#1
|
|||
|
|||
Urvetü’l vüska
Lûgat manası olarak Ürvatü’l-Vüska, “En sağlam kulp” demektir.
İstilâhi ve terim manalarını da ifâde eden âyetlerin mealleri ise: “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmış. O halde kim tağutu tanımayıp, Allah’a iman ederse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyle bilen ve işitendir” (Bakara/256) buyruluyor. Buna göre, en sağlam kulp olmanın iki şartı vardır: 1- Allah’a tam iman etmek. 2- Tağutu reddetmektir. Burada çok önemli bir mesele âyetin özellikle tağuta işaret etmiş olmasıdır ki, Kur’ân-ı Azimüşşan, mu’cize olarak bir kelimede çok manalar ifade eder. Muterizlerin meseleye bir de buradan bakmaları gerekir. Diğer âyet meali: “Kim iyilik yaparak Allah’a kendini teslim ederse şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuştur, işlerin sonu ancak Allâh’a varır.” (Lokman/22) buyurulmakta olup, burada, bağlam iyilik olmakla beraber şartı da, yine tağuta bağlanmamaktır. Yani muhsin olarak kendini Allah’a teslim edenlerin tam urvetü’l-vüskaya temessük edebilmeleri için ilk âyette belirtildiği gibi esbabı reddeyleyip, başka hiçbir şeyin ilâh vasfı taşımadığını ve ancak bir Allah’a tam teslim olma ihsanına mazhar olunmasıdır ki, o da tağutu retle olur. Burada tağuttan maksad; bütün küfür, şirk, şer ve şerirlerdir. Böylece bu tabirin; imanın tereşşuhat ve tezahüratı ise, sapsağlam bir kulp, ip, zincir ve kopmaz bir bağ gibi şeylere sarılmasıyla anlaşılıyor. Fakat, diğer önemli bir husus da o kulpun ne olduğudur. O kulpun ne olduğunu bilelim ki, yanlış basmayıp, yanlış kulptan tutmayalım. İşte bu konuda geçmiş ulemâ bazı tesbitlerde bulunmuşlar. Meselâ: Bazılarına göre sağlam kulptan maksad; iman, bazılarına göre “Kelime-i Tevhid” bazılarına göre “İslâm”, bazılarına göre “İstikamet” ve yine bazılarına göre de, “Kur’ân”dır. Aslında bu tevcihlerin birbirinden pek farkı olmayıp, en rağbet gören “Kur’ân-ı Kerîm”dir ve Bediüzzaman “Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i baki varken başka bürhan aramak aklıma zaid görünür” demekle o da, aynı noktaya parmak basmıştır. Haliyle diğerleri önem sırasına göre onun cilveleridir. Çünkü imanı temellendiren, tevhid-i tafsil eden, istikametin teminatı ve İslâm’a temel teşkil eden “Kur’ân”dır. Ve onun kabul etmediklerini kabule imkân yoktur. Bediüzzaman: “Risâle-i Nur ise, imàn-ı billâhın Kur’ânî bürhanlarından bu zamanda en nuranisi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden, bu hiç kopmayacak bir zincir-i nuranî külliyetinde hususî dahil olduğuna te’yiden makâm-ı cifrisi 1347 (m. 1928) ederek Risâlet-ün-Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu ondördüncü (m. 20.) asırda Kur’ân’ın i’câz-ı manevisinden neş’et eden bir urvetü’l-vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nurâniye Risâle-i Nur olduğunu remzen bildirir.” demektedir. Şimdi bu metinden anlamamız gereken nedir? Eğer Risale-i Nur’un intişar ettiği o vahşet dönemine bakacak olursak, yani 1925’lerde Allah demek bile yasak edilip, put anlamına gelen Tanrı deme mecburiyeti ve 1950’ye kadar bizzat uygulandığı ve belki binlerce hoca veya âlimin idam edildiği, herkesin susturulduğu ve susturulamayan tek insan Bediüzzaman olduğu hesaba katılırsa, bu işaret ve beşaretler bal gibi Bediüzzaman’ın hakkı olduğu anlaşılır. Risale-i Nur’un da; Kur’ân-ı- Hakîmin hakikî tefsiri ve o sağlam kulp ve nuranî zincirlerden sayıldığının bir isbatıdır. Risale-i Nur, iman-ı billâh’a yoğunlaşmış bir tefsir olmakla, hem usûl hem şümul olarak müstesna bir konumdadır. Usûl olarak iman-ı billah: a- Kâinatta, (yani âlemi şehadette; fizik, makro ve mikro kosmosta) b- Vahiyde, ( Kur’ân’da) c- Sünnette (Rasulü Ekrem’in (asm) tebliğ, beyan ve hadiselerinde) d- İnsan fıtratında bulunan hadsiz delillerle temellendirilmesinde Risale-i Nurlar birer şaheserdirler. Şümul olarak da, Risale-i Nur imanı billâh’ı aklî argümanların neticesi kuru bir anlayış olarak ortaya koymamış, onu esma, sıfat ve şuunatıyla tanıtmıştır. Onun ma’rifetine sayısız pencereler açmıştır. Bediüzzaman münâcâtında; ”Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş, ey azamet-i kibriyasından tesettür etmiş olan” diye başlayan ifâdeleriyle Allah’ın vücudunun âlemin vücudundan daha zahir ve bahir olduğunu isbat ederek, hem İmam-ı Rabbaninin 300 sene öncesinden “Ya Said sen bizi taklit etme, Tevhidi kıble et” sözünü tatbik, hem de Yunus Emre’nin “Görünmezsin hicap nedir? Yüzündeki nikap nedir?” sorularını cevaplandırmıştır. Yani onu ihata edecek nazar ve idrak edecek göz nerede diye idraklere hitap etmiştir. Bu urvet-ül vüska meselesi âyet-i kerimede geçtiği halde üzerinde durulmaması benim gayretime dokunuyor eğer mahzuru olmassa sadece Bediüzzamanın kendi asrında değil Hulefa-i Raşidinin ve her asır müceddidlerinin de, kendi asrlarında bu görevi yapmış olmaları düşünülemez mi? Bu on beşinci asırda bu konuları Risale-i Nur’dan daha mükemmel anlatan çalışmalar olmadığı kanaatindeyiz. Zaten böyle bir iddia da görünmüyor. Buna göre, Kur’ânın i’câz-ı ma’nevisinden neş’et eden bir “Urvetü’l vüska” Risale-i Nur olduğuna Kur’ân remzen işaret ediyor. Gerçekci ve insaflı bir nazarla bakıldığında, fiilî durum da, böyle değil mi dir? Yani Risale-i Nur Talebeleri kimsenin Allah (cc) bile diyemedği en zor dönemlerde bile, değil duraksamak emin adımlarla gittiği, iman-ı billâh ve tevhid-i hakikiye ulaşma yolunda küfürün belini kırmış, şirkin, şahsı veya şahs-ı manevisine karşı savrulmadan dimdik durmuşlardır. Bu başka neyle izah edilebilir? Evet biz; Kur’ân-ı Kerîm’i sağlam kulp bildiğimiz gibi, onun müjdesine mazhar olan ve yoluna götüren Risale-i Nurlar’ı dahi; dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için, dosdoğru bir rehber biliriz. Allah herkese; sağlam bir kulp olan Kur’ân-ı azimüşşana ve onun işaret ettiği hakikat vesilesi olan Risale-i Nurlar’a yapışmayı nasip etsin. Amin! Alıntı |
|
|