#1
|
|||
|
|||
Evrensel Bütünlük ve Biz
Evren ve onun yaşamı, asla bizlerin varsaydığı gibi bir oluşum değildir. Çünkü bizim gözlemlediğimiz “evrenimiz”, sadece insanın algılama araçlarının duyarlı olduğu sınırlar içerisinde kalan küçük bir kesitdir.
Aslı itibariyle ise, başlangıcı ve sonu olmayan, “görünen” ve “görünmeyen” diye ayrılmamış, her yönüyle sınırsız “bir bütünlük” sözkonusudur. Gözümüzle tesbit ettiğimiz sayısız nesnelerden oluşmuş dünya ise, bu temel bütünlüğün, algılama araçlarımız olan beş duyumuza karşılık gelen kesitsel bir görüntüsüdür. Duyu araçlarımızın duyarlılık sınırlarından dolayı, yaşamımızı, evrenin özünde işleyen bu bütünsel sisteme göre değil, genelde gözümüzün verilerine göre sürdürürüz. Ve biz bu yaşam sistemini olduğu gibi değil, şartlandığımız ve olmasına alıştığımız bir şekilde değerlendiririz. Eriştiğimiz yaşam standartlarına rağmen, insanlığın hâlâ kavga, kin ve nefret gibi ilkellik ve cehaletin eseri olan davranışlardan ve bunların karşılığı olan “mutsuzluktan” kurtulamamış olmasının nedenlerinden en önemlisi, evrenin aslını, kendini ve sahip olduğu orijinal özelliklerini yeterince tanıyamamış ve benimseyememiş olmasıdır. Oysa, sonuna yaklaştığımız bu yüzyılda, özellikle de 70’li yıllardan sonra, evrenin ve insanın gerçeğinin anlaşılması konularında öylesine şaşırtıcı bilimsel bulgular keşfedildi ki, bunların yaşama geçirilmesi için, kendimize ve dünyaya bakışımızda tümel bir düşünsel reformu benimsememizin gerekliliği ortaya çıktı. Herşeyden öte, bu sonuçlar, çağdaş ve düşünen insanın, artık dış dünya yerine, yaşamını tamamen kendi düşünsel dünyasına dönerek değerlendirmesi gerektiğini ortaya çıkardı... İlk bakışta göründüğü gibi bu sonuç, dış dünyanın ihmal edilmesi anlamına gelmiyor! Tam aksine, dış dünyayla aramızda var kabul ettiğimiz ayrılığın, dahası sen ve ben, o ve biz ayrımının ortadan kaldırılması, iç ve dışın bütünlüğünün kavranılmasının gerekliliği anlamına geliyor. Kuantum fiziğinin son bulgularına göre, evreni, şu anki alışageldiğimiz bakış açımıza göre değerlendirişimiz tamamen bir yanılgıdan ibaret. Yaşamı, onun özünde işleyen sistemden habersizce değerlendiriyoruz. Çünkü, evreni yalnızca birbirinden ayrı “parçaların” oluşturduğu bir yapı şeklinde gözlemliyoruz ve herşey hakkında bu gözlemimize göre yargıya varıyoruz. Aslında düşüncemizin bu görüşümüzle bloke olması, yaşamın gerçek yüzünü farkedemeyişimiz anlamına gelmektedir. Orijinal evren, gözümüzün yanıldığı gibi birbirinden ayrı “parçalardan” oluşmuş bir kütle değildir. Eğer evreni kuantum düzeyinde gözlemleyebilecek aracımız olsa veya onu atomaltı düzey özellikleriyle idrak edebilsek, canlı ve cansız ayrımının olmadığı boşluksuz ve sınırsız bir yaşam okyanusuyla karşılaşırız. Bu yaşam bir bütündür ve her şeyi kapsar. Bizim duyularımızla algıladığımız veya algılayamadığımız herşey, bu “Sınırsız Bütün'den” meydana gelmiştir. Evrensel Bütünü, ayrı ayrı parçalara bölmek ve bu parçalara “BÜTÜN'den” ayrıymış gibi isimler takmak, tamamiyle görme araçlarımızın algı kapasitesinden doğmaktadır. Bu nesneler dünyası, gözlemcinin, yani bizlerin algı biçiminin bir ürünüdür ve GÖRESEL'dir. Çünkü, algı araçlarımızın kapasitesi değiştikçe, algıladığımız nesnelerin biçimleri ve özellikleri de değişmektedir. Oysa, kuantum düzeyinden bakıldığında evrende hiçbir şey asla bir diğer şeyden ayrı veya kopuk değildir. Kuantum düzeyinde evrendeki herşey bir kumaşın dokuları gibi birbiriyle ilintilidir. Biraz daha ileri gidersek, şunu da farkederiz: Görünürdeki ayrılıklara rağmen, varolan herşey, bir başka şeyin âdeta uzantısı, hatta aynısıdır. Dolayısıyla ister görünen ayrılıklar olsun, ister göremediğimiz bütünlük olsun, gerçekte evrende TÜMEL TEK'ten başka hiçbirşey yoktur. O TÜMEL TEK, asla parçalara ayrılmamıştır ve de parçalardan meydana gelmemiş bir BÜTÜNdür. Kısacası, evrende birbirinden bağımsız iki ayrı şey yoktur, sadece orijin TEK vardır. “Sen ve ben” veya “siz ve biz” ayrımı, kuantum düzeyinde geçerliliğini yitirmektedir. Bu evren, sadece onu oluşturan TEK’in yaşamının eseridir. Bunu şöyle bir örnekle algılamaya çalışabiliriz: Elinizdeki bu sayfaya bakın! Sonra elinize, sonra oturduğunuz koltuğa ve bulunduğunuz mekânın duvarına! Aslı itibariyle, her bir şeye verilmiş “ben, sen, bu, şu, o” gibi ayrı ayrı isimleri ortadan kaldırdığınızda, geriye tek bir şey kalır. Dikkat edin! “Herbiri aynı şeyden meydana gelmiştir,” değil; tümümüz aynı şeyiz. Tek birşey. İsimlendirme dışında, aslen bölünmemiş ve parçalara ayrılmamış, parçalardan meydana gelmemiş tek! Öylesine sınırsız bir bütün ki, sizinle ben aynı olduğumuz gibi, uçsuz bucaksız gökyüzünde gece göz kırpan yıldızlar dahi aynı... Ne var ki, insanoğlu günümüz biliminin vardığı bu gerçeği farketmekten ve yaşamaktan hâlâ çok uzak! Parçalardan oluşmamış BÜTÜN’ün parçaları(!) gibi görünen nesneler ise gerçekte sadece ve sadece gözlemciye GÖRE öyledir. Ve yine her nesnede gözlenen özellik, BÜTÜN'e ait özelliklerin gözlenmesinden başka birşey değildir. Nesneler arasındaki farklılıklar ise, bu özelliklerin farklı bileşimler şeklinde gözlenmesi demektir. Yani, evrende ayrı ayrı parçaların gözlenmesi ve yine her birimin kendine has özelliklerinin olması da anlamsız değildir. Ancak bütün bunlar bir algıdan, tabir yerindeyse “gözlemci bilincin varsayımından” ibarettir ve gözleyene, yani size GÖRE'dir. O halde, her an farkında olmamız gereken bir gerçek var ki o da, var kabul ettiğimiz herşeyin sadece bizim algılama şeklimizden doğan “göresel şeyler” olduğu ve herşeyin aslının sınırsız Tek’e dayandığı. Aslında, insanlığın yaşadığı problemlerin altında da bu gerçeğin farkında olamayışımız yatar. Yaşanan her “azap ve mutsuzluğun” altında, evrenin temelindeki bütünlüğü, nesneler ile olaylar arasındaki dinamik bağlantıyı olduğu gibi göremeyişimiz, bilemeyişimiz ve kabul edemeyişimiz yatar. Böyle olunca, karşılaştığımız olayları, bizimle bütün olan tümel sistemin orijinal işleyişine değil, kafamızda yarattığımız göresel sebeplere bağlarız. Bilim dünyası için de, kendi yaşamımız için de, toplumsal yaşam için de bu böyledir. Örneğin, vücudumuzun bir organında bir rahatsızlık teşhis ettiğimizde, onun vücudumuzun bütününe ait bir sorun olduğunun farkında olmayız!.. Dünyanın bir kısmına müdahale ettiğimizde, aslında tümüne ettiğimiz müdahalenin farkına varmayız... Dünyanın bir yerindeki zulme sessiz kalarak, diğer bölgelerdeki barışı koruyabileceğimizi ve tüm insanlığın zarar görmeyeceğini sanırız. Bunlardan daha önemlisi, karşımızdakine yaptığımızı, aslında tümden dolayı kendimize yaptığımızın bilincine varmayız... Oysa, evren ve onun yaşamı boşluksuz bir bütün olduğu için, yapılan hiçbir fiilin neticesi kaybolmaz ve sistemde mutlaka yerini bulur, ortaya çıkar. Yaptığınız her şeyle, elde edeceğiniz karşılığı oluşturursunuz. Değerli fizikçi David Joseph Bohm'un dediği gibi, “dünyayı ayrı ayrı parçalar şeklinde kabul ederek verdiğimiz uğraşlar sadece işe yaramaz sonuçlar vermekle kalmıyor, aynı zamanda kendi neslimizi imha etmemize de sebep oluyor.” Zaten her sorun ve her mutsuzluk, “sen ve ben” kavgasından, “biz ve o” ayrımından kaynaklanmıyor mu?.. Öyle ise, gerçekçi olmayı ve bilimin, insanlığın mutluluğuna katkıda bulunmasını amaçlıyorsak, bu bulgular ışığında kendi düşünce sistemimize dönmeliyiz. Herşeyden önce, evreni ve kendimizi algılayış biçimimizdeki yanılgıdan kurtulmalıyız. Dünyayı ayrı, ayrı parçalardan ibaret olarak kabul edip de bu yanılgı üzerine fikirler üretmek yerine, bütünlüğü ve birliği idrak etmeye gayret edip, bunu görmemize engel olan önyargı ve şartlanmalarımızı ortadan kaldırmalıyız. Bunun için önce TEK’i anlamak ve TEK’in yaşam sistemini öğrenmek zorundayız. Ancak böylece beynimizi, duyularımızın veri kapasitesiyle bloke etmekten kurtarıp, daha üst düzeyde değerlendirebilme imkânına ulaşabileceğiz. Sonuçta bu, dünyayı bireysel değer yargılarımız yerine, evrensel sistemin gerçeğine göre değerlendirebilmemizi kolaylaştıracaktır. TEK’i bilemediğimiz sürece, yanılgıdan kurtulamayız ve bunu başaramadığımız sürece de, tarih tekerrürden ibaret olmaya devam edecektir... İnsanlığın ulaşması gereken bu erdem, aslında tarih boyunca değişik tarzlarda, günün koşullarına göre açıklanmaya çalışılmıştır. Çağdaş bilimsel bulgularla, dinsel öğretilerin ve ehli tasavvufun mesajlarının benzer içeriklerinin ve paralelliklerinin keşfedilmesi bunu doğrulamaktadır. Bunun farkedilmiş olmasından dolayıdır ki, bilimin gözünde dini ve mistik öğretiler artık yeni bir anlam kazanmıştır. Bakın, 70’li yıllarda Fizikçi Bohm’un, atomaltı dünyayı inceleyerek ulaştığı sonucu ve ifade ettiği gerçeği, büyük mutasavvıf Yunus Emre'miz yüzyıllar evvelinden beri şu dörtlüğüyle nasıl vurguluyor: “Sen sana ne sanırsan, Ayrıya da onu san, Dört kitabın mânâsı Budur, eğer var ise...” |
#2
|
|||
|
|||
Emeğinize sağlık
|
#3
|
|||
|
|||
allah razı olsun paylaşımın için tşk ler
. |
#4
|
|||
|
|||
Sayın madlen, konu paylaşımınız için teşekkür ederiz.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan, Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren.. |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
Reiki el verme olayı ve evrensel yaşam enerjisi | Taner41 | Sorularınız | 9 | 29.03.24 00:15 |
Evrensel cazibe | LindaLi | Tekamül & Kozmik EnerJi | 0 | 11.08.21 09:40 |
Bio enerji nasıl kullanılır? | bitter | Sorularınız | 1 | 03.03.20 08:45 |
Elektromanyetik Alan Dengeleme Tekniği | SiLence | Reiki | 4 | 27.05.17 00:04 |