Alıntı:
Karamanoglu16 Nickli Üyeden Alıntı
Recep Paker olayı dönemin İtalya ve Almanya siyasi hareketini örnek almaya çalışmasıdır keza kendileri Türkiye için bunun çok iyi bir gelecek olduğunu herşeyin Atatürk'e atfedilmesini istemiş (dönemin hitler ve mussolinisi gibi ) ve bu nedenle dışlanmıştır keza Türk ocakları yine Atatürk tarafından kapatılmış yine Suriye yenilgisi Atatürk'ün asker istemesi ve yine Osmanlı'nın asker yollamamasi nedeni ile yenilgi değil geri cekilmedir keza Atatürk yaşarken devreye sokulan 5 yıllık plan o öldükten sonra devam ettirilmemis Türkiye'nin gelişimide sekteye uğramaya başlamıştır Keza Atatürk'ün (Hayatta yegane üstünlüğüm Türk olarak doğmamdır. Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız) demesi bugünün gerçekten heykel meraklısı kendini sözde Atatürkçü sanan solcu kitle ile dolu
|
Klasik parlamenter düzenin açıkça terk edilmesi yönünde bir temayül, 1930’ların ortalarına doğru CHP içinde güç kazanmıştır. Bu radikal temayülün sözcüsü, 1931-36 yıllarında parti genel sekreteri olan Recep Peker’dir. 1933’te Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi, onlarla benzer düşünceleri paylaşan genel sekreterin parti içinde güçlenmesine yardım etmiştir. Peker’in 1935’teki ünlü Almanya-İtalya gezisi, partinin ve rejimin yapısını Avrupa’nın bu “yükselen” ülkelerine paralel olarak yeniden tasnif etme yönünde bir-iki yıl süren aktif bir çabanın başlangıç noktasını oluşturur.
1936’da yayınlanan Kemalizm adlı eserinde, Peker’ci tezler paralelinde ilk kez rejimin resmi doktrinini tanımlamaya girişen Tekin Alp, sözü edilen çabayı şöyle özetler: “Rejim istikrar peyda ettikten sonra, Partinin devletle birleştirilmesi temin edilecektir. Nizamnameye yeni ilave edilen 35, 36, 97. maddeler mucibince Parti, devletin mütemmim bir cüzü [tamamlayıcı birimi] haline gelmektedir. Bundan böyle Parti ve hükümet, tek ve tecezzi kabul etmez [ayrılmaz] bir vücud olacaktır. [...] Bunun neticesi olarak da, bizzat rejim bir ihtilal ile devrilmedikçe, hiçbir millet meclisi ve hiçbir kabine, Kemalizm’in esasını teşkil eden prensipler hilafına hareket etme hak ve salahiyetine sahib olmayacaktır.” İktidar yarışında fazla atak davranarak Atatürk’le çatışan Peker gerçi 1936’da devrilir. Ancak aynı yılın Haziran’ında yayınlanan bir genelgeyle bütün illerde parti il başkanlığı valilikle birleştirilir ve içişleri bakanı resen parti genel sekreterliği sıfatını üstlenir. 1937 Şubat’ında yapılan anayasa değişikliğiyle, CHP’nin “altı oku” TC anayasasına resmen dahil edilir. Böylece Tek Partinin devletle özdeşleşmesi, ve zaten 1923’ten beri lafta olan Meclis egemenliği ilkesinin terk edilerek Parti egemenliğinin resmileştirilmesi yolunda önemli bir adım atılmıştır. Bu bağlamda hatırlanması gereken bir ilginç nokta, siyasi evriminin her aşamasında Türkiye ile dikkate değer paralellikler gösteren Mussolini İtalya’sının durumudur. Faşist rejim, halk oyuyla “seçilen” parlamentoyu 17 yıl boyunca muhafaza etmiş, ve ancak 1939 Ocağında yaptığı bir anayasa değişikliğiyle bu göstermelik heyeti lağvederek, Faşist Partinin çeşitli kitle organlarından oluşan bir “korporatif meclisi” devletin üst yasama organı haline getirmiştir. Atatürk yaşasaydı, acaba Türkiye aynı yola gider miydi? 1936’dan itibaren dış politikada demokratik Batı ülkeleriyle yaşanan yakınlaşma, acaba parlamenter görünümlerin her şeye rağmen korunması kararına katkıda bulunmuş mudur? 1938’de cumhurbaşkanı olan İnönü’nün iktidarını pekiştirmek için birtakım siyasi uzlaşmalara girmek mecburiyetinde olması, rejime ilişkin kararlara nasıl tesir etmiştir? Yakın tarihin en enteresan ve en karanlık dönüm noktalarından birini alakadar eden bu sorular, araştırılmayı beklemektedir.