli azabı da elbette göreceklerdir. Ey İsrailoğulları! Siz o gizli gizli çevirdiğiniz fesatlar açığa çıkmaz, onların cezası verilmez mi zannedersiniz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Meâl-i Şerifi

86- Bunlar ahireti, dünya hayatına satmış kimselerdir. Onun için bunlardan azap hafifletilmez ve kendilerine bir yerden yardım da gelmez.

86-Ey Muhammed! İşte bunlar, çirkin özellikler ile vasıflanmış olan İsrailoğulları ve bunlara benzeyenler, öyle güruhtur ki bunlar, ahireti verip dünya denilen aşağılık hayatı satın almışlardır. Bunların ahirete imanları olmadığından, ileriye dönük herhangi bir hakları da kalmamıştır. Gerçi önce yok değildi, fakat o saadeti beş on paraya sattılar. Bundan dolayı bunların ileride çekecekleri azab asla hafifletilmez, kendilerine hiçbir taraftan yardım da olunmaz. Bu alış-veriş ustalarının bütün kazançları, bu korkunç ziyandan, bu ebedî perişanlıktan ibarettir. Onlar istedikleri kadar "sayılı günler" kuruntusuyla gönül eğlendirip dursunlar, ruhları kötülük ile dopdolu olan bu bezirganların azapları kesilmek şöyle dursun, hafiflemez bile. Zira ebediyyen satılmış bir malın mahrumiyetini çekmek de ebedîdir.

Dünya, veya 'den ismi tafdilinin müennesi olup "en yakın" yahut "pek alçak" mânâsına bir sıfattır. gibi isimlere sıfat olarak kullanılmıştır. Bundan başka ahiret kelimesi gibi ve onun karşıtı bir isim olarak da kullanılır ki, o zaman yahut terkiplerinden birinin yerine geçer. Bununla beraber Kur'ân'da bu mânâ hep sıfat tamlaması olarak yer almıştır. Şu halde "hayat-ı dünya" "dünyanın hayatı" değil, dünya denilen hayat, yani aşağılık ve alçak hayat anlamınadır. Veyahut bugün fiilen içinde bulunulmak itibariyle "en yakın bulunan hayat" demek olur. İleride bu dünya hayatının nelerden ibaret bulunduğunu açıklayacak âyetler gelecektir.

İşte onların Allah'la olan antlaşmalarının hiç birinde durmamaları, verdikleri her ahdi bozmaları ve tek tek sayılan bütün günahları işlemiş olmaları ahireti bu dünya hayatına satmış olmalarından ve ahirete imanları kalmamış olmasındandır. Böyle olanlar, şüphesiz ki ölümlerinden sonrası için hiçbir şey düşünemez ve onun için hiçbir hazırlık yapamazlar. Beş-on günlük geçici bir hayat için her fenalığı göze alır, beş-on para için Allah'ın kitaplarını bozarlar. Allah'ın kullarına karşı her fenalığı yapar ve yaptıklarından da pişmanlık duymazlar. "Sayılı günler" kuruntusunu uydurmaları da bu imansızlıklarındandır. Ruhları böylesine günah ile kaplanmış bulunanlar elbette ateşte ebedî kalacaklar ve en şiddetli azabı göreceklerdir.

Bu uyarı hükmü bu suretle sona erdirildikten sonra şimdi de bunların Hz. Peygamber'e karşı giriştikleri sûikaste işaretle bu bakış açısından dahi cinayet işlemeye ne kadar istekli oldukları açıklanarak, ebedî azaba ne kadar hak kazandıkları iyice açıklanmış olacaktır:

Meâl-i Şerifi

87- Celâlim hakkı için Musa'ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa'ya apaçık mucizeler verdik, onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?

87- "vav" harfi, kasem içindir, "lâm" onun cevabı, "kad" ise tahkik harfidir ki, demektir. Yani nâm ve şan-ı uluhiyetime yemin olsun ki, muhakkak surette biz azîmüşşan Musa'ya o kitabı, yani İsrailoğulları'nın öteden beri hükümlerini çiğneyegeldikleri Tevrat'ı verdik, ve arkasından onun izinde ve aynı şeriatle memur nice peygamberler daha gönderdik. Ki bunlar Yûşa, İşmuil, Şem'ûn, Davut, Süleyman, Şa'ya, Armiya, Uzeyr, Hazkil, İlyas, Elyesa, Yunus, Zekeriyya, Yahya ve daha başkalarıdır. Hepsine selam olsun. Ayrıca Meryem oğlu İsa'ya beyyineler verdik.

Beyyine: Gün gibi gayet açık, vazıh ve celî mânâsına sıfattan isim yapılmış bir kelimedir ki, kendisi gayet açık ve aşikar olan bir davayı açık bir şekilde isbat etmeye yarayan delil demektir. Yani kendisi açık seçik, artık bir başka şeyin açıklamasına ihtiyacı kalmamış olan belge demektir. Peygamberlerin mucizeleri bu çeşit belgelerdir. Şu halde Hz. İsa'nın beyyineleri, onun peygamberliğini açıkça ortaya koyan mucizeleri demek olur ki, bunların neler olduğu ileride genişçe anlatılacaktır.

İsa: Süryanice "İşû"dur. Nitekim bazı hıristiyanlar "Yesû", Frenkler "Jesu" derler. Bunun ism-i mensubu olan "Jezvit" İsevî, diğer bir tabirle Yesûî demek ise de Katolik papazların özel olarak kurdukları cemiyete mahsus bir isim olmuştur ki, bir anlamda tarikat demek olan bu cemiyete ve mensuplarına "Cizvit" adı verilir.

Meryem: Süryanî dilinde "hizmetkâr" mânâsınadır. Arapça kadınlar için meryem, erkeklerdeki "zir" gibi bir mânâya kullanılır. "Zir" kadınlara karışması ve ziyareti çok olan erkek demektir. Nitekim Arap şairi Ru'be'nin: "Hizmetçisi, kendisine ulaşmayan ve kadınlar arasına karışan kimseye dedim ki: Gençlik hevesleri sapıttığını pişman eder." beytindeki zir ve meryem bu mânâya gelmektedir. Biz Türkler genellikle "Meryem Dudu" deriz.

Hz. Musa'dan sonraki peygamberler arasında Hz. İsa'nın bilhassa ismiyle zikredilmesi İsa dininin, Tevrat'taki bazı dinî hükümleri nesheden (kaldıran) bir özelliğe sahip olması bakımındandır. Bundan dolayı İseviyet, yani Hıristiyanlık, Musevîlik'ten ayrı bir din olmuştur.

Hz. İsa'ya bu beyyinatı (belgeleri) verdikten başka bir de onu Rûhu'l-Kudüs ile destekleyip takviye ettik. Râğıb'ın tarifine göre; ruh, esasen canlının öyle bir cüz'üdür ki, canlıda hayat bununla meydana gelir. Ruh ile nefis bir midir, değil midir? Bunda da uzun uzadıya ihtilaflar olmuştur. Nefis aslında "ben" dediğimiz şeydir. Fakat ruh da bu mudur? Yoksa bunun bir aleti midir? Bu konuda özel tasnifler yapılmıştır ki, âyetinin tefsirinde inşaallah mümkün olan izahatı sunmaya çalışacağız. (Bkz: İsrâ, 17/85). Şimdilik şu kadarını söyliyelim ki; öteden beri ruhun mahiyeti hakkında söz söyleyenler bunu başlıca üç ayrı bakış açısından düşünmüşlerdir. Bu da hareket, hayat ve idraktir. Herşeyden önce ruh bir hareketin başlangıcı olarak tasavvur edilmiştir. Bizzat harekete geçiren her hareket ettirici kuvvet bir ruh, her hareket eden şey de onun eseri kabul edilmiştir. Buna göre, hiçbir hareket yoktur ki, bir ruh ile ilgili olmasın. Şu kadar var ki, bizzat hareket ettirenler doğrudan doğruya, dolaylı olarak hareket edenler de yine dolaylı yollardan bir ruha bağlı sayılırlar. Bu anlamda ruh, kayıtsız şartsız kuvvet karşılığı bir mânâya gelir. İster yalın halde olsun, ister çok yönlü olsun, ister şuurlu, ister şuursuz olsun, ister iradeli, ister iradesiz olsun hadd-i zatında harekete geçirme özelliği bulunan her kuvvet bir ruhtur. Frenkler dinler tarihiyle ilgili araştırmalarda bu görüşe "Animizm" adını vermişlerdir. Lakin ruhun bu mânâsı genel değildir. Bu hareketi, iradeli hareketlere tahsis edecek olursak, o zaman ikinci ve üçüncü mânâlara benzer veya eşdeğer veyahut daha özel bir amelî ve ahlâkî ruh mânâsı ifade etmiş oluruz. Çünkü iradeli hareket, hayat ve idrak ile eş anlamlı, hatta onlardan daha fazla özelliğe sahiptir.

İkinci olarak ruh, bir hayat kaynağı olarak tasavvur olunmuştur ki, bu birinciden daha özel bir anlayıştır. Zira hareket, hayatın belli başlı şartlarından sadece biridir. Her hayatta bir hareket vardır. Fakat burada hayattan maksat genel anlamda canlıların sahip olduğu hayattır. Çünkü bitkilere ait hayata hayat denmesi bu mânâya uygun olduğundan değildir. Zira bitkilerin hayatında bir yerden bir yere kitle halinde hareket yoktur. En meşhur mânâsıyle ruh denilince işte bu hayat kaynağı anlaşılır ve ruh bizatihi mevcut ve lizatihi canlı bir kaynak olmak üzere tarif olunur ki, Râğıp da bunu ifade etmiş demektir.

Üçüncü olarak ruh, gerek cüz'î, gerek küllî bir idrak mebdei (noktası) olarak kabul olunmuştur ki, bu da ikinci görüşten daha özeldir. Zira hayat idrakin şartlarından biridir. Daha doğrusu idrak dediğimiz şey, algılama derecelerine göre hayatın bir eseridir. Demek ki, idrak sahibi her ruh canlıdır ve her canlı kendi kendine hareket etme güç ve kabiliyetine sahiptir. Bununla beraber her hareket edenin veya hareket ettirenin bu anlamda canlı olması lazım gelmeyeceği gibi, her canlının da idrak sahibi olması göz önünde bulundurulacak bir noktadır. Bu suretle ruh veya canlı denildiği zaman şuurun ilk mertebesinden akla ve kudsî kuvvete varıncaya kadar derece derece farklı mertebeleri yüklenebilen ve vücudun aslî ve gölgesel ikiliğini içine alan şuur ve idrak kaynağı kastedilir ki, bazılarına göre irade ve kendi kendine hareket etmek gibi hususlar bunun teferruatından sayılır. Bununla beraber duygu ve şuur, ruhun en genel belirleyici özelliğidir. İrade ve hareketin yalnızca şuura bağlı özellikler olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu takdirde akıl, ruhun en ileri ve en mükemmel görünümü olmuş olacaktır. Halbuki iradenin şuur veya akıl beraberliği kabul edilse bile, bedende olan öteki belirtilerden daha üstün bir değere sahip bulunduğunda şüphe yoktur. Akla mahkum iradeler bulunduğu gibi, şehvet ve heveslere mahkum akıllar da vardır. Şu halde ruh denildiği zaman his ve şuur, akıl ve idrak güçlerinden başka irade gücü gibi özellikleri de içine alan daha geniş ve etraflı bir hayat cevheri anlaşılmak lazım gelir. Gerçekte de ruh ilminden bahsedenler, ruhun hem nazarî, hem amelî kabiliyetlerini göz önünde bulundurmaya mecbur kalmışlardır. Asrımızın ruh ilmi (psikoloji) kitaplarında şuur, ruhun en umumî hadisesi kabul olunmaktadır. Bununla birlikte ruhî kuvvetler: Acı duyma, tad alma, hoşlanma ve nefret gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve tasavvurlar gibi zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irade gibi harekete geçirici kuvvetler olmak üzere başlıca üç ana kuvvenin kaynağı olarak düşünülmektedir. O halde kendine mahsus anlamıyla ruh denilirken kendiliğinden hareket edebilme, daha doğrusu kendi kendini hareket ettirebilme, canlılık ve idrak gibi özelliklerin üçü birden göz önünde bulundurulmalıdır. Yani ruh, hayatın da, hareketin de, idrakin de esas sahibi olan bir varlıktır. Eğer hayat kelimesi, sadece bir yönü ile alınmayıp bu üçünün de temsilcisi olarak alınacak olursa, o zaman bizatihi mevcut ve lizatihi canlı şeklinde tarif aynı mânâyı ifade ederek, en özel anlamıyla ruhun en aşağı mertebesini göstermiş olur. Aslında biz, duyu organları gelişmiş yüksek canlılarda ve bilhassa insanda bu üçünün birleştiğini görüyoruz. Şu halde herkesin bildiği ve anladığı meşhur şekliyle ruhun en alt seviyedeki mânâsı canlılık olarak kabul edilir ve her kuvvete de ruh denilmez. Hayatın anlamı ne kadar yükselirse, ruhun mânâsı da o ölçüde yükselmiş olur. Daha doğrusu ruh ne ölçüde yükselirse hayatın mânâsı da o ölçüde yükselir ve özellik kazanır.




__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #25  
Alt 03.07.18, 13:10
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Genel anlamıyla ruhun, katı ve hareketsiz olan maddeye zıt bir varlık olduğu açıktır. En ilkel şekliyle madde ruhsuz bulunabilir, fakat bu mânâda ruhsuz bir cisim var mıdır? Bu husus münakaşa edilebilirse de ilkel maddeden meydana gelmiş olan her cisim terkibi ve teşekkülü bakımından bizzat bir kuvvete ve bir ilk harekete sahip olmak durumunda bulunduğundan her cisimde, genel anlamda bir ruh zaten var demektir. Fakat özel anlamda ele alındığı zaman, ruhsuz cisimlerin varlığından şüphe etmeyiz. Zira nice canlıların, ruhtan ayrıldığı zaman öldüklerini görmekteyiz. Demek ki ruhun cisimden ayrılmasıyla ayrıcalık kazanacağı şüphe edilecek bir şey değildir. Fakat esas itibariyle ruhun öz cevheri ile maddenin öz cevheri birbirinden apayrı varlıklar olarak âlemde iki ayrı cins cevher var mıdır? Yoksa maddenin cevheri ruhun cevherine veyahut ruhun cevheri maddenin cevherine râci olmak üzere yalnızca bir tek çeşit cevher mi vardır? Yani kâinat âleminden cisimlerin cevheri büsbütün kaldırıldığı farzolunsa, ruhlar da ortadan kalkar mı? Yahut aksine ruhun cevheri ortadan kalksa, maddî cisimler de büsbütün yok olur, ortadan kalkar mı? Yoksa birisi diğerinden ayrı olarak varlığını sürdürebilir mi? Felsefe dalında her birinin taraftarı ve savunucuları bulunan çeşitli nazariyelerden şimdilik vazgeçerek şu kadarını söyleyelim ki ruhun, cevheri ve öz varlığı ne olursa olsun, nev'inin hakikatı, hatta bir tek nevi içinde çeşitli mertebeleri bulunduğu şüphe götürmez bir gerçektir: İnsanların diğer canlılardan farkı, ruhlarının kendi nev'ine mahsus özelliğinden dolayı olduğu gibi, beşerin çeşitli sınıf ve fertleri arasındaki fark da en azından ruh mertebelerinin çokluğunu göstermektedir. Genellikle Peygamberler ise derece farklarıyla birlikte, Âdem kıssasından anlaşıldığı üzere, ilk fıtrata nazaran, beşer nev'i içinde Allah'ın halifeliğine mazhar olmuş yüksek bir ruh derecesine sahip kimselerdir. Bu yüzdendir ki, âdeta kendi nevilerinin üstünde sayılabilecek bir ayrıcalıkları vardır. Bu yüksek ruh asaletine sahip bulunmalarının yanında ilâhî te'yide de mazhar olmaları onları, hem bilgi ve idrak yönünden, hem de tasarruf gücü demek olan iradeyi harekete geçirme yönünden ve bazan ikisiyle birden ruh mertebelerinin en yücelerine eriştiren tecellilere mazhar kılar. Bu tecellilerden her biri, beşerin alışılmış ruhî davranışlarından çok farklı ve üstün özellikler taşır. İşte bu özellikler o peygamberlerin, çeşitli kademelerde mucizelerini meydana getirirler. Bundan dolayıdır ki, peygamberlere mahsus bilgiler, beşer aklının tekrara ve tecrübeye dayalı olarak elde ettiği alışılmış bilgi ve idraklerin üstünde bir ilim, tasarruflarında da yine normal insanların sahib olabildikleri tasarrufun üstünde bir kudret ve irade zuhur edegelmiştir. Bunun için ruhların bizzat Allah'a izafetle sonuçlanan alışılmış ve alışılmamış bütün güçlerini, çeşit ve mertebelerini bir bütün olarak dikkate almayanlar veya alamayanlar, ruhun en yüksek mertebesini aklın en aşağı mertebesi açısından ele alarak, harika denilen garip ve nadir olayları, daima alışılmışa şartlanmış aklın en aşağı ölçüsüyle çözmeye çalışanlar, peygamberlerin mucizeleri karşısında hep inkâr ve te'vil yoluna sapmışlardır. Diğer bir kısım insanlar da mucizeler nazariyesine sarılarak, genellikle aklın ve ilmin konusuna giren kesin gerçekleri inkâr etmeye ve görmezlikten gelmeye çalışmışlardır. Bunların birincisi ifrat, ikincisi ise tefrittir. Yaratılışın bütün sır ve inceliklerini, ne tekdüze tekrarlara dayanan prensiplere bağlı olarak deneysel ilmin ve fennin belli sınırları içine hapsetmeğe hakkımız var, ne de aklın ve ilmin kural ve ilkelerini bir kenara iterek, herşeyi yalnızca harikalarla açıklamağa hakkımız vardır. İlmî araştırmalarla ortaya konan yeni yeni buluşlar, ilmin ve fennin sonu olmayan bir genişliğe sahip bulunduğunu gösteriyor. Bu husus inkâr kabul etmez bir gerçektir. Ayrıca normal aklın, ilim ve fennin hiçbir zaman inkâr edilemiyecek değişmez ve kesin hakikatleri içerdiği de bilinmelidir. Şunu da belirtelim ki, sebeplilik (nedensellik) ve çelişmezlik kanunları işte bu çeşit hakikatlerdendir. Bilgi denilen şey, daha ziyade tekdüze tekrarlara bağlı olarak, deneme yanılma sonucunda teşekkül eder. Ancak kâinatta değişim ve gelişim denilen bir ilke daha vardır. Halbuki her değişim, ilk meydana çıkışında, normal dediğimiz tekdüze tekrara dayanan oluşlara karşı bir hamle ve bir isyan sayılır. Bu yüzden de bir harikuladelik ifade eder. Bunun için, ilmî sonuçlara dayanan imanın yanında mucizeye dayanan imanın, irade olayı açısından çok önemli bir yeri vardır. Çok zamanlar görülmüştür ki, ilim adamlarının kendi konuları dışındaki iş ve çabalarda iradeleri oldukça zayıftır, hatta büsbütün yok denilecek kadar azdır. Kendi tecrübemize dayalı olarak elde ettiğimiz bilgiler, bizde irade olayının teşekkülüne ve güçlenmesine katkıda bulunmuyorlar. Buna karşılık hiçbir ilmî ölçüden haberi olmayan bazı cahiller, ilim adamlarının göze alamayacağı işleri yapabilecek güçlü iradeler gösteriyorlar. Bu husus nazarî olarak herkesçe kabul edilse bile tatbikatta iradenin, hiçbir bilgiye ihtiyaç göstermeyen imandan kaynaklandığı ve oradan kuvvet aldığı gözleniyor. Bu da normal ilmin sonuçlarına inanmaktan değil, mucizeye inanmaktan doğuyor. İslâm dini, bu hakikati tesbit ve ahlâkı yüceltmek için, ilmin ve aklın kurallarına önem vermekle beraber, imanı gerektiren mucizelere de yer vermiştir. Bu sebeple hakikî din adamlarının bilgileri, kendi iradelerini zayıflatmaz. Onlar ilmin ve aklın alanına giren konularda normali kabul ederler, olağanüstü hallerde mucizeye de inanırlar. Normal insanların sevindikleri konularda onların korktuğu ve endişeye kapıldığı, halkın üzülüp ağladıkları noktalarda ise onların ümide ve iyimserliğe kapıldıkları yönler bulunur. Hasılı insan ruhunda ümitsizlik ve korkuyu kısmen de olsa yok etmek için mucizelerin pek büyük etkisi vardır. Sırf aklî ve mantıkî düşünenlerin karamsarlıktan başka birşey göremedikleri kapkaranlık zamanlarda mucizeye iman, böyle ayrılık günlerinde parlayan sevgi güneşi gibi, azim ve iradeye musallat olmuş karamsarlığın paslarını silip süpürmeye yeter de artar bile. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, mucize ve harikalara iman, bir genel ilke gibi ele alınamaz. Zaten isminden de anlaşılacağı gibi, bunun yalnızca özel ve olağanüstü hallere mahsus bir ilke olduğu kesindir. Normal haller için aslolan aklın ve ilmin kurallarıdır. Ne dine, ne ilme önem vermeden, her an harika peşinde koşanlar ve daima yeni görüş ve fikirlerle yaşamak isteyenler, hiçbir zaman ilkellikten kurtulamazlar ve insanlar arasında bağlantı sağlayan sosyal kurallar ve ahlâkî kaideler bırakmayacak kadar cahil, sapık, başıbozuk ve baştan çıkarıcı bir hayat tarzına mahkum olurlar. Bundan dolayıdır ki, Kur'ân mucizesiyle ortaya konmuş bulunan cihanşumûl hükümler ve doğrular, kevnî mucize denilen öteki harikulâde (olağanüstü) olayların üstünde bir anlam ve değer taşırlar. İşte peygamberlerin ruhları, mertebelerine göre bu iki cihetle özel olarak ilâhî desteklere mazhar kılınmışlardır. Bu ilâhî desteğin dış görüntülerinden birisi de onların ahlâklarıdır. Onların ruh mertebeleri, ahlâk bakımından ismet (günahsızlık) derecesine sahiptir. Bundan dolayıdır ki, İslâm inancı açısından peygamberlerin hepsi, çirkin ve alçaltıcı huy ve hareketlerden uzak ve yüce şahsiyetlerdir. Gerçi onlar için de beşeriyet gereği bazan zelle (ayak sürçmesi) ve hata mümkündür. Fakat onda ısrar ve istikrar (devamlılık) söz konusu değildir. Bu gibi şeyler Allah'ın yardımıyla hemen düzeltilir. Biz, eldeki Tevrat ve İncil nüshalarında geçmiş peygamberlere isnat edilen birtakım günah ve kabahatların, tahrifler sonucu olduğundan şüphe etmeyiz. Cenab-ı Hak, peygamberlerin ruhlarına çeşitli mertebelerde gönderdiği bu ilahî destekleri, özellikle Hz. İsa hakkında "Biz onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik". (Bakara, 2/87) âyetiyle dile getirmiştir. Meryem oğlu İsa, ruhî bakımdan bilhassa Rûhu'l-Kudüs ile teyid olunmuştur. Bu gösterir ki, Rûhu'l-Kudüs, Hz. İsa'nın şahsiyetinin bir parçası değil, sadece onun destekleyicisidir. Şu halde hıristiyanların, Rûhu'l-Kudüs'ü İsa'nın şahsiyetine dahil edip, öz şahsiyetinin bir bölümü gibi tasavvur etmeleri bir batıl inanç örneğidir ve geçersizdir.


Acaba Rûhu'l-Kudüs'ten murad nedir? "Rûhu'l-Kudüs" kelime itibariyle fevkalade temizlik, taharet ve nezahet yahut bereket ruhu, yahut mukaddes ruh demek ise de bunun gerçek anlamı hakkında tefsirciler birkaç rivayet nakletmişlerdir.

1- Mücahid ve Rebî'in beyanına göre; "el-Kudüs" el-Kuddûs gibi ilâhî isimlerdendir. Şu halde Rûhu'l-kudüs, yani Allah'ın ruhu demek olabilir. Nitekim bu te'yid dolayısıyla Hz. İsa'ya "rûhullah" dahi denilir.

2- İbnü Abbas'dan bir rivayete göre, burada "Rûhu'l-Kudüs" Allah'ın ism-i azamı (en büyük ismi)dır ki, Hz. İsa bununla ölüleri diriltirdi.

3- İncil'dir, nitekim "İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik." (Şûrâ, 42/52) âyet-i kerimesinde Kur'ân vahyine dahi "ruh" denilmiştir.

4- Katâde, Süddî, Dahhâk ve Rebî'in beyanına ve İbnü Abbas'dan diğer bir rivayete göre, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Ve buna asahh-i akval, yani rivayetlerin en sıhhatlisi demişlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, Hassân İbni Sabit (r.a.) bir kerre "Kureyş'i hicvet, Rûhu'l-Kudüs seninledir." buyurduğu gibi, bir başka zamanda da "Ve Cebrail seninledir." diye buyurmuşlardır. Demek ki, Rûhu'l-kudüs Cebrail aleyhisselâmın "Rûhu'l-Emîn" gibi diğer bir ismidir. Nitekim Hassân (r.a.) dahi beytinde "Allah'ın elçisi olan Cibrîl de bizdedir. O Rûhu'l-Kudüs'ün ise eşi, benzeri yoktur." diyerek Rûhu'l-Küdüs'ün Cebrail olduğunu göstermiştir. Cebrail'e "rûhullah" dahi denilmesi, diğer bir ilahî isim olan Rûhu'l-Kudüs'ün aynı mânâya geldiğini doğrular.

Kur'ân diline ait bu kelimelerin göz önünde bulundurulması ile Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail demek olduğu anlaşılır. Lakin bu takdirde şu soru akla gelebilir: Cebrail Hz. İsa'dan başka peygamberlere de indiği halde burada "onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik." ilâhî ifadesinde söz konusu zamire Hz. Musa bile dahil edilmiyerek doğrudan doğruya zamirin Hz. İsa'ya tahsis edilmesinin mânâsı nedir? Bu ifadeden Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail'den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz mı?

Tefsircilerin açıklamasına göre, cevap hayır. Bu tahsisin anlamı şudur: Ceb rail'in Hz. İsa'ya başka türlü bir ihtisası vardır ki, diğer peygamberlerde bunun örneği yoktur. Çünkü Hz. Meryem'e onun doğumunu müjdeleyen Cebrail'dir. Hz. İsa onun nefhi (üflemesi) ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse beraberinde gitmiştir. Nitekim Meryem Sûresi'nde "Ona ruhumuzu gönderdik, o ruh ona beşer şeklinde temessül edip göründü." (Meryem, 19/17) buyurulmuştur. Âyette geçen "rûhanâ", rûhullah, Rûhu'l-Kudüs, Cebrail'dir.

Bundan başka bilindiği gibi, İsrailoğulları'nın, Hz. İsa ve annesi Meryem hakkında iffet ve ismete, onların kudsiyetlerine aykırı sözler söylemiş olmaları ve âyette esas muhatap olan da yahudiler olduğundan, Hz. İsa hakkındaki bu âyet, tahsis için değil, fakat bilhassa yahudilerin isnat ve iftiralarına karşı Hz. İsa'yı tenzih için bu teyid özellikle söz konusu edilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, taharet ve temizlik anlamına gelen "Rûhu'l-Kudüs" ismi tercih buyurulmuştur. Şunu da burada hatırlatmak lazım gelir ki, Hz. İsa "Rûhu'l-Kudüs" ile teyid edilmiştir, fakat Rûhu'l-Kudüs ile teyid edilen yalnızca Hz. İsa değildir. "De ki, Rûhu'l-Kudüs, onu Rabbinden hak olarak indirmiştir." (Nahl, 16/102) buyurulduğu şekilde Peygamber Efendimiz'e Kur'ân-ı Kerîm'i indiren de Rûhu'l-Kudüs'tür. Oysa Kur'ân'ı ona indirenin Cebrail olduğu bilinen bir gerçektir. Demek ki, Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Güç ve kuvvet açısından Cibril veya Cebrail, ismet ve nezahet açısından da Rûhu'l-Kudüs'tür.İşte ey İsrailoğulları! Görüyorsunuz ki, Allah Teâlâ'nın peygamber ve kitap göndermesi, emsalsiz ve görülmemiş bir şey değildir, öteden beri devam edip gelen bir ilâhî gelenek, bir sünnetullahtır. Zikrolunduğu üzere bilhassa size Hz. Musa'dan Hz. İsa'ya kadar bunca peygamber göndermiş artık size nefsinizin heva ve heveslerine uymayan ilahî emirlerle yeni bir peygamber geldikçe ona uymayı kibrinize yediremeyip, kafa mı tutacaksınız? o peygamberlerin bir kısmını inkâr edecek, diğer bir kısmını da inkârla yetinmeyip -Zekeriya, Yahya vesaire gibi- öldürecek misiniz? Yok artık, o meydanı boş bulamıyacaksınız. Bu âyetin anlamında Peygamber Efendimiz'i öldürmeye azmettiklerine açık bir işaret vardır. Soru, bu teşebbüslerini yüzlerine çarpmak üzere ayıplamak ve kınamak (istifham-ı tevbîhî) içindir.

Bunlar, haklarında nazil olan bütün o güzel nasihatlere, davetlere, acı tatlı hatırlatmalara, müjdelere ve uyarılara, azarlama ve iltifatlara karşı bakınız ne dediler:

Meâl-i Şerifi

88- (Yahudiler, peygamberimize karşı alaylı bir ifade ile): "Bizim kalblerimiz kılıflıdır." dediler. Bilakis Allah, onları kâfirlikleri yüzünden lanetledi. Bundan dolayı çok az imana gelirler.

89- Yanlarındakini tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri inanmayanlara karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, o tanıdıkları kendilerine gelince, bu sefer kendileri onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı Allah'ın laneti kâfirleredir.

90- Ne kadar çirkindir o uğruna kendilerini sattıkları şey ki; Allah'ın kullarından dilediğine kendi lütuf ve kereminden vahiy indirmesine kafa tutarak, Allah ne indirdiyse hepsini inkâr ettiler. İşte bu yüzden de gazap üstüne gazaba uğradılar. Can yakıcı azap asıl kâfirler içindir.

88-Ğulf, "ağlef"in çoğuludur. Ağlef, ğulfe veya ğılafdan kabuklu yani sünnetsiz ya da kılıflı demektir ki, burada kelime "kaşerli, kaşerlenmiş" meâlindedir. Yosun tutmuş, duyarlığını yitirmiş anlamınadır.

Hasılı bunlar bizim kalblerimiz kılıflı, yani kaşerlidir, kabukludur dediler. Bununla Hz. Muhammed'in davetine ve Kur'ân'ın irşadlarına karşı kalplerinin kapalı olduğunu ve bunları dinlemeğe, anlamağa yanaşmak niyetinde olmadıklarını alay ve küçümseme ile söylemek ve ilâhî hidayete ihtiyaçları olmadığını iddia etmek suretiyle akıllarınca iftihar etmek istediler. Hayır, işin aslı öyle değil, belki küfürleri sebebiyle Allah onları lanetledi, rahmetinden uzaklaştırdı, "Allah onların kalplerini ve işitmelerini mühürlemiştir, gözlerine de perde çekilmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır." (Bakara, 2/7) âyetinin hükmü tecelli eyledi. Onun için bunlar az, pek az iman ederler. Yukarıda "Ey İsrailoğulları! Size ihsan etmiş olduğum nimetimi hatırlayın, iyi düşünün ve benim ahdimi yerine getirin ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40) âyet-i celîlesiyle yapılan o büyük ve latif davetler ve onu takip eden yüksek uyarılar karşısında bunların en nihayet "Kalplerimiz kılıflıdır." diye inat etmeleri ve büyüklük taslayıp iftihar edecek bir sebepten değil, sırf mel'unluklarından ileri gelmektedir.

89-Nasıl lanetlenmesinler ki, Ne zaman ki, onlara Allah tarafından yeni ve büyük bir kitap, yanlarında bulunan ve "sizi ahir zaman nebîsi kurtaracaktır" diye müjde veren Tevrat'ı inkâr etmeyip "O da Allah kitabıdır, verdiği haberler gerçektir." deyip doğrulayan bir kitap, yani Kur'ân geldi. Daha önceleri ise onlar küfür ehline, yani müşrik Araplar'a karşı bunun geleceğinden söz açıyorlar ve bu sayede onlara üstünlük sağlayacaklarına inanıyorlardı. "Allah'ımız Tevrat'ta özelliklerini yazılı bulduğumuz ahir zaman nebîsi hürmetine bize yardım et!" diye dua ve istimdat ediyorlar ve müşriklere "Bizim söylediğimizi tasdik ederek ortaya çıkacak olan bir peygamberin gelme zamanı yaklaştı, gölgesi üstümüzde dolaşıyor. Biz onunla bir olup sizi Âd ve İrem gibi katledeceğiz." diyorlardı.

İbnü Abbas, Katade, Süddî demişlerdir ki, Peygamber Efendimiz'in gelmesinden önce Beni Kurayza ve Beni Nadir yahudileri, Evs ve Hazreç kabilelerine karşı onunla fetih isterlerdi. Bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.

Ne zaman ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan onlara böyle bir halde geldi; o tanıdıkları kendilerine gelince bunlar onu inkâr ettiler, tanımaz oldular. Allah'ın laneti kâfirleredir. Bunun için bunlar mel'ûn oldular.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #26  
Alt 03.07.18, 13:10
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

90- Bunların kendilerini uğruna sattıkları şey ne kadar fena, ne kadar çirkindir! ki Allah'ın indirdiği mübarek kitaba ve Hz. Muhammed'in risaletine küfretmeleri, hem de pek alçak, pek rezilane bir sebeple küfretmeleridir. Bilir misiniz onlar buna niçin küfrettiler? Allah'ın kullarından dilediği bir kuluna, sırf lütuf ve kereminden ihsan olarak, peyderpey nimet indirmesine, onu ahir zaman nebisi yapmasına karşı bağyen, yani o peygamberliğin doğrudan doğruya kendilerine indirilmesini istediklerinden, bu peygamber bizden, bizim ırkımızdan değil diye bencillik ve kıskançlık sebebiyle inkâr ettiler. Daha önceleri

"O peygamber gelecektir, gelmek üzeredir... Biz onunla fetihler yapacağız." deyip dururken, o gelince her şeyi unutup insanlıktan çıktılar. "O söylediklerimiz yalanmış." dediler, kendilerini böyle bir küfre sattılar, sattılar da daha önce mahkum oldukları gazaptan kurtulup halas olacakları bir sırada, döndüler, dolaştılar yeni bir gazaba müstahak oldular. Vaktiyle kendilerini Firavun'un kötü baskılarından kurtaran ve bu suretle büyük bir imtihana çeken Cenab-ı Allah, kendilerini âlemlere üstün kılmışken onlar bu faziletleri kendilerine kazandıran peygamberleri, önce inkâr edip, sonra da öldüre öldüre en nihayet imtihanın sonucunda Allah'ın gazabına uğramışlar, nimetleri gitmiş, vatanları ve devletleri mahvolmuş, kendileri şu veya bu milletin hükmü altında yaşamak zorunda kalmış, zillet ve meskenete düşmüş, nihayet ellerindeki kitabın hükmünce son bir ümitleri kalmış idi. O da Hz. Musa'ya benzeyen ve onları daha önce olduğu gibi gazaptan, bu zillet ve meskenetten kurtaracak olan ahir zaman nebisine iman edip, uymaları idi. Bu ümitle yaşarken ve müşriklere karşı onunla iftihar edip, o sayede üstün geleceklerine inanırlarken, tam o peygamberin gelip, aradıklarını buldukları ve yanlarındaki kitabın (Tevrat'ın) hükmü olan bu ümitlerini gerçekleştirmek için Kur'ân-ı Azîmüşşan, kendilerini "Siz verdiğiniz ahdinizi yerine getirin, Ben de size olan ahdimi yerine getireyim." (Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki kitabı doğrulayan bir kitap olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin." (Bakara, 2/41) diye ilâhî emrine davet ettiği sırada sırf kıskançlık yüzünden sözlerinden döndüler. "Vakti geldi." dedikleri peygamberi, "Hayır beklediğimiz bu değilmiş, daha onun vakti gelmemiş, bu bizden değil, Araptandır." diyerek inkâr ettiler. Tıpkı İblis'in Hz. Âdem'e karşı yaptığı gibi, kibirlenip baş kaldırdılar. Allah'ın emirlerine ve davetlerine "kalblerimiz kabuk bağlamış" dediler ve bu inkârı yaparken kendi sözlerini ve ellerindeki kitabın o yegâne ümidi veren hükmünü de geçersiz kılıp yalan saymak suretiyle kendi kendilerini rezil ve rüsvay eylediler. Hasılı bu bezirgânlar kendilerini bu kadar fena bir küfre sattılar ve bundan dolayı eski gazap üzerine tekrar bir gazaba daha layık ve müstahak oldular. Gerçek şu ki, kâfirlerin hakkı da mühîn, yani ihanet edici, hakarete uğratıcı, zelîl edici bir azaptır. Bunlar öyle kâfirlerdir ki, Allah'a, peygambere, hatta kendilerine bile sözle veya fiil ve davranışla küfrederler de bununla beraber üstelik yalan yere imandan dem vururlar. Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

91- Onlara, "Allah ne indirdiyse ona iman edin." denildiği zaman, onlar "Biz kendimize indirilene iman ederiz." derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Oysa yanlarındaki Tevrat'ı tasdik eden gerçek vahiy odur. Onlara de ki; "Peki madem gerçek mümin sizsiniz de ne diye daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?

92- Celâlim hakkı için Musa size belgelerle gelmişti de onun arkasından tuttunuz o buzağıya taptınız. Siz işte o zâlimlersiniz.

93- Bir zamanlar size, "verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın ve onu dinleyin." diye Tûr'u tepenize kaldırıp mîsakınızı aldık. (O yahudiler): "Duyduk, dinledik, isyan ettik." dediler, kâfirlikleri yüzünden o danayı yüreklerinde besleyip büyüttüler. De ki, "Eğer siz mümin kimseler iseniz, bu imanınız size ne çirkin şeyler emrediyor!

91- Yukarıda beyan olunduğu üzere, Allah'ın her indirdiği vahye iman ediniz, denildiği zaman, bunlar biz, bize indirilene iman ederiz, derler de ondan başkasına küfrederler, halbuki hak odur, üstelik yanlarındaki Tevrat'ı doğrulamak üzere hak ve gerçek olan odur. O yanlarındakindedir. Böyle iken yine de onu inkâr ederler. Gerçek imanın hedefi haktır ve hak nerede bulunsa, her nereye inse yine hak iken, üstelik kendi yanlarındaki kitabın hak ve gerçek oluşu, ancak vahyin tasdikiyle açıklık kazanacak iken, bunlar kendi yanlarındakinden başka hiçbir şeye, hak da olsa, imana yanaşmazlar. Âlemde hak sevgisi bulunmayanların hepsi böyledir. Onlar için iman sözü bir nefsaniyet işidir. İnanacakları şeyde mutlaka kendilerini görmek isterler. Mesela kendilerinden olmayan âlime, âlim demezler, kendilerinden olmayan peygambere peygamber demezler. Deseler bile "Bizim peygamberimiz değil ki, ondan bize ne?" derler. Sırf bu yüzden ahir zaman peygamberine ve ona indirilen kitaba, "Bizim halkımızdan değildir, bizim lisanımızdan değildir, o Arab'ın peygamberidir, Arab'ın kitabıdır" diye düşmanlık ederler. Beşeriyeti tefrikaya düşüren, insanlığı şirke ve kavgaya sürükleyen, hak ve hakikate karşı kaba kuvvet kullanmaya, üstünlük yarışına, safsatalara iten, türlü türlü mel'anetler ve şeytanca planlar kullanarak saldıran ve saldırtan işte hep bu nefsaniyet, kibir ve bencilliktir. Hz. Âdem kıssasındaki İblis olayı, tamamen bunu temsil eder. Bunların en başında kendilerini kitap ehli, din ehli ve iman ehli gibi göstermek isteyen yahudiler vardır. Bunlar nihayet izafî bir iman iddia ederler. "Biz ancak bize indirilen kendi kitabımıza iman ederiz." derler, ondan başkasını inkâr ederler. Fakat Cenab-ı Allah gösteriyor ki, bunların bu izafî iman davaları da yalandır. Çünkü bunlar, kendi yanlarında bulunan, kendi imanlarını esas kabul ettikleri kesin bir gerçeği tasdik eden, doğrulayıp onaylayan bir hakikati dahi, doğrudan doğruya "Bize nazil olmadı." diyerek red ve inkâr ederler. Mesela; yukarıdan beri neler olduğu açıklanan Tevrat hükümleri, haberleri ve ilkeleri vardır. Bunlardan biri de ahir zamanda Hz. Musa'ya benzer bir peygamberin geleceği haberidir. İsrailoğulları'nın "Tarafımdan size hidayet getirecek bir peygamber geldiği zaman, kim hemen ona uyarsa, artık uyanlara korku yoktur." (Bakara, 2/38) ilâhî ahdi uyarınca ve o peygambere itaat etmek şartıyla kurtulacakları haber verilmiş ve bu konuda daha önce kendilerinden ahd ve mîsak da alınmış ve yine zamanı gelince Allah'a verdikleri bu sözü tutacaklarını ve gereğince amel edeceklerini kabul etmiş, üstelik yine bunu kendileri büyük iftiharla herkese yaymış ve duyurmuş iken; Kur'ân gelip de Tevrat haktır, bu haberler, bu kıssalar, bu vaadler doğrudur diye onu tasdik ve buna uygun olarak Allah tarafından "Ey İsrailoğulları! Vaktiyle size verdiğim nimetleri haydi hatırlayın, anın ve bana verdiğiniz ahdi yerine getirin de ben de size verdiğim kurtuluş sözünü yerine getireyim"; "Haydi bakalım, benim indirdiğim vahye, yanınızdaki kitabı tasdik eden vahye iman edin!" emirlerini kendilerine tebliğ edince; Tevrat'ı tasdik eden, onu onaylayıp destekleyen bu ilâhî emirleri red ve inkâra kalkıştılar, "kalblerimiz kabuk bağlamış" dediler de bütün bunlarla beraber, "biz, bize indirilene inanırız" diye bir de izafî (bağımlı) bir iman davası güdüyorlar. Şimdi siz böyle mi diyorsunuz? Öyleyse size inmiş olan Tevrat'a ve ona haktır diyen Kur'ân'a inanınız, derseniz yine dönerler, onu da red ve inkâr ederler. Demek ki, bunların "biz bize indirilene inanırız" iddiaları da yalan ve asılsızdır. Bunlar başkasına inen hakkı inkâr etmek için daha önce kendilerine nazil olmuş ve yine kendilerince her tarafa yayılmış bulunan gerçeği de inkâr ediyorlar, çelişkiden kurtulamıyorlar. Artık bu safsatacılarda -isterse izafî olsun- bir iman tasavvur olunabilir mi? Bundan başka durumun iyice ortaya çıkması için bunlara de ki, iddia ettiğiniz gibi, gerçekten kendinize indirilene inanıyorsanız, bundan evvel Allah'ın peygamberlerini öldürür müydünüz? İmanınızda samimi iseniz onları niçin öldürdünüz? Peygamber öldürmek yeterince küfür ve inkâr değil midir? İnandığınız Tevrat bunu yasak kılmamış mıydı? Özellikle Zekeriya, Yahya ve diğerleri gibi öldürdüğünüz peygamberler hep sizin peygamberleriniz değil miydi?

92-Daha gerilere bakalım Allah biliyor ki, Musa size apaçık belgelerle, aşikar mucizelerle geldi, sonra da siz onun hemen arkasından tuttunuz buzağıya taptınız, ve siz işte böyle zalimlersiniz! Ey zalimler, siz o zaman mı kendinize inmiş olana iman etmiş oldunuz?

93-Musa'ya verilen mucizelerden birini daha hatırlatalım: Hani size verdiğimiz kitabı ve onun hükümlerini kuvvetle, ciddiyet ve özenle tutunuz ve dinleyiniz diye Tur dağını tepenize kaldırarak sizden zorla mîsakınızı almıştık. Koca bir dağın şemsiye gibi başınız üzerine dikilip sizi tehdit etmesi ne büyük mucize idi. Fakat dinlediler mi? Buna karşı içlerinden işittik ve isyan ettik, dediler. Kâfirlikleri sebebiyle buzağı sevdası iliklerine kadar işlemişti, kalbleri onun sevgisi ile dopdoluydu. Demek ki, o zaman bile kendilerine indirilen vahye iman etmiş değillerdi.

Sen bunlara şöyle söyle ve de ki: eğer siz mümin iseniz imanınız size ne çirkin emirler veriyor ki; işittik, isyan ettik dersiniz, peygamberleri öldürür, kitabınızı inkâr edersiniz ve o buzağı sevgisini bir türlü kalbinizden çıkarıp atmazsınız. Böyle bir iman olsa olsa Şeytan'a iman olur. Bütün bu halleriyle bunlar ahiret nimetlerini de kimseye vermek istemezler. Lakin bunların Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine iman sözleri asılsız olduğu gibi, ahirete imanları da asılsızdır. Ahirete imanlarının da böyle olduğunu bildirmek üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

94- De ki; Allah yanında ahiret yurdu (cennet) başkalarının değil de yalnızca sizin ise, eğer iddianızda da sadık iseniz haydi hemen ölümü temenni ediniz, ölmeyi cana minnet biliniz.

95- Fakat elleriyle işledikleri yüzünden onu hiçbir zaman temenni edemiyecekler. Allah o zâlimleri bilir.

96- Elbette onları insanların hayata en hırslı, en düşkün olanları olarak bulacak, hatta müşriklerden biledaha düşkün bulacaksın. Onların her biri bin sene ömür sürmeyi arzular, oysa uzun yaşamak kendisini azaptan kurtarıp uzaklaştıracak değildir. Allah, onların neler yaptığını görüp duruyor.

94-Ey Muhammed! Sen onlara de ki; eğer ahiret yurdu, ahiret saadeti, başka insanların hiçbir hissesi olmayarak yalnızca sizin ise hiç durmayın ölümü temenni edin, eğer bu iddianızda samimi iseniz, sözünüzün doğruluğuna inanıyorsanız hemen ölmeyi istemeniz gerekir. "Dâr", lügatta dâiren mâdar, dörtbir yanına çepeçevre hudut çevrilmiş, mükemmel bir surette korumaya alınmış, yerleşmeye ve içinde yaşamaya elverişli olan yer demektir. Dilimizdeki büyük konak, saray, mâlikane, şehir, memleket, yurt ve vatan kelimelerinin mânâlarına gelir. Yerine göre bunların ifade ettiği mânâların hepsini içine alır. Nitekim "Dâr-ı İslâm" müslümanların yaşadığı, barış , selamet ve huzur içinde yaşadığı yerler için kullanılır. "Dâr-ı Harb" ise harb halinde, özellikle müslümanlarla harb halinde olan yerler için kullanılır. Bunun gibi içinde bulunduğumuz bütün şu âleme de "Dâr-ı Dünya" denilir. Aynı şekilde "Dâr-ı Ahiret" de ölümden sonra ebedi olarak kalınacak dârü'l-karar demektir. Şu halde "Dâr-ı ahiret sırf bizimdir." demek, öldükten sonra herkes ya mahvolup yok olacak, sadece biz kalacağız, ya da herkes cehenneme gidecek, yalnızca biz cennete gideceğiz ve orada biz mutlu olacağız demek olur. Ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine ait olduğuna cidden inanmış olanların zahmetler, elemler ve kederlerle dolu olan şu üç-beş günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı yoktur. Hele dünyada vatandan, istiklalden mahrum, zillet ve meskenete mahkum bir halde yaşayanlar için böyle bir temenninin kaçınılmaz olması gerekir.



95- Halbuki onu hiçbir zaman isteyemezler, temenni edemezler, sebebi de herşeyden önce elleriyle yaptıkları, ahiret için hazırladıkları şeyler, cürümler, cinayetler, zulümlerdir. Yani bunlar zaten sabıkalı kimselerdir. O kirli ellerin neler yaptığını, ahirete ne yüzle varacaklarını vicdanları duyar da dünya cennetinden vazgeçemezler, ölümü isteyemezler. Allah o zalimleri bilmez mi sanıyorlar ki, ahiret yurdu bizimdir, diyorlar, Oysa Allah bütün zalimleri bilir.



96-Esasen bunların ahirete ne imanları vardır, ne ümitleri. Çünkü iyice araştırırsan, insanlar arasında dünya hayatına en düşkün, en hırslı olarak bunları bulursun. Bunların, diğer bir hayata ümitleri veya zerre kadar imanları olsaydı, bu dünya hayatına böyle herkesten, hatta müşriklerden bile daha fazla hırsla sarılabilirler miydi? Müşriklerden bile daha hırslılar, her biri arzu eder ki, bin sene ömür sürsün. Bazı tefsirciler bu müşriklerden maksadın mecûsîler (ateşe tapanlar) olduğunu rivayet etmişlerdir ki, o zamanın İranlıları demek olur. Halbuki o şekilde bin sene ömür sürmesi, kendisini azaptan kurtaracak, uzaklaştıracak değildi. Allah, onların, gizli veya açık olarak ne yaptıklarını, ne yapacaklarını görüp duruyor. Yakub kırâetinde hitap şekli ile diye okunur, yani Allah sizin hepinizin yaptığını, yapacağını görüyor, biliyor demek olur.

"Basîr", lügatte âmânın, yani körün zıddıdır. Bununla beraber kelime hem "basar"dan, hem "basîret"ten sıfatı müşebbehe olduğu için "habîr = haberdar" anlamına da gelir. Her yönüyle gören, her şeyin içine, dışına, bütün yönleriyle vâkıf olan, işlerin sırlarına âşina mânâsına kullanılır. İşte Allah böyle Basîr'dir. Bundan dolayı hayra hayır ile mükafat verecek, şerre de şer ile ceza verecek, herkesin ahiret hayatı, dünyadaki ömrünün uzunluğuna, kısalığına göre değil, ameline göre olacaktır. Halbuki amel de iman ile yakından alâkalıdır. Ahireti tanımadıkları için müşriklerin hayata bu kadar düşkün olanları vardır. Ancak yahudileri onlardan daha fazla, daha beter düşkün ve hırslı bulursun. Şu halde bunların ahirete müşrikler kadar bile yüzleri yoktur.

Bu ruh hali, kaçınılmaz olarak iki sebebin birinden ayrı değildir. Ya bunlar "Ahiret saadeti sırf bizimdir, olsa olsa ateş bize sayılı birkaç gün dokunup geçecektir." derken, bunun yalan olduğunu bilerek söylüyorlar. Böylece ahirete asla inanmıyorlar demektir. Ahirete iman davasında kendi kendilerini yalanlıyor, tekzib ediyorlar. Ya da bunların "ahiret yurdu" sözünden maksatları, öldükten sonraki hayat anlamına gelen gerçek ahiret değil de, dünya hayatının sonunda tasavvur ettikleri bir istikbaldir, mutlu bir gelecektir. Deniliyor ki, bunlar son devirlerde "ahiret" kavramını te'vil ve tahrif ederek şu ideale sahip olmuşlardır: Dünyada en nihayet Kudüs'ün de içinde bulunduğu "Arz-ı Mukaddes" (kutsal topraklar) kendilerinin olacak ve orada devlet kuracaklar ve ondan sonra bütün dünyayı istila edecekler, dünyanın yegâne devleti olacaklarmış. O zaman başkaları mahvolup yok olacak, dünya da bütünüyle bunların olacakmış, "dâr-ı ahiret" dedikleri bu imiş. İşte bundan dolayı "diğer insanların hissesi olmayarak dâr-ı ahiret sırf bizimdir" demeleri buna işaretmiş. "Sayılı günler" anlamına gelen "eyyâm-ı mâdûde" sözü de o zamana kadar geçecek olan müddet içinde her ferdin ömründen kinaye olmuş olur.

Bugün bütün dünyadaki yahudilerin bu ideal üzerinde birleşmek istedikleri de anlaşılıyor. Onlar buna inanmış olabilirler, lakin Allah Teâlâ, ahiret imanının bundan ibaret olmadığını, ahiretin böyle telakki edilmesinin caiz olmayacağını, ahiret inancının bu olmayınca böyle bir fikrin tahakkukunun da mümkün olmayacağını ince ve hakîmane bir üslup ile beyan buyuruyor ve ahiret inancının bütün yönlerini ve gereklerini ortaya koyuyor.

Diyelim ki, Yahudi milleti ve toplumu açısından ahiret kavramı, bir anlamda yeniden diriliş demek olsun. Lakin millî ruhun diri kalması, millet varlığının devam etmesi neye bağlıdır? Tek tek fertlerin hayatına değil mi? O halde bunu kazanmak o fertlerin çalışmasına ve fedakarlığına dayanmaktadır. Bu ideal gerçekleşinceye kadar nice kişiler geçmeli ve bu uğurda hayatını feda etmeli ki, ölmüş bir millet, yeniden diriliş sırrına mazhar olsun. Halbuki konuya fert açısından bakınca durum daha başkadır. Çünkü o öldükten sonra milletinin mutlu geleceğini gözleriyle görmüyor, onun safasını sürmüyor. Aslında fert için dünyada iken yaptığı fedakarlığın mükafatını güvence altına alan diğer bir hayata, yani hakiki mânâsıyla ahiret hayatına inanmaya ihtiyaç vardır. İnsanın ahirete imanı bulunmadıkça öyle bir idealin gerçekleşmesine imkan yoktur. Öldükten sonra kendi ruhunun baki kalacağına inanmayan, daha doğrusu şahsın öldükten sonra dirilmeye, diğer bir doğuş ve oluş ile ebedi bir hayata inanmayan, sayılı günlerden ibaret bulunan bu dünya hayatının sonunda ölünce büsbütün yok olup gideceğine ve hiçlikten tekrar kurtulmasının imkansız olduğuna inanan fertler, böyle bir fedakarlığa ve nice nice hayatların harcanmasına bağlı bulunan öyle yüksek bir ideal uğruna nasıl can verebilirler? Sonra ne diye fedakarlık yapsınlar ki? Eğer öldükten sonra hakiki ahiret mükafatı yoksa, asırlarca sonra gelecek insanların sahip olacağı bir saadet için bugünkü insanlar nasıl ve neden dolayı fedakarlık yapsınlar ve emek harcasınlar? Bütün bunlar sırf hayır ve iyilik olduğundan dolayı, sırf Allah rızası için yapılacaksa, öldükten sonra, tamamen yok olup gideceklerini sanan kimse için hayrın ve Allah rızasının mânâsı nedir? Âlemde böyle fertlerden meydana gelen bir toplumun öyle yüksek bir ideali gerçekleştirmesine asla imkan yoktur. Bunu yapabilecek bir milletin fertleri dünyada yüksek idealler için can vermeyi göze alabilecek bir inanca sahip olmalıdır. Bunun için de ölümden sonra büyük bir mükafatın gerçekleşeceğine iman etmelidir. Yahudiler ise böyle bir ahirete inanmadıkları için müşriklerden daha fazla dünyaya düşkündürler, ölümden de korkarlar. Ahiret yurdu adını verdikleri "Arz-ı Mukaddes" ve "Dünya Devleti" idealleri bu şartlar altında gerçekleşmesi kabil olmayan çelişkili bir idealden ibarettir. Eğer onlar, gerçek ahirete inanmadan buna inanıyorlarsa yalan ve yanlış şeylere inanmaktan ibaret olan şeytanî bir iman olur. Buna da "Eğer siz mümin iseniz imanınız size ne kötü, ne çirkin şeyler emrediyor!" âyeti okunur.

Diğer taraftan yahudilere göre, ahiret imanı yalnızca bu demekse, yani sayılı günlerde azap demek, söz konusu ideal gerçekleşmeden önce dünyadaki ömürlerinden kinaye olarak şimdiki hayat demekse, bu ideal gerçekleşinceye kadar onun uğrunda çalışıp can verenlerin hepsinin canı cehenneme gidecek, ondan başka bir yer görmeyecekler demektir. Bu ise bir haksızlıktır, zulümdür. Böyle bir telakkiyi veren din de zâlimane bir din olur. Çünkü böyle bir inanç altında dünya sevgisi, cehennem muhabbetinden ibaret bir delilik demek olur. O halde bunlar için saadetin bir mânâsı varsa, o da yok olmak için bir an önce ölüp kurtulmaktır. Şu halde hepsi birden ölümü temenni etmelidir ki, bir gün evvel "eyyâm-ı mâdûde" denilen sayılı günleri bitirmiş olsunlar. Oysa bunlar kadar ölümden kaçan, bunlar kadar dünya hayatına hırsla sarılan hiçbir kavim yoktur. Demek ki, bu imanları da yalandır. Diyelim ki, bu hırs "Arz-ı Mukaddes" idealinin ancak dünya hayatında görüleceğiyle ilgili olsun, o zaman dünyada uğruna can feda etmeye bağlı, uzun mücadeleler, büyük muharebeler yapılmaksızın elde edilmesi mümkün olmayan dünyevî bir gayeye, böyle bir hayat sevgisi ile erişmek sevdası çelişkilerle dolu muhal bir hayalden başka ne olur? Bu gayenin gerçekleşmesini isteyenler, bu uğurda şehid olmak için ölümü göze alabilmeli ve temenni edebilmelidirler. Bunu yapabilmek ise hakiki mânâsiyle ahirete inanmayı gerektirir. Bu da ancak "O müttakiler ki, sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana iman ederler ve ahiret gününe de kesinlikle iman sahibidirler." (Bakara, 2/4) hükmüne uygun olarak, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i ve ona nazil olan kitabı tasdik ile mümkün olur. Ve ancak o zamandır ki, "Siz benim ahdimi yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40) ilahî va'di gerçekleşir.

Görülüyor ki, burada sadece yahudiler için değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #27  
Alt 03.07.18, 13:10
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Ayrıca bu yahudiler vahiy ve nübüvvet aleyhinde söz söylemiş olmak için vahyin vasıtası olan Cibrîl-i Emîn hakkında "O bizim düşmanımızdır." diye düşmanlıklarını açığa vurmuşlardır ki, buna karşı şu iki âyet nazil olmuştur:

Meâl-i Şerifi

97- Söyle; her kim Cebrail'e düşman ise iyi bilsin ki, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın izniyle kendinden önceki vahiyleri onaylayıcı, müminlere hidayet ve müjde kaynağı olmak üzere o indirdi.

98- Her kim Allah'a, Allah'ın meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ile Mîkâil'e düşman olursa, iyi bilsin ki, Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.

97-Bu âyetlerin nüzul sebebi olan bu düşmanlığın nasıl meydana geldiği hakkında birkaç rivayet vardır:

Birincisi: Çeşitli yollarla gelen rivayetlerin bütününden çıkan sonuca göre; Peygamber Efendimiz, Medine'ye hicret buyurdukları zaman, Fedek yahudilerinin din büyüklerinden biri olan Abdullah İbnü Suriya, münazara etmek için birkaç kişiyle birlikte Peygamber Efendimiz'e gelmiş. Evvela; "Ey Muhammed! Uykun nasıldır?" demiş, "Zira ahir zamanda gelecek o peygamberin uykusu bize haber verilmiştir." Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz "Gözlerim uyur, kalbim uyumaz." buyurunca, "Doğru." demiş. Sonra "Nutfe babadan iken çocuk anasına neden benzer? Bunu da açıklar mısın?" demiş. Peygamber Efendimiz "Kadının da suyu vardır, hangisi üstün gelirse benzerlik o tarafa çeker." buyurmuş. O yine "Doğru" demiş. Sonra "İsrail'in kendi nefsine haram kıldığı yiyecek ne idi, haber ver bakalım. Çünkü Tevrat'a göre, bunu ümmî peygamber haber verecektir." demiş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz buyurmuş ki; "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına söylerim. Bilir misiniz ki, İsrail (Yakub) şiddetli bir hastalığa tutulmuştu, hastalığı uzadı, o zaman Allah kendisine bu hastalıktan afiyet ihsan ederse en sevdiği yiyeceği ve içeceği kendi kendisine haram olsun diye adakta bulundu ve onu kendi nefsine haram kıldı: "Deve eti yemiyeceğim, deve sütü içmiyeceğim diye adakta bulundu". Abdullah, buna da "evet" dedikten sonra "Dördüncü ve son olarak bir şey kaldı, onu da söylersen sana iman ettim gitti." demiş. "Sana hangi melek geliyor da Allah tarafından bu senin söylediklerini sana getiriyor?" diye sorunca Resulullah "Cebrail" buyurmuş. Bunun üzerine "O bizim düşmanımızdır, o savaş ve şiddet getirir, bizim elçi meleğimiz Mikail'dir ki o, müjde, ucuzluk, bolluk ve bereket getirir. Eğer sana gelen melek o olsaydı iman ederdik." demiş. Hz. Ömer hemen sormuş "Bu düşmanlık ne zaman başladı?" demiş. Abdullah İbn Suriya "Bunun başlangıcı çok eskilere dayanır." demiş, "Buhtu nassar denilen bir adam tarafından Beytülmakdis'in tahrip edileceğini Allah Teâlâ bizim peygamberimize vahyetmiş bildirmiş ve onu tarif etmişti. Biz de aradık bulduk, onu öldürmek için adamlar gönderdik. O zaman Babil'de henüz miskin bir çocuktu, fakat Cebrail 'Eğer Allah sizi bunu öldürmeye muvaffak kılarsa, haber verdiği adam bu değilmiş demek olur. Binaenaleyh bunu öldürmek fayda sağlamaz.' diyerek onu müdafaa etti, sonra da o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, hükümdar oldu, bize harp açtı, Beytülmakdis'i tahrip etti ve orada katliam yaptı. Bunun için biz Cebrail'i düşman olarak tanırız." Bunun üzerine işte bu âyetler nazil olmuştur.

İkincisi: İnme sebebi, doğrudan doğruya Hz. Ömer ile olan bir söyleşi üzerine olmuştur, şöyle ki: Medine'nin yukarı tarafında Hz. Ömer'in bir tarlası vardı, ona gelir giderken yolu yahudilerin dershanelerinin önünden geçerdi, o da ara sıra durur onları dinlerdi. Bir gün "Ey Ömer!" dediler, "Muhammed'in ashabı içinde senin gibi sevdiğimiz yok, diğerleri gelir geçer, hiç iltifat etmezler, canımızı sıkarlar. Sen öyle yapmazsın, bunun için sana çok ümit besliyoruz". Bunun üzerine Hz. Ömer, onlara sordu: "Sizce en büyük yemin nedir?" dedi. Onlar "Tûr-i Sinâ'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân adına edilen yemindir." dediler. Sonra Hz. Ömer, onlara bu suretle yemin vererek: "Doğru söyleyin Muhammed'i kitabınızda buluyor musunuz?" diye sordu. Onlar sustular, sükut ettiler, Ömer: "Ne oluyorsunuz, çekinmeyin söyleyin, vallahi ben kendi dinimde şüphem bulunduğu için size soru sormuyorum." dedi. Birbirlerinin yüzlerine baktılar, içlerinden biri kalktı, onlara: "Söyleyin, yoksa ben söyliyeceğim." dedi. Bunun üzerine dediler ki; "Evet, biz onu kitabımızda buluyoruz, lakin ona vahiy getiren melek Cibril'dir, Cibril ise bizim düşmanımızdır, o hep azap, savaş, zelzele gibi şiddetlerin sahibidir, eğer ona gelen melek Mikail olsa idi, herhalde iman ederdik, çünkü o hep rahmete, merhamete, ucuzluğa, huzur ve selamete vekil edilmiştir." Hz. Ömer yine sordu: "Tûr-i Sina'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân hakkı için söyleyin Allah katında Cebrail'in yeri nedir?" Onlar dediler ki, "Cebrail sağında, Mikail solundadır." Bu cevap üzerine Hz. Ömer: "Öyleyse şahid olun ki, Allah'ın sağındakine düşman olanlar, solundakine de düşman olmuş olurlar ve bu ikisine düşman olanlar Allah'a da düşmandırlar!" dedi ve olup bitenleri haber vermek üzere Hz. Peygamber'in huzuruna geldi. Peygamber'in huzuruna vardığı zaman gördü ki, Cibril ondan evvel vahiy getirmiş, Resulullah kendisine bu âyetleri okuyuvermişti.

Üçüncüsü: Yahudilerin "Allah Teâlâ, Cebrail'e, peygamberliği bize getirmesini emrettiği halde, o başkasına götürdü, bundan dolayı ona düşmanız." dedikleri de rivayet edilir. Gerçekten de âyetin mazmununa göre, düşmanlığın esas sebebi, Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in kalbine indirilmesinden başka birşey değildir. Bunun da Allah'ın izniyle yapıldığı ve aynı zamanda getirdiği Kur'ân'ın yalnızca şiddet ve azap değil, daha önceki semavi kitapları tasdik edip desteklediği, ayrıca müminlere hidayet ve müjdelerle dolu olduğu beyan buyurularak, onlar tarafından öne sürülen sebeplerin gerçek sebepler değil, yalan olarak söylendiği ortaya konmuştur.

Fayda: "Cibrîl" kelimesi esasen "cibr" ve "il" kelimelerinden oluşmuş İbrânîce bir kelimedir ve Fahr-ı kâinat (âlemlerin öğüncü) Efendimiz'e vahiy getiren meleğin ismidir. İbrânîce'de tıpkı Abdullah gibi ve rivayete göre aynı mânâda bir izafet terkibi ise de Arapça Ba'lebek gibi mezcî (karışık) terkiplere benzer bir tarzda kullanılmıştır. Âlemiyet (isimlik) ve ucme (Arapça olmayan) gibi iki sebepten dolayı gayri munsariftir. Araplar bunu sekiz ayrı telaffuz şeklinde söylemişlerdir ki, bunlardan en meşhuru dörttür ve bu dört vecih Aşere kırâetinde vârid olmuştur:

1-Selsebîl vezninde "cebraîl", Hamze ve Kisaî kırâetleri,

2- "Cebreîl" Ebubekr Şu'be rivayetiyle Âsım kırâeti,

3- "Cebrîl" İbnü Kesir kırâeti,

4- "Cibrîl" cîmin kesriyle, geri kalan altı imam, bir de Hafs rivayetiyle Âsım kırâeti ki, bizim kırâetimiz de budur ve Hicaz lügatıdır. Diğer dört kırâet de "Cebraiyl, Cebrail, Cebral ve Cebrîn" şeklindedir. Arapça'nın dışındaki bazı dillerde "Gabriyel, Gabraiyl, Gabril" gibi isimler de aslında "cîm" harfinin Mısır lehçesiyle okunmasından ibarettir.

Bu terkibin özel isim olma gerçeğini, bir an için bir yana bırakır da kelimenin ne anlama geldiğini öğrenmek istersek, bu konuda da çeşitli görüşler öne sürüldüğünü görürüz. İbrânîce'de "cebr" abd, yani kul ve köle anlamına, "îl" de ilâh ve Allah anlamına geldiğinden "Cebraîl" de "Abdullah" (Allah'ın kulu) demek olur. Bununla beraber bazı tefsirciler bunun yani, "Allah'ın ceberûtu" mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Gerçekten de kelimenin Arapça "cebr" maddesiyle açıkça ilişkisi vardır. Buna göre; Cibrîl, karşısında hiçbir kuvvetin engellemesine imkan olmayan ve eserlerinde gerek ilmî, gerek amelî bakımından, her yönüyle kat'iyyet, zaruret, kesinlik ve kaçınılmazlık sabit olan, hâsılı her meleğin, her ruhun, her kuvvetin ve her gücün üstünde bulunan bir melek anlamına gelmektedir. Aslında vahiy olayı da bu suretle ilmî kesinlik ifade etmektedir; şüphe ve tereddütlere, beşerin çaba ve iradesiyle elde edilen bilgilerde olduğu gibi zan ve ihtimallere imkan bırakmayan bir bilgi olduğundan, vahiy vasıtası olan meleğin bu isimle anılması, aynı zamanda onun görevini de bir anlamda tarif etmek demek olur. Buna ruh, ruhullah, emin ruh ve Rûhu'l-Kudüs denilmesi "Yüce arşın sahibi katında itibarlı, güçlü, kendisine itaat edilen ve her yerde güven duyulan" (Tekvîr, 81/20,21) özellikleri ile tanıtılması dahi bu mânâyı teyid etmekte ve desteklemektedir. Bundan vahiy bilgisinin ve peygamberlere verilen mucizelerin ne kadar büyük bir kesinlik ifade ettiğini anlamak da kolay olacaktır. Bundan dolayı yahudilere karşı hitap edilirken, kendi dillerinde bulunan bu ismin seçilmiş olması, buna karşı düşmanlık gütmenin ne kadar anlamsız, ne kadar delilik ve ne kadar kâfirlik olduğunu anlatmak için ne büyük bir belağat olmuştur. Artık âyetlerin mânâsını izaha geçebiliriz:

Ey Muhammed! Sen şöyle de ve benim tarafımdan şunu ilan et ki her kim Cibrîl'e düşman ise karşıma çıksın. Aslında tefsirciler bunun şart cümlesi olduğunda ittifak ediyorlar, fakat tefsircilerin çoğu, ceza cümlesinin hazf edilmiş olduğunu, onun da "sebepsizdir, mânâsızdır", yahut "kahrından ölsün, çatlasın gibi" bir takdire bağlı olduğunu, daha sonraki kelimesinin yukardaki şart cümlesinin cezası değil, takdir ile mahzuf olan ceza cümlesinin illeti olduğunu söylüyorlar. Keşşaf sahibi ise bundan başka cezanın mahzuf olmayıp, bu cümlenin devamı olan cümlesi olabileceğini de söylemiş ve buna göre meâlin "Bunun sebebi Allah'ın izniyle Kur'ân'ı sana indirmesinden ibarettir." olacağını göstermiş ve nihayet bunun bir tehdit anlamı taşıdığını da anlatmıştır. Lakin buna cümlesinde şartına ait bir zamir bulunmadığından Arap dilinin kurallarına uygun düşmediği gerekçesiyle itiraz edilmiştir. Ancak Zemahşerî, burada "bunun adavetinin sebebi" diye bir müpteda ile bu zamirin mukadder olduğunu gösterdiğinden, Ebu Hayyan'ın bu itirazına verilen cevabı da anlatmıştır. Demek oluyor ki, önceki şekilde ceza hazf edilmiş, cezanın illeti, aynı zamanda ceza yerine kaim; ikinci şekilde ise ceza mevcut, fakat arada bağlantı sağlayan bir müpteda hazfedilmiştir. Her iki takdir şekline göre de bu sözün bir tehdit anlamı taşıdığını ve ikinci âyetin bunu izah ettiğini unutmamak gerekir. Sebebin beyanı vesiledir, âyetin siyakı ise asıl kınama ve azarlamadır. Bunun için biz siyakı gözönünde tutarak şu takdiri daha uygun görüyoruz: "Söyle ve de ki; her kim Cibrîl'e düşman ise Allah'a düşmandır". Çünkü o Cibrîl, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın izniyle indirmektedir. Önündeki eski kitapları tasdik edip doğrulayıcı, müminlere hidayet ve müjde olmak üzere.

"Kalbin üzerine" buyurulması iki bakımdan dikkate şayandır:

Birincisi: "kalbine doğru" buyurulmayıp ile irad edilmiştir; isti'lâ ifade ettiğinden, vahiy yoluyla indirilen ilâhî bilgilerin, kalbde kendiliğinden doğan ilham ve sunûhatın, birtakım basit duyguların meydana gelmesinde olduğu gibi, kalbe yalnızca bir noktadan ilişivermekle kalmayıp, bütün kalbi, üzerinden çepeçevre kaplayıp istila etmek suretiyle diğer duygu ve idraklerin cümlesini geçersiz kılarak, gelip yerleşen ve her türlü kesinliğin üstünde, karşı konulamaz zorunlu bir ilmî gerçeklik ifade eden ilahî hüküm, ilâhî mecburiyet demek olduğunu iyice anlatmaktadır. Nitekim Cibrîl, vahiy getirdiği zaman, Resulullah'ı öyle sarıp sıkıştırıyordu ki, canına tak ediyordu. Bunun için Rasulullah "Beni takatsız bırakıncaya kadar sıktı." buyurmuştu. Buharî'nin başında Hz. Aişe'den rivayet olunduğu üzere Ashab-ı kiramdan Haris b. Hişam "Ey Allah'ın Resulü, sana vahiy nasıl geliyor?" diye sormuştu. Resulullah da buyurdu ki, "Bazı zamanlar çan sesi gibi gelir, bu bana en şiddetlisidir. Derken ses kesilir, ben de hepsini ezberlemiş olurum, bazı zamanlar melek bir âdem şekline bürünür, bana söyler, ben de söylediğini bellerim." Hz. Aişe bunu naklettikten sonra demiştir ki: "Gerçekten ben de gördüm, gayet soğuk bir gündü, peygambere vahiy geliyordu, sonra vahiy kesildi, peygamberin alnından ter damlaları dökülüyordu. İlk vahyin peygamberimize nasıl geldiği Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde nakledilmişti. İşte burada "ilâ kalbike" " veya "ileyke", hatta "aleyke" buyurulmayıp da "alâ kalbike" buyurulması, özellikle vahyin, Resûlullah'ın kalbine pek ziyade baskı yapan ve onu kuşatan en şiddetli kısmına işaret buyurulmuştur.

İkincisi: Bu sözü söylemeye Resulullah memur olduğu için sözün gelişi ve dış görünüşü gereği olarak, Peygamber Efendimiz'in diliyle ve mütekellim (birinci şahıs) sigasiyle "alâ kalbî" denilmesi gerekirdi, yani sözü söyleyen Resulullah olduğuna göre, onun "benim kalbim üzerine" demesi lazım gelirdi. Böyle iken muhatap sigası ile "alâ kalbike" buyurmuştur ki, bu da bu sözü Resulullah kendi tarafından değil, Allah tarafından aynen söylemeye memur olduğunu nass halinde ortaya koymak içindir.

98-Özet olarak "Ey Muhammed! Sen değil, ben söylüyorum, sen bunu ilan et! Her kim Cibrîl'e düşman ise şunu iyi bilsin ki, o Cibrîl, bu Kur'ân'ı kendiliğinden değil, benim iznimle sana indirmektedir. Üstelik ondan evvel gönderilmiş olan bütün ilâhî kitapları tasdik edip destekleyici, onlar gibi rahmet ve hatta müminlere onlardan da fazla hidayet ve müjde olarak indirmektedir. Şu halde Cibrîl'e düşmanlık etmek, Allah'a, Allah'ın kitaplarına, müminlere olan hidayete ve müjdelere düşman olmaktır. Zira her kim Allah'a, meleklerine, resullerine ve bilhassa Cibrîl ile Mikail'e düşman olursa iyi bilsin ki, Allah da kâfirlere düşmandır. Yani onların belalarını verecektir; onları yaşatması, onlara mühlet ve fırsat vermesi onlar için bir nimet değildir, sadece ve sadece talihsizliktir. Ancak tevbekâr olurlar da inananlar arasına katılırlarsa, o zaman söz konusu hidayet ve müjdeden onlar da faydalanır, nimete ererler.

Bu emirden sonra Cenab-ı Hak, Resulünü, bir daha te'yid ederek, yahudilerin son bir defa daha içyüzlerini ve ruh hallerini bütün derinliğiyle bildiriyor ve nihayet onlara, bütün bu hal ve tutumlarından vazgeçip yola gelmelerini rahimane bir belağatle tavsiye ediyor, şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

99- Şanım hakkı için sana çok açık âyetler; parlak mucizeler indirdik. Öyle ki, iman sahasından uzaklaşmış fasıklardan başkası onları inkâr etmez.

100- O fasıklar hem bunları tanımıyacaklar, hem de ne zaman bir ahd üzerine antlaşma yapsalar, her defasında mutlaka içlerinden bir güruh çıkıp onu bozacak ve atıverecek öyle mi? Hatta az bir güruh değil, onların çoğu ahit tanımaz imansızlardır.

101- Üstelik Allah tarafından onlara, yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber gelince, daha önce kendilerine kitap verilenlerden bir kısmı, Allah'ın kitabını sırtlarından geriye attılar, sanki hiçbir şey bilmiyorlarmış gibi yaptılar.

102- Tuttular da Süleyman mülküne dair şeytanların uydurup izledikleri şeyin ardına düştüler. Halbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir öğretiyorlar ve Bâbil'de Harut ve Marut'a, bu iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi "biz ancak ve ancak sizi denemek için gönderildik, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!" demeden kimseye birşey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Yemin olsun ki, onu her kim satın alırsa, onu alanın ahirette bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Hakkiyle bilselerdi, uğruna canlarını sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.

103- Şayet onlar iman edip de korunmuş olsalardı, elbette Allah tarafından verilecek mükafat çok hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi.

99- Ey Resulüm! Şanım hakkı için, emin ol ki, Biz sana gayet açık ve seçik, ilahî maksadı eğrisiz büğrüsüz, şeksiz şüphesiz gösteren âyetler, mucizeler indirdik. Bu Kur'ân'ın, bilhassa tebliğden maksadın ne olduğunu gösteren ve hakka davet eden muhkem âyetleri o kadar açık ve o kadar seçiktir ki, zerre kadar akıl, idrak ve insafı olan buna iman etmekte tereddüt etmez, dinden ve doğruluk yolundan çıkmış, ahdini bozmaya ve hep kötü yolda gitmeye alışmış, inancı bozuk fasıklardan başka hiç kimse bunları inkâr etmez. Bunu inkâra kalkanlar, sûrenin baş tarafında beyan olunan hep o hüsran ehli olan fasıklardır. İşte bunlardan biri olan Malik b. Sayf, "Vallahi, Muhammed'e iman etmemiz için bizim kitabımızda bizden ahd ve mîsak alınmamıştır." diye inkâr etmişti.

100-Bunun hakkında şu âyet nazil olmuştur: Ya onlar, o fasıklar, her ne zaman bir ahde girişir, bir söz verirlerse, içlerinden bir fırka bu ahdi bozup atacak mı? Sadece bir fırka değil, hatta bunların çoğunluğu imansızdırlar. Tevrat'a da iman etmezler, hiç dinleri yoktur. Bunun için antlaşmalarını bozmayı günah saymazlar. Vaktiyle Tevrat'a ve kendi peygamberlerine karşı kaç defalar ahitlerini bozdukları gibi, şimdi de sana ve Kur'ân'a karşı öyle yapıyorlar. Daha düne kadar işte geldi, geliyor, diye seninle iftihar ederlerken, bugün ondan vazgeçip sana vahyi getiren Cibrîl'e bile düşman olduklarını ilan ediyorlar.

101- Üstelik Allah tarafından bunlara beraberlerindeki kitabı tasdik eden ve destekleyen, yolunu gözleyip durdukları bir peygamber, bir ahir zaman nebisi gelince, Kitap ehli olanlardan bir fırka ellerindeki Allah'ın kitabını sanki bilmiyorlarmış gibi büsbütün arkalarına attılar da .

102- Süleyman'ın mülkü, yani Süleyman Peygamber'in hükümet ve devleti aleyhine Şeytanların takip ettiği şeytanlıklara ve Şeytanların okuya geldikleri efsun ve efsanelere uydular ve onun arkasına düştüler.

"Tilv, tilâvet" iki mânâya gelir. Birisi takip etmek, izlemek, bir şeyin arkasına düşmek ki, önceki "tâli" tabirleri bu mânâyadır. Diğeri, satır satır okumak demektir ki, bunun içinde bir önceki mânâ da vardır. Burada ikisi ile de tefsir edilmiştir. Önceki mânâ daha kapsamlı olduğundan ve ikincisine de uygun düşeceğinden daha fazla tercihe şayandır.

Bu şeytanlar nasıl şeytanlardı ve takip ettikleri şeyler nelerdi? Bunlar hem cin şeytanı ve kötü ruhlar denilen gizli şeytanlara, hem de insan şeytanlarına şamildir. Zira gizli şeytanların eserleri de insan şeytanları üzerinde meydana gelir ve zahirdeki insan şeytanları, o kötü ruhlardan aldıkları, onlardan öğrendikleri şeytanlıklarla işlerini çevirirler. Tefsircilerden birçoğunun rivayetlerine göre: Süleyman (a.s.)ın mülkünde fitne zuhur edip, hükümetini yitirdiği zaman, insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlik çok ileri gitmişti. Fitneyi çıkaran ve daha sonra Süleyman (a.s.)'a mağlup düşen ve onun emrine girip, hükmüne tabi olan bu şeytanlar "Sad Sûresi"nde, "bennâ', ğavvâs ve âherîn" (Sad, 38/37-38) namiyle üç ayrı sınıf olarak gösterilmiştir. (Anılan âyetlerin tefsirine bkz.) Demek ki, bunlar içinde birtakım desiseci sanatkarlar da vardı. İşte vahiy kaynağından uzak olan bu şeytanlar, meydana gelen ve gelecek olan olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım bilgiler edinirler ve bu bilgilerin her birine yüzlerce yalan ve pislik karıştırarak gizli gizli yaymaya çalışırlardı. Bu işlere alet etmek için kahinleri seçerler ve onlara çeşitli telkinlerde bulunurlardı. Bu cinlerin bazı haberleri doğru çıktıkça kahinler bunlara güvenir, ancak onlar bunun yanında binlerce yalan dolan da yayarlardı. Derken bu kahinler, bu bilgileri kaleme aldılar, bu konularda kitaplar yazdılar. Cin çağırma, sihir yoluyla gönül çelme hakkında türlü türlü sihir ve efsun (büyü) kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek olaylar hakkında habere benzer efsaneler, masallar, yalanlar ve dolanlar yaydılar. Tarih olayları ve gerçekleri tahrif olunarak, halkın duygu ve düşüncelerini yanlış yollara sevk edecek hurafeler yayınlanır ve bunlar arasına bazı bilimsel gerçekler ve hikmetli sözler karıştırılarak, konular çok kötü bir şekilde istismar edilirdi. Bu suretle cinler gaybı biliyor diye birtakım kanaatlar genellik kazanmıştı. Bu şeytanların yalan ve dolanları yüzünden fitne çıkmıştı. Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı ve devleti bir müddet elinden çıkmıştı. Nihayet Allah'ın izni ve yardımıyla Süleyman Aleyhisselâm bunlara galip geldi ve üstünlük sağladı, hepsini hükmü altına alıp, tam anlamıyla kendisine bağlı olarak birtakım hizmetlerde kullandı ve o zaman bütün bu kitapları toplatarak tahtının altında bir mahzene kapattı. Hz. Süleyman'ın vefatından bir müddet sonra hakikati bilen âlimler de kalmayınca şeytanlardan insan suretinde birisi çıkıp "Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki, Süleyman b. Davut, bir peygamber değil de bir sihirbaz idi, cinleri, şeytanları, rüzgarları hep sihirle büyüler ve kullanırdı. O neye erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız, sakladığı kitaplarını bulur, anlarsınız." dedi, o kitapların saklı olduğu yeri gösterdi. Orayı açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar sihir ve efsane kitapları idi. Bunun üzerine "Süleyman sihirbaz imiş, hükümetini sihir ile idare edermiş." diye yalan ve iftiralar yayılmaya başladı.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #28  
Alt 03.07.18, 13:11
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Diğer bazı müfessirlerin rivayetine göre, bu kitaplar Hz. Süleyman'ın vefatından sonra hazırlanıp oraya konmuş, birçoğunun üzerine Asaf b. Berhiya'nın ismi yazılmış ve onun eseriymiş gibi sahte imzalar atılmış, hile ve desise ile çoğaltılıp yayınlanmış "Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine şeytanların uydurup ortaya sürdükleri şeylerin ardına düştüler." âyeti bütün bu şeytanlıklara işaret etmektedir. Zaten Mısır'dan beri İsrailoğulları arasında sihir ve hokkabazlık bilinirdi. Fakat durum bu sefer bambaşka bir renk almıştı: Bir taraftan siyasî ve ictimaî entrikalarla Süleyman (a.s.)'ın devleti aleyhine işletilmiş, diğer taraftan onun dünyayı hükmü altına alışı, bu sihir ilmi sayesinde gerçekleşmiştir diyerek, yine onun namına iftira edilerek sihir teşvik edilmeye çalışılmıştır. O derece ki, daha sonra gelen İsrailoğulları, ona bir peygamber değil de çok iyi sihirbaz olan bir hükümdar gözüyle bakarlarmış. Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları özellikle devletlerini kaybettikten sonra, diğer milletler arasında gizli yollarla bu çeşit yayınları teşvik ve terviç etmekten ve hüner şeklinde sihirbazlıkla meşgul olmaktan geri kalmıyorlardı. Ne zaman ki, Tevrat'ın haber verdiği şekilde bekledikleri son peygamber Hz. Muhammed gelip, Tevrat'ın aslındaki bilgi ve ilkeleri söz konusu etti, o zaman dönüp kendisiyle mücadeleye tutuştular. "Nübüvvet yoluyla buna itiraz edemeyiz, bununla başa çıkamayız, biz ne yapsak Cebrail kendisine haber veriyor." dediler ve Cebrail'e düşman oldular. Tevrat'ı da büsbütün arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna saptılar, bu şeytancıl eserlere uymak suretiyle, "Süleyman, Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi, sihirbaz bir hükümdardı, fakat yaptığı sihirleri mucize gibi gösterirdi." diye ona iftiralar ettiler. Buna göre Hz. Süleyman'ın -haşâ- kâfir olması lazım geliyordu. Çünkü sihrin bu derecesinin küfür olduğunda şüphe yoktur. Halbuki Süleyman kâfir değildi, fakat önce ve sonra ona sihirbaz diyen o şeytanlar kâfir oldular, ki insanlara sihir öğretiyor, sihir tâlim ederek yoldan çıkarıyorlardı. Âyetin bu kısmı, sihir öğretmenin küfür olduğunu göstermektedir.

Sihir nedir? Esas lügat anlamıyla sihir, her ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Nitekim fecir vaktinin başlangıcına da ufuk çizgisinin inceliğinden dolayı "sîn"in fethi ile "sehar" denilir. Bu anlamda, yani sebebi gizli olan ince şeyleri bilmek ve tanımak anlamında sihrin küfür olmayacağı açıktır. Ancak dinî geleneklerdeki anlamıyla sihir sadece bu demek değildir. Sebebi gizli olmakla beraber, gerçeğin aksine tahayyül olunan yıldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey demektir. Halk dilinde de bu anlamda kullanılır; yani sihir denildiği zaman bu anlaşılır ve bu da çirkin bir şeydir. Çünkü bunda esrarengiz bir şekilde hakkı batıl, batılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat diye göstermek vardır. Nitekim "İnsanların gözlerini sihirlediler." (A'râf, 7/116), "Sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi, çünkü onlar gerçekten yürüyor gibiydiler." (Tâhâ, 20/66) buyurulmaktadır. Bununla beraber özel olarak bazı övgüye değer şeyler ve gerçekler için iyi mânâda kullanıldığı da olur. Mesela; "Muhakkak ki, bazı güzel sözler sihirdir." hadis-i şerifinde dile geldiği gibi ki, buna "helal sihir" de denilir, üstelik caiz sayılır. Demek ki, esrarengiz, gizli sebep ile incelik, dış görünüşü itibariyle çekicilik ve bir de kötü maksat sihrin niteliğini belirler. Şu halde sihir, herşeyden önce kendi özünde bir harika değildir. Yani değişik şart ve sebeplere bağlı olarak alışılmışın tersine bizzat ilâhî iradeyle ortaya çıkan olaylardan değildir. Onun her halde teşebbüs olunacak bir özel sebebi vardır. Şu kadar ki, o sebep herkes için bilinmediğinden, olay bir harika gibi tahayyül olunmaktadır. Bunun içindir ki, sebebi herkes için bilinmeyen herhangi bir gerçek dahi, halkı aldatmak için kullanıldığı zaman bir anlamda sihir olur. Bu sebebin nazarî olarak açıklanabilir bir halde bulunması şart da değildir. Az çok taklit ile meydana getirilebilmesi de kafidir. Yaratılışta sebebi bilimsel olarak açıklanamayan alışılmış veya alışılmamış olağanüstü olaylar ve garip buluşlar ortaya koymak mutlak anlamıyla sihir olmaz. Fakat insanları aldatmak için bunlardan istifade etmeye kalkışıldığı ve bu suretle duygu ve düşüncelere etki edip dolandırıcılık yapılmaya çalışıldığı zaman bunlar da sihir özelliği kazanırlar. Bunun için imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak sihrin köküdür. Sihirbazlar ilimlerden, edebiyattan, felsefeden, teknolojiden, hatta tabiattaki garip ve acîp yaratılışlardan sû-i istimaller ve istismarlar yaparak yararlanmasını bilirler. Bu suretle gerçekleri gizlemek için yazılmış nice felsefeler, nice romanlar, nice tarih kılıklı hezeyanlar vardır. Vaktiyle hikmet ehli kimselerin "Sakın domuzların boynuna inci gerdanlıklar takmayın!" şeklindeki nasihatları, ilmî gerçekleri ve yüksek hakikatleri, bu gibilerin istismarından korumak içindi.

Buraya kadar gördüklerimizden de anlaşılıyor ki, sihir çeşitlerini belirlemek kolay değildir. Bununla beraber Fahreddin Râzî tefsirinde sihrin sekiz çeşidini saymıştır. Bazı açıklamalar ile oradaki bilgilerin özeti şöyledir:

1-"Gildânî Sihri" ki, semavî kuvvetlerle yeryüzüne ait güçlerin karışımı yoluyla meydana getirildiği söylenen ve tılsım adı verilen şeylerdir. Gildânîler eski bir kavim olup, yıldızlara taparlar ve bu yıldızların kâinattaki olayları yönetip yönlendirdiğine, hayır ile şerrin, mutluluk ile bedbahtlığın bunlardan kaynaklandığına inanırlardı. Bunların tılsım adı verilen bazı acaip şeyler yaptıkları söylenmektedir. İbrahim Peygamber, bunların bu batıl inançlarını düzeltmek için gönderilmişti ki, bunlar başlıca üç fırka idiler: Bir kısmı kâinatın ve yıldızların kadîm (öncesiz) olduğuna ve kendiliğinden var olmuş bulunduğuna kanî idiler ki, bunlar bilhassa "sâbie" adıyle tanınmış idiler. Zamanımızın deyimiyle kâinatın ezelî olduğuna inanan bir nevi materyalistler demektir. Anlaşıldığına göre gök ve tabiat bilimlerinde bir hayli ileri gitmişler ve bazı sanayi gariplikleri meydana getirebilmişlerdi. Diğer bir kısmı, feleklerin ulûhiyetine kâil olmuşlar ve her bir felek için bir heykel yapmışlar ve bunlara tapmışlardı. Üçüncü bir kısmı da feleklerin ve yıldızların üstünde ve ötesinde her şeyi yaratan fail-i muhtar (istediğini yapabilen) bir yüce yaratıcının varlığını kabul ederler, fakat o yüce yaratıcının, o yıldızlara bu âlemde etkileyici bir kuvvet bahşetmiş ve kâinatın yönetimi için onları görevlendirmiş bulunduğuna inanırlardı. Bu inanç şekli de çoğunlukla tabîiyyûn mezhebine (rabîiyyeciler = naturalizme) benzemektedir. Bize kalırsa, bu sihirde tabîiyyat ile ruhiyatın eski zamanlarda keşfedilmiş bazı garip özellikleri birleştirilerek uygulanmış olduğu anlaşılmaktadır.

2- Evham sahiplerinin ve kuvvetli kişilerin sihirleridir. Bunlar öyle sanırlar ki, insanın ruhu terbiye ve tasfiye ile kuvvetlenir ve tesir gücünü arttırır. İdraki, gizli kapalı şeyleri algılayacak derecede gelişir, iradesi de kendi dışında birtakım olayları etkileyecek derecede güçlenir. O zaman istediği birçok şeyleri yapar, eşyada, canlılarda ve diğer insanlarda kendi bedenindeki gibi tasarruf eder. Hatta o dereceye varır ki, bir irade ile bünye ve şekilleri değiştirebilir: İsterse öldürür ve yeniden diriltir, varı yok, yoku var edebilir. Gerçekten de beden terbiyesi gibi ruh terbiyesinin de birçok faydası olduğu inkâr edilemez. Fakat ruhun bu derece güç kazanması, bir ilâhî ihsan olmadan, yalnızca çalışmayla elde edilebilir bir şey olduğunu farzetmek evhamdan öte bir şey değildir. Birtakım kimseler, riyazat, havas, rukye, muska, uzlet ve benzeri bazı yollara başvurarak, ruh ilminin bazı garip olayları ile uğraşırlar ki, manyatizma, hipnotizma, fakirizm ve diğerleri bu cümleden şeylerdir. Sihrin en aldatıcı ve en tehlikelisi de budur.

3- Ervah-ı ardıye (cinler)den yardım görme yoluyla yapılan sihirdir ki, azâim ve cincilik dedikleri şey budur. Mutezile ve son devir filozoflarından bazıları cinleri inkâr etmişlerse de bunlar kısa görüşlü ve inkârda aceleci kimselerdir. Sanki kâinatta ruhanî ve cismanî hiçbir gizli kuvvet kalmamış da hepsi keşfedilmiş ve sınırları belirlenmiş gibi "cinlerin aslı yoktur" diye inkârı bastırmak, ilmî bir davranış olamaz. Bu inkârcıların bir kısmına "dünyada daha bilmediğimiz gizli kapaklı nice tabiat kuvveti vardır" deseniz, bunlar "evet" demekte tereddüt etmezler de aynı mânâda olmak üzere "cin vardır" deseniz, hemen inkâr ederler. Bunun için filozofların büyükleri cinleri inkâr etmemiş ve "ervah-ı ardıye" adıyla anmışlardır. Fakat bunlarla belli sebepler altında insanların ilişki ve bağlantı sağlayıp sağlayamıyacakları ilmî bir şekilde tetkik edilip ortaya konmadan buna henüz hüküm verilemez. Lakin bundan dolayı bu yolla yapılan ve yapılacak sihirlerin varlığını inkâr değil, kabul etmek gerekir. Hatta bu günün ispirtizmacılarını bu cinlerden sayabiliriz. İşte sihrin en meşhurları buraya kadar saydığımız bu üç kısımdır.


---------- Post added 03.07.18 at 13:11 ----------

4- Tahayyülât, yani gözü yanıltmak ve el çabukluğu denilen sihirlerdir ki, bunlara sihirden ziyade hokkabazlık ve şa'beze adı verilir. Bunun esası duyuları aldatmadır. Bu tıpkı vapurda ve trende giderken sahili hareket ediyor gibi görmeye benzer. Buna Arapça "ahız bil'uyûn", bizim dilimizde de "göz bağcılık" denilir. Bununla beraber göz bağcılığın daha gizli birtakım ruhî etkiler ile de ilişkisi olabilir.

5- Hiyel-i sanâyi ile yapılan, aletlerden istifade ederek acaip şeyler göstermek sûretiyle ortaya konan sihirdir ki, Firavun'un sihirbazları böyle yapmışlardı. Rivayet olunduğuna göre, bunların ipleri, değnekleri civa ile doldurulmuş, altlarından ısı verilince veya güneşin etkisiyle ısınmaya başlayınca ısınan ipler ve değnekler hemen harekete geçip kaymaya ve yürümeye başlarmış.

Zamanımızda fen ve tekniğin gelişmesi, gerek mekanik, gerek elektronik açıdan bunlara birçok misaller vermeye elverişlidir. Sinemalar bunun çok canlı bir misalidir. Bunların halk üzerindeki hayalî olan etkileri bir sihir tesirinden daha az değildir. Hele işin aslını bilmeyenler için...

6- Ecsam (cisimler) ve edviyenin, yani birtakım kimyasal maddelerin ve ilaçların kimyevî özelliklerinden yararlanarak yapılan sihirlerdir.

7- Ta'lik-i kalb (kalbi çelme) suretiyle yapılan sihirdir. Sihirbaz şarlatanlık yaparak, türlü türlü övünme ile kendini satarak, muhatabını kendine çeker, bir ümit veya korku altında onun kalbini çeler, kendine bağımlı kılar, duygu ve düşüncelerine etki ederek, telkin altına alır ve yapacağını yapar. "İsm-i azam duasını bilirim" der, "cin çağırırım" der, "kimya bilirim, simya bilirim" der, icabında hünerden, sanattan, paradan, kudretten, nüfuzdan, kerametten, ticaretten ve menfaatten bahseder, karşısındakini dolandırır. Telkin yoluyla kalbleri çelmenin işleri yürütmede, sırları gizlemede çok büyük tesiri vardır. En adisinden en maharetlisine kadar çeşitli dolandırıcılıklar hep buna bağlıdır. Sihrin öteki türlerinin etkili olması da aşağı yukarı sihirbazın bu konudaki becerisine bağlıdır denilebilir.

8- Nemmamlık (koğuculuk), gammazlık (fitnecilik) gibi el altından yürütülen gizli fitne ve tezvirat; akla, hayale gelmez bozgunculuk, vasıtalı veya doğrudan tahrikler ve aldatmalar ile yapılan sihirdir ki, halk arasında en bol ve en yaygın kısmı da budur.

Buraya kadar saydığımız sekiz kısım sihir, dönüp dolaşır iki esasta toplanır: Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama ve iğfal olan söz veya fiil ile etki yapan sihir, diğeri de az çok bir gerçeğin sû-i istimal edilmesiyle ortaya konan sihirdir. Sihrin bütün niteliği, hayali hakikat zannettirecek şekilde insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir meydana getirmekten ibaret olduğu halde bunun bir kısmı tamamiyle hayal, diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle karışıktır. Bundan dolayı her sihrin, gerçek tesirden büsbütün yoksun olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Bu âyet-i kerimede her ikisine işaret için, öncekine , ikinciye de ve bu cümlesine atıfla buyurulmuştur. Yani bu şeytanlar sırf kendi uydurmaları olan sihri ve bir de Babil'deki Harut ve Marut adında iki meleğe indirileni, insanlara ve o zamanki İsrailoğulları'na ta'lim ediyor, öğretiyorlardı. İşte böyle yapmakla kâfir olmuşlardı. Gerek mütekaddimînden, gerek müteahhirinden (eskilerden ve yenilerden) bazı tefsirciler bu ""yı nâfiye telakki edip, mânâyı da "Babil'de Harut ve Marut adındaki o iki meleğe sihirden bir şey indirilmedi, Harut ve Marut hikayesi de bu şeytanların uydurduğu bir yalandır." meâlinde göstermişlerdir. Âyetin aşağısındaki siyakı buna müsait olsa idi biz de bunu tercih ederdik, fakat siyak buna müsait görünmüyor, aykırı düşüyor. Şu halde biz de çoğunluğun açıklaması vechile "mâ" harfini mevsûl olarak alıyoruz ki, bu hem âyetin zahir (açık) ifadesine uygun düşmekte, hem de anladığımız kadarıyla derin hakikatleri içermektedir. Bu âyet evvela Harut ve Marut kıssasının özünü ve içyüzünü açıklıyor ve bunun hadd-i zatında bir sihir değil, ancak öğretim tarzı ve kötüye kullanılması cihetiyle sihir ve küfür olacağını anlatıyor. Nitekim "o iki meleğe indirilen şey" hakkında açıkça sihir tabiri kullanılmamış, ancak sihre atfedilmiştir. Bununla beraber bunun şeytanlar tarafından öğretim tarzının küfür olduğuna ve bundan özel bir sihir yapıldığına işaret kılınmıştır. Demek ki, "o iki meleğe indirilen" hadd-i zatında bir sihir değil, fakat fesat ehlinin elinde küfre vesile olabilecek bir şey iken, bu şeytanlar bunu yalnızca sihir için öğretmişlerdir. Halbuki Harut ile Marut bunu öğretecekleri zaman "Biz bir fitneyiz, yani bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması da küfürdür. Şu halde sakın sen bunu belleyip de küfre girme!" demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Gelişigüzel herkese belletmezler, sû-i istimalden, küfürden, sihirden yasaklarlardı. Bu şeytanlar ise öyle yapmadılar, tam aksine bunlarla herkese sihir öğretiyorlar.

Bu iki melek ve bunların öğrettikleri hakkında birçok sözler söylenmiş, çeşitli görüşler ve bahisler ortaya konmuştur. Bütün bunları görüp değerlendirdikten sonra bizim âyetten anladığımız şudur: Bilindiği gibi, meleklerin insanlara öğretileri ya vahiy veya ilham demektir. Harut ile Marut'un Cibrîl gibi vahiy meleklerinden olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Bilakis âyet bunları her şeyden önce bilgi getiren melekler değil, bilgi gönderilen melekler şeklinde gösterdiği için nüzulde aşağı derecedeki meleklerden oldukları açıktır. Şu halde öğretilerinin de peygamberlere gelen vahiy derecesinde olmayıp ilham cinsinden olduğu aşikardır. İlham ise herkese olabilir. Demek oluyor ki, eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil şehri ahalisinden birtakım kimseler, iki şekilde, böyle iki ilahî kuvvet ile ilhama mazhar olmuşlar, bu sayede hilkatteki gizli sırlardan bazı harika ve acaip şeyler öğrenmişler ve öğrenirken bunların şerre de müsait olduğunu, şu halde kötüye kullanılmasının küfür olacağını da öğrenmişlerdir. O halde bu iki meleğe indirilen ve Bâbil halkından bir çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-i zatında sihir değil idi. Fakat sihir olarak da kullanılabilir ve böyle kullanılınca da katıksız küfür olurdu. Bunun için âyette bunun sihir olduğu ifade edilmiştir. Aslında her bilgi böyledir. Hadd-i zatında ilmin hepsi hürmete şâyandır. Fakat büyüklüğü ölçüsünde ve ilim olması bakımından hayra ve şerre müsaittir. İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve yüksek olursa, şer ve fitne ihtimali de o nisbette büyük olur. Bundan dolayıdır ki, hakikatin kendisi olan hak dini ve doğru yolu isbat ve destek için Allah tarafından lutfedilen mucizeler ve kerametler, diğer ilimler, hikmetler ve fenler bahane edilerek âlemde ne kadar küfürler, ilhad ve melanetler yayılmıştır. Aslında bunların hepsi küfür ve haram olan sihir cinsine dahil edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat kendisindeki ilmî niteliğinden dolayı değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları dolayısıyladır. İlimler iyiye kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde de ilaçlardan zehir elde edilir. Hatta bundan dolayı, birçok din âlimleri, gerek bu âyetten, gerek genel olarak ilim hakkındaki diğer âyetlerden şu sonucu çıkarmışlardır: Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden korunmak için sihir bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta küfürdür. Bunun öğretimi de bu şarta bağlı bulunmak gerekir. Nitekim âyette önce sihir öğretimi mutlak olarak küfür gibi gösterilmiş iken cümlesiyle bu mutlaklık şarta bağlanmıştır. Hasılı sihrin niteliği asıl pratik açıdan ve amelî bakımdandır ve sihir tatbikî bir ilimdir, bir şer ve tezvir sanatıdır. Bu sanat pratikte ve tatbikatta bazı hakiki bilgilere dayalı olabilir ve o bilgilerin kötüye kullanılması ile sihir yapılır. Mesela; bugün elektrik konusu önemli bir bilim dalı, çok önemli bir tekniktir. Bunun kötüye kullanılmasından ve şerre alet edilmesinden dolayı tatbikatta bundan birçok sihirler yapılabilir. Lakin bunun böyle olmasından dolayı, elektrik ilminin hadd-i zatında bir sihir olması lazım gelmez. İşte Babil'de Harut ile Marut'a ilham ile öğretilen şeyler de buna benzer şeyler olduğu anlaşılıyor. Bunun için âyette bunlar esasında meleklere mahsus kıymetli şeyler olarak gösterilmiş fakat öğretim ve öğrenim şekliyle ve uygulamasında fitneye de müsait bulunmasından dolayı şeytanî olan sihre dahil edilmiştir. Demek ki, sihir sırf şeytanî bir şeydir ve bu başlıca iki kısımdır: Birisi şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları pisliklerdir. Diğeri ise Bâbil'deki gibi, esasında meleklere mahsus olan bazı yüce bilgilerle acaip tekniklerin şeytanca kötüye kullanılmasıdır.

Artık burada melekler sihir öğretir mi diye bir soru sormaya ve buna cevap aramaya yer yoktur. İşte bundan sakınmak için "mâ" yı nâfiye (olumsuz) yapmaya lüzum yoktur ve bu âyetin siyakına da ters düşmektedir. Melek sihir öğretmez, fakat meleklerin hayır için öğrettikleri ve ilham ettikleri gerçekler, küfür ehlinin ve şeytanların elinde şer ve fitne çıkarmak için sihir olarak da kullanılabilir. Nitekim bunu evvela Bâbilliler yaptılar. Anlaşıldığı kadarıyla bunlar, bu iki meleğin ilhamiyle keşfedip belledikleri semavî ve arzî, ruhanî ve cismanî kuvvetleri ve bunların kaynaştırılmasından meydana gelen bazı teknikleri, yıldızlara ve tabiata isnad ederek küfre girdiler. Bu sebeple Gildanî sihri "tılsımat ve kalfatriyat" adıyle değişik bir sihir şekli olarak meşhur oldu. Sonra birtakım şeytanlar da Süleyman aleyhisselâmın devletine karşı, kısmen bunu, kısmen de kendi uydurdukları tezviratı izleyip uygulamışlar ve bu şekilde siyasî, içtimaî birçok fesatlar çevirmişler, hükümet ve devlet işleri için bu sihirleri bir ilim diye yaymış ve ona değer kazandırmışlar, bu suretle küfürlerini icra etmişlerdi. O zamanın İsrailoğulları bunları onlardan öğreniyorlardı ve milletler arasında bu sihirle uğraşmayı kendilerine bir yol, bir meslek edinmişlerdi. En nihayet Hz. Muhammed'in peygamberliği üzerine Kur'ân'ın i'cazı karşısında Allah'ın kitabını arkalarına atarak büsbütün bu şeytanlara uydular. Bu cümlenin bağlanmasında da ihtimalli vecihler vardır. Birçok tefsirci, bunu Harut ve Marut fırkasına bağlayarak zamirin bu iki meleğe, zamirini de 'den müstefad nasa, yani herkese göndermişlerdir. veya üzerine veya takdirinde cümlenin cümle üzerine atfedilmesiyle daha yukarıya atfedilmiş olduğu da zikredilmiştir. Lakin bizim tercihimiz bunun 'ye bağlı veya doğrudan doğruya cümlesi üzerine ma'tuf ve zamirinin ile ifadesine dönüşmüş olmasıdır ki, buna göre ortaya çıkan mânâ şudur: "Allah'ın kitabını arkalarına atıp, Süleyman'a karşı o şeytanların takip ettikleri şeylere uyan ehl-i kitabın bu fırkası, bu Yahudi zümresi, o kâfir şeytanların izlediği ve öğrettiği bu iki çeşit sihir kitaplarından karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlar." Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifade içindir. Yani bunlar bu yolla karı ile kocanın arasını bile ayırabilecek fesatlar çeviriyorlar, bu tesiri meydana getiren sihirlerle cemiyet içinde ne büyük fitneler çıkarılabileceğini artık siz kıyas ediniz. Karı ile kocanın arasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma neler yapmazlar; komşular ve hemşehriler arasında ne fitneler çıkarıp, halkı birbirine mi düşürmezler? İhtilaller mi çıkarmazlar? Âyet bize gösteriyor ki, sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir; fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlâkı perişan eder, toplumların altını üstüne getirirler. Şu halde sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça kimseye bir zarar veremezler. Çünkü gerçek tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatte, ne ruhta, ne yerde, ne gökte, ne şeytanda, ne melektedir. Hakiki müessir ancak ve ancak Allah'dır. Fayda ve zarar denilen şey de ancak O'nun izni ile meydana gelir. O halde her şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı koymak için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına atan bu sihirbazlar çok iyi bilirler ki, Allah'ın kitabını verip de sihri satın alan bir kimsenin, elbette ahirette hiçbir nasibi yoktur. Bunun sonu açıkça hüsrandır. Celâlim hakkı için bunların, uğruna kendilerini sattıkları şey ne kötü şeydir, amma keşke bunu biliyor olsalardı. Gerçi bunlar sihrin sonunu ve onu yapan sihirbazın ahiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın sonunun sadece hüsran olduğunu bilirler. Fakat yine de bu bilgilerine uygun hareket etmedikleri için davranış biçimleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret nasipsizliğinin ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilmezler. Aslında sihrin asıl zararı başkalarından çok yapanlaradır. Ömürlerini nasıl çirkin şeylerle geçirdiklerini bilmezler.

103-Allah'ın rahmetinin genişliğine ve enginliğine bakınız ki, yine kendilerine şu rahimane öğütü indirmiştir: şayet bunlar bütün bu günahlarla beraber iman etseler ve Allah'dan korkup bu fenalıklardan sakınsalardı elbette Allah tarafından verilecek bir sevap, bütün o yaptıklarından çok haklarında hayır olurdu. fakat bilir olsalardı.

Yukarıda görüldüğü üzere, Cenab-ı Allah önce "Ey insanlar!" çağrısıyle bütün insanları, fıtrî bir misak olan ibadete davet etmiş idi. İkinci olarak da "Ey İsrailoğulları!" çağrısıyle Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi iki ümmetin kaynağı olan İsrailoğulları'nı; büyük ve esrarengiz bir tarihin bütün ibretlerini derleyip toplayarak, nimetleri ve felaketleri hatırlatmak suretiyle iman ve takvaya davet ve bu arada İslâm dininin, eski kitapları destekleyip tasdik eden itikat, ahlâk ve muamelat kuralları tek tek ele alarak açık seçik âyetlerle anlattı. Şimdi bütün bunlara iman etmiş olan müminlere önce en esaslı bir sosyal ve dinî terbiye kuralını öğreten bir nida ile hitap yöneltecek ve bu arada ehl-i kitab kâfirlerinin bazı tutum ve davranışlarına da işaret edecektir.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #29  
Alt 03.07.18, 13:11
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

104- Ey iman edenler! "râine" demeyin, "unzurna" deyin ve iyi dinleyin, kâfirler için elemli bir azap vardır.

105- Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü, rahmetiyle dilediğine mahsus kılar ve Allah çok büyük lütuf sahibidir.

104-Kur'ân'da seksen sekiz yerde müminlere "Ey iman edenler!" diye hitap buyurulmuştur. Oysa Tevrat'ta "Ey miskinler!" diye hitap edilirmiş, nihayet miskinlik onların damgası olmuş, güven ve emniyet de müslümanların akibeti olacaktır.

Ey iman şerefiyle şereflenmiş olanlar "râinâ" demeyiniz de "unzurnâ" deyiniz, ve kulak veriniz, dinleyiniz! râinâ "bize mürâat et" demektir.

Mürâât: Müfâale babından ra'y ve riayette mübalağa veya müşareket ifade eder. Ra'y ve riayet, bir kimsenin, başkasının işlerini çekip çevirmesi, yönetip tedbir etmesi, onun lehine olacak şeyleri tedarik edip, ona fayda sağlaması ve korunmasına özen göstermesi demektir ki, hayvanat hakkında gütmek, insanlar hakkında da siyaset adı verilen yönetmek anlamına gelir. Nitekim siyaset ilmine, "ilmü'r-riaye" yani yönetim ilmi adı da verilir. Mürâât da, riayet de mübalağa veya karşılıklı riayet demek olur. Bir insanın haline müraat etmek, ne yapacağını, halinin nereye varacağını gözetmek, murâkabe etmek, saygı ile dikkate almak mânâsına da gelir ki, bizim dilimizde riayet bu anlamda kullanılır. Başlangıçta Peygamber Efendimiz tarafından bir şey tebliğ ve tâlim buyurulduğu zaman, ara sıra müslümanlardan bazıları yani "Bize riayet et ey Allah'ın resulü." derlerdi ve bununla "Bizi gözet, acele etme, müsaade buyur ki anlayalım." demek isterlerdi. Cenab-ı Allah, böyle demeyi, bu "râinâ" tabirini kullanmayı yasaklayarak demeyiniz, bu tabiri kullanmayınız da "unzurnâ" bize bak, bizi gözet, deyiniz ve söze de iyi kulak veriniz, dikkatle dinleyiniz, iyi belleyip akılda tutunuz, buyuruyor ki, bunda çok ince ve mühim bir edep öğretimi vardır. Gerek ilim öğrenmede, gerek diğer nasihat ve tâlimatları anlama hususlarında Resulullah ile ümmeti arasındaki sosyal durumu ve buna göre İslâm'daki velayet-i âmme (genel velayet) ilişkisinin özünü ve hakikatini ve resmiyetteki teşrifât (protokol)ın asıl mahiyetini de ifade etmektedir. demeyiniz. Acaba niçin?

Birincisi: Yahudiler arasında birbirlerine sövmek için kullandıkları meşhur bir kelime vardı, "râînâ" derlerdi, bu tabir Arapça "bizim çoban" demek olduğu gibi, İbrânî ve Süryanî dillerinde "dinle a dinlenmeyesi, dinle a sözü dinlenmez herif!" gibi hakaret ve alaya alma mânâsı ifade eden bir kelimeymiş. Müslümanların Hz. Peygamber'e karşı böyle diye hitap etmelerini, yahudiler fırsat bilerek ve kendi dillerindeki kelimesini andıracak şekilde ağızlarını eğerek, bükerek, sövmek ve hakaret kastiyle "râînâ" demeye başlamışlardı. Sa'd b. Muaz hazretleri, bunu işitmiş, "Ey Allah'ın düşmanları, lanet olsun size, vallahi hanginizin, Resulullah'a karşı bunu söylediğini bir daha işitirsem boynunu vururum." demiş, onlar da buna karşı "Siz böyle söylemiyor musunuz?" diye kaçamak bir cevap vermişlerdi. Bunun üzerine işte bu âyetin inmiş olduğu rivayet edilmiştir. Nisa Sûresi'nde "Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirerek, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak, peygambere karşı da, "işittik ve isyan ettik, dinle ey dinlenmez olası, râinâ, derler". (Nisa, 4/46) âyeti bu hadiseyi açıkça göstermektedir.

İkincisi: emri, ahmaklık ve kabalık mânâsına "ruûnet" masdarından sıfatına da lafız olarak benzer bir kelimedir. Bundan dolayı da bir çirkin cinâs vardır. Bu ise edebe aykırıdır. Her iki sebeple nehiy, kelimenin çirkin olan ikinci bir anlamından dolayı sırf lafzî anlamda bir edebe dayanmaktadır. Riayetle nazaret arasındaki mânâ farkından dolayı değildir.

Üçüncüsü: "Mürâât" riayetten müfâale vezninde olduğu ve iki kişi arasında müşareket ifade ettiği için, taraflar arasında müsâvat, yani eşitlik var zannettirir. Bunu söyleyenler, sanki, "Sen bize riayet et, sözümüze kulak ver ki, biz de sana riayet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim." demiş gibi olurlar. Böylece Resulullah'dan karşılıklı bir riâyet ve gözetim talep etmiş olurlar. Halbuki Resulullah ile ümmet arasındaki ilişki, öğretmen ile öğrenci, usta ile çırak, yöneticiler ile halk arasındaki karşılıklı taahhütlere ve nisbeten eşit şartlara dayalı bir ilişki değildir. O ilişkiyi karşılıklı şartlara dayalı böyle sosyal ilişkiler cinsinden bir ilişki sanmak, peygamberlik makamının kadrini ve kıymetini bilmemek, ayrıca toplum hayatının değişmez, zararlı ve terakkiye engel birtakım esaslara dayandığını zannetmek demek olur. Nitekim "Sen onların heva ve heveslerine uyma!" (Maide, 5/48) ve "Sakın o Resulü, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın!" (Nûr, 24/63) buyurulmuştur. Şu halde imandan sonra müminlerin sosyal durumlarını belirlemenin ve kendilerini imanın hedeflediği maksatlara ve başarılı işlere, güzel hizmetlere sevkedecek bir öndere uymanın en mühim vazifeleri olduğu; fakat bunu mürâât mânâsıyle değil, nezâret mânâsıyle alıp, ona göre güzel sosyal edep ve terbiye kuralları altında takip edip gerçekleştirmek gerektiği beyan buyurulmuştur. Demek ki, Resulullah'a ait olan vazife mürâat değil, nazârettir. Mürâatın ise onun ümmetine düşen bir vazife olması gerekir. Bunun için ümmet, lafzî ve manevi her türlü kötü vehme düşmekten sakınmak için "râinâ" dememeli, "unzurnâ" demelidir: Öğretilen ilme, tebliğ olunan hükümlere, emirlere ve yasaklara iyi kulak verip dinlemelidir. Nezâret eden de nezâret görevinin gereklerini iyi bilmeli, ona da ümmet tarafından bu vazife ihtar olunacağı zaman, "bizi gözet" diye ihtar edilmelidir.

Dördüncüsü: Mürââtın aslı olan ra'y ve riayette hayvanî bir gözetme anlamı vardır. Nazâret ise katıksız bir insanî kavramdır. Şu halde müslüman ümmeti, hayvanî kavramlardan uzak durmalı ve sakınmalı, insanî kavramları kabul edip, uygulamalıdır. Bunu yapmak da ümmetin kabiliyetine bağlıdır. Nitekim "Siz nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz." buyurulmuştur. Âyetten çıkan sonuca göre; söz konusu nazâreti talep etmek ve söz dinlemek ümmetin görevidir. Müminler başıboş, terkedilmiş, nazâretsiz bırakılmaya razı olmamalı, kendilerine nazaret edecek bir başkana, bir imama tabi olmalıdır. Bu suretle bir ümmet teşkil etmeliler, fakat "râinâ" diye müraat isteğinde bulunmamalılar, kendilerinin sürü yerine konulmasına razı olmamalılar. Aslında âyet mutlak anlamda olduğu için, hem Asr-ı saadet'e, hem de bütün asırlara şamil olan bir hüküm taşır. Ümmetin bizzat Resulullah'a karşı "unzurnâ" demeye izinli, hatta görevli ve mecbur olduğuna bakılırsa, bu hak veya vazifenin diğer yöneticilere karşı uygulanması öncelikle istenmekte demektir. Bu mesele akâid kitaplarında imamet bahsi adıyle ve farz-ı kifaye olmak üzere söz konusu edilmiştir. Görülüyor ki, müminlere imandan sonra ilk emir bu oluyor. Bu hitabın önemi İbrahim kıssasında daha genişçe açıklanacaktır.

Ey müminler, görüyorsunuz ya, "râinâ" demeyiniz, "unzurnâ" deyiniz ve iyi dinleyiniz, itaat ediniz, yoksa kâfirlere elemli bir azap vardır.

105-İman yoluna girmeyip de küfür yoluna gidenler, o elem verici azaptan hissedar olurlar, siz o kâfirlerden hayır beklemeyin! Arzu etmez o kâfirler, ne kitap ehlinden ne de müşriklerden ki size Rabbınızdan bir hayır indirilsin. Onların hiç biri, müminlerin Allah tarafından bir iyiliğe, bir devlete nail olmasını istemezler. Bunun için peygamberinize indirilen ve faydası umuma ait olan vahiy ve nübüvveti de sevmezler, buna karşı bin türlü safsata ile büyüklük taslarlar ve Allah'ın lütfuna, ihsan ve kudretine müdahale etmek isterler. Hiç bir şey yapamazlarsa "Bu Kur'ân iki şehirden bir ulu kişiye indirilseydi olmaz mıydı?" (Zuhruf, 43/31) derler. Allah ise rahmetini, dilediğine tahsis eder, rahmetiyle dilediği kulunu seçkin duruma getirir. O böyle Rahmân olan bir fâil-i muhtar (başına buyruk)dır. ve Allah çok büyük lütuf ve kerem sahibidir. Onun lütuf ve ihsanına sınır yoktur. Şu halde siz Allah'ı böyle biliniz ve böyle inanınız, o kâfirlerin sözlerine de kulak asmayınız. Onlar vahiy ve nübüvvete itiraz etmek için fer'î hükümlere de itiraz etmeye kalkarlar. "Görüyorsunuz ya, Kur'ân'da nâsih ve mensûh da vardır. Bir zamanlar Allah'ın emri denilen bir âyet veya bir hüküm diğer bir zaman nesholunuyor, yerine başka bir âyet veya başka bir hüküm konuluyor. Bu Allah kelâmı, Allah'ın hükümleri olsa böyle mi olur? Allah'ın kelâmında, Allah'ın âyetlerinde, Allah'ın hükümlerinde nesih mi olur? Hiç Allah, kendi yaptığını bozar mı? Söylediğini geri alır mı? Verdiği hükümden, koyduğu kanundan hiç cayar mı?" derler. Bunu ilk önce yahudiler söylediler: Nesih mümkün olsa Allah hakkında sözünden caymak, önce bilmediğini sonradan öğrenmiş olmak ve ona göre karar değiştirmek "bed'a" gibi bir noksanlık lazım gelirmiş. Bütün bunlar Allah hakkında muhal (imkânsız) olduğundan, nesih de imkânsız imiş. Tevrat'ın ise hiçbir âyeti, Musa dininin hiç bir hükmü değişemez, neshedilemezmiş. Bunun için İncil de, Kur'ân da Allah'ın kitabı değilmiş. Hıristiyanlık ve İslâmiyet Allah'ın dini değilmiş.

Hıristiyanlara gelince, eskiden Hıristiyanlık neshi inkâr etmiyordu. İncil'de, Tevrat'ın bazı hükümlerini nesheden ve mesela cumartesi günü iş yapmayı yasak sayan hükmü değiştirip, bunu pazar gününe alan âyetler bulunduğunu kabul ediyorlardı. Yine Hz. İsa'nın kendilerine yiyecek içecek konusundaki eski yasakları kaldırdığına inanıyorlardı. Hıristiyanlar, nesih meselesiyle ilgili olarak İslâm'a itiraz etmezlerdi. Fakat son zamanlarda protestanlar ve daha sonra da katolikler, tıpkı yahudiler gibi, neshi inkâra kalkıştılar ve hatta Kur'ân'daki "Allah'ın kelimelerinde değişme olmaz." (Yunus, 10/64) âyetine dayanarak, istidlal bile yapmaya kalkıp, müslümanları bununla susturmaya çalıştılar. Hintli Rahmetullah Efendi merhum bu bapta cevaben "Izhârü'l-Hak" adıyla güzel bir eser yazmıştır. Sözün açıkçası; eğer Hıristiyanlık İslâmiyet'e itiraz etmek için böyle bir iddiaya kalkışırsa, her şeyden önce kendi kendisini inkâr etmiş olur. Çünkü Hıristiyanlığın, Yahudiliğe muhalif olan pek çok dinî hükümleri bulunduğu kesindir. Zaten böyle değilse Hıristiyanlığın varlığının mânâsı yoktur. Aynı soru yahudiler için de söz konusudur. Çünkü Tevrat'ta da daha önceki peygamberlerin şeriatlerine ait bazı hükümleri nesheden (kaldıran) âyetler mevcuttur. Cenab-ı Allah, sırf kıskançlıktan kaynaklanan bu gibi bütün asılsız iddiaları iptal etmek ve müminlere bir teşri'î temeli açıklamak üzere buyuruyor ki:

Meâl-i Şerifi

106- Biz bir âyetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir.

107- Bilmez misin ki, hakikaten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, hepsi O'nundur. Size de Allah'dan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.

108- Yoksa siz peygamberinizi, bundan önce Musa'ya sorulduğu gibi, sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Halbuki her kim imanı küfürle değiştirirse artık düz yolun ortasında sapıtmış olur.

109- Ehl-i kitaptan birçoğu arzu etmektedir ki, sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler: Hak kendilerine iyice belirdikten sonra bile sırf nefsaniyetlerinden ve kıskançlıktan dolayı bunu yaparlar. Buna rağmen siz şimdi af ile, hoşgörüyle davranın tâ Allah emrini verinceye kadar. Şüphe yok ki Allah her şeye kâdirdir.

110- Siz namazı hakkıyle kılmaya bakın ve zekatı verin! Kendi nefsiniz için her ne hayır yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Muhakkak ki, Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.

111- Bir de "yahudi ve hıristiyanlardan başkası asla cennete giremeyecek" dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de onlara de ki; "Eğer doğru iseniz, haydi bakalım getirin delilinizi."

112- Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah'a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.

113- Yahudiler dediler ki, "Hıristiyanlar birşey üzerinde değiller", Hristiyanlar da "Yahudiler bir şey üzerinde değiller" dediler. Oysa hepsi de kitabı okuyorlar. Hiçbir bilgisi olmayanlar da öyle onların dedikleri gibi dediler. İşte bundan dolayı Allah, ihtilafa düştükleri bu gibi şeylerde, kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.

106-Kırâet: , İbni Âmir kırâetinde nûnun zammı ve sînin kesriyle okunur ki, insâhdandır. İbni Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde birinci nûnun ve sinin fethaları ve ondan sonra bir hemze-i sakine ile şeklinde okunur ki, tehir mânâsına olan nesee ve nesiedendir.

Şer'î usûl bakımından neshin dine uygunluğunu isbat eden bu ayetin sevki, eski kitapların bazı hükümlerinin neshindeki cevaz hakkında ise de söyleniş bakımından kelimesi umum ifade ettiğinden, bazı Kur'ân âyetlerini de açıkça içine almaktadır. Şu halde Kur'ân âyetlerinde de nâsih ve mensûh vardır. Bunun aksini iddia etmek, nassın zâhirini inkâr etmek olur.

Nesih lügatte değiştirmek, yani bir şeyin yerine başkasını geçirmek, halef yapmak demektir. Nitekim (Nahl, 16/101) âyetinde nesih, tebdil olarak ifade edilmiştir. Bununla beraber bu mânâ bazen o şeyin kendisinde itibar edilir ki, buna izale, ilga, iptal denilir: "güneş gölgeyi neshetti" demek onun yerine geçti, onun yerini aldı demektir ki, buna, izale etti ve iptal etti de denilir. Bir başka âyette "Allah, şeytanın attığını derhal iptal eder." (Hacc, 22/52) nesh işte bu anlamdadır. Bazen de o şeyin yerinde itibar edilir ki, buna da nakl ve tahvil denilir. Nitekim "nesahtü'l-kitab" kitabı istinsah eyledim demek, bir kitaptakini diğerine geçirdim, ona nakletttim demektir. Yazıda nesih, mirasta münasahe," ruhlarda tenasuh tabirleri de bu mânâyadır. "Siz her ne yaptıysanız biz onları istinsah etmiştik." (Câsiye, 45/29) âyetindeki istinsah da yine bu mânâya gelmektedir. Özetle, lügat bakımından nesih, izale ve nakil mânâlarında müştereken kullanılır ise de her iki mânânın da esası tebdil demektir.

Şeriat ıstılahında da nesih, herhangi bir şer'î hükmün aksine sonradan başka bir şer'î delilin delalet etmesidir ki, ilâhî bilgiye nazaran evvelki hükmün müddetinin sonunu beyan, bizim bilgimize nazaran da zahiren bâki görünen o hükmü değiştirip ortadan kaldırmak demektir. Her iki bakımdan da nesih, bir değişikliği bildirmek anlamına gelmektedir. Bunda hiç bir zaman Allah'a nazaran caymak veya bilememek mânâsı yoktur. Bunun içindir ki, ebediyet kaydiyle mukayyed (bağlı) hükümlerde nesih cereyan etmez. Nesih ancak emirler ve yasaklar gibi inşâî bir mânâyı içeren vakıaya ilişkin bir ihbar ve ilâm olmayıp, sırf icad olan ve yalnız bir iradeyi gösteren, bununla beraber ebediyyeti nassa bağlanmamış bulunan konularda ve hükümlerde cereyan eder. Cenabı Allah, varlık âleminde bu gün yarattığını yarın yok ederek, diğer bir şeye dönüştürmekle ilmine, kudretine, iradesine hiçbir noksanlık ârız olmayacağı gibi, şeriate ait âlemde de başka başka zamanlarda başka başka şer'î hükümler inşa etmekle, mesela; geçmiş zamandaki bir emrin yerine, şimdiki zamanda yasak koyan bir emir inzal buyurmakla ilminde ve iradesinde haşa bir noksan değil, belki her birinde bir hikmetinin tecellisini ve kemalini göstermiş olur. Ve bunda caymak mânâsını düşünmek bile kabil değildir. Allah katında kararlaşmış bulunan herşey ve her hüküm yerli yerinde gelmiştir. Ve hakikatte hiçbir kelimesi değişmiş değildir. Yaratılışta her anın ayrı bir emri olsa ilahî ilmin zerre kadar değişmesini gerektirmez. Hasılı iman hakikatleri, itikat esasları gibi, ihbarî olan ilmî ilkelerde nesih mümkün değildir. Bunların bir anlık zamana bağlı olanları bile ezelî gerçekler hükmündedir. "Şu şöyledir, filan vakit, filan şey oldu veya olacak." denildi mi bu haberler, bu hükümler artık ezelden ebede doğrudurlar.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
  #30  
Alt 03.07.18, 13:12
Daimi Üye
 
Üyelik tarihi: 28.04.15
Bulunduğu yer: Nefes Aldığım Yerde
Mesajlar: 14,873
Etiketlendiği Mesaj: 900 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

O vakitte o şey olmadı veya olmayacak denilemez. Lakin "su iç, şarap içme, nikah yap, zina etme" gibi inşâî olan şer'î hükümler, açıkça ebediyet kaydıyla kayıtlanmadıkça nesihleri mümkündür. Bunlar bir an için meşru, başka bir an için gayr-i meşru olabilirler. Bunların ebediyetleri zorunlu değildir, nesihleri de müddetlerinin açıklanmasına bağlıdır. Önceki kısımlarda Kur'ân, Tevrat'ı ve diğer ilahî kitapları tasdik edici, teyit edici ve destekleyicidir, ayrıca daha fazlasıyla tefsir edici ve açıklayıcıdır. İkinci kısımda ise Kur'ân, onlardaki birtakım hükümleri kaldırarak, her zamana göre uygulanacak hükümleri ve teşri (kanun koyma) usullerini içeren yeni ve mükemmel bir hoşgörülü şeriat getirmiştir. Şurasının unutulmaması gerekir ki, tevhid inancı gereğince yaratılış âleminde olduğu gibi, teşri âleminde de icat ve inşa, ancak Cenab-ı Allah'a ait bir sıfattır. Kullar nihayet O'nun yaratmasıyla ve O'nun gösterdiği âyetlerin ve delillerin ışığında kendi bilgi kapasitelerine göre bir tasarrufa izinlidirler. Yoksa Allah'ın yaratmış olduğu kanunlar, kul iradesiyle kaldırılamaz. Neshin şeriat ıstılahındaki bu tarifi de yine bu âyetin delaletidir ve bu konunun tafsilatı "Usûl-i fıkıh" ilmine aittir. Gelelim âyetin mânâsına:

Yahudiler, Allah nesih yapamaz ve şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir vahiy indiremez mi diyorlar? Yalan söylüyorlar ve yanlış biliyorlar. Zira Allah nesih yapabilir ve yapar, yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir; şânına noksan gelmez. Aksine O'nun yaptığı nesihte hayır ve hikmet vardır. Çünkü Biz azamet ve kudretimizle herhangi bir âyeti kısmen veya tamamen ve mesela mânâsındaki bir hükmünü veya lafzının hükmü olan tilavetini veya her ikisini bizzat kitabımızla neshedersek veya diğer bir kırâete göre; resulümüze sünnetiyle neshettirirsek, yahut onu unutturur, hafızalardan silersek veya yine diğer bir kırâete göre; onun hükmünün uygulanmasını tehir edersek, ondan daha hayırlısını, veya en azından onun mislini ve dengini getiririz. İşte şer'î nesih bu usul çerçevesinde cereyan eder. Bunların hiç biri abes değildir, hiç biri yokluğa, ihmale ve hatta noksana yönelik şeyler değildir.

107- Ey Muhammed! Bilmez misin ki hakikaten Allah herşeye kâdirdir. Hiç bilmez olur musun, elbette bilirsin. Bilirsin ve bu ilim burhansız, delilsiz de değildir. Bilmez misin ki, bütün göklerin ve yerin devleti, görünen ve bilinen, hatta akıl yoluyla tahmin edilen şu kâinatın hakimiyeti, saltanatı hep O'nundur, Allah'ındır. Böyle bir Allah neye kadir olamaz, neye güç yetiremez ki? Baksana bu büyük devlete, bu nihayetsiz mülke ve saltanata! İşte bu âlemde her gün, her gece, her saat ve her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhalar oluyor, ne kudretler açığa çıkarılıyor? Ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor, ne nesihler, ne insahlar, ne tehirler, ne taciller, (öne alma) ne unutturmalar icra kılınıyor görmez misin? İlâhî saltanatın geçerli olduğu kâinatta cereyan eden değişmez ve bozulmaz kanunlar ve ilâhî sünnetler, âdet ve gelenekler okunup dururken onun yanında zaman zaman, yer yer, semt semt, tek tek, an be an çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren tâli derecedeki ilâhî sünnetler ile nâsih ve mensuh denilebilecek hükümler ve olaylar icra edilmekte olduğunu, yıkılanların yerine peyderpey yenilerinin geldiğini ve hatta terbiye, tekamül ve ıstıfa (seleksiyon) kurallarıyla daha iyilerinin ortaya konduğunu müşahede etmez misin? Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah her şeye kâdir olmaz mı? Böyle bir sonsuz kudretin sahibi olan Allah, teşrî âleminde niçin nesih yapmasın ve niçin neshettiği bir hükmün yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini koyamasın? Niçin daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil'in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap, yeni bir din vahiy ve inzal edemesin? Ve niçin bu kitapta, bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler bulunmasın? Bilakis o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli ve mensuhlu, takdimli ve tehirli, hem kalıcılık ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî sünnetlere uygun hükümler koymak hikmet değil midir? Yaratmayı ve yoketmeyi, neshi ve unutturmayı o yapmazsa kim yapabilir? Yoksa siz, bu göklerde ve yerde başka bir yöneticinin, başka bir kural koyucunun hükümran olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır sizin için bu yaratılış âleminde Allah'dan başka veliniz, O'ndan başka bir koruyucunuz, O'ndan başka bir yardımcınız yoktur. Üzerinizdeki hakiki velayet, hakiki yardım yalnızca O'nundur. Mülk O'nun, ahkâm O'nundur. Kâinat O'nun, söz O'nundur.

108- Ey Muhammed ümmeti! Yoksa siz bu şanı yüce peygamberinizden, daha önce Musa'dan istenenler gibi şeyler mi talep etmek istiyorsunuz? Hayır, siz ona benzer, öyle boş, öyle kâfirane ve inatçı taleplerde bulunmazsınız. "Allah'ı görmeden sana inanmayız." demeye kalkmazsınız. Bakara kıssasında olduğu gibi, peygamberinizi uzun uzadıya imtihana çekmeye girişmezsiniz. Bunu kâfirler yapar. Nitekim Kureyş kâfirleri de bu kabil şeyler istemişlerdi. Halbuki iman yerine küfre rağbet eden, kendi imanını küfürle değiştirmeye çalışan, düz yolda sapmış, şaşkınlık vadilerine sürüklenmiş olur.

109-Siz başkalarının, o kitap ehlinin sözlerine kulak asmayın. O Kitap ehlinin birçoğu cânu gönülden isterler ki, sizleri imana girmenizden sonra, geri çevirip hepinizi kafir yapsınlar, küfre sürükleyip, irtidat ettirsinler... Bunu yapabilseler çok memnun olurlar. Onlar sizin dinden dönüşünüzü, imandan önceki devirlere dönmenizi ve gericiliğinizi arzu ederler. Bunun için her hileye başvururlar. Bu da iyilik severliklerinden, dindarlıklarından değil, sırf nefislerinden, nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten, kıskançlıktan hak ve hakikat kendilerine iyice belli olduktan, İslâm dininin hak din olduğuna her yönüyle, hatta ellerindeki kitap uyarınca bile vâkıf olduktan sonra, yine de kıskançlıklarından dolayı sizi imanınızdan caydırmaya çalışırlar.

Bu âyetin nüzul sebebi hakkında rivayet olunuyor ki, Yahudi hahamlarından Fenhas b. Azura ve Zeyd İbni Kays ve daha birkaç kişi, Uhud savaşından sonra Huzeyfe b. Yemân ile Ammar b. Yasir'e, "Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer hak din üzerinde olsaydınız, muharebede bozguna uğramaz, mağlup olmazdınız. Artık bizim dinimize dönünüz, bu sizin için daha iyi, daha hayırlıdır. Bizim yolumuz sizinkinden daha doğrudur." demişler. Bunun üzerine Ammar onlara: "Sizce andını bozmak nasıldır?" diye sormuş, onlar da: "korkunç şey" demişler. O da: "Öyleyse dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe Muhammed'e küfretmemeye andetmiş, söz vermişimdir." diye cevap vermiş. Yahudiler "Ha bu adam sapıtmış." demişler. Huzeyfe de "Bana gelince, Rabbim Allah, peygamberim Muhammed, dinim İslâm, imanım Kur'ân, Kâ'be kıblem, müminler de kardeşim. Ben de bundan memnunum." demiş. Daha sonra bunu gelip Resulullah'a anlatmışlar. O da "İsabet etmiş ve felah bulmuşsunuz." buyurmuş. Daha sonra da bu âyet inmiştir.

Evet onlar bütün hakikat gün gibi açığa çıktıktan, iyice malum olduktan sonra bile yine de hasetlerinden böyle arzu ederler. Bundan dolayı siz onları affedin, dediklerine bakmayın, heyecana kapılıp da didişmeye ve dövüşmeye kalkmayın, onlara aldırmayın, tâ ki, Allah'ın emri gelsin, bulacaklarını bulsunlar. Elbette bir gün gelecek belalarını bulacaklar. Zamanı gelir, Allah savaşmanızı emreder, o zaman siz vazifenizi yaparsınız. Zamanı gelir daha başka felaketlerini gözlerinizle görürsünüz. Nihayet ahirette büyük bir azap içinde kıvrandıklarını müşahede edersiniz. Çünkü Allah, her şeye kâdirdir. Bunda şüphe yok. Siz şimdiki halde hoşgörülü ve bağışlayıcı olun, sabır ve sükunet üzere hareket edin.

110- ve güzel güzel namazınızı kılmaya, zekatınızı vermeye devam edin. Özellikle dinin bu iki temeli sizi her türlü yükselmeye hazırlar. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekat, gerek kendiniz için yaptığınız daha başka hayır ve iyilikler cinsinden olan şeyler, yani iyilik adına ne takdim ederseniz, karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için hayır defterinize kaydolmak üzere hayır cinsinden ne yaparsanız onu Allah katında bulursunuz, hesap görüldüğü gün onun ecir ve sevabını eksiksiz olarak alırsınız. Bizim dilimizde de meşhur bir söz vardır: "Yap iyiliği, at denize, balık bilmezse, hâlik bilir." derler. Zira Allah Teâlâ, hayır ve şer, her ne yaparsanız muhakkak ki, onu görür, bilir, hepsinden haberdar olur. Sen filan vakit, filan işi yaptın. Artık onu yapmamış olamazsın, olan olmuştur. İster bir an için olsun, bir kerre vaki olan ise artık hiçbir zaman vaki olmamış sayılamaz. Vukua geldiği an itibariyle ona her zaman vaki olmuştur denilir. O gizli imiş, onu evvela senin kendi kalbin bilir. Unuttum dersin, fakat o yine ruhunun derinliklerinde gizlidir ve mevcuttur. Düşünürsen kendin bulursun, sana hatırlatılırsa farkına varırsın. Demek ki, her şeyden önce senin ruhun, senin nefs-i nâtıkan, senin hakkında Cenab-ı Hakk'ın bir defteridir. Sen bu defterin hangi meleklerin eliyle yazıldığını göremezsen de her halde yazıldığını bilirsin. Bundan başka, buna benzer ne kadar defter vardır ki, senin yaptıkların onlara kaydedilir. Bütün bunlar aynen "Levh-i Mahfuz" denilen ilahî defterde kayıtlıdır. Ve hepsi bizzat Allah'ın emrinde, O'nun eli altındadır. Parmağına ufak bir diken batsa, senin ruhun ondan derhal haberdar olur, değil mi? Allah da senin ruhuna, bedenine, kalbine ilişen her şeye ayniyle vâkıftır. Neyin varsa hepsi oradadır. Artık sen bilirsin, seç seç al ve beğendiğini yap. Şurası kesin ki, orada yaptığın hayrı hayır olarak, yaptığın şerri de şer olarak bulacaksın. Hayır ile şer terazisinin de esasen Hakk'ın elinde olduğunu unutmamalısın.

111-Sizin irtidadınızla (gerisin geri küfre dönmenizle) memnun ve mutlu olmak isteyen, türlü türlü şüpheler ortaya atarak sizi imandan geri çevirmeye çalışan o kitap ehli Cennete yahudi ve hıristiyan olanlardan başka hiç kimse girmeyecek, dediler. Yani yahudiler, yahudilerden başkası, hıristiyanlar da hıristiyandan başkası cennete giremeyecek, dediler. Demek ki, asr-ı saadetteki yahudiler, cennet ve cehennemden de söz ederlermiş, bu iddialar onların kendi kuruntularıdır, kuru bir idealden ibaret boş bir hayaldir, bu onların kendi hülyalarıdır. kelimesinde "ya" harfi şeddesiz olarak gibi de okunur. (Bu Ebu Cafer kırâetidir). Bu okunuşa göre, kelimenin anlamı, gönüllerinden öyle geçirirler, boşu boşuna öyle kurarlar, öyle temenni ederler, demek olur. Lakin yalnızca "ümniye" ile, yalnızca boş mefkûre ve hayallerle iş bitmez. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve delilsiz kuru laf ile, gönülleri öyle istiyor, öyle arzu ediyor diye, sırf taklit ile dava kabul edilmez, Allah katında imanın feyzine erilmez. Birbirleriyle çelişkili olan bu iki davadan hangisinin doğru olduğunu anlamak için delil ister. Bundan dolayı Ey doğru sözlü peygamber, sen onlara de ki, hanginiz bu davanızda sadıksanız, delilinizi getirin bakalım. Haydi getiriniz de görelim. Zira insanları doğru bir noktada toplayacak olan şey delildir, yani kesin belgedir. Halbuki bunların bu kuru ümniyelerine burhan getirmelerine, belge göstermelerine imkan yoktur.

112- Hayır, mesele ne öyledir, ne de böyle. Cennet ne yahudilere mahsus, ne de hıristiyanlara. Hakikat şu ki, her kim Allah için yüzünü lekeden sâlim tutar, nefsini şirkten ve şirk emarelerinden temizleyerek, ihlas ve samimiyetle Allah'a yönelir, bir tek Allah tanır ve bu halinde de özü muhsin olursa, yani Allah'ı görüyormuş gibi kendini Allah huzurunda bilirse, yaptığı her ibadeti temiz kalb ile ve her yönüyle güzel yaparsa işte onun Rabbi katında mükafatı vardır. ve bunlara hiçbir korku yoktur. Ve bunlar mahzun da olmayacaklar. İşte bunlara müslüman ve bu dine İslâm denilir. Cennet bunlarındır. Allah katındaki din de bu İslâm'dan ibarettir. Daha yukarıda, haklarında "Kim benim hidayetime tabi olursa onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar." (Bakara, 2/38). Yine bunun gibi, "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve salih amel işlerse işte onların ecirleri Rablerinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Bakara, 2/62) buyurulan kimseler işte hep böyle olanlardır. Muhammed (s.a.v.)'in tebliğ ettiği dinin esası da budur. Bu bir hakikattir, boş bir kuruntudan ibaret değildir. Bunu Allah bildiriyor ve O vaad ediyor. Buna bütün vahiyler ve bütün akıllar şahitlik eder. Bu her şeyden önce bizatihi delildir. Ayrıca hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin kuruntusu sayılabilecek bir kuruntu da değildir. Zira bu iman, bu ihlas, bu ihsan ile İslâm, gönüllerin bir isteği değil, o heva ve hevesleri silip temizlemekle yapılacak bir haslettir. Bunun içindir ki, İslâm Allah'a karşı yüz aklığı, alın temizliğidir. Bilindiği gibi yüz aklığı ve alın temizliği deyimi, sahibinin içinin ve dışının, niyet ve düşünceleriyle hareket ve davranışının temizliğinden bir kinayedir. Bu âyette de yüz (vech), zikr-i cüz iradei küll tarikıyle nefs ve zattan, yani kişiliğin bütününden mecazdır. "Nefsehû" denilmeyip, "vechehû" denilmesinin sebebi de İslâmiyetin sadece insanın içiyle ilgili bir şey olmadığına işaret ve tenbihtir. Zira secde uzvu olan yüzün, öteki bütün uzuvların en şereflisi ve bütün vücudun temsilcisi olan bir uzuv olduğu kesindir. Sadece yüzün görülmesi bir insanın bütünüyle teşhis edilmesine yeter. Onun tasviri, bütün bir bedenin tasviri hükmündedir.

İslâm: "Silm" ve "selamet" kökünden geldiği ve "if'âl" babından olduğu için, o babın muhtelif binalarına göre, teslimiyet, yani râm ve inkiyad, sâlim bulundurmak, selîm ve lekesiz tutmak, selamete girmek, selamete çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlas ve samimiyet gibi çeşitli mânâlar ifade eder. Ve esasta iman ile birleşir. İslâm dini denilince bütün bu saydığımız mânâlar anlaşılır ve hepsi de muteberdir. Kendini Allah'a teslim etmek, iman ve ihlas ile O'na inkiyad etmek mânâsı ise bütün öteki anlamları da içine alır.

İhsan: Güzellemek, güzel yapmak, yani aslında ve Allah katında güzel olan bir işi layıkı veçhiyle, gereği gibi yapıp, o işin, o amelin, özündeki güzelliği, dış yüzündeki güzellik ile süsleyip ortaya koymak demektir. Zira birçok güzel şeyler vardır ki, yapılırken çirkinleştirilir. Peygamber Efendimiz meşhur iman hadisinde(meşhur adıyla Cibril hadisinde) ihsanı şöyle tefsir buyurup açıklamıştır: "İhsan, Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir, çünkü sen onu göremezsen, O seni görüyor." Şu halde ihsan, İslâm'ın kemalindendir. Bunun için ilke olarak İslâm şöyle özetlenebilir: Her şeyden önce temizlik, ikinci olarak da güzelliktir. İslâm'ın "Lâ ilâhe illallah" kelime-i tevhidinden, eûzu besmelesinden, abdest ve namazından tutunuz da bütün emirlerinde ve yasaklarında hep bunun tatbikatını bulursunuz. Bu âyette de "Allah'a yüzü temiz, özü güzel olarak yönelmek" buyurulmuş ve bu iki ilke en güzel şekilde ve özet olarak ortaya konulmuştur.

113-İşte cennete girmenin doğru yolu, bu İslâm ve bu ihsan, bu temizlik ve bu güzelliktir. Böyle olduğu halde bundan sapmış olan yahudi ve hıristiyanlar, cennete başkalarını sokmak istemezler. Bu iddialarının doğruluğunu kanıtlayacak delilleri ve belgeleri olmadığı gibi, tam aksine bunun yalan olduğuna dair belge vardır. Bunların her biri öbürü aleyhine şahitlik de ederler. Baksanıza hem öyle iddia ederler, hem de bir taraftan yahudiler, "Hıristiyanların dayandığı hiçbir şey yoktur." dediler. Öbür yandan hıristiyanlar da "Yahudilerin dayandığı hiçbir şey yoktur." dediler ve bu şekilde birbirlerinin güttüğü davayı ve dinlerini kökünden çürüttüler, birbirlerini sapıklık ve küfürle itham ettiler.

Rivayet olunuyor ki, Necran ahalisi hıristiyanlarından bir heyet, temsilci olarak Peygamber Efendimiz'in huzuruna geldikleri zaman, Medine'deki yahudi bilginleri de huzura gelmişlerdi. Orada iki taraf birbirleriyle mübaheseye (tartışmaya) giriştiler, derken münakaşaya başladılar. Yahudilerden Rafi' b. Hureymile, onlara karşı "Siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz!" dedi, Hz. İsa'ya ve İncil'e küfretti. Buna karşılık Necranlılar'dan biri de yahudilere "asıl siz bir şey üzerinde değilsiniz!" dedi, Hz. Musa'nın nübüvvetini inkâr edip, Tevrat'a küfretti. İşte bu olay üzerine bu âyet nazil oldu. Âyet, bu tartışma ve münakaşanın ferdî bir mesele olmayıp, genellikle yahudilerle hıristiyanlar arasında cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu ortaya koydu. Onlardan her biri diğerinin dinini temelden inkâr eder ve geçersiz sayar. Yahudilerin Hz. İsa'ya ve İncil'e asla iyi gözle bakmadıkları bilinmektedir. Fakat hıristiyanların Hz. Musa'yı ve Tevrat'ı inkâr etmeleri genel ve yaygın bir görüş olmasa gerektir. Âyet tartışmanın sadece birinci şıkkını beyan buyurmuş, diğerlerinin anılmaya ve üzerinde durulmaya değer yaygın bir mesele olmadığını anlatmak istemiştir. Böyle olmakla beraber yahudilerin hiçbir şeye dayanmadıkları, davalarının asılsız olduğu hıristiyanlarca ittifakla söylenir. Çünkü bunlar, birbirlerinin iddialarını ve dinlerini hiçbir şey değildir diye büsbütün inkâr etmektedirler. Halbuki bunlar sözde kitap okuyorlar. Bilhassa Tevrat'ı ikisi de okurlar. Kitap okuyanlara ve özellikle aynı kitabı okuyanlara bu hal yakışmaz. Bazı anlayışlarda ihtilafa düşmek başka şey, böyle temel görüşlerde, ana ilkede ihtilafa düşmek ise başka bir şeydir. Kitap ise böyle bir çelişkiye engeldir. Aslında o, böyle ihtilafları kaldırmak içindir. İşte okudukları o kitap, ikisinin de sözlerinin, hakikate aykırı olduğuna şahittir. Özellikle Tevrat hem Hz. İsa'nın, hem Hz. Muhammed'in belli vasıfları hakkında birtakım müjdeleri de içinde bulundurmaktadır. Böyle iken yahudilerin, hıristiyanlığa bu kadar hücum etmeleri kitaplarındaki hükümlere de ters düşen bir ifrattır. Hıristiyanların ise Tevrat okuyup dururken, yahudiliğe karşı bu kadar hücumda bulunmaları, daha da ileri bir ifrat, aynı zamanda kendi dinlerinin temel ilkeleriyle çelişkili olan bir durumdur. Fakat bütün bunlardan sonuç olarak şu kesin gerçek ortaya çıkar ki; gerek yahudiler, gerek hıristiyanlar, her ikisi de yalan söylüyorlar; ihsandan, ihlas ve samimiyetten çok uzak bulunuyorlar. İşte "cennet yalnızca bize mahsus" demeleri de bu yalanlardan biridir. Böyle yalan iddialara kapılanlara cennet ne kadar uzaktır. Bu âyet ile Cenab-ı Allah, İslâm ehlini irşad ile dikkatli olmaya, yani aklını başına almaya davet ediyor, ihlas ve samimiyete çağırıyor: Ey müminler, sizler sakın bunlar gibi olmayınız, hepiniz aynı kitabı okuyup dururken, İslâm ile ihsanı bir yana bırakarak, böyle fena bir anlaşmazlığa düşmeyiniz, böyle boş hayallere kapılıp birbirinize girmeyiniz, meâlinde uyarıyor.

Görüyorsunuz ya, yahudiler ile hıristiyanlar aynı kitabı okuyup dururken, birbirlerine "Onlar hiçbir şey değil, dinlerinin aslı astarı yoktur!" dediler. İşte aynen onlar gibi, bilgisi olmayan cahiller de öyle dediler. Arap müşrikleri, putperestler, cahil dinsizler de tıpkı bunların söyledikleri gibi söylediler. Bu bilgisizler de yahudilik'e, hıristiyanlık'a ve diğer semavî dinlere karşı, "Hiç bir şeye istinat etmez, hiç birinin aslı yoktur" dediler. O halde yahudi ve hıristiyanların, bu aynı kitabı okuyanların, o bilgisiz inkârcılardan ne farkı kaldı? Aradaki fark şudur; o ilkel cahiller bilmedikleri ve akıl erdiremedikleri için böyle söylüyorlar, yahudi ve hıristiyanlar ise bilerek ve sırf nefsaniyetlerinden, heva ve heveslerine uyduklarından öyle söylüyorlar. İşte müslümanlar böyle olmamalı, öbür dinleri kökünden inkâr etmemeli, söylediklerini nakle dayandırmalı ve akıl süzgecinden geçirerek söylemeli ve daima delile dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler. Hep Allah huzurunda söz söylüyormuş gibi ihsan ile söylemeli, söyleyince gerçeği dile getirmeli ve hak söylemelidirler. "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!" (Nahl, 16/125), "Kitap ehli olanlarla en güzel yoldan başka bir yolla mücadele etme!" (Ankebût, 29/46) âyetleri başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün müslümanları açıkça uyarmaktadır. Yoksa yahudi ve hıristiyanların ve diğer cahillerin tuttukları yol ve usullerle bu dünyada hiçbir anlaşmazlık çözülmez. İnsanlık aynı Allah'ın yaratıkları olmanın zevkini tadamaz, yeryüzündeki ilâhî nimetlerin ve güzelliklerin tadını alamaz. Fakat bu anlaşmazlıklar ebediyyete kadar sürüp gidemez. Cenab-ı Allah, bunların dünyada böyle ihtilafa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü kesin hükmünü verecektir. O gün, bütün bu anlaşmazlıkları hükme bağlayacaktır. Bu dünyada cerbeze ile, safsata ile, yalan ve şarlatanlıkla, sihir ve oyunla, baskı ve zorbalıkla ve daha akla hayale gelmez yollarla alınan ve verilen ve artık kesinlik kazanmış, hiç bozulmaz sanılan haksız hükümleri, Birleşmiş Milletler'den de çıkmış olsa, akibet hepsini feshedecektir.

__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..

Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Etiketler
aciklamali, bakara, suresi, tefsiri


Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Benzer Konular
Konu Konuyu Başlatan Forum Cevap Son Mesaj
Surelerin okunma sayıları ve faydaları HeartLess Zikir 16 07.11.24 10:40
Kuran'da geçen Namaz ile ilgili Ayetler Akuma45 Namaz 1 15.05.24 02:04
Kuran-ı Kerim de geçen amel ayetleri... ayhan571 Kuran-ı Kerim 0 14.04.21 11:47
Nefis ile ilgili Ayetler... ayhan571 Tövbeler & Uyarılar 7 06.04.21 06:43
Surelerin Faziletleri ve Sırları bitter Sure ve Ayet Havasları 14 22.12.20 01:47


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 22:11.


Powered by vBulletin® Version 3.8.5
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
HavasOkulu.Com
Havasokulu.com appears to be a website focused on "Havas ilmi," which involves various metaphysical and spiritual practices such as vefk (amulets), tılsım (talismans), bağlama (binding spells), celb (attraction spells), nazar (evil eye protection), rukye (healing through prayer), and other related topics like hadim, hüddam, and tasavvuf (Sufism). The site offers content related to personal development, metaphysical studies, and secretive or esoteric knowledge.

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147