#1
|
|||
|
|||
Yaradılış
İnsan, düşünmeye başladığında sorular sordu. İlk sorulan
şunlardı: "Ben kimim? ... Nereden geldim? ... Hayatın amacı nedir? ... Niçin ölüyoruz ve öldükten sonra nereye gidiyoruz? ... " Ama insan her zaman, bunlan cevaplandırmak yerine, devamlı sorular sormaya daha yatkın olmuştur ve bu da onun zihinsel gelişimine yardım eden bir dürtü vazifesi görmüştür. İnsan henüz öğrenme susuzluğunu giderebilmiş değildir, ama bununla birlikte tüm cevaplar hemen oracıkta, elinin altında, yani şuuraltında yatmaktadır ve bundan haberi bile yoktur. Asırlar boyunca insanın ve evrenin kökeninin sım,imajinasyonlan tahrik edip durmuş ve dünyanın en büyük düşünürleri her biri kendilerinden önce gelenlerin çalışmalarına dayanarak kendi teorilerini oluşturmak tarzında, kendilerini bu muammanın çözümlenmesine adamışlardır. Demek ki insanın ve evrenin tabiatları, felsefenin başlıca iki problemini oluşturmaktadır. Dünya, İlahi İrade'nin bir etkisi ile mi yaratılnuştı? Ya da rastlantısal bir gelişimin sonucu mudur? Temel cevheri nedir ve neden çok çeşitlidir? İnsanın evrendeki rolü nedir? Sınırsız bir uzaydaki basit bir toz ya da madde zerreciğinden mi ibarettir? Ya da En Yüce Aklın en büyük eserini, ulvi bir varlığı mı temsil etmektedir? Bu problemlere ilk dalan filozof, Eski Yunan'da M.Ö. 600 yıllarına doğru yaşanuş olan Thales'tir. Kainatın ve insanın, meydana getirilmiş oldukları ilk madqenin su olması gerektiğini söyler; çünki donduğu zaman katılaşmakta, ısıtıldığı zaman da buhar veatmosfer haline dönüşmektedir. Sonuç olarak sudan kaynaklanan her şeyin sonunda muhtemelen yine suya döneceği sonucunu çıkarmıştır. Thales gerçeğe ne kadar yaklaşmış olduğunu hiçbir zaman fark edemedi. Şayet "su" kelimesi yerine "ruh" kelimesini kullanmış olsaydı, hiç şüphesiz, bu görüşü ve ilhamı dolayısıyla daima alkışlanacakb. Ama bu sözcüğü seçmemişti ve Thales günümüzde pratik olarak unutulmuştur. . Bir süre sonra Anaximandros isminde baŞ°ka bir Yunan düşünürü, evrenin tüm uzayı kaplayan canlı bir kütle olduğunu iddia etti. Ona "sonsuz" adını veriyor ve onun hareketi içerdiğini açıklıyordu. Anaximandros'un diğer bazı fikirlerinin hayli garip olmasına karşın bu, yine de ileri doğru ablmış yeni bir adım sayılırdı. Bu kavramlar, Eski Yunan'daki diğer bir filozof grubu olan atomistlerin yolunu hazırlamışbr. Bunlar, kendilerinden önce gelenlerle aynı fikirde olarak, değişim ve çeşitliliğin çok küçük birimlerin karışımı ve ayrışmasından kaynaklandığını kabul ediyorlardı; fakat bu birimler ya da atomların, daha önce inanıldığı biçimde cevherleri bakımından pek farklı olmadıklarını bildiriyorlardı. Her atomun hareketli olduğunu ve bunların değişik şekillerde ve çeşitli sayılarda birleşerek maddeyi oluşturduğunu iddia ediyorlardı. Atomların kendileri hiç değişmiyorlar, ebediyen ve çok küçük halde sürüp gidiyorlardı. Atomların biraraya gelişleri hayatı oluşturuyor, ayrılmaları ise ölüm getiriyordu. Atomistlerin vardıkları bazı sonuçlar günümüzde anlamsız gibi gözükse de şurası kesindir ki, onların kavramları doğru yönde ablmış iyi bir adımdı. Yine daha sonralan, apolojistler, Tekvin'in (Yaradılış) tercümesini savunmaya ve bunu felsefe ile uzlaştırmaya kalkışbklarında, septikler (şüpheci filozoflar) onların vardıkları sonuçları, sebepler ve deliller ileri sürerek çürütme yoluna gittiler. M.Ö. 300 yılına doğru Pyrrhon tarafından meydana getirilen bu şüpheci felsefe okulu, evrenin tabiatına ilişkin yapılmış olan tüm açıklamaların önemsiz olduklarını ve hiçbir gerçeğe uymadıklarını iddia etmekteydi. Bu ekolün mensupları, insanın hiçbir şey bilmediğini ve nesnelerin tabiatını hiçbir zaman öğrenemeyeceğini düşünürlerdi. Onlara göre insan yalnızca görebildiği ve ölçebildiği şeyleri tanıyabiliyordu ve başka bir şey aramaya kalkışmamalıydı. Bu pesimist felsefe her şeyi tümden reddediyor ve karşılığında da birşey getirmiyordu. Musa Peygamber'in kutsal kitabında (Tevrat) yer alan Tekvin (Yaradılış) kısmı ile Yunan felsefesi arasında bir yakınlaşma kurmaya gayret eden kişi, İsa döneminde yaşamış Yahudi filozof Philon olmuştur. Philon, hepsi de tek bir kaynaktan, Tann'dan gelen sayısız güçlerin -ya da ruhlann- mevcut olduğunu ve bunlar içinde Logos adı verilen birinin, alemin yaradılışından sorumlu olduğunu öğretiyordu. Ek olarak, kainatta var olan her şeyin, Tann'nın ruhundan fışkıran bir fikrin ifadesi ya da kopyası olduğunu iddia ediyordu. Onun felsefesi, Yahudi ve Hristiyan dini literatürü (edebiyat) üzerinde derin bir etki meydana getirdi. İlk Hristiyan alimleri Philon'un Logos'u ile İsa'yı, tene bağlannuş Kelam'ı, Tanrı'nın alemin yaradılışındaki vekilini çok çabuk özdeşleştirmişlerdir. Ardından, 3. yüzyılda, fikirleri Philonunkiler'den pek farklı olmayan Platin gelir. Onun doktrinine göre varlıklar ya da sudurlar (çıkanlar, yayılanlar), an (saO bir Tann tarafından neşredilmişlerdi; bpkı ışığın, gücünden hiçbir şey yitirmeksizin güneş tarafından yayılması gibi... Işık, kaynağından ne kadar uzaklaşırsa o kadar zayıflamaktadır. En uzak uçta madde ya da karanlık bulunur - toprak (veya dünya) ve mevkiinden düşmüş olan insan- ama Tann ve madde arasında hüküm süren ruhtur. Evrenin aslı ile ilgili modern teoriler üç gruba ayrılabilirler. llk olar�k, kainabn bir kaza eseri olduğunu, alemin mekanik olduğunu, kendiliğinden mevcut olduğunu ve hiçbir dış etkiye bağlı olmadığını iddia eden materyalist monizmi görüyoruz. Buna göre evren, bir tekamül süreci ile ve rastlantılann da en büyüğü sayesinde basit bir halden yola çıkarak şimdiki karmaşık halini almışbr. Bu fikir pek de yeni değildir, çünki M.Ö. 306 yılında Epikür tarafından ortaya atılnuşbr. Bu, evolüsyonizm (tekamülcülük) teorisidir ve o "basit hal"in ne olduğunu ve nasıl belirmiş olduğunu açıklayamadığı için de problemin çözümünü ertelemekte, cevabını verememektedir. Diğer bir modem teori ise alemin, ister bir hahi Varlığın doğrudan sudum, ister tekamül ile olsun, dış bir etkiden meydana geldiğini iddia eder. Bu panteizmdir. 17. yüzyılda Spinoza, evrendeki her şeyin Tanrı'run tezahürleri olduğunu ve tüm varlığın aynı cevherden yapılmış olduğunu, bunun, Tanrı ya da Maddi Alem olduğunu korkusuzca iddia etmeye kadar varmışhr. Ona göre kötülük, anlayışı dar olanlar için mevcuttur ve bir bütünün parçası olarak kabul edildiğinde erir gider. Hollandalı bir Yahudi olan Spinoza bu fikirleri yüzünden sinagogdan çıkarıldı. Onun için, "Tanrı'run zehirlenmiş kişisi" denmekteydi. Bununla beraber, enteresan fikirler , getirmişti. Uçüncü modern inanış, alemin kendiliğinden, hiçlikten yaratılmış olmasıdır. Bu, geleneksel dini görüş açısı bakımından kreasyonizmdir (yaradılışcılık). Tanrı, Yaradan olduğu kadar bölünemez de. Ve O'ndan bir şeyin sadır olması (yayılması) imkansızdır. Üstelik evren, herhangi bir ilk cevherden değil, tüm parçalarıyla birden yaratılmıştır. Bu teori, biliminki ile birleşmektedir. Madde atomlardan yapılmıştır, atomlar enerjidir, enerji ruhtur, ruh Tanrı' dır. Ruhun kökeni üzerine kurulmuş Hristiyan doktrinleri arasında ilk olarak, 200 yılına doğru, Tertullien tarafından öğretilen ve ruhun, iki bedenin birleşmesinden gebelik ile yeni bir bedenin meydana gelişi ile aynı şekilde ve aynı anda diğer bazı ruhlar ya da fizik varlıklar tarafından yaratılmış olduğunu iddia eden "tradusiyanizm"dir. Kreasyonizm, Tanrı'run her beden için yeni bir ruh yaratmış olduğunu söyler. Bu soru, kilise tarafından hiçbir zaman tamamen çözümlenmiş değildir. St. Augustin ve Martin Luther de, ruhun tabiatı üzerinde hiçbir zaman fazla durmamışlardır. Geleneksel Hristiyan felsefesi, ruhun yeni bir organizma içine üflendiği esnada yaratılmış olduğunu iddia eder. İlk Yunan filozofları arasında Eflatun, ruhların daha önce mevcut olduklarına ve bedenler içine ard arda, sırayla enkame olduklarına inanıyordu. Kısa bir süre sonra Philon ve Orijen -ki görüşleri yüzünden aforoz edilmişti-ruhun ilahi kökenli olduğunu, her zaman varolmuş olduğunu ve ruhtan maddeye ve maddeden de ruha dönüşmekte olduğunu öğretiyorlardı. Hintli filozoflar, Brahmanizm (dünyanın en eski dini) ile Budizm, ruh ile beden arasında bir ayınm (düalizm) oluşturuyorlardı ve fizik yaşamın, ruhun tekamülünde geçici bir maceradan ibaret olduğunu öğretmekteydiler. Bazı Hint mezhepleri reenkamasyonun (tekrardoğuş) insan bedeninde olabileceği gibi bir hayvan bedei;inde de gerçekleşeceği inancını taşırlar. Yahudi Kabbalası ve Gnostisizm (Yahudi ve Hristiyan doktrinlerinin bir karışımı) hemen hemen aynı kuralları öğretiyorlardı, şu farkla ki, ruhun tekrardoğuşu sadece insan ırkına mahsustu. Eski İsrailliler iki ekole ayrılıyorlardı. Ferisiler ölümsüzlüğe ve ruhsal bir varlığa, ruhun önceden var olduğuna ve ruhsal yaşamdan maddi yaşama geçişine inanıyorlardı. Sadukiler ise materyalist idiler, ölümsüzlüğü ve tüm ruhsal mevcudiyeti inkar ediyorlardı; onlara göre insan doğar, yaşar ve ölürdü ve bundan başka bir şey de yoktu. Modem bilim, bildiğimiz gibi, gaz halinde olan bir ilk cevherin ahenkli bir evren haline dönüşmesi üzerine çok sayıda teori oluşturmuştur, ama ruh ile ilgilenmez; çünki ona göre ruhun varlığı kanıtlanmamışbr, dolayısıyla böyle bir imkan yoktur. Bununla birlikte parapsikoloji alanında yeni olarak eşsiz gelişmeler kaydedilmiş ama insanın psişik yetenekleri hala, resmen ruha bağlı olarak kabul edilememiştir. Böylece, bilim adamları her zaman insanın ve kainabn tabiab problemini çözmeye uğraşıp durmuşlardır. Musa'run kozmogonisini, Tevrat adı verilen bu dikkate değer kitapta ortaya konduğu haliyle sırasıyla savunmuşlar, reddetmişler ve "düzenlemişlerdir". Tüm tartışmalara rağmen Tekvin'de anlatılan yaradılışın hikayesi hiçbir zaman kesin olarak inkar edilmemiştir. Hikaye, edebi olmaktan çok sembolik olduğundan, derinliği ve ezoterik anlanu, edebi bir yorum arayan herkesin gözünden kaçmaktadır. Edgar Cayce'in "okumaları" genel olarak Musa'nın anlatbğı hikayeyi, ayrıntıda olmasa da prensipte izlemektedir. Bunun şaşırtıcı bir tarafı yoktur. Çünki Tekvin'in ayetlerinde eksik olan unsur ayrıntılardır. "Okumalar" her şeye rağmen, eksik olan unsurlar hususunda epeyce aydınlatıcı bilgi vermektedir. Buna ek olarak, asırlar boyunca her türlüsünden tahminlerde bulunulmasına yol açnuş olan bazı karanlık bölümlere sağlam ve ikna edici açıklamalar getirmektedir. "Okumalar" tarafından meydana getirilen bu bilgi ocağından, yaradılışın mantıklı ve anlaşılır bir tercümesi fışkırmaktadır adeta. Normal olarak insan anlayışının erişememesi gereken bir dizi karmaşık olayların, gayet açık ve sade bir tasvirini yapmaktadırlar. Cayce Dosyalarından Aktarmalar Başlangıçta Ruh vardı; muazzam bir ruhsal güç , muazzambir ayırt edici enerji okyanusu, tüm mekanı ve tüm zamanları dolduruyordu. Her şeyi bilendi, her şeye kaadirdi, her yerde mevcuttu, her şeyin kaynağı idi; İlk Sebep'ti, Evrensel Güç'tü. O, Her şey idi, hayatın özü idi; "BEN, BEN OLANIM" idi. O, Ebedi Olan Tanrı idi. Tann'nın ruhu tüm hayati enerjiyi kapsar, çünki onun basit formu içinde her şey BİR'dir. Tüm zaman, tüm mekan, tüm güç ve madde esas (öz) olarak Bir'dir; çekici ve itici güç, tüm evreni yöneten Pozitif ve Negatif Yasası üzerine kurulmuşlardır. Hareket, bu atomik yapının titreşimleri, Yaradan'ın tezahürüdürler. Nebülöz faaliyeti süresince, pozitif negatif güçlerin biraraya gelişleri yaratıcı bir güç haline dönüşür. Atomlar, moleküller, hücreler ve madde hal değiştirirler, ama öz, ruh, değişmezler. Sadece tezahürün şekli değişir; İlk Sebep ile olan ilişkileri asla değişmez. İkinci sebep, istek idi: Kendini ifade etme isteği, yaratma isteği, ortaklık isteği. Ruh yer değiştirdi ve kendinden çıkarak ayn bir titreşim, farklı bir tezahür yarattı. Böylece, bu sakin ve ahenkli titreşimler okyanusunun içinden Işık, ilahi ruhun ilk ifadesi, ruhun ilk tezahürü, kaynağın ruhundan sadır olan (yayılan, çıkan) İlk Oğul, yani Amilius, tıpkı güzel bir düşüncenin yaratılması yada bir fikrin doğması gibi ortaya çıkıverdi. Bu, ilk yaradılış idi. Amilius, kaçınılmaz olarak akıl ve hür irade ile bezenmişti. Öyle olmasaydı Bütün'ün bir parçası olarak kalacak ve Bütün'ün iradesine bağlı olacaktı. Kaynağın bir parçası olarak ve kaynak ile olan ayniyetinin şuurunda olarak o, ruh bakımından Yaradan ile tek bir bütün oluşturmakla birlikte kendi öz ferdiyetinin şuurunda olan ayn bir varlıktı. Diğer ruhların bu elektro ruhsal aleme gelmesine sebep olan Amilius'tur, çünki bütün ruhlar başlangıçta yaratılmışlardır; hiçbiri asla daha sonra yaratılmış değildir. Akıllan ve hür iradeleri sayesinde, çocukken bile, kaynaklarının ilahi iradesi ile tam uyum içinde, bir tekamül hali içinde mevcutturlar. Ruhun, bu cinsiyeti olmayan, gerçek bir ruhsal alemde gerçek bir ruhsal hayatın zevkini çıkaran sayısız tezahürleri, şefkatli bir Baba'mn kusursuz evlatlan idiler. Yüce İrade ile Amilius gibi tam bir uyum içinde olarak, onlar Baba'nın istemiş olduğu gibi arkadaşları idiler. Bütünün bir parçası idiler, ama kendi bireyselliklerinin de şuurundaydılar. Bu varlıkların her biri hür irade sahibi olduğu için, ilk düşünceleri, ilk tepkileri ve ilk ifadeleri birbirinden az da olsa farklı idi. Böylece her bireysel fikir, her gerçekleştirme, her harekete geçirici güç, varlığın bir parçası haline geldi. Kendi öz karakterini keşfetti ve düşüncesi sayesinde kendini oluşturdu. Her biri, olmak istediği gibi oldu. Kısa bir sürede, ruhların iradesi kaynağın iradesinden ayrıldı. Kendi yaratıcı öz bireyselliklerinin gücünden ötürü büyülenmiş bir halde, tecrübelere daldılar. Arzu ve kibir, yıkıa güçlere, iyi olana karşıt olan her şeye, ilahi iradenin iyiliğine karşıt olan her şeye hayat verdi. Kendi öz iradelerini ve bağımsızlıklarını azdırarak egoizmayı keşfettiler. Ayrılığa, tekamül halinin son bulmasına yol açan da, Tann'nın iradesine bu karşı gelişleri oldu. Bu, meleklerin isyanı, insanın da düşüşü idi. Ruhlar kendi iradelerine hizmet etmek amacıyla Tann'nın iradesini reddettiklerinde, uzun bir süre için ruhsal merkezlerinden, doğal ülkelerinden de ayrıldılar. Kendi öz iradeleri ile bu bağ kopmuştu ve yeniden kurulabilmesi de yine onlann iradelerine bağlıydı. Kısa süre içinde geriye dönüş imkansız hale geldi; doğmuş olduklan esnadaki kusursuz tekamül halini yeniden elde etmeleri çok çok zordu. Özerk bir tekamül başladı. Ruhlar, gerçek evlerine geri dönmelerini sağlayabilecek en küçük bir mücadele ümitlerini dahi yitirecek denli ilahi iradeye sırtlarını çevirdiler. Amilius neler olup bittiğini anlamışh. "Kayıp" ruhların, kendilerini koruyabilmeleri için bir plan tasarlandı. Onların lehine olarak araya girdi, kendi isteği ile gelecekte dünyanın yükünü sırtlanmayı, ezici büyüklükteki bir vazifeyi kabullendi. Bu, uzun bir fedakarlıklar dizisinin ilk merhalesiydi. Plan, maddiyatın yarahlmasını öngörüyordu; çünki madde, ruhların, içinde bulundukları düşüşün şuuruna varabilmeleri için, ruhun aynlışını fiziksel olarak gösterebilmek açısından esash. Bu arada, dünya sadece insan için yaratılmış değildi. Güneş Sistemleri, gezegenler ve dünya, Tann'nın ruhundan sadır olan aynı düşünce titreşimleri ve aynı hayati öz tarafından yaratılmışlar ve şekillenmişlerdi. Kutuplar -dünyanın Çevresinde döndüğü pozitif ve negatif kutuplar- kubbenin anahtarlan idiler. Pozitif protonlarla beraber dönen negatif elektronlardan meydana gelen atom, açı taşıydı. Her bir atom, her bir hücre, Yaradan'ın kendisi tarafından değil, ama Yaradan'ın tezahürü olan aynı hayat dağıhcı ruh tarafından meydana getirilmişlerdi ve her biri kendi içind� bir alem idi. Kozmos; sonradan müzik, aritmetik, geometri, armoni, sistem, denge adıyla tanınmış olan prensiplere göre meydana getirilmiştir. Titreşimlerin hızını değiştirerek -başka deyişle dalgaların boyunu ve frekansını- değişik hareketler, şemalar, formlar ve cevherler yaratıldı. Bu, Evrenin Sahibi için sonsuzluğa suretler sunan Farklılık Yasası'nın başlangıcı oldu. Her bir proje kendisinde, kendi öz gelişme ve tekamül planını da taşıyordu ve bu, bir müzik notasının sesinin karşılığı idi. Notalar akortları meydana getirmek için birleşirler, akortlar cümleler halini alırlar, cümleler melodilere dönüşürler; melodiler de birbirlerine karışırlar ve bir senfoni yaratırlar. Böylece, Tanrı'nın ruhu evrenin klavyesini çalıyordu. Madde, formunu kendi öz titreşimleri ile alarak ve faaliyetini de Çekme ve İbne, ya da Pozitif ve Negatif Yasası sayesinde sürdürerek hareket ediyor ve değişiyordu. Madde aleminde mevcut olan her şey Tanrı ruhunun düşüncesinin bir görünümü idi. Her maddenin bir ruhu vardır ve işlevi elektriktir; çeşitli titreşim ya da hız düzenleri tarafından sebep olunan değişik fonnlar halinde tezahür eder. Maddi planda mevcut olan tüm şartların, kozmik ya da ruhsal planda bir karşıtları ve şemaları vardır. Bütün kuvvet Tek'tir. Maddenin ve ruhun her şeyleri aynı ve tek bir özdendir; farklılıklar, kendilerini ifade edişlerinde ya da tezahür edişlerindedir. Dünya, alemler kainabnda bir atomdan ibarettir. Güneş sistemi başka boyutlara, ya da başka varlık şuuru hallerine de sahip* . tir. Eğer her boyutun kendine özel yasaları var ise, aynı güç hem dünyayı, hem gezegenleri, hem yıldızlan, hem de takım yıldızlan aynı anda yönetiyor dernektir, çünki bunların hepsi uzayda ebedi Çekme ve İtme Yasası ile tutulmaktadır. Dünya üçüncü boyutu temsil eder; bu tüm kozmik sistemin deneme laboratuvarıdır. Diğer planlar -Merkür, Mars, Venüs, Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs- ruhun tekamül planında kendilerine düşen rolü, düşünülenden biraz farklı bir şekilde oynamalı idiler. "Başlangıçta, kendinden kaynayan bir sis tabakasının yükseldiği, titreşen bir ısı kütlesinden yapılmış olan dünya planı, bu alemler kainabnda, sonunda bir istikrar kazandı. Kendi ekseni etrafında doğal dönüşüne başladıktan sonra, kendisinden hayabn her çeşidini uyarıcı unsurların uyanması için gerekli olan etkileri aldığı Güneş'e yavaşça yaklaşh." ( 364-6) Yaratıcı Güç'ün Yasaları evrenseldir. Birincisi Sevgi Yasası, ikincisi Çoğalma Yasası, üçüncüsü de Tekamül ya da Büyüme ve Gelişme Yasası'dır. Böylece Tann'run ruhu gelip dünya yüzeyinde süzülüyordu ve o kaostan, tabiahn güzelliği tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyordu. Cayce'e kulak verelim: "Tanrı'nın ruhu, tüm biçimleriyle, tüm gelişim safhalarıyla, şahsi görüş açılarıyla, tüm şuurlanmalarıyla, bizler de dahil tüm yaratıklarıyla beraber, kainatın ruh adı verilen bu parçası ile birlikte hayatın bütün gücünü içermektedir. Ama bu fizik formumuz altında bizler Yaradan'ın ruhuna sahip değiliz; sadece maddiyattan hasıl olan bir ruha sahibiz." (792-Ca) "İlk Sebep, yaratılmış olanın Yaradan'ı için bir ortak olmasını istiyordu; bu, şu demekti ki yaratılmış olan, kendisine verilmiş olan faaliyet içinde hem Yaradan'a layık olduğunu, hem de toplum halinde yaşamaya kabiliyetli olduğunu göstermeliydi. Sonuç olarak, insanın maddi alemde gördüğü tüm yaşam biçimleri Yaradan'ın özü ya da tezahürüdür, onlar Yaradan değil ama yaratılmış olandır, llk Sebep'in bir tezahürüdür." (364-Sd-1) Amilius Dünya küresini idare etmekle vazifelendirilmişti. Mineraller, bitkiler ve hayvanlar, insan henüz gelmeden önce burada gayet iyi yaşıyorlardı. Daha önceden kurulmuş olan değişmez nitelikli yasalarla yönetiliyorlardı. Henüz çok saf bir durumda bulunan ruhlar, madde tarafından cezbedildiler ve giderek artan sayılarla bu yeni alanlara doğru yöneldiler. Dünya da, rastlamış ve çekilmiş oldukları sayısız kürelerden biriydi. Daima ruhsal formlar halindeki bu varlıklar, dünya üzerindeki hayvani yaşamın değişik şekillerini ve bunların bedensel birleşmelerini izlediler. Henüz tropikal olan ve soğumaya yüz tutmuş gezegenin üzerindeki bitki örtüsünün bolluğunu seyrettiler. Dünyanın meyvelerini gördüler ve bunları tatmak istediler; hayvanların cinsel yaşamlarına dikkatle baktılar ve bunu tatmayı hayal ettiler. Arzu ve istek onları, kendilerini madde içinde ifade etme yolu aramaya yöneltti ve bu saf fizik ortama giderek daha fazla gömüldüler. Bu ruhlar doğrudan Tann'nın ruhundan çıkmış olduklarından ve Tanrı'run vasıflarına sahip olduklarından ötürü, Yaradan'ı taklit etmek amacıyla yaratmaya koyuldular. Bu en başından beri sahip oldukları yaratma melekelerinin cazibesine kapılarak tutkuları giderek artan bu varlıklar, kendilerine uygun beden modeli olarak toprak üzerinde yaşayan hayvan ve havada uçan kuş bedenlerini seçtiler. Düşünceleri aynı zamanda fiilleri olduklarından, bu arzular sonunda maddileştiler; çünki en başından beri tüm yarablışın kaynaklan insanın hizmetindeydi. Tasarlanan bu formlar başlangıçta sadece fikirlere, imajinasyondan doğan hayallere benziyordu, benliğin ayrılışı tarafından meydana getirilmişlerdi, tıpkı atom çekirdeğinin parçalanmasından sonra o atomun iki eksiksiz atom meydana getirmesini ya da durgun sularda sonsuza dek bölünüp duran amibin gelişmesini andırırcasına ... Bununla beraber, bedensel ve maddi arzulan kesinlik kazandığı ölçüde, bu formlar bedenlenmeye, saf madde halinde katılaşmaya veya donmaya başladılar ve tıpkı kendisini çevreleyen renklere göre değişen ve uyum sağlayan bir bukalemun gibi bunlar da çevrelerinin rengini aldılar. Ruhun başlıca faaliyeti, gelişme istikametine doğru yönlendirilen zihinsel faaliyetti. Zihnin kendini sürekli bir şekilde madde içinde ifade etmek istemesi bir ruh-gücü bölünmesini gerektirdi. Bunun sonucunda düşüncenin üç süreci meydana geldi: Maddeyi düzenleyen ve kontrol eden şuur; aracı ve hafızanın depolanma yeri vazifesini gören şuuraltı ve son olarak da tamamen ruha ait olan süper şuur ya da şuurüstü. Burada söz konusu olan üç ayrı ruh değil, üç değişik seviyede faaliyet gösteren tek bir ruhtur.Şuur ve şuurüstü sürekli savaş halindedirler, ama sonuç olarak şuurüstü galip gelen olmalıdır. Ruh varlıktan, sahip oldukları imtiyazları iyiye ve kötüye kullandıkları ölçüde, ilahi güçlerin en yüksek ve en aşağı seviyeli uygulamalarının doğmasına neden oldular. Bazıları -ki ender rastlananlardan- gerçek yolu arayanlar oldular ve tabii ki onlara rehberlik edildi. Büyük kitleler ise kendi kendilerine isteyerek yüz çevirdiler ve arzularını tatmin etmekten başka bir şey aramadılar. Ve bunlar, tuzağa yakalananlar oldular. Meydana çıkan kaos, sadece seçilen formların değil, aynı zamanda ve bilhassa ruhsal güçlerin kötüye kullanınurun bir sonucu idi. Erkek ve dişi ortaya çıkblar. Bu, cinsiyetlere ayrılma idi; "insan"ın tabiatının negatif ve pozitif güçlere ayrılması idi. Havva'nın bir taslağı olan ilk kadına Lilith deniyordu. Onunla aynı zamanda, yeryüzünde, korkunç ve acayip mahluklar türedi: Mitolojide sözü geçen kikloplar, satirler, kentorlar (kentauros) ve hayvan bedeni ama insan başı olan nice garip mahlukat... Dünya üzerinde dolanan ve merak yüzünden çılgına dönmüş olan ruh varlıklan, bir yaratılışı etkilemişler ve yönetmişler, kendi zihinsel fantezilerinin yansımalarından ibaret olan bedenlere enkame olmuşlar ve böylece bir hilkat garibeleri ırkının doğmasına yol açmışlardı. Sahip olduklan bedenler Tann'nın değil, bizzat kendi eserleri idi. Bunlar, Eski Ahit'te bahsedilen insanların kızları, yeryüzünün devleri idiler. Böylelikle, ruhun yeni bir tekamül devresinden geçeceğinin, ruhun maddeye karşı uzun sürecek savaşının bir işareti olan tuhaf ve bozuk bir hal yaşanıyordu. Bu korkunç mahluklar dünyaya musallat oluyorlar ve hayvanlarla birleşiyorlardı. Bunun sebebi, yılan ile sembolleştirilmiş olan cinsellikti. Doğmalanna neden oldukları bu çocuklan yüzünden ruhlar, kendilerini çekip kurtaramadıklan bir madde hapishanesine yorulmak bilmeden tekrar tekrar doğuyorlardı. Bu kaba ve biçimsiz bedenlerin esiri haline gelen insan, kendine ait sevgi ve barıştan oluşan ahenkli varlıktan, kendi öz kaynağından gittikçe uzaklaşıyordu. O, bencilce ve bedensel zevkleri tercih etmiş ve bu kaynağı kendi isteğiyle terk etmişti. tık günah (yasak meyvenin yenmesi) işte budur. Ruhlar materyalize oluyorlar ve dünya üzerinde fizik bir form alıyorlardı; başka bir yerde değil. Diğer alanlarda ya da seviyelerde -diğer şuur halleri- ruhun tekamül planı değişiyordu. Bir plandan diğer bir plana geçiş, doğum ve ölüm denen süreci yalnızca bu fizik ve üç boyutlu planda gerekli kılıyordu. Ruh, insanın içindeki Tanrı ruhu zamanların başlangıcından beri ölümsüzdür. O doğmaz ve ölmez, çünki ruhlar Her şey Olan'ın, Tann'nın anatomisi içindeki küçük parçalardır. Manevi kalnuş ruh varlıklan tarafından, bu diğer vasatlann varlıklan "En Yukan'nın Oğullan" tarafından yardım gören Amilius, yeryüzü beşerinin yol açtığı bu garip tekamüle müdahale etti. Dünyadaki çeşitli fizik formlar arasından insanın ihtiyaçlanna en iyi cevap verecek olanı, onun Yaradan'a kavuşmak için yapacağı mücadelesinde kendine en iyi yardımcı olacak bedeni seçti. Sonuç olarak Amilius yeryüzüne indi, maddeyi giyindi ve mükemmel ırkın ilk bireyi, hybridlerden (melez yarabklar) doğan ve "İnsanların Kızlan" adı verilen o hilkat garibelerine karşı olan "Tann Çocuklan"nın ilki, etten ve kandan yapılma Adem adındaki ilk insan oldu. Bu sebepten dolayı Tann, ırkın saf halde korunmasını istedi, çünki "Allah Oğullan, adam (insan) kızlarının güzel olduklannı gördüler." (Tekvin 6:2) Adem bir bireydi ve bundan başka, tüm insanlığın, insanlığın beş ırkının sembolü idi. İnsanın ruhsal tabiabndaki pozitif ve negatif bölünmeden dolayı, Adem'e ideal bir eş olarak Havva yaratıldı. Havva bütün ırklarda, insan doğasının "diğer yarısı"nın sembolüdür. O, önemli yarabkların sonuncusu olmuştur. Negatif ve alıcı tabiat kendini kadında ifade etmektedir, pozitif olan kaldınlmışhr. Erkekte ise pozitif ve aktif olan kendini ifade eder, negatif kaldırılmıştır. Çünki başlangıçta Tanrı Oğulları, ruhlar çift cinsiyeUi idiler ve tek bir varlıkta hem erkek, hem de dişi prensipleri birleştiriyorlardı. İlk dişi arkadaş olan Lilith, hayvan aleminin bir yansıması, uyanmakta olan arzuların tatmin edilmesi için bir araçh. Yaratıcı'nın planlannın alt üst olması ve yaratıcı iç tepilere geri dönüş, Tann'ya geri dönüş yolundaki uzun sürecek mücadelede bir eş ve yardımcı olacak olan Havva'nın yarahlışını gerektiriyordu. "Tanrı dedi: Hayat olsun." ve hayat oldu. Adem'in mükemmel bir tamamlayıcısı olan Havva sayesinde kusursuz ırk meydana gelebilirdi. Kabil, tamamen fizik bir anababadan dünyaya geldi. Adem ile Havva ve bunların çağdaşları özel olarak yaratılmışlardı ve daha önce yarahlmış olanların tekamülünden (evrim) gelmiyorlardı. "İnsan, maymundan gelmiyordu" ve onunla hiçbir ortak atası da yoktu. Dünya üzerinde her şey insanın gelişi için hazırlanmıştı. Yaşamı ve beslenmesi için doğanın değişmez yasaları kurulmuştu. Rölativite ve Pozitif - Negatif Yasaları sayesinde erkek ve kadın yeryüzünü, geceyi ve gündüzü, soğuk ve sıcağı, iyiyi ve kötüyü tanıdılar. Bu tanıma işi beş duyu vasıtasıyla ve ruhun akli muhakemesinden geçerek gerçekleşiyordu. Bununla birlikte insan daima -hiç şüphesiz ki farkında olmadan- bir albncı, bir yedinci ve bir sekizinci duyuyu da muhafaza etmektedir. Bunlar ruhun, insan maddeye giderek daha derinine doğru daldıkça geri plana çekilen psişik ya da duyular dışı faal olan unsurlarıdır. Kusursuz ırkın maddeye yansıtılması sadece Aden bahçesinde -ki Cayce'in "okumalan"na göre İran' da ve Kafkasya' da bulunur- değil, aynı anda dünyanın beş ayrı bölgesinde birden gerçekleşti. Dünyanın bu beş işgali, ruhsal gelişme elde edilmeden önce fethedilmesi gereken beş fiziksel duyuyu temsil etmekteydiler. O devirde dünya üzerinde 133 milyon ruh vardı. Beyaz ırk İran' da, Kafkasya'da, Karadeniz kıyılarında ve Karpatlar'da yaşıyordu. San ırk, daha sonralan Gobi Çölü'ne dönüşecek olan bölgede, Orta Asya' da yaşıyordu. Siyah ırk Sudan' da ve Doğu Afrika'nın kuzeyinde bulunuyordu. Esmer ırk Andlar'da ve Lemurya ya da Mu adı verilen ve günümüzde Pasifik Okyanusu'nun bulunduğu bölgede yer alan büyük kıtada, kızıl ırk ise Atlantis ve Amerika'da yaşıyordu. Çevre şartları ve iklim her ırkın rengini belirliyordu; çünki renkleri ne olursa olsun tüm bu insan topluluklan aynı kanı taşıyorlardı ve "mükemmel ırk"ın üyeleri idiler. Derisinin rengi, insana sadece içinde yaşamak zorunda olduğu şartlara uyum sağlama imkanı veriyor ve bu ırkın iı\sanlannın başlıca niteliğini temsil ediyordu. Beyazlarda, görme hakimdi; kızıllarda duygu ya da heyecan, san ırkta duyma, siyahlarda tat alma ve esmerlerde de koku alma duyusu hakimdi. Yahudiler, halk olarak çok daha sonra belirdiler. Aynı şekilde beyazlardan, kızıllardan ve siyahlardan oluşma melez bir ırk olan Mısırlılar da, çok daha sonra, M.Ö. 10 OOO'e doğru ortaya çıkblar. Atlantis Kıtası dünyanın en geniş kara parçası ve ilk medeniyetin beşiği idi. Ruhların ikinci tesirleri ile -yani mükemmel ırkın yaratılışı- aşağı yukarı on veya on bir milyon sene önce insan için yeni bir çağ başlamış oldu. Atlantisliler, doğanın tüm kaynaklarını kullanarak çabucak gelişme gösteren, sakin ve sulhu seven insanlardı. Doğal gaz ve ateş, onların ilk buluşları arasında yer alır. Daha sonra o ana kadar tüm başarılmış olanların da üstünde bir uygarlık seviyesi elde etmişlerdir. Ruhun güçlerinin bölünüşü, yeryüzünün bu mükemmel ırk tarafından işgal edilişinin ilk bin yılında meydana geldi. Bu ayrışmanın ardından zihinsel güçlerin bir kısmı maddi olana, diğer bir kısmı da ruhsal olana meyletti. Bunun altında yatan sebep, insanın, kendi doğasının ilahi görünümüne giderek daha az ilgi duyması ve kökeni hakkında hiçbir şuura sahip olmamasıydı. Çevresinin bir parçası olduğunu kabul ediyor, maddenin ve gücün birliği karşısında eğiliyor ve tüm bedensel yorumları ile birlikte fiziksel anlayışa daha çok itimat ediyordu. Zamanla geride, ona ilahi aslını anımsatmak için sadece rüyalar, dua ve din kaldı. Arzu, onu, içgüdüsel olarak yanlış olduğunu bildiği şeyleri kabul etmeye sevk ediyordu. O hilkat garibeleri ile birleşti ve "yarı insan, yarı hayvan" olan o melez yaratıkları (hybrid) meydana getirdi. Son olarak da kendi kibirini her şeyin üstünde tuttu ve "RAB yeryüzünde adamı yaptığına nadim oldu ve yüreğinde acı duydu." (Tekvin 6: 6) Tevrat, M.Ö. 28.000 yılına doğru meydana gelen ve Atlantis'in pek çok büyük adasının batmasına yol açan tufanı anlatır. Lemurya ya da Mu Kıtası da Pasifiğe gömüldü. Atlantis Kıtası'nda yaşayan insanlar, dünyadaki diğer ırklarla aynı gelişme aşamalarından geçiyorlardı ama, ruhsal bakımdan olmasa da maddi bakımdan kaydettikleri ilerlemeler çok daha hızlı gerçekleşiyordu. Kurtarıcı'nın ruhu ile -Adem'de ve ırk olarak insanda mevcut olan Kutsal Ruh- yeryüzünün fethedilmesi için, ruhun maddeye, iyinin kötüye karşı zaferi için yeni bir yol döşendi. Böylece Adem, birey olduğu kadar grup olarak da (Adem, İnsan demektir.) Yaradanı'na layık o arınmışlık haline giden uzun yolda insanlığın önderi oldu. Bu uzun ve zor bir yolculuk olmalıydı, çünki insanlar yeryüzünde birer yabancı idiler. 1930' a doğru, Edgar Cayce, Kutsal Yazıların Yaratılışı üzerine bir dizi konferans verdi. İşte söylemiş olduklarının bir özeti: Tekvin'in yaz.an, Tevrat'ta, yüce alemlerdeki sonsuz olaylan, yöntem olarak değilse bile, hiç değilse prensipte belirli bir anlayış seviyesine hitap eder biçimde iz.ah etmekle yükümlüydü. İlk bablar, Kurtarıcı Ruh'un, yani Arnilius'un dünya planına beş noktadan yansıması öncesindeki ve esnasındaki devreden bahseder. Tekvin'in kitabı, inanışa göre Musa tarafından Yeşu'nun da yardımlarıyla yazılmıştır ve görünüşe göre Musa zamanındaki toplumlara, insanın maddi şuura bağlanışının başlangıanda, olup bitmiş olanlar hakkında bir kavram sunabilecek bir tarzda kaleme alınmıştır. ·· Melkisedek tarafından yazılmış olan Eyub'un kitabı, kendisine dünyanın emanet edildiği ve insanlığın kurtarıcısı olmak amacıyla beden imtihanından geçen Oğul'un hikayesini anlatır. Tevrat her şeyden önce ezoterik bir eserdir, sembolik bir kitaptır. Tekvin, yaradılışın birkaç ayet içinde özetlenmesidir. Dünya planında kullanılan semboller ve imajlar, tüm kainatta, ruhsal alanda ve insan bedeninde cereyan etmekte olan olayların albnda saklı bulunan fikirleri (ideler) aktarmaya yararlar. Tekvin'in Adem'in hayatının anlatıldığı ikinci babında, insanın bu kez bir beşer olarak gerçek hikayesi başlar. Bu, daha önce söylenenlerin bir tekrarı değildir. Birinci bap, ruh-insandan söz etmektedir; ikincisi ise, kusursuz insan ırkının fiziksel olarak dünyaya gelişi ve buradaki bedenli yaşamından bahseder, "Ve toprağı işlemek için adam yoktu." (Bap 2:5). Dünya bir bütün oluşturuyordu ve üreme için gerekli olan tüm imkanları sunabilecek kapasitedeydi. Yaradılışın altıncı gününden sonra, yeryüzü kendilerini maddeye yansıtan, dünyada sürüp giden fiziksel tekamüle ilgi duyan, ama böylelikle de kendi öz yaradılışlarının suretinden ayrılmakta olduklarını hfila anlayamayan ruhlar tarafından işgal edildi. Kendilerini hayvanlara yansıtmış ve bunun neticesinde garip ve korkunç mahluklar meydana getirmiş olan ruhlara bir kıyas yapma imkanı vermek üzere mükemmel bir fizik insan meydana getirilmeli, ayn bir yaradılış gerçekleştirilmeliydi. Tekvin'in 2. babında 7. ayette yaradılışı anlatılan yeryüzü insanı, 1. babın 26. ayetinde anlatılan ruhsal varlığın fizik karşıtı, kusursuz bir fiziksel örnekti. Maddi insan Tann'nın suretinde ve toprağın tozuyla şekillendirilerek yaratılmıştı; bu, insan bedeninin kimyasal bakımdan toprağın tüm unsurlarının bileşkesinden oluşmuştur. Başlangıçta yaratılmış olan ruhlar ne eril ne de dişil idiler, ama her iki cinse de sahiptiler ve bir bütün oluşturuyorlardı. Ruhun kendisinin bir cinsiyeti yoktur ve kendini pozitif ya da negatif olarak ifade ediş haline, gelişme seviyesi ve tamamlaması gereken işlerin ışığında, maddiyata girdiği anda bürünür. Öyle bir an geldi ki, Adem de diğer bir yaradılış safhasına göre ikiye bölündü. Havva, kendini tezahür ettirişi diğerlerine de örnek oluştursun diye Adem'i tamamlamak için yaratıldı. Adem eksiksiz yaratılmıştı. Bu yüzden Havva tarafından kendini gösterecek olan negatif gücü onun fizik bedeninden çıkarmak gerekiyordu. Bu, Adem'in ruhunun bölünmüş olduğu anlanuna gelmiyordu. Ama Havva olarak enkarne olan yeni bir ruh (can) meydana getirmek için onun bedeninden negatif bir güç çekip çıkarılmıştı. Onlar, bizim tabirimizle ikiz ruhlardır, kardeş ruhlardır. Her biri kendi içinde, bir diğerine göre eksiksizdir, tamdır; erkek pozitif, kadın ise negatif olarak. Bu şekilde, kainat Yaradan'ın ruhu tarafından yaratıldı. Dünya, kendi kendilerine çoğalan atom hücreleri ile aynı tarzda oluştu ve günümüzde de alemler hala aynı tarzda meydana gelmektedirler. Dünya soğuyup da oturulabilir duruma gelince, insan Yaradan'ın ruhu sayesinde bir beşer olarak buraya yerleşti. Beden-insan halinde, ölebilen, çürüyebilen ve toza dönüşen bedenli bir varlık halinde maddi yaşama girdi. Ama insanın ruhu, Yaradan ile yeniden bir bütün oluşturabilmesi için, ölümsüz ve ebedi kılınnuştır. "Hiç bilmez misiniz ki, sizler Tann'nın tapınağısınız ve Tann'nın ruhu sizin içinizdedir?" İnsan çok yollar katetti ve maddi ve bilimsel olarak dünyaya hakim olmayı hemen hemen başardı; ancak buna rağmen kendi benzerlerine hükmetme konusunda inatla direnmektedir.İnsani kardeşlik ve Tann'nın babalığı fikrini tamamen kabullenemedi. Çünki gerçekte tüm insanlar kardeştirler; bundan daha başka gerçek bir akrabalık yoktur. İnsanlar yeniden doğuş, cerrahi ve daha ülvi bir maksada yönelmiş olan gelişme süreçleri sayesinde hilkat garibelerine, melez yaratıklara (hybridler) ve hayvani tesirlere galip geldiler. Hayvani etkiler en sonunda M.Ö. 9000'e doğru ortadan kalktı. Çok daha sonra Asur ve Mısır sanatı bu acınacak durumdaki yarabkları, bedenlerindeki acayip eklentilerle, kuyruklarıyla, kanatlarıyla, tüyleriyle, pençeleri ve toynaklarıyla beraber gösteren resimlerini ya da kabartma veya heykellerini meydana getirmiştir. Sfenks de bu ilk ucubelerin kayda değer bir örneğidir. ---------- Post added 19.01.20 at 22:57 ---------- kaynak:Atlantisten geleceğe İnsanın Kaderi |
#2
|
|||
|
|||
Atlantisin parlak dönemi ve çöküşü
Eflatun batık bir kıtarun şaşırtıcı hikayesini yazdığından beridir insanlar bu ifşaatın doğruluk derecesini kendi kendilerine sorup durmuşlardır.Hiçbir tarihi konu, bu denli uzun süren tartışmalara ve gerçeği öğrenme tutkusuna sebep olmamıştır. İşte tarihçilerin tamamen bihaber oldukları, zamanın karanlığında yitip gitmiş bir kıta ve bir millet. Eflatun'un anlatısına ve bu konu üstüne
yazılmış 25 000 adet esere rağmen modem araştırmacılar arasında ancak en cesur olanları Atlantis'e inandıklarını ilan etıne yürekliliğini gösterebilmişlerdir. Bu kara parçası hakkında ilk kez Eflatun'un M.Ö. 5. yüzyılda yazmış olduğu Timea (Timaios) adlı eserinde söz edildiğini görüyoruz. Büyük filozof bu eserinde, bazı Mısırlı rahipler ile M.Ö. 7. yüzyılda yaşamış Atinalı politikacı Solon arasındaki bir görüşmeyi aktarıyordu. Rahipler, Atlantis'in dev bir ada olduğunu, Anadolu ve Libya'nın birleşmiş halinden de daha büyük olduğunu ve Cebclitarık Boğazı'nın ya da o zamanki adıyla Herkül Sütunları'run ötesinde yer aldığını anlatıyorlardi. Bu ülke Solon'un doğumundan 9 000 sene önce çok güçlü bir krallıktı ve buradan gelen işgalci kabileler, Akdeniz kıyısındaki tüm ülkelere yayılmışlardı. Atlantisli işgalcilere yalnızca Atina başarıyla direnmişti. Sonuç olarak üzerinde yaşayanların insafsızlıkları yüzünden zelzeleler Atlantis'i epeyce salladı ve sonunda okyanus da onu yuttu. Eflatun, yarım kalmış olan Kriton adlı eserinde buna Atlantis'in, başka bir çağın politik ütopyası niteliğindeki ideal yönetiminin bir hikayesini de ekler. Romalı doğa bilimci Pilinius'da, birinci yüzyılda yazmış olduğu ve bir tür ansiklopedi olan ''Doğal Tarih" adlı eserinde Atlantis'ten bahseder. hk Arap coğrafyacılan haritalannda Atlantis'i gösteriyorlardı. Orta Çağ yazarlan onun varlığına kuvvetle inanıyorlardı ve bu kanaatleri Atlantis ile sayısız benzerlikler taşıyan eski adalara ait tradisyonlarla (geleneklerle) destekleniyordu. Bu batmış adalardan bazdan 16. yüzyıla kadar haritalarda hala yer alıyorlardı. Hemen hemen tüm eski ırklann büyük bir hıfana ilişkin sözlü gelenekleri vardır; bu da onların ortak bir kökenleri olduğunu ve bu efsaneye olan inancın evrensel bir yaygınlığı olduğunu gösterir. 1 7. ve 18. yüzyıllarda Atlantis konusu çok şiddetle tartışıldı ve varlığı Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi kişiler tarafından kabul edildi. 1627'de yayınlanan ''Yeni Atlantis" adlı temsili eserinde Francis Bacon bu ülkeyi sanatlann ve doğa bilimlerinin geliştirildiği bilimsel prensiplere dayanan sembolik bir ütopya olarak temsil etmiştir. Atlantis'in hikayesini kanıtlamak amacıyla pek çok eser meydana getirilmişse de bunlann içinde en iyisi muhtemelen İgnatius Donnelly tarafından yazılan "Atlantis: Tufan Öncesi Dünya" isimli eserdir. Bu kara parçası sırasıyla Amerika, ardından İskandinav Ülkeleri, sonra Kanarya Adalan ve daha sonra da Filistin ile bir tuhılmuşsa da genel olarak Atlantik'in ortasında yer almış olduğu kabul ediliyordu. Onun en ateşli savunucusu hiç şüphesiz, yirmi dört sene boyunca A.B.D.'nin Yucatan konsolosluğunu yapmış olan, arkeolog Edward H. Thompson'dur. Orta Amerika'nın esrarengiz kabilesi Mayalar'ın Atlantis kökenli olduklarına daima inanmış olarak 1935 yılında öldü. Bilim adamlarının çoğunluğunun onunla alay etmesine rağmen diğer bazı kişiler kendisini desteklediler. Jeologlar, Avrupa'nın batı kıyılarının eskiden Amerika istikametinde denizin çok daha açıklanna dek uzanmakta olduğunu ve bu alçak toprakların tarih öncesi çağlarda sular alhnda olduğunu keşfettiler. Atlantiğin dibinde dağ silsileleri, vadiler ve bilinen çıkıntılar vardır. Günün birinde Brest ile A.B.D.'nin kuzeyi arasındaki bölgede bir deniz alh kablosu kopmuş ve böylece jeologlar, burada, en az 15 000 sene öncesinde, atmosfer şartlarında -yani açık havada- katılaşmış olan lav parçalan keşfebnişlerdi. Colorado'da bulunan bir köpek kafatasının Avrupa kökenli olduğu ortaya çıknuştı; hayvan 12 ya da 15 milyon yıl evvelde yaşanuş eski bir türe aitti ve bu da, Avrupa ile Amerika arasında bir kara köprüsü olduğunu düşündürüyordu. Arkeolojik keşifler, Eski Mısır ve Orta Amerika'da bulunan mimari, sanat ve yazıtlar arasında çarpıcı benzerlikleri ortaya çıkarıyordu. Oysa ki bu iki ülke birbirlerinden binlerce kilometrelik dev bir okyanusla ayrılmaktaydılar. Bu muammanın en akla yakın çözümü, bu her iki bölgeye de bir Atlantis göçünün yapılnuş olmasında yabnaktadır; zaten başka bir açıklama da getirilebilmiş değildir. Atlantis, Cayce tarafından ilk kez 1923 yılında yapılan bir "okuma"da söz konusu edildi. Bunun ardından, yirmi üç sene boyunca, değişik kişiler için yapılan yüzlerce "okuma"da, Atlantis tarihinin sayısız çehresi gözler önüne serildi. Bu "okumalar" kayıp kıtanın varlığını kanıtlamakla ve onun hakkında şimdiye dek tüm söylenmiş ve yazılnuş olanların içinde en kayda değer olan niteliğini taşımakla kalnuyor, ayrıca pek çok ifşaatta da bulunuyor ve bu kıtanın ve üzerinde yaşayanların da çok ayrıntılı, eksiksiz bir tablosunu çiziyordu. Bundan da başka ve belki de en önemlisi, bu şaşırtıcı uygarlık ile çağınuz arasında heyecanlandırıcı, inandına ve telaşa düşüren ürkütücü bağlar kuruyordu. Böylece, Atlantis kültürünün son çağına ait, günümüz dünyasının güncel sorunlarını doğrudan ve anlamlı şekilde etkilemekte olan unsurların varlığı ortaya çıkmaktadır. Bu bir rastlantı değildir; her iki medeniyet arasındaki sayısız paralellikler, Amerika'nın bugün almaya mecbur olduğu bazı kesin kararların önemini kavrama imkanı vermektedir. İnsan dünyaya fizik formu (sureti) ile geldiğinde, topografya bugünkünden çok farklıydı. Kutupların yer değiştirmesinden sonra ve binlerce yıl sonra da kıtaların ayrışması neticesinde önemli değişimler meydana gelmişti. Kutup bölgeleri tropikal veya yarı tropikal idiler. Kuzey Amerika'nın büyük bölümü, Utah, Nevada, Arizona ve New Mexico hariç, sularla kaplıydı. Bu bölgeler ise, tıpkı Gobi Çölü gibi, çok bereketli ovalar durumundaydılar. Güney Amerika'daki Andlar'ın kıyı bölgesi de, bpkı bu kıtanın büyük bölümü gibi, sıradağların güney kısmı ve Peru hariç, suların albndaydı. Doğu Afrika'nın bütün kuzeyi -Mısır ve Sudan- suların üstündeydi ve Nil Nehri, Atlantik Okyanusu'na dökülüyordu. Avrupa'da ve Asya'da, Karpatlar, Kafkas Dağlan, Norveç, Moğolistan ve Tibet, suların üstündeydiler. Çok zengin topraklar olan İran ve Kafkasya, Aden Bahçesi'ni hatırlatıyordu. Lemurya ve Atlantis Kıtaları, dünyanın en geniş kara parçaları durumundaydılar. İleride Pasifik Okyanusu'na dönüşecek olan bölgede yer alan Lemurya, A.B.D.'nin bah kıyısından Güney Amerika'ya, And Sıradağlan'nın ucuna kadar uzanıyordu. İleride Kuzey Atlantik durumuna gelecek olan bölgenin büyük bir kısmını işgal eden Atlantis, daha da büyüktü. Yüzölçümü Avrupa ve Rusya'nın birleşik yüzölçümlerine eşitti. Meksika Körfezi'nden Akdeniz'e kadar uzanıyordu ve bah kıyısı, günümüzde A.B.D.'nin doğu kıyısı olan ve o devirde sular altında bulunan bölgeye değiyordu. Florida açıklarında yer alan Bimini Adası da, tıpkı Bahama Adalan ve Yucatan Yarımadası gibi bu kıtarun bir parçası idi. Mükemmel ırk Atlantis'te ortaya çıktığında, yani kızıl ırk meydana geldiğinde, dünya acayip mahluklarla doluydu; bunlar, yeryüzünde maddi varoluş deneyini yapabilmek için her türlü tuhaf ve kaba bedenlere bağlanmayı kabullenmiş olan ruh varlıklar'dı. Bu yarahklar yüz binlerce yıldan beridir yaşamaktaydılar ve dünyanın diğer bölgelerinde de olduğu gibi pigmelerden dört metrelik devlere kadar tüm boylarda ve hayvanlarla olan ilişkilerinin sonucu ortaya çıkan inanılmaz yarabkları da hesaba katarsak, hemen hemen tüm formlarda bedenlere bürünmüşlerdi. Başlangıçta, tüm dünya barış içinde yaşıyordu. Çünki yeryüzüne hakim olmak için gelişmek ve çoğalmakla vazifeli olan Tanrı Oğulları'nın mücadelesi, işin başında öyle organize olmuş bir dirençle karşılaşmamıştı. Kusursuz bir bedenle doğan ruhlar, dengeyi sağlamak ve ileride Belial Oğulları ile patlaKverecek olan, ilahi iradeye giderek sırtını dönen iki ırk arasında ortaya çıkacak olan anlaşmazlıklara hazırlanabilmek için büyük sayılarla yeryüzüne gelmeye devam ediyorlardı. Kısa sürede, bu yeni insanlar aileler ve topluluklar halinde birleştiler. O dönemde çok bereketli olan toprağın ürünlerini yiyorlar ve vücutlarının, hilkat garibeleriyle yapmış oldukları cinsel temaslar sonucu epeyce tahrip edici etkiler meydana gelmiş olan, o bölgesini de hayvan derileriyle örtüyorlardı. Mağaralarda ve ağaçlarda yaşıyorlardı. Hakimiyet kurmak, ıslah olmak ve dostluklar edinmek arzusu sonucu kabileler oluştu. İnsanlar kısa sürede birleşmeyi öğrendiler ve rahat yaşamalarının beraberliklerine bağlı olduğunu anladılar. Atlantis'te yaşayan insanlar, dünyanın diğer bölgelere dağılmış olan başka ırkları ile aynı tekamül aşamalarından geçmek wrundaydılar, ancak gelişmeleri çok daha hızlı olmuştu. İnsanların geri kalan bölümünün tersine, Atlantisliler, daha başlangıçta, doğanın kendine sunduğu nimetlerden yararlanmaya çalışan, sulh içinde bir ulus meydana getirmişlerdir. Taş, başlangıçta vahşi hayvanlardan korunmak ve beslenmek amacıyla, alet ve silah yapımında kullanıldı. Çok kısa sürede, önce tahtadan, sonra da taştan, yuvarlak biçimli evler yapmaya başladılar. lik Atlantisliler avcı idiler; daha sonra çoban ve çiftçi olmuşlardır ve taştan ya da tahtadan aletler kullanmışlardır. Ateş ve doğal gaz ilk buluşları arasında yer alıyordu, bunları demir ve bakır izlemiştir. Daha sonra fillerin veya başka dev hayvanların derilerinden balonlar yapmayı tasarlamışlar ve bunları yapı malzemelerini taşımada kullanmışlardır. Köyler ve şehirler ortaya çıkmış ve insanlar iletişim yöntemlerini bulmuşlardır. Akıldan mahrum, ağır ve kaba bedenleri yüzünden hayli rahatsız durumdaki o hilkat garibeleri, hiç gelişme kaydedemiyorlar ve yalnızca sahiplerinin kendilerine sağladıklarından yararlanabiliyorlardı. Fizik bakımından, geçen asırlar boyunca ırklar arası birleşmeler ve tekrar edilen reenkamasyonlar sayesinde hayvani görünümlerini ve içgüdülerini azar azar kaybettiler. En büyük sorun, hayvanlardı. Devasa boylardaki etobur hayvanlar dağlardaki ormanları ve vadilerdeki cangılları sık sık ziyaret ediyorlardı. Dev kuşlar toprağın üstünde süzülüyor ve ne bulurlarsa yiyorlardı. Bedensel olarak hiçbir savunması olmayan insanın çok güçlü bir savunma silahı vardı: Zekası, aklı ve iradesi sayesinde, "kuvvetli olan yaşar" yasasına bağlı olan hayvanların kaba gücüne karşı büyük bir başarıyla savaşh. Madde içine düşüşüne rağmen Tann'ya hala yakın durumda olan insan, yeryüzündeki ilk birkaç bin senelik yaşanu esnasında, ruh varlığının, günümüzdekine nazaran kendini çok daha kolayca ifade edebileceği bir bedene sahipti. Okült (gizli) melekeler, gayet normal şeylerdi. Alnın ortasında yer alan üçüncü göz ya da sümüksü bez çok gelişmiş durumdaydı. Ruhun psişik melekeleri bu gudde sayesinde çalışıyordu. Kusursuz ırka mensup insanlar uzak bölgelerde neler olup bittiğini ve gelecekte olacakları görebiliyorlardı. Hilkat garibesi mahluklara da hakim olmak ve iradeleri alhna almak yetenekleri vardı. Bununla birlikte, insan, dünyevi amaçlara bağlanmakta olması yüzünden giderek kaynağından uzaklaşıyordu; böylece kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan nitelikleri, sonunda kaybetti. Ruhun bu melekeleri, insan, düşünce ve fiil ile yeniden ruhsallaşıncaya dek kayıp olarak kalacaklardı. Bunu başaranların sayısı çok az oldu. Hayvanlar alemi giderek daha büyük bir sorun haline gelmeye başlanuştı ve sürekli olarak ölüm tehlikesi alhnda olması, insanın yaşamını zorlaştırıyordu. Dünyanın beş ulusundan gelen ve beş ırkı temsil eden bir bilgeler konseyi M.Ö. 52000'e doğru toplandı. Beyaz ırkın temsilcileri Kafkasya'dan, Karpatlar'dan ve Pers Ülkesi'nden; sarı ırkın temsilcileri, ileride Gabi Çölü olacak bölgeden; siyah ırkın temsilcileri Sudan' dan ve Kuzeydoğu Afrika' dan; ve esmer ırkın temsilcileri de Lemurya' dan gelmişlerdi. Delegeler, daha ilk konferanstan başlayarak dünyaya zarar veren yaratıklarla beraberce mücadele etmenin yollarını aradılar. Topraktaki ve havadaki unsurlarda (element) bulunan güçlü kimyasal enerjileri kullanmak hususunda fikir birliğine vardılar. Bu karar, umulan sonuçları doğurdu; ancak gelecek senelerde başka sonuçlar da meydana getirecekti. Melez yaratıklar ve o hilkat garibeleri toplumun paryaları idiler ve en usandırıcı işlerde kullanılıyorlardı. Toplumdaki sınıfları evcil hayvanlar ve yük hayvanlarından çok az daha üstteydi. Onlar yüzünden, kusursuz ırkın insanları, tamamen zıt görüşlere sahip iki kampa ayrıldılar. Büyük ayrılıkların ve sıkıntıların doğmasına sebep olan husus, saf ırkın insanları ile bu henüz hayvani tesirlerden kurtulamamış olan ırkın birleşmesiydi. Bu paryalar, Baal veya Belzebuth'un -kötülüğün güçleri- taraftarlarından oluşan Belial kabilesinin köleleri idiler ve çok sert muamele görüyorlardı. Sahipleri bunları, gizli güçleri, ipnoz ve telepati sayesinde hakimiyetleri altında tutuyorlardı. Bunlar, kendilerine ayrılmış olan işleri yapabilmeleri için adeta çiftlik hayvanları gibi yetiştiriliyorlar ve ağır emekleri karşılığında kendilerine hiçbir fayda sağlayamıyorlardı; üstelik aile hayatları da yoktu. Onlar alelade bir şekilde şeyler -dokunulmazlar ("'), robotlardiye isimlendiriliyorlardı ve tarım işçisi veya hizmetçi olarak, bazen de ticaret hizmetinde kullanılıyorlardı. Belial Oğulları'nın hırsları, kibirleri ve nefretleri yüzünden kastlar ve sınıflar meydana geldi. Onların, insan haklarına ve başkalarının hürriyetlerine önem vermez tutumları kan dökülmesine yol açtı. Büyük çoğunluk, sadece çıkarını gözeten aç gözlü bir azınlığın arzu ve heveslerine boyun eğiyordu. irsiyet ve çevrenin yasaları, sonunda etkilerini gösterdiler; kişilerin dış görünümünde soylarının anlığına ve her birinin amaçlarına, ideallerine ve kendilerini harekete geçiren güçlerin niteliğine göre değişiklikler oluşmaya başladı. Bazıları beden ve yüz bakımından neredeyse kusursuz bir görünüme kavuşurlarken, diğerleri de insan bedeni üzerinde hayvani eklentiler, yani toynaklar, pençeler, kanatlar, tüyler ya da kuyruklar taşımaya devam ettiler. Bu garip yaratıklara Asur ve Mısır'a ait kabartma heykellerde ve fresklerde rastlanır. Bunların tamamen kaybolmaya yüz hıtmaları Mısır'da gerçekleşmiştir. Eski Ahit'te bahsedilen "bu insan kızlan ve yeryüzünde yaşayan devler", "Saf ırkı koruyunuz." bilgisini ilham etmişlerdi. Bazen de, ırklar arası birleşmeler beden bakımından gayet ilahi (insan formunda) ve eksiksiz ancak menfi ruhlu varlıkların, kimi zaman da adeta insan taklidi gibi ve son derece çirkin bedenli ancak son derece saf ve güzel ruhlu olan, ruhsal ışığa aç varlıkların meydana gelmelerine sebep olmuşhı. Önemli olan fizik yapı değil, amaçlardaki anlık, fikirlerdeki mükemmellikti. "Şayet benim halkım olmak istiyorsanız, sizin Tanrınız olacağım." emrine dayanarak Atlantisliler'in içlerinde en ruhanileşmiş olanlan, halkı Tek Tann'ya tapmaya ikna etmek için bir gayret gösterdiler. Bir Yasası'nın Çocukları adıyla bilinen bu insanlar, ırkı, bedenen olduğu kadar ruhen de saflaştırmaya teşebbüs ettiler. Kuralları - bir din, bir devlet, bir eş, bir ev, bir Tanrı- Belial Oğulları'nın hiç de hoşuna gitmiyordu. Sunağa ilk getirilen adaklar, toprağın ve insan emeğinin ürünleri, tarlalardan alınan hasatlar, küçük kuzular ve buzağılar oldu. İnsanın belli belirsiz hissetmekte olduğu ama gözden kaybetmiş olduğu ilahi tarafının etkisiyle din bir realite haline geldi ve Bir'in Yasası'nın öğretisi sürüp gitti: "Birbirinizi seviniz. Kendinizi günlük vazifelerinize; Babanız'ın size vermesini dilediğiniz tüm o sevgi ile adayınız. Yakınlarınızla olan ilişkilerinizde Bir'in Yasası'na sadık kalınız." Tann tarafından çocuklarına gösterilen bu ilk yasanın üzerine kurulmuş ilk inanç dogması şudur: "Ey İsrail, işit, Efendin olan Tanrın Bir'dir. Benim karşımda başka Tanrıların olmayacaktır''. Tapınaklar inşa edildi ve kısa zamanda dini semboller -merasimler, ayinler, dualar, neşideler- oluşturuldu. Anlığı sembolize etmek ve hayatlarına daha ilahi bir amaç kazandırmak ve ışığı aramak gayesiyle sunaklara gelen melez yaratıkları (hybridler) yıkamak ve ruhsallaştırrnak için kutsal ateşler yakıldı. Din yavaş yavaş bir sistem haline, insana Tanrısal aslını hatırlatma tarzı haline dönüştü. Hayatın sürekli oluşu, ya da tekrardoğuş, ruhun tekamül planının esas kısmı olarak kabul edildi. Karma, ya da Sebep-Sonuç Yasası (Ne ekerseniz onu biçeceksiniz.) temel olarak benimşendi. Giderek, Bir Yasası'nın Çocukları ile Belial Oğullan arasında bir çukur oluşmaya başladı ve bu çukur daha sonra bir uçuruma dönüştü. Belial Oğullan'nın bedene bağlı ve materyalist yaşam biçimleri Bir Yasası'nın Çocuklan'ndan pek çoğunu da baştan çıkarabiliyordu. Bunlar o tür bir hayata imreniyorl\lr ve dayanamayarak sonunda onlar gibi yaşamaya başlıyorlardı. Dünyevi değerleri iyice azdırmak ve ruhsal olanı aşağılamak amacıyla bazdan, putlara ibadetin dine girmesine göz yumuyorlardı. Büyük tufanlardan birincisi son batıştan binlerce yıl önce M.Ö. 50700'e doğru meydana geldi. Sebebi, dev boyutlardaki vahşi hayvanları yok etmek amacıyla gelişigüzel kullanılan kimyasal maddelerin ve güçlü patlayıcıların daha önceden kestirilemeyen ve doğanın dengesini bozucu etkileriydi. Ancak görünenin ardında yatan gerçek sebep, insanın içine düşmüş olduğu insafsızlık haliydi. Hayvanların yaşadıkları mağaraların içine muazzam miktarlarda gaz verildi ve bu da henüz hala soğumakta olan yerkürede volkanik patlamalara ve zelzelelere yol açtı. Felaketin büyüklüğü kutupların yer değiştirmesine yol açb ve bugünkü pozisyonlarına geldiler; ayrıca son buzul çağına da neden oldu. Lemurya bundan hemen etkilendi. Z.aten yavaş yavaş Pasifiğe gömülmekte idi ve topraklarının büyük bir bölümü okyanus tarafından yutuldu. Atlantis'te ise, bugünkü Antiller açıklarında bulunan ve Saragossa Denizi olarak isimlendirilen bölge, sulara ilk gömülen kısım oldu. Kıtanın geri kalanı çok sayıda büyük adalara ayrıldı ve bunlarda da derin yarıklar, kanallar, çukurlar, körfezler, koylar, dereler oluştu. Ilıman olan iklim, kavurucu hale geldi. Göçler, ilk toprak sarsıntıları esnasında başladı ve az sayıda Atlantisli kıtanın batısına ya da doğusuna doğru göç ettiler. tik grup Pireneler'e yerleşti, diğerleri ise Orta ya da Güney Amerika' ya gittiler. Diğer taraftan Lemuryalılar da ilk önce Güney Amerika' ya göç ettiler. Pasifik kıyısında bulunan ve daha sonra Peru adını alacak olan ülkenin güneyinde yer alan Og Ülkesi'ni işgal ettiler. Bu, İnkalar adı verilen esrarengiz yerli kabilesinin kökenini oluşturmaktadır. Bu andan itibaren ve maddi (teknolojik) uygarlığın kayda değer gelişmesine rağmen Atlantisliler'de çalkalanmalar hüküm sürüyordu. Zengin, topraklan geniş ve bereketli bir ülkede barış, yerini ayaklanmalara ve isyanlara terk etti. Sunaklar, Tek Tanrı kavramına sırtlarını dönenler tarafından insan kurban etmede kullanılır oldu. Güneşe tapıyorlardı. Sadece Bir Yasası'na en sadık olanlar imanlarını sıkı şekilde muhafaza ediyorlardı. Her türlü sapıklık, frenlenemeyen cinsel azgınlıklar ve haydutluk, şiddetle hüküm sürüyordu. Köylüler, emekçi sınıflar açlık ve sefalet çekiyorlardı. Fizik ve ruhsal bedenler de, bpkı denize gömülen dağlar ve vadiler gibi aşındılar, kemirildiler. Bilimsel ve teknolojik aşamalara rağmen, içteki bu çürüme hali, kendini beğenmiş, ihanet halinde, insaf ve adaletten mahrum bir milletin dağılmasına ve sonunda yok olmasına yol açmalıydı. İkinci tufan, birincisinden çok çok sonra, M.Ö. 28000'e doğru meydana geldi ve pek çok büyük ada sulara battı. Bu ikinci afet Tevrat'ta Nuh Tufanı olarak anlatılır. Volkanik patlamalar ve görülmemiş şiddette fırtınaların ardından gelen tufandan sonra, dünyanın bu bölgesinde varlıklarını sürdürmeye devam eden başlıca kara parçalan kuzeyde Poseydon (Antiller bölgesinde), Atlantik'in merkezindeki Aryaz, ve batıda 0g (Peru) idi. Birçok Atlantisli buralara sığmnuşlardı; daha büyük bir çoğunluk ise dünyanın diğer bölgelerine sığınmaya çalışıyordu. Lemurya, Pasifik Okyanusu'na gömüldü. Üzerinde yaşayanların bazıları aşağı California'ya, Arizona'ya ve New Mexico'ya kaçtılar ve burada, "Mayra" Ülkesi'nde, Mu Kardeşliği'ni kurdular. Atlantisliler için bu, bir çağın sona ermesi ve pek çok bakımdan seviyesine hiçbir zaman ulaşılamanuş yeni bir uygarlığın başlangıcıydı. Tufandan sonra, Atlantis'te bir yeniden inşa dönemi başladı. Atlantisliler'in, enerjileriyle ve çalışma kudretleriyle birleşmiş olan bilimsel zihin yapılarının hızlı gelişimi, onlara mekanik, kimya, fizik ve psikoloji alanında ileri doğru harikulade adımlar atma imkanı verdi, çünki her şeye rağmen üstün bir millet idiler. tık tufandan sonra keşfedilen elektrik, elektronik alanında önemli gelişmelerin yapılmasına ve her türden elektrikli aletin icat edilmesine neden oldu. Uranyumdan elde edilen atom enerjisi taşımacılık ve ağır cisimlerin taşınması için bile kullanıldı. Bunlar, egoistçe maksatlarla kötüye de kullanıldılar. Atlantisliler en gelişmiş ısıtma ve aydınlatma sistemlerine sahiptiler ve diğer ülkelerle iletişim imkanları çok gelişmiş ve çok çeşitli idi. Laser gibi, her türden ışıklı şualar, keşfedilmişlerdi ve kullanılıyorlardı; bunlara ölüm şuası da dahildi. Sıvı hava, sıkıştırılmış hava ve kauçuk da keşfedilmişti. Bugün henüz bilinmeyen bakır, alüminyum ve uranyumdan meydana gelen madeni alaşımlar, uçan araçların, gemilerin ve denizaltıların yapımında kullanılıyordu. Telefon ve asansör gayet yaygındı, radyo ve televizyon da tıpkı teleskopla yapılan gözlemlerde ve uzun mesafeden fotoğraf çekmede kullanılan ışıklı şuaların büyütülmesi işlemi gibi çok gelişmiş bir durumdaydı. Her türden süs eşyası ve mücevher imal ediliyordu. Ordu ve polis, politika sahnesinde rol oynuyorlardı. Bununla beraber, Atlantisliler'in en önemli bilimsel başarıları, güneş enerjisine hakim olmalarıdır. Esas olarak, sonlu ve sonsuz olan arasındaki ruhsal irtibab kolaylaşbrmak amacıyla kullanılan bu devasa boyutlardaki yansıtıcı kristallere önceleri Tuaoil Taşı adı veriliyordu. Ardından, geçen asırlarla birlikte bunun kullanınu geliştikçe ve ilerledikçe, enerjinin, ne kablo ne de tel kullanılmaksızın tüm ülkeye dağıtılmasında kullanıldı. Ona Ateş Taşı ya da Büyük Kristaller adı verilmeye başlandı. Poseydia'daki Güneş Tapınağı'na yerleştirilmiş olan Ateş Taşı, ulusun merkez jeneratörü vazifesini görüyordu. Bu, üzerinde bulunan bir mekanizma ile birlikte binanın merkezine asılı vaziyette duran, sayısız yüzeyleri bulunan ve muazzam büyüklükte, camdan ya da taştan bir silindirdi, amyanta benzer özelliklere sahip ve bakalite benzeyen, iletken olmayan bir malzeme ile yalıblmıştı. Taşın üstünde, onu güneşe çıkarmak için yeri değiştirilebilen bir kubbe bulunuyordu. . Güneş ışığının sayısız prizmalardan geçerek yoğunlaştınlması ve güçlendirilmesi kayda değerdi. Enerji öylesine güçlüydü ki, bunu, radyo dalgalanna benzeyen ve görünmez şualarla tüm ülkeye dağıtabiliyorlardı. Bunun enerjisi her türlü aletin, gemilerin, uçan araçlann ve hatta eğlence taşıtlanrun dahi çalışhnlmasında kullanılıyordu. Bu bütün olarak bir uzaktan kumanda sistemiydi ve dalgalar, aletler tarafından endüksiyon vasıtasıyla alınıyordu. Şehirler, köyler, elektrik enerjilerini ya da diğerlerini bu aynı kaynaktan alıyorlardı. İnsan bedeni, kristallerden çıkan şualann hafifletilmiş bir uygulaması ile gençleştirilebiliyordu ve insanlar kendi kendilerini sık sık gençleştirebiliyorlardı. Bununla beraber, Ateş Taşı yıkıcı amaçlarla da veya işkence etmede ya da ağır biçimde cezalandırmada da kullanılabiliyordu. Kuvvetinin şiddeti çok yüksek bir düzeye ulaştınldığında -hata sonucu- ikinci tufanın meydana gelmesine yol açtı. Şualan diğer elektrik güçleriyle birleşerek toprağın bağrında sayısız yangınların çıkmasına yol açtı ve bunun sonucunda, doğanın güçlü enerji kaynağının neden olduğu korkunç volkanik patlamalar meydana geldi. Amaki, Achaei ve özellikle de büyük adalardan sonuncusu olan ve kendi adını taşıyan adada yer alan ve o çağın dünyasında en önemli durumunda olan Poseydia gibi, beyaz taştan yapılma harikulade güzellikteki şehirler tüm ülkede, güneş ışığı albnda pı- . nl pınl parlıyorlardı. Şurada, Parfa Koyu'nda da dünyanın en işlek ve en iyi korunmuş limanı yer alıyordu. Su, şehirdeki evlere ve çok sayıda havuzlara ve su depolarına, dağlann yamaçlarına ve sayısız ırmaklara dek uzanan dev boyutlarda inşa edilmiş olan su kemerleri ile getiriliyordu. Su sporlan ülke sakinlerini çok cezbediyordu. Evlerin damlan düzdü, teras biçimindeydi ve dış duvarları cilalannuş ve çok güzel mozaiklerle bezenmiş beyaz taştan yapılmışb. Şehrin merkezinde tapınak bulunuyordu ve Bir Yasası'run Çocuklan'nın yaşanu bunun çevresinde düzenleniyordu. Kubbesi, çok büyük ve onixten, topazdan ve berilyumdan (zümrüt de olabilir) yapılma dev sütunlarla taşınıyordu. Bu sütunların üzerinde mavi yakuttan ve canlı renklere sahip başka taşlardan yapılan işlemeler yer almaktaydı. Tapınağın kubbesi tüm güneş ışınlarını yansıtıyordu. İçeride, tapınağın ana bölümünde yer alan mihraplarda kutsal ateşler sürekli olarak yanmaktaydılar. Bu esrarengiz alevler, melez varlıkları bedenlerindeki o istenmeyen hayvansal eklentilerden kurtarmak için kullanılan -ve bir süre sonra da bileşkesi giderek unutulan- ışınlar meydana getiriyordu. Toplanb yapmakta kullanılan büyük bir iç avlu ve kahinlere, rahiplere, rahibelere ve tapınağın tüm hizmetçilerine aynlnuş olan küçük odalar bulunuyordu. Sayılan hayli kalabalık olan din adamları, o devrin en bilgili kadın ve erkeklerinden oluşmaktaydı; bazıları hakimlik vazifesi de görüyorlardı, vicdani ahlak idarecisi ve danışmanı olarak da görev yapıyorlardı. Atlantisliler ve özellikle de Poseydialılar, evrendeki yarabcı enerjileri inceliyorlar ve doğanın zenginliklerinin, bitkilerin, kıymetli taşların, metallerin titreşimlerinin ve bunların insanların psişik ve sezgisel doğalarında meydana getirdiği titreşimsel sonucun özünü kavrayabiliyorlardı. Tanm da tıpkı astronomi ve astroloji gibi çok ilerlemişti. Atlantisliler sayıların anlamlanru hesaplayabiliyorlardı; yıldızlar ve elementler hakkında bilmedikleri yoktu ve hatta sabah çiyinin faaliyetini ve meydana getirdiği sonuçlan dahi bilmekteydiler. Yerçekimini nötralize etmeyi öğrenmişlerdi. Tüm metafizik , ruhsal veya bilimsel yasaları anladıkları gibi insanın ve beş ırkın kökenine ait sırlan da kavrayabiliyorlardı. Bir Yasası'run Çocukları'nın sahip oldukları bu eşi benzeri olmayan bilgileri, Belial Oğullan kendi fesatlıkları için kullanmak istiyorlardı; bu materyalistler Tek Tann'ya tapanların sadece fikirlerini değil, aldıkları tedbirleri ve yaptıkları uyanları da hor görüyorlar ve aşağılamaya çalışıyorlardı. Bir Yasası'nın Çocukları arasından Belial Oğullan'nın iddialarını benimseyen ve yaşam biçimlerine imrenerek onlara katılanlar ve sırf zevk ve tahrip etme arzularının tatmini için yaratıcı enerjileri ve evren yasalarını kullanmalarında yardım edenler de çıkıyordu. Bu kötüye kullanıma, hayatın veya yasanın "noktürn tarafı " (•) adı veriliyordu. Çok sayıda tapınağın kutsiyeti tahrip ediliyor ve bunlar birer günah mağarası haline dönüştürülüyor, bir yandan da ruhsal yasalar bedensel arzuların doyurulmasında kullanılıyordu. Psişik yeteneklerin kötüye kullanılması pek çok felaketlere sebep oldu. Gazların, sıvı havanın ve patlayıcıların egoistce amaçlarla kullanılması hususunda tartışmalar oldu. Yönetici durumundakilerin sahip oldukları özel imtiyazlar konusunda çatışmalar çıktı. Köleler, köylüler ve işçi sınıfı sadece eziyet çekmek ve zor koşullarda çalışmak ve yaşamak zorunda bırakılmakla kalmıyor, aynca ödedikleri vergilerle de eziliyorlardı. İki grup arasında bir uçurum oluştu. Kudret, Bir Yasası Çocuklan'nın elinde de olsa, karşı taraf bunların otoritesini yıkmak için her şeyi yapıyordu. Sonunda iç savaş patlak verdi. Yönetim şekli, sosyalist eğilimli bir monarşi idi. Kral özel bir konseyin yardımıyla hüküm sürüyordu. Kötü unsurlar, sonunda bu konseyin içine sızmayı başardılar; yalan, entrika ve komplo, kralın sarayında bile yaygınlaştı. Toplum üç sınıfa ayrıldı: Hükümran sınıf, her iki gruptan olup da nüfuzlu mevkileri işgal edenler ve yüksek ruhban takımı tarafından oluşturuluyordu; orta sınıf öğretmenlerden, idare memurlarından vs ... oluşmaktaydı; ve son olarak da emekçi sınıfı geliyordu ve işçilerden, köylülerden ve melez yaratıklardan (hybridler) oluşuyordu. Ayrıca kraliyetin debdebeli yaşamına tutkun olan saray halkı, prensler ve prensesleri de unutmamak gerekir. Bir Yasası'nın Çocukları ise topluluk halinde yaşamaktaydılar. · lç çalkantılar, huzursuzluklar, anlaşmazlıklar, şahsi arzula-nn iyice azgınlaşması, genelde hakim olan bu tatsızlık ortamı, Atlantis'in son çöküşünü hazırlayıverdi. Ve yıkılışı, daha önce çarpıcı bilimsel aşamalar yapmaya imkan vermiş olan doğal ve ruhsal yasaların kötüye kullanılmışlıkları oranında da zorlu ve azap verici boyutlarda gerçekleşti. Tek Tanrı'ya sadık olanlar, sümüksü bez vasıtasıyla faaliyette olan, ancak giderek kaybolmaya yüz tutmuş o durugörü yetenekleri sayesinde Atlantis topraklarının batışının yaklaşmakta olduğunu anlamışlardı. Toplumları uyarmaya, önlenmesi imkansız olan o felakete mümkün olabildiğince engel olabilmek için onları birleştirmeye çok gayret sarf ettiler. Tanrı'nın emrine göre, Belial Oğulları'nın arzu ettikleri gibi hemcinslerini itaat altına almak yerine, üstünde yaşadıkları toprak parçalarını itaat alhna almaları gerektiğini anlatmaya çalışıyorlardı. Felaketi engellemek için, dünya üzerinde yaşayan tüm ulusların sahip olduk.lan tüm bilgileri biraraya getirme yollan aradılar ve bu amaçla büyük bir toplantı gerçekleştirildi. Tüm ülkelere mensup delegeler, büyük felaketi önleyebilmek ümidiyle tüm bilgeliklerini ve bilgilerini ortaya koymak üzere Atlantis'e geldiler; ama tüm çabaları boşuna oldu. Önlenemez olana boyun eğen Bir Yasası'nın Çocuk.lan başka çözümler ve kolonileştirebilecekleri yerler aradılar. Emniyetli sığınaklar aramak amacıyla, Mısır'a, Honduras'a, Yucatan'a dünyanın diğer bölgelerine, denizden, havadan ve karadan olmak üzere sayısız araştırma seferi yapıldı. Her şeyden de önemlisi dini arşivlerini, sembollerini, ibadet eşyalarını muhafaza etmek amacındaydılar ve bunları beraberlerinde götürdüler. Atlantis, M.Ö. 10700'de zaten tam bir çöküntü durumundaydı, uçurumun dibini bulmuştu. İnsan kurban etmeler ve güneşe tapınma, gerçek dinin yerini almıştı, her yerde zina, ahlaksızlık ve her türlü bozukluk hüküm sürmekteydi. İnsan ve hayvan karışımı melez yaratıklar (hybridler) giderek daha çok eziyet görmeye başlamışlardı. Doğa güçlerini çok kötüye kullanıyorlardı. Güneş prizmaları, birer zor kullanma, işkence ve ceza aracı haline gelmişti; öylesine ki, halk bunlara "Korkunç Kristaller" adını takmıştı. İnsani değerlere hiç mi hiç saygı kalmamıştı ve ahlak, yeni yeni uçurumlarda yitip gidiyordu. Tüm ülkede şiddet ve isyan hüküm sürmekteydi. Ve ardından, sonuncu afet geldi. Muazzam yer sarsıntıları toprakların altını üstüne getirdi. Büyük adalar, kendilerini yutan okyanusun karanlık sularına gömülüp gittiler. Kısa bir sürede, su yüzeyinde adeta bir milletin mezarının yerini işaret edercesine sadece birkaç zirve kaldı. Bazıları kaçmaya muvaffak oldular; diğerleri ise zayıf olanlara diğer ülkelerde sığınma imkanları yaratmak amacıyla kahramanca kalmayı seçtiler. Büyük bir çoğunluk kıta ile birlikte sulara gömüldü. M.Ö. 9500' de, Atlantis yeryüzünden tamamen silindi. Bununla beraber, Atlantis kültürü tamamen yok olmadı. Onun izlerine Çin' de ve Hindistan' da hala rastlanmaktadır ve etkisi, sayısız tekrardoğuşlarla kendini günümüzde de gayet kuvvetle hissettirmektedir. Tarih, ebedi bir yeniden başlangıçtır ve bu batık kıtanın tüm bölgelerinin yeniden gün ışığına çıkacak olması gibi, Atlantisliler'in ruhu da günümüzde yeniden ortaya çıkmaktadır. Poseydia Adası, suların üstüne çıkacak olan ilk bölgedir ve Atlantik Okyanusu'nda, A.B.D. kıyıları açıklarında yeni kara parçaları belirecektir. Bunun zamanı yakındır. Bahama A daları, ikinci tufandan önce geniş kıtanın bir parçasını oluşturan Poseydia Adası' nın zirve kısımlarından yegane geriye kalanlardır. Buraya çok yakın bir bölgede, Bimini sularında ve Florida kıyılarından elli mil açıkta, çamur tabakaları eski ve batık bir Atlantis tapınağının kalıntılarını örtmektedir. Günün birinde ortaya çıkarılacaktır. Pireneler' de ve Fas'ta, eski bir Atlantis kolonisinin yıkıntıları hala keşfedilmeyi beklemektedir. Atlantis'ten kaçıp sığınanlara, Honduras, Guatemala ve Meksika' da (Yucatan), ''Mayalar" deniyordu. Kuzey Amerika'da ise New Mexico'ya, Arizona'ya ve Colorado'ya yerleştiler; doğuya, Mississippi ve Ohio'ya kadar ilerlediler ve tümülüsleri (*) yaptılar. lrokua (lroquois) yerlileri bunların doğrudan torunlarıdırlar ve Atlantis dininin izlerine hemen hemen tüm kızılderili kabilelerinde rastlanır. Atlantisliler'in etkisi, Mısır'da kendini piramitlerin yapınunda gösterir, ki bu mimari şekline Meksika'da da rastlanır. Bazı yazıtlar birbirinin aynıdır ve Eski Ahit'in bazı kısımlarını aydınlatma imkanı verecektir. Buna ek olarak, Büyük Kristaller'in yapılış planlarını da içermektedir. Bu kalıntılardan bazıları, bunları çözmeyi başaramayan arkeologlar tarafından Yucatan piramitlerinde bulunmuştur. Cayce'in "okumalan"nda verilen ilk tarih on buçuk milyon yıl öncesine dek -kusursuz ırk ruhlarının ikinci tesirleri- uzanıyorsa da, büyük Atlantis dönemi boyunca, M.Ö. 200000 ile 10700 yıllan arasında pek çok uygarlıklar geliştiler ve sönüp gittiler. İlk ve son tufanlar arasında binlerce yıl geçti. Birinci felaket zamanındaki göçler vasıtasıyla Pireneler'e ve Arnerika'ya götürülen kültür, ikinci göç esnasında Orta Amerika ve Fas'a aktarılan kültürden ve üçüncü ve son tufan zamanında Mısır ve Meksika'ya götürülen kültürden farklıydı. Atlantis uygarlığı, bir bütün olarak tek bir kerede nakledilmiş değildi. Kıta adalara ayrıldığında konuşulan dillerde de ayrılıklar başgösterdi. Halbuki dünyanın geri kalan kısmında hala aynı diller konuşulmaktaydı. Bu da Atlantisliler'in, göç ettikleri diğer ülkelere olan etkilerini hayli zora sokuyordu. Çağımız, pek çok bakımdan eski Atlantis'in bir kopyası gibidir ve sahip olduğumuz teknoloji, Atlantislilerce kaydedilmiş olan gelişmelerle kıyaslandığında, daha da iyi anlaşılacakbr. Onlar günümüzde de çok büyük miktarlarda tekrar doğup durmaktadırlar, halbuki insanlık devresi (siklus) Karma Yasalan'na -Etki ve Tepkigöre tekamül etmektedir ve insanlar yeniden, kendi elleriyle yaratmış oldukları bir dünyaya karşı çıkmak zorundadırlar. Gelişmiş uygarlığımız bizlere ilk kez ve benzer şartlar alhnda, sadece yapmış olduğumuz sayısız haksızlıkları ve insafsızlıkları telafi edebilmemiz değil, tabiat güçlerini yapıcı ya da yıkıcı amaçlarla kullanma konusunda bir·kere daha bir seçme yapabilmemiz imkanını vermektedir. Cayce şöyle demişti: "Bu varlığın Atlantisli olduğunu görmekteyim. Sonuç olarak o da, pek çok Atlantisli'nin yapmakta olduğu gibi, dünya üzerinde içinde bulunduğumuz çağda tekrar doğmayı seçmiş bulunmaktadır. Bir şeyden emin olunuz: Hiçbir ülkenin hiçbir yöneticisi -varlığın inançların taraftarı ya da düşmanı olsun- bir Atlantisli'den başka biri olamaz. Belirtmiş olduğumuz gibi, Atlantisliler çok yüksek bir uygarlık düzeyine ulaşmışlardı; ve onlara ilahi faaliyetler emanet edilmişti. Ama -tıpkı bu varlığın da yaptığı gibionlar, tüm varlıkların kimin için ve kimin içinde yaşayabileceğini unutup gitmişlerdir. Ve sonunda bedenlerini tahrip etmişlerdir, ama ruhlarını değil. Bu varlığın da yeryüzündeki gayesi şudur: Diğer insanlara mutluluk getirmek, hem de bir an evvel. Yani Tanrı'nın şu sözünün yaşayan bir numunesi olmak: 'Sizler, güçsüz olanlar ve ezilenler, bana gelin, haçımı taşıyın ve öğretilerime kulak verin.' Bu varlığın tekrardoğuşunun altında yatan sebep budur işte. Maksadında ya başarıya ulaşacak, ya da tıpkı Atlantis'te iken yapmış olduğu gibi ve diğer pek çok ruhun da bu özel alanda başlarına gelmiş olduğu gibi acıklı bir başarısızlığa uğrayacaktır." (2794-L-1) Bizi.er, hepimiz, bir imtihanlar devrinin eşiğindeyiz. Bugün yapmış olduğumuz şeyler insanlığın binlerce yıllık kaderini belirleyecektir. |
#3
|
|||
|
|||
Thanks
All creation from Allah, how much explanations people give, make Allah guide us . |
|
|
Benzer Konular | ||||
Konu | Konuyu Başlatan | Forum | Cevap | Son Mesaj |
Yaradılış programi | Zümer | Sizden Gelenler | 4 | 06.12.19 23:59 |
çamurdan yaradılış | melih06 | Hayat Dersleri & Hikayeler | 3 | 25.05.18 10:01 |