#1
|
||||
|
||||
ismâil Hakkı Bursevî
1063 Zilkadesinde (Ekim 1653) bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Aydos’ta doğdu. Uzun süre Bursa’da yaşadığı için Bursevî, bir süre Üsküdar’da ikamet ettiğinden Üsküdârî, Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için Celvetî nisbelerini kullanmış, özellikle Bursevî nisbesiyle meşhur olmuştur. Tamâmü’l-feyż ve Silsilenâme-i Celvetî başta olmak üzere bazı eserlerinde hayatı hakkında bilgi veren İsmâil Hakkı’ya dair çalışmalar esas itibariyle bu bilgilere dayanır. Ancak oldukça hareketli bir hayat geçirdiğinden bu çalışmalarda yer yer eksiklik ve yanlışlıklara rastlanmaktadır. İstanbul’un Aksaray semtinde doğup büyüyen babası Mustafa Efendi, İsmâil Hakkı’nın doğumundan bir yıl evvel evi yanınca Aydos’a gidip yerleşmişti. Daha önce İstanbul’da tasavvufî çevrelerle irtibatı olduğu anlaşılan Mustafa Efendi, Aydos’ta da bu ilgisini sürdürerek Zâkirzâde Abdullah Efendi’nin halifesi sıfatıyla o sıralarda Aydos’ta irşad faaliyetinde bulunan Celvetî şeyhi Atpazarî Osman Fazlı ile yakınlık kurmuştu. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı’ya büyükannesi bakmaya başladı. Osman Fazlı Efendi’nin halifesi Ahmed Efendi’den Arapça dersleri alan İsmâil Hakkı, Osman Fazlı’nın Aydos’a uğrayan Edirne halifesi Seyyid Abdülbâki Efendi ile birlikte Edirne’ye gitti (1074/1664). Burada din ilimlerini öğrenirken bir yandan da hüsn-i hatla meşgul oldu. Osman Fazlı’nın bir halifesinden fıkıh ve kelâmla ilgili kitaplar okudu. Tahsilini tamamlayınca Abdülbâki Efendi onu İstanbul’da bulunan Osman Fazlı’nın yanına gönderdi. İsmâil Hakkı 1083 Rebîülevvelinde (Temmuz 1672) bu şeyhe intisap etti. Kendisinden kelâm ve ferâiz ilimlerini, el-Muṭavvel hâşiyesini hazırladığı sırada el-Muṭavvel’i, fıkıh usulüne dair Tenḳīḥu’l-uṣûl adlı eseri okudu. Mehmed Efendi’den tecvid ve diğer bazı hocalardan Farsça dersleri aldı. Meşhur şairlerin Farsça divanlarını ve ayrıca bazı eserleri inceledi (Tamâmü’l-feyz-II, s. 80-81). Hâfız Osman’dan hüsn-i hat meşketti. Üç yıl sonra şeyhinin izniyle Zeyrek Camii’nde halvete giren İsmâil Hakkı doksan gün süren halvetten çıkınca dervişlere hizmetle görevlendirildi. Bir süre sonra şeyhi ona kendi yerine vaaz etmesini söyledi, 1086’da da (1675) halife tayin ederek Üsküp’e gönderdi.
Beraberindeki üç dervişle birlikte Üsküp’e giden İsmâil Hakkı (Rebîülâhir 1086 / Temmuz 1675) muhtelif camilerde vaaz etmeye, isteyenlere zâhirî ilimlere dair dersler vermeye başladı. Harap bir tekke onarılarak kendisine tahsis edildi. Bir süre burada kaldıktan sonra yeni bir zâviyede irşad faaliyetlerini sürdürdü. 1087’de (1676) Şeyh Mustafa Uşşâkī’nin kızı ile evlendi. İsmâil Hakkı vaazlarında, dine aykırı davranışlarını gördüğü Üsküp müftüsünü ve şehrin bazı ileri gelenlerini eleştirmeye devam edince muhalifleri tarafından mahkemeye verildi. İsmâil Hakkı ve davacıları İstanbul’a giderek Şeyhülislâm Çatalcalı Ali Efendi, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Rumeli kazaskeri Beyâzîzâde Ahmed Efendi ile görüştüler. Aralarını bulması için görevlendirilen Osman Fazlı Efendi tarafları barıştırdı. Altı yıl süren bu çekişme ortadan kalkar gibi olduysa da muhalifleri İsmâil Hakkı’yı Üsküp’ten sürdürmek için tekrar faaliyete başlayınca Osman Fazlı ona Köprülü’ye gitmesini tavsiye etti. Köprülü’de on dört ay kalan İsmâil Hakkı, Ustrumca halkının Osman Fazlı’dan kendisini kasabalarına göndermesini istemeleri üzerine oraya gitti (1093/1682). İsmâil Hakkı 1096’da (1685), IV. Mehmed’e nasihatte bulunmak üzere Edirne’de bulunan Osman Fazlı tarafından Edirne’ye çağrıldı. Şeyhinin evinde üç aya yakın bir süre misafir kaldı ve onun gözetiminde Fuṣûṣü’l-ḥikem’i okuma imkânı buldu. Osman Fazlı, Bursa halifesi Sun‘ullah Efendi’nin vefat etmesi üzerine İsmâil Hakkı’yı Bursa’ya halife olarak tayin etti (Cemâziyelâhir 1096 / Mayıs 1685). Şeyhinin tavsiyesine uyarak Ulucami’de ve diğer bazı camilerde vaaz vermeye 1096 Şâbanından (Temmuz 1685) itibaren vaazlarında Kur’ân-ı Kerîm’i Fâtiha’dan başlayarak tefsir etmeye, vaazda söylediklerine tasavvufî yorumlar ekleyip şiirler zikrederek ve Arapça olarak yazıya geçirmeye başladı. Bu şekilde meydana getirdiği Rûḥu’l-beyân adlı tefsirini Cemâziyelevvel 1117’de (Eylül 1705) tamamladı. Bu arada başka eserler de kaleme aldı. Bursa’da ikametinin ilk zamanlarında kendini riyâzete verdiğinden oturacak ev ve geçimini temin hususunda sıkıntılar çekti. Bursa’ya halife tayin edildikten bir buçuk yıl sonra İstanbul’a şeyhini ziyarete gitti. Ardından dört defa daha aynı amaçla İstanbul’a giden İsmâil Hakkı şeyhini son olarak sürgünde olduğu Kıbrıs’ta ziyaret etti (1102/1690-91). Şeyhi bu ziyaret sırasında yerine onu tayin etti. 1107-1108 (1695-1696) yıllarında İsmâil Hakkı, askerin moral gücünü arttırmak için II. Mustafa’nın daveti üzerine katıldığı I ve II. Avusturya seferlerinde yaralanarak Bursa’ya döndü. 1111’de (1700) hacca gitti, yedi ay kadar Mekke ve Medine’de kaldı. Hac dönüşünde Medine ile Tebük arasındaki Ulâ yakınlarında eşkıyanın baskınına uğradı, canını zor kurtardı. Esrârü’l-hac adlı eseri bu sırada kayboldu. Muharrem 1122’de (Mart 1710) ikinci defa hac niyetiyle yola çıktı. Bir ay kadar İstanbul’da kaldıktan sonra deniz yoluyla İskenderiye’ye, oradan da Kahire’ye ulaştı. Kahire’de Şeyhûniyye Medresesi bitişiğindeki Kādirî Dergâhı’na yerleşti. İki aydan fazla kaldığı Mısır’da ulemâ, tasavvuf erbabı ve halkla irtibat kurdu; aralarında Ezher müderrislerinin bulunduğu bazı kişilere icâzetnâme verdi. Hac dönüşü İstanbul’da iki buçuk ay kalıp Bursa’ya gitti. Cemâziyelâhir 1126’da (Haziran 1714) Tekirdağ’a geçerek irşad faaliyetini burada sürdürdü. Âişe Hanım ve muhtemelen şeyhinin kızı Hanîfe Hanım’la burada evlendi. 1129’da (1717) tekrar Bursa’ya döndü. Aynı yıl Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye duyduğu sevgi sebebiyle Şam’a gitti. Şam’da on kadar eser kaleme alan İsmâil Hakkı, Tuhfe-i Recebiyye adlı eserini Şam Valisi Receb Paşa’ya takdim etti. Bu sırada Şam’da bulunan Abdülganî en-Nablusî ile, sigara içmenin câiz olup olmadığına dair tartışmalar yüzünden aralarının açık olduğu anlaşılmaktadır. Şâban 1132’de (Haziran 1720) Şam dönüşü Üsküdar’a yerleşen İsmâil Hakkı’ya Damad İbrâhim Paşa bir ev hediye etti ve çeşitli ihsanlarda bulundu. Ancak İstanbul’da devlet ricâli üzerinde şeyhi ve Aziz Mahmud Hüdâyî kadar etkili olamadı. Kendisi bunu daha ziyade zamanındaki ricâlin kabiliyet noksanlığına bağlar. Üsküdar Ahmediye Camii’nde cuma vâizi olarak görev yaparken hakkında vaazlarında vahdet-i vücûd meselesinden bahsettiği, İslâm akîdesine aykırı sözler sarfettiği iddiasıyla takibat açıldı. Pek çok kişinin şahitliğiyle suçlamanın asılsız olduğu anlaşıldı. Bu olayın ardından 1135’te (1723) İstanbul’dan ayrılıp Bursa’ya döndü. Kendi imkânlarıyla bir cami inşa ettirdi. Son yıllarını da irşad faaliyeti ve eser telifiyle geçiren İsmâil Hakkı 9 Zilkade 1137’de (20 Temmuz 1725) vefat etti. Kabri Tuzpazarı’nda yaptırdığı caminin kıble tarafındadır. Ölümünden üç yıl evvel yazdığı Kitâbü Nakdi’l-hâl adlı eserinde yer alan (vr. 236a) bir manzumesinin son beytindeki, “Hakkıyâ envâr-ı Hak’la pür oldu merkadi” mısraında vefatını önceden haber verdiği kabul edilir. Şeyhi Osman Fazlı’nın yanı sıra başta Muhyiddin İbnü’l-Arabî olmak üzere Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî, Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin İsmâil Hakkı’nın üzerinde büyük tesirleri olduğu görülmektedir. Vahdetî Osman Efendi, oğlu Mehmed Bahâeddin, Zâtî Süleyman Efendi, Hikmetî Mehmed Efendi, Derûnîzâde Mehmed Hulûsî Efendi ve Şeyh Yahyâ Efendi yetiştirdiği halifeler arasında zikredilebilir. Vahdet-i vücûd anlayışına sıkı sıkıya bağlı olan İsmâil Hakkı, hakîkat-i Muhammediyye’nin zuhurunu ayın bir aylık hareketine benzeterek anlatır. Ona göre hakîkat-i Muhammediyye mutlak nübüvvet ve velâyeti içerir. Her nebî ve velînin nübüvvet ve velâyetten belli bir payı vardır. İlâhî bir nur olan nübüvvetin Hz. Âdem’de hilâl kadar olan zuhuru Hz. İbrâhim’de ayın on dördü gibidir. Hz. Muhammed’de bu zuhur kemale ererek ayın on beşinci gecesindeki dolunayın zuhuru gibi olmuş ve bu hakikat en kâmil anlamıyla tecelli etmiştir. Zira Hz. Peygamber insanları Hakk’ın zât, sıfat ve ef‘âline davet etmiş, davet onunla zâhirde ve bâtında tamamlanmış, kendisinden sonra başka bir peygambere ihtiyaç kalmamıştır. Bu sebeple o hatmü’l-enbiyâdır. Hz. Muhammed’den sonra bu zuhur yavaş yavaş azalmaya, dolunaydan hilâle doğru gitmeye başlamıştır. Ancak ondan sonra peygamber gelmeyeceğinden nübüvvet nuru onun şeriatının aynasında parlamaya devam edecektir. Velâyet mertebesi nübüvvetin özü gibidir ve nübüvvetten öncedir. Velâyet derecelerinin sonu nübüvvet makamlarının başıdır. Nübüvvet velâyete dayanır; her nebî velîdir, ancak her velî nebî değildir. Velâyetin peygamberlerde zuhuru asalet yoluyla, onların ümmetlerinden olan velîlerde ise tebaiyyet ve veraset yoluyladır. Bu ümmette velâyete vâris olmak bakımından velâyetin ilk zuhûru Hz. Ali’de hilâl, İbnü’l-Arabî’de dolunay gibidir. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî hatmü’l-evliyâdır. Ondan sonra velâyet nuru kıyamete kadar kutubların ve onlara tâbi olanların kalplerindedir. İsmâil Hakkı’ya göre zuhur bakımından “hatm” olması İbnü’l-Arabî’nin Hz. Ali’den veya Hz. Ali’nin diğer sahâbîlerden üstün olduğu anlamına gelmez. Mârifetullahtan, zâhirî ve bâtınî ilimlerden ibaret gördüğü ilmî kerametleri kevnî kerametlerden üstün tutan İsmâil Hakkı’ya göre mârifetullah keşif ve kerametten üstündür. Bir velîden hârikulâde bir şey sâdır olsun veya olmasın mârifetullah şeref olarak ona yeter. Çünkü keramet velâyet için şart değildir. İsmâil Hakkı sekr yerine sahvı, şathiyyât yerine temkini ve bulunulan mertebeye uygun davranmayı benimsemiş, “ene’l-hak” diyen Hallâc-ı Mansûr’u, “sırr”ı fâş ettiğine inandığı Niyâzî-i Mısrî’yi, Şeyh Bedreddin’i, birtakım Mevlevî, Kalenderî, Bektaşîler’i ve eksik taraflarını gördüğü diğer kişi ve zümreleri tenkit etmekten geri durmamıştır. Tasavvuf ehlinin ve özellikle vahdet-i vücûdun aleyhinde söz söyleyen ulemâyı da tarikat adına şeriatta ihmal ve gevşeklik gösterenleri de şiddetle eleştirmiştir. Ona göre Hz. Peygamber’in nübüvvet ve velâyet nuru olmak üzere iki nuru vardır. Nübüvvet nuru şeriat nuru, velâyet nuru ise hakikat nurudur. Resûl-i Ekrem kıyamete kadar biri zâhir, diğeri bâtınla alâkalı bu iki nurla aramızdadır. Bu iki nura tâbi olmayan ve onlarla hidayet bulmaya çalışmayan kimse Peygamber’e uymayı terketmiştir. İsmâil Hakkı Bursevî, Mevlevîliğin Şems kolu ve Bayramî Melâmîleri dışında bütün tasavvufî çevrelerde geniş kabul görmüş, birçok eseri basılmış ve yaygın biçimde okunmuştur. Ancak Mevlevîler’in Şems kolu ve Bayramî Melâmîleri, Silsilenâme-i Celvetî adlı eserinde Hz. Peygamber’in anne ve babasının kâfir olduğuna dair rivayete yer vermesi, amcası Ebû Tâlib’in küfür üzere öldüğünü söylemesi yüzünden onu şiddetle eleştirmiş, mezarını ziyaret etmeyi dahi uygun görmemiştir. İsmâil Hakkı’nın Celvetiyye’nin Hakkıyye şubesinin kurucusu olduğu kaydedilmişse de (Bandırmalızâde, s. 38) böyle bir tarikat fiilen teşekkül etmemiştir. Eserleri. 100’den fazla eser yazdığını belirten İsmâil Hakkı bunların bir kısmının adını da zikretmiştir. Bazı eserlerinin birden fazla ismi olması, mecmua ve vâridât türü kitaplarının birbirine karıştırılması gibi sebeplerle eserlerinin sayısı çok farklı gösterilmiştir. Hadîkatü’l-cevâmi‘de altmış sekiz, Ziyâret-i Evliyâ’da elli, Yâdigâr-ı Şemsî’de 115, Osmanlı Müellifleri’nde 105, Sefîne-i Evliyâ’da 120, Kemâlnâme-i Hakkı’da 132, Türk Azizleri’nde 134 eserinin adı zikredilmektedir. İsmâil Hakkı’nın çalışmalarıyla ilgili en geniş araştırmayı yapan Sakıp Yıldız bunların sayısını 127 olarak belirlemiştir. Ancak Sakıp Yıldız’ın listesinde de eksiklik ve tekrarlar vardır. Eserlerinin çoğu Türkçe, kırk kadarı Arapça’dır. Türkçe ve Arapça’nın karışık olarak kullanıldığı çalışmaları da vardır. Onun manzum eserlerinin yanı sıra mensur eserlerinin içinde de çok sayıda şiiri yer almaktadır. Kendisi manzumelerinin 10.000’den fazla olduğunu söyler. Hüseyin Vassâf ise bir eserinde İsmâil Hakkı’nın şiirlerinin 70.000 beyitten (Sefîne, III, 50), diğer eserinde 100.000 beyitten fazla olduğunu belirtir (Kemâlnâme-i Hakkı, s. 31). Aynı zamanda bestekâr olan İsmâil Hakkı kendisinin ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bazı ilâhilerini bestelemiştir. Çalışmalarında değişik ilimlerle ilgili konular iç içe ele alındığından eserlerinin konulara göre tam bir tasnifini yapmak oldukça güçtür. A) Tefsir. 1. Rûḥu’l-beyân fî tefsîri’l-Ḳurʾân. 1117’de (1705) tamamlanan eserde önce vaaz olarak takrir edildiğinden mev‘izaya ağırlık verilmiş, sonraki dönemlerde de mev‘iza türü için önemli bir kaynak olmuştur. Müellif nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan Rûḥu’l-beyân’ın (Genel, nr. 12-27) çeşitli baskıları yapılmıştır (İstanbul 1255, 1285, 1286, 1306, 1330, 1333; Bulak 1255, 1264, 1276, 1278, 1287). Eserin M. Ali Sâbûnî tarafından Tenvîrü’l-eẕhân min tefsîri Rûḥi’l-beyân adıyla yapılan özetini (Dımaşk 1988) Abdullah Öz’ün içinde bulunduğu bir heyet Türkçe’ye çevirmiştir (İstanbul 1995-1996). 2. Ta‘lîka alâ evâili Tefsîri’l-Beyzâvî (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 31 [müellif hattı]). 3. Şerḥ ʿalâ tefsîri cüzʾi’l-aḫîr li’l-Ḳāḍi’l-Beyżâvî (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 28-30 [müellif hattı]). 4. Tefsîr-i Sûreti’l-Fâtiha (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 83, vr. 32b-57a). 5. Tefsîru Âmene’r-Resûl (Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507, vr. 44a-56b; Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 414, vr. 153b-157b). 6. Tefsîru Sûreti’l-ʿAṣr (Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507, vr. 63a-64b). 7. Tefsîru Sûreti’z-Zelzele (Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507, vr. 116a-121a). Müellif son üç risâleyi, ikinci defa hacca giderken uğradığı Mısır’da bazı âlimlerin ve meşâyihin talebi üzerine kaleme almıştır. Aynı sebeple birkaç âyeti de (el-Bakara 2/21-22; eş-Şûrâ 42/28) tefsir etmiştir (Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507, vr. 78a-96a). 8. Levâʾiḥ teteʿallaḳ bi-baʿżi’l-âyât ve’l-eḥâdîs̱ (Makālât-ı İsmâil Hakkı [İstanbul 1288] içinde). 9. Kitâbü’l-Mirʾât li-ḥaḳāʾiḳı baʿżi’l-eḥâdîs̱ ve’l-âyât (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 40 [müellif hattı]). İsmâil Hakkı ayrıca bazı âyetlerin kısa tefsirlerini, yer yer de bazı hadislerin şerhlerini yapmıştır. Bu şekilde hazırlanmış müellif hattıyla birkaç mecmua vardır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 32, 33; İÜ Ktp., AY, nr. 1363; TY, nr. 3706). B) Tasavvuf. 1. Rûhu’l-Mesnevî (Şerhu’l-Mesnevî). Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mes̱nevî’sinin ilk 738 beytinin şerhidir (I-II, İstanbul 1285, 1287). 2. Şerhu’l-Muhammediyye (Ferâhu’r-rûh). Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin Muhammediyye’sinin şerhi olup çeşitli baskıları yapılmıştır (Bulak 1252, 1255, 1256, 1258; İstanbul 1274, 1294). 3. Tamâmü’l-feyż fî bâbi’r-ricâl. Baş tarafında tarikatların menşei, amacı, biat ve intisap, evrâd, mürşidin vasıfları, Celvetî silsilesi gibi konuların ele alındığı eserin büyük bir kısmını Osman Fazlı’nın hayatı, kerametleri, eserleri, değişik konuşmalarından derlenen notlar teşkil eder. Ayrıca müellifin kendisiyle ilgili bilgiler verdiği eserin edisyon kritiği Ramazan Muslu ve Ali Namlı tarafından yapılmıştır (bk. bibl.). 4. Silsilenâme-i Celvetiyye (Kitâbü’s-Silsileti’l-Celvetiyye). Celvetiyye meşâyihi hakkında bilgilerin yer aldığı eserin son tarafında tarikat âdâb ve erkânından söz edilmektedir. Silsilenâme 1291’de (1874) İstanbul’da basılmış ve İlyas Efendi tarafından Latin harflerine çevrilmiştir (İsmâil Hakkı Bursevî’nin Kitâbü’s-Silsileti’l-Celvetiyyesi, 1994, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü). 5. Kitâbü’l-Hitâb. İtikad ve ibadet konularının yanı sıra çeşitli tasavvufî meseleleri ve kavramları ihtiva eder. İstanbul’da basılan eser (1256, 1292) İ. Turgut Ulusoy (İstanbul 1975) ve Bedia Dikel (İstanbul 1976) tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. 6. Kitâbü’n-Necât. Şam’da kaleme alınan eserde tarikat, mârifet, hakikat, vahdet, Allah’ın sübûtî sıfatları, dört büyük melek, bazı büyük peygamberler, Hulefâ-yi Râşidîn, dört mezhep imamı, keramet, kabir ve kıyamet ahvâli, cennet ve cehennem gibi konular üzerinde durulmuştur (İstanbul 1290). 7. Şerh-i Usûlü’l-aşere. Necmeddîn-i Kübrâ’nın el-Uṣûlü’l-ʿaşere adlı eserinin tercüme ve şerhi olup (İstanbul 1256, 1291) Mustafa Kara tarafından sadeleştirilerek Necmeddîn-i Kübrâ’nın diğer iki eseriyle birlikte neşredilmiştir (Necmüddîn Kübrâ, Tasavvufî Hayat, İstanbul 1980, s. 33-70). 8. Tuhfe-i Recebiyye. Esmâ-i hüsnâdan bazı isimlerin şerhi olan eser Şam Valisi Receb Paşa’ya takdim edilmiştir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1374 [müellif hattı]). 9. Risâle-i Şerh-i Esmâ-i Seb‘a (Şerh-i Kelime-i Tevhîd, Kitâbü Şecereti’t-tevhîd, Kitâbü’t-Tevhîd). Risâlede Halvetiyye ve Celvetiyye tarikatlarında sülûkte esas alınan lâ ilâhe illallah, Allah, hû, hak, hay, kayyûm ve kahhâr isimleri şerhedilmiştir (Millet Ktp., Şer‘iye, nr. 1252). 10. Risâletü’l-Hazarât. Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin et-Taʿrîfât’ındaki “el-Hazarâtü’l-hamsü’l-ilâhiyye” ve “el-İnsânü’l-kâmil” maddelerinin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr. 189, vr. 136a-164b). 11. Kenz-i Mahfî. Eserde, “Küntü kenzen mahfiyyen” hadisi ele alınmış, müellifin vâridâtı ve bunların şerhlerine de yer verilmiştir (İstanbul 1290, 1307). Abdülkadir Akçiçek kitabı Gizli Hazine adıyla sadeleştirmiştir (İstanbul 1967, 1980). 12. Kitâbü Hücceti’l-bâliğa. İnsanın vasıfları, ism-i hû, vücûd-i mutlak, ruh, fenâfillâh, esmâ-i ilâhî, erbâb-ı zâhir, sâlikin vasıfları ve sülûkün mertebeleri gibi bazı konuların yer aldığı eser Reşeḥât’ın kenarında basılmıştır (İstanbul 1291, s. 2-123). 13. Tuhfe-i İsmâiliyye. İman ve amel konularının yanı sıra bazı tasavvufî öğütleri ihtiva etmekte olup müellifin katıldığı Nemçe ve Erdel seferlerinde yol arkadaşı Lefkevîzâde Hacı İsmâil Piyâde’nin isteği üzerine yazılmıştır (İstanbul 1292, 1303). 14. Tuhfe-i Halîliyye. İman hakkındadır (İstanbul 1256, 1293). 15. Tuhfe-i Bahriyye. İsmâil Hakkı’nın zikir meclislerine katılan Has bahçeler müfettişi Bahri Hüseyin Efendi’ye ithaf edilmiştir. Hû ismi, tevhid, cem‘, fark, kara ve denizin bazı esrarı gibi konulardan bahseder (Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 637/9). 16. Risâle-i Hüseyniyye. Aynı kişiye ithaf edilmiş olup Hüseyin isminin tasavvufî yorumu hakkındadır (Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 637/10). Yer ve zaman belirtilmeyen bir baskısı yapılmıştır. 17. Sülûkü’l-mülûk (Tuhfe-i Aliyye). Sırât-ı müstakîm, vezirlik mertebesi, Hz. Ali’nin duası ve ibadet şekilleri gibi konuların ele alındığı eser Ali Paşa’ya sunulmuştur (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1412/1). 18. Tuhfe-i Hasekiyye. Serhasekiyan Tûbâzâde Mehmed Ağa’ya ithaf edilen bir eserdir (DTCF Ktp., İsmail Saib Sencer, nr. 2029 [müellif hattı]). 19. Kitâbü’s-Sülûk (Tuhfe-i Vesîmiyye). Enderun ağalarından Seyyid Ahmed Vesîm için yazılmıştır (İstanbul 1240). 20. Şerh-i Ebyât-ı Fusûs. Fuṣûṣü’l-ḥikem’in “Kelime-i İshâkıyye Fassı”nın sonunda yer alan beyitlerin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1474/3). 21. Tuhfe-i Atâiyye. İnsân-ı kâmil, vahdet-i vücûd, Celvetiyye tarikatı, kutub, şeriat ve tarikat ilişkisi gibi konulara dairdir (İstanbul 1304). 22. Tuhfe-i Ömeriyye. Tevhid, vahdet-i vücûd, tevhidin kısımları, esmâ-i seb‘a, iman, ihsan, velâyet, nübüvvet, zikir gibi konuları ihtiva eder (İstanbul 1240). 23. Risâle-i Bahâiyye. İsmâil Hakkı’nın, oğlu Mehmed Bahâeddin için yazdığı küçük bir eserdir (Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 476, vr. 70-75). 24. Kitâbü’ş-Şecv. Belâ, belânın sebebi ve hüzün hakkındadır (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 789/1 [müellif hattı]). 25. Mecîʾü’l-beşîr li-ecli’t-tebşîr. Hz. Muhammed’in müjdeci olarak gelmesi hakkında Arapça bir eserdir (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 789/2 [müellif hattı]). 26. Vesîletü’l-merâm. Cüneyd-i Bağdâdî’nin, sahih bir sülûk ve halvetten faydalanmak için gerekli olduğunu söylediği sekiz şart ve bunların izahı, nebîler ve velîler arasındaki farklar, şeriat ve tarikata göre amel edenlerin tabakaları, ilâhî sıfatlar gibi konuları ele alır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2260, vr. 58-97). Aynı kütüphanede Risâle fi’t-tasavvuf adıyla kayıtlı eser (Lâleli, 1372/1) Vesîletü’l-merâm’ın eksik bir nüshasından ibarettir. 27. Risâle-i Nefesü’r-Rahmân. Seyyid Abdurrahman adlı bir kişiye ithaf edilen ve konuları çok dağınık olan kitap İsmâil Hakkı’nın en son çalışmalarındandır (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1405/2). 28. Şerh-i Salavât-ı İbn Meşîş. Abdüsselâm b. Meşîş el-Hasenî’nin çeşitli müellifler tarafından defalarca şerhedilen salavatının tercüme ve şerhidir (İstanbul 1256; Bulak 1279). 29. Nuḫbetü’l-leṭâʾif. Müellifin Üsküp’te bulunduğu sırada yazdığı bu Arapça eser Zemahşerî’nin Nevâbiġu’l-kelim’inden seçmeleri, Harîrî’nin Mirʾâtü’ş-şeyyib’inin şerhini ve vâridâtını ihtiva eder (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 138 [müellif hattı]). 30. Mecmûʿatü’l-esrâr. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî, Abdullah Bosnevî Osman Fazlı Efendi’nin bazı eserlerinden seçmeleri ve İsmâil Hakkı’nın halife olarak tayin edildikten sonra Osman Fazlı’yı ziyaretleri esnasında tuttuğu Arapça notları ihtiva eder (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1500 [müellif hattı]). Bu notlar Tamâmü’l-feyż’deki notların aynıdır. 31. Risâle-i Şem‘iyye. “Âdem bir demdir” diye başlayan şiirin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr. 217/2). 32. Es’iletü’s-Sahafiyye ve ecvibetü’l-Hakkıyye. İsmâil Hakkı’nın, Şeyh Mehmed Sahafî’nin manzum sorularına verdiği cevaplardan meydana gelen eserde zât-ı ilâhiyye ve ahadiyyet gibi konular ele alınmıştır. Nüshalarından birinin başında (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 250) sonradan yazıldığı anlaşılan “Keşfü’l-gıtâ li-ehli’l-atâ” ibaresi bulunduğundan bazı araştırmacılar bu nüshayı yanlışlıkla başka bir eser olarak göstermişlerdir. İsmâil Hakkı’nın manzum sorularına da Mehmed Sahafî Ecvibetü’s-Sahafî an es’ileti’ş-şeyh İsmâil Hakkı adıyla cevap vermiştir (İÜ Ktp., TY, nr. 2208/1). 33. Es’ile-i Şeyh Mısrî’ye Ecvibe-i İsmâil Hakkı. Niyâzî-i Mısrî’nin, “Müşkilim var size ey Hak dostları eylen küşâd” mısraıyla başlayan şiirinin şerhi olup Makālât-ı İsmâil Hakkı içinde basılmıştır (İstanbul 1288, s. 3-8). 34. Kitâbü’l-Fasl fi’l-esrâr. Bazı tasavvuf terimlerinin izahına dair küçük bir risâledir (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1501/2). 35. Esrārü’l-hurûf (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2537, vr. 21b-30b). 36. Risâle et-Teḥaccî fî ḥurûfi’t-teheccî (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 162 [müellif hattı]). 37. Ḥaḳāʾiḳu’l-ḥurûf (Millet Ktp., Şer‘iyye, nr. 1182, vr. 73b-79b). 38. Kitâbü Zübdeti’l-makāl (Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 449). 39. Maḳālât-ı Şeyḫ İsmâʾîl Ḥaḳḳı (Mecmûʿatü’l-ḫuṭab ve’l-vâridât). 1118-1124 (1706-1712) yılları arasındaki vâridâtını ve şerhlerini ihtiva eder. Bir hâtıra defteri niteliğindeki bu Arapça eserde müellifin şiirleri, düşünceleri, bazı âyet ve hadislerin açıklamaları, hayatıyla ilgili bilgiler ve mektuplaşmaları da yer alır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 85/2). 40. Mecmûʿa. 1122 (1710) yılındaki hac yolculuğunu da anlattığı eser, Mısır ve Hicaz’da bulunduğu sıradaki vâridâtı ve şerhleridir. Bu Arapça mecmuada Mısır ulemâsı ve meşâyihinden bir kısmına hediye ettiği risâleler de yer almaktadır (Beyazıt Devlet Ktp., Genel., nr. 3507 [müellif hattı]). 41. Kitâbü’n-Netîce. Safer-Şevval 1136 (Kasım 1723 - Temmuz 1724) tarihleri arasındaki vâridâtı ve şerhlerine dair olan eser Ali Namlı ve İmdat Yavaş tarafından Latin harfleriyle yayımlanmıştır (İstanbul 1997). İsmâil Hakkı’nın Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’yle (Genel, nr. 66, 71, 79, 84, 86, 87) diğer bazı kütüphanelerde (Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 645, Hâlet Efendi, nr. 789/3, Mihrişah Sultan, nr. 93, Esad Efendi, nr. 1667; İÜ Ktp., TY, nr. 2153, 4019, 9793; Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 468; Âtıf Efendi Ktp., nr. 1420/2) çok sayıda vâridât türü eseri bulunmaktadır. C) Hadis. 1. Şerḥu Nuḫbeti’l-fiker (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 35-37 [müellif hattı]). 2. Şerḥu’l-Ḥadîs̱i’l-erbaʿîn (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 38, vr. 1a-14a [müellif hattı]). 3. Şerhu’l-Erbaîne hadîsen. İmam Nevevî’nin kırk hadisinin Türkçe tercüme ve şerhidir (İstanbul 1253, 1313, 1317). Müellifin bazı hadis şerhlerini ihtiva eden risâleleri de vardır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 41-42). D) Fıkıh ve Kelâm. Şerḥu Fıḳhi’l-Keydânî (Âtıf Efendi Ktp., nr. 873 [müellif hattı]); Risâle-i Mesâili’l-fıkhiyye (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 161, vr. 34a-48a [müellif hattı]); Risâletü’l-Câmia li-mesâili’n-nâfia (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2902); Kitâbü’l-Fazl ve’n-nevâl (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 83 [müellif hattı]); İhtiyârât (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 414, vr. 134b-148b); Ecvibetü’l-Hakkıyye an es’ileti’ş-Şeyh Abdirrahmân (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, 1521/3 [müellif hattı]); Şerhu Şuabi’l-îmân (İstanbul 1304); Şerhu’l-kebâir (Rumûzü’l-künûz) (İstanbul 1257). E) Diğer Eserleri. 1. Şerhu Mukaddimeti’l-Cezerî (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 38/7 [müellif hattı]). 2. Kitâbü’l-Furûḳ. Çeşitli ilimlere dair bazı kavram ve terimlerin açıklamasını ihtiva eder (İstanbul 1251, 1291, 1310). 3. Şerḥu Risâle fî âdâbi’l-münâẓara li-Taşköprîzâde (İstanbul 1273). 4. Mecâlisü’l-vaʿẓ ve’t-teẕkîr. Üsküp’te bulunduğu sırada yaptığı vaaz ve nasihatlerini ihtiva eden Arapça bir eserdir (İstanbul 1266, 1303). 5. Kitâbü’l-Ḫuṭabâʾ (Ḫaṭîbü’l-ḫuṭabâʾ) (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 85/1 [müellif hattı]). 6. Risâle-i Gül (Risâle-i Verdiyye) (İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 975/7). İsmâil Hakkı’ya ait birkaç mecmua daha mevcut olup (İÜ Ktp., TY, nr. 482; TY, nr. 1999; Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 41) bunlar genellikle şiirlerini, mektuplarını, istinsah ettiği bazı eserleri, notlarını, yer yer yaptığı tefsirleri, hadis şerhlerini ve bir kısım vâridâtını ihtiva eder (edebî eserleri için aş.bk.). İsmâil Hakkı’ya bazı eserler nisbet edilmektedir. Bunlardan Abdülkadir Akçiçek tarafından Özün Özü adıyla sadeleştirilen (İstanbul 1963) Lübbü’l-lüb ve sırru’s-sır (İstanbul 1289, 1328) üslûp olarak İsmâil Hakkı’nın eserlerinden farklıdır. Ayrıca müellif bazı kitaplarında eserlerinin isimlerini verirken böyle bir risâleyi zikretmemektedir. Kütüphane kayıtlarında Niyâzî-i Mısrî’ye de isnat edilen bu eserin Erzurumlu İbrâhim Hakkı’ya ait olması daha kuvvetli bir ihtimaldir. İsmâil Hakkı’ya nisbet edilen Risâletü Cilâʾi’l-ḳulûb da (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 82) Erzurumlu İbrâhim Hakkı’ya aittir. Şerḥu Risâleti’s-Sühreverdiyye (er-Raḳīmü’l-evvel), Sühreverdî’nin eserine yazılan bir şerhin İsmâil Hakkı tarafından yapılmış istinsahıdır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 86/1). Şerḥu Risâleti Vaḥdeti’l-vücûd li-Mevlâ Câmî, Molla Câmî’nin eserinin eksik bir istinsahı olup kenarında bazı hâşiyeler vardır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 161/2). el-İksîrü’l-muʿaẓẓam ve’l-ḥacerü’l-mükerrem, Muhammed el-Gamrî el-Mısrî’nin (ö. 1049/1639) eserinin İsmâil Hakkı tarafından yapılmış bir istinsahı olup baş tarafında yer yer hâşiyeler mevcuttur (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 114). Yine ona nisbet edilen Münteḫabât min Minhâci’l-ʿâbidîn, Gazzâlî’nin Minhâcü’l-ʿâbidîn adlı eserinin mukaddimesinin İlyâs b. Abdullah el-İstanbûlî tarafından yapılan istinsahından ibarettir (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 88). Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi’nin mürşidin vasıfları ve riayet edeceği hususlarla ilgili eseri yanlışlıkla İsmâil Hakkı’ya nisbet edilerek Ahidnâme-i İsmâil Hakkı adıyla basılmıştır (İstanbul 1329). Abdullah Bosnevî’nin Tecelliyâtü arâisi’n-nusûs adlı Fuṣûṣ şerhinin İngilizce tercümesi de İsmâil Hakkı’nın adıyla yayımlanmıştır (Ismail Hakkı Bursevi’s Translation of and Commentary on Fusus al-Hikam, trc. Bülent Rauf, I-IV, Oxford 1986-1991). İsmâil Hakkı’ya nisbet edilen Muḫtaṣar li-Târîḫi İbn Hallikân, müridlerinden Muhammed Kalbî tarafından şeyhinin istifadesi için hazırlanmış ve ona ait bir mecmuaya yazılmıştır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 161/1). Mecmûʿatü’l-edʿiye’nin de (Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, nr. 519) İsmâil Hakkı’ya ait olması uzak bir ihtimaldir. Tek nüshası bilinen eserin baş tarafında duaların İsmâil Hakkı tarafından seçildiğine dair ibareden başka ona aidiyetini gösteren bir işaret bulunmamaktadır. Şerḥu Kitâbi’d-Dürreti’l-fâḫire fî keşfî ʿulûmi’l-âḫire Gazzâlî’nin ölüm, kabir hayatı ve âhiret hallerine dair ed-Dürretü’l-fâḫire fî keşfî ʿulûmi’l-âḫire adlı eserinin eksik bir şerhi olup kenarında İsmâil Hakkı tarafından eklendiği anlaşılan hâşiyeler vardır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 86, vr. 265-297). Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan (nr. 17709) ve İsmâil Hakkı’ya isnat edilen Tefsîru Sûreti Yûsuf adlı eser Yâkub Afvî’ye (ö. 1149/1736) aittir. Manastırlı İsmâil Hakkı’nın Türkçe Tefsîr-i Sûre-i Yâsîn’i de (İstanbul 1316) yanlışlıkla ona nisbet edilmiştir. BİBLİYOGRAFYA İsmâil Hakkı Bursevî, Tamâmü’l-feyz-I (haz. Ramazan Muslu, yüksek lisans tezi, 1994), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 66, 116-118, 121, 127, 194. a.mlf., a.e-II (haz. Ali Namlı, yüksek lisans tezi, 1994), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 10-36, 78-109, 113, 133, 137, 152, 160, 171, 194. a.mlf., Rûhu’l-Mesnevî, İstanbul 1287, I, 2, 83; II, 580-581. a.mlf., Mecmûa, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 41, vr. 49a, 55a, 68b; nr. 161, vr. 52a; nr. 745, vr. 162b; Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507. a.mlf., Nakdü’l-hâl, İÜ Ktp., TY, nr. 2153, vr. 236a. a.mlf., Tuhfe-i İsmâiliyye, İstanbul 1292, s. 2. a.mlf., Kitâbü’n-Netîce (nşr. Ali Namlı – İmdat Yavaş), İstanbul 1997, I, 26, 98-99, 102, 254, 288, 412, 444-446; II, 37, 71, 244, 338-340, 344, 345, 429-430. a.mlf., Vesîletü’l-merâm, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 243, vr. 10b. a.mlf., Kitâbü’s-Silsile, İstanbul 1291, s. 100-108. Bandırmalızade Ahmed Münib Efendi, Mir’âtü’t-turuk, İstanbul 1306, s. 30, 38. Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, II, 206-208. Müstakimzâde, Tuhfe, s. 126-127. Sahaflar Şeyhizâde Esad Efendi, Tercüme-i Hâl-i İsmâil Hakkı (Pend-i Attâr Şerhi içinde), İstanbul 1287. Muallim Nâci, Esâmî, İstanbul 1308, s. 58 vd. Hocazâde Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, İstanbul 1325, s. 141. Mehmed Şemseddin, Yâdigâr-ı Şemsî, Bursa 1332, s. 126-135. Hüseyin Vassâf, Sefîne, III, 37-56. a.mlf., Kemâlnâme-i Hakkı, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 129. Bursalı Mehmed Tâhir, Mevlânâ eş-Şeyh İsmâil Hakkı el-Celvetî, İstanbul 1329. Osmanlı Müellifleri, I, 28-32. Dâvûd el-Çelebî, Maḫṭûṭâtü’l-Mevṣıl, Bağdad 1927, s. 89, 231. Mehmet Ali Ayni, Türk Azizleri I: İsmâil Hakkı, İstanbul 1944. a.mlf., “İsmail Hakkı’ya Dâir Bir Tetkik Hülâsası”, DİFM, sy. 9 (1928), s. 108-131. Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961 s. 229-230. a.mlf., Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 144. Sâkıb Yıldız, L’exégète turc Ismāʿil Haḳḳi Burūsawī: Sa vie, ses œuvres et la methode dans son Tafsīr Rūḥ al-Bayān: 1063-1137 1653-1725 (doktora tezi, 1972), Sorbonne Université, s. 1-315. a.mlf., “Türk Müfessiri İsmail Hakkı Burûsevî’nin Hayatı”, İİFD, sy. 1 (1976), s. 103-126. H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, İstanbul 1982, s. 240-241. Hayrani Altıntaş, Erzurumlu İbrahim Hakkı, İstanbul 1992, s. 38. Mustafa Kara, Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa 1993, II, 143-149, 152-161. Günay Kut, “Ismāʿīl Ḥaḳḳī”, EI2 (İng.), IV, 191-192. Edebî Yönü. Dinî ve tasavvufî kültürünü ortaya koyan eserlerine istisnasız denecek derecede katmış olduğu çok sayıdaki manzumesinden başka mürettep bir divan sahibi oluşu, İsmâil Hakkı’nın esas şöhretini sağlayan âlim ve mutasavvıf şahsiyetine edebî bir kimlik de ilâve etmiştir. Altmış yılı aşan telif hayatı boyunca nazım ve şiir onun bütün yazı hayatını kuşatmış, dinî, tasavvufî zemindeki pek çok eserinin ayrılmaz bir unsuru olmuştur. Kendisi manzumelerinin 10.000’den fazla olduğunu haber vermektedir (Kitâbü’s-Silsile, s. 103). Bu yönü dolayısıyla çağdaşı Safâyî ve Sâlim’den başlayarak Fatîn Efendi’ye kadar şuarâ tezkirelerinde kendisine değişik ölçülerde yer verilmiştir. İsmâil Hakkı, şiir ve şairlik konusunu tek başına bir mesele olarak ele almamakla beraber bu husustaki bazı görüşlerini Rûḥu’l-beyân’ında (IV, 314, 318, 429) Kur’ân-ı Kerîm’in buna dair âyetlerini tefsir ederken açıklamaktadır. Doğrudan doğruya dinî bir bakışla şiirin Allah’a itaate, zühde ve âhiret hayatına teşvik etmesi gerektiğini belirterek yalnız başına bir amaç haline gelmedikçe ve Allah’ı zikretmekten alıkoymadıkça şiirle ilgilenmenin faydalı olacağını söylemektedir. Bu vasıftaki şiirin cehalet ve sefahate engel olacağını, dolayısıyla tavsiye edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Mümin şairlerin şiirleri Allah’ın birliği ve övgüsüne yöneliktir, mânevî huzur sağlayıcıdır. Mümin olmayan şairler ise kulaklarını şeytana verir, ondan aldıkları evham ve ilhamlara kendilerinin gerçek dışı tahayyüllerini yüklerler. Bu türden olan şiir Kur’an ahkâmınca menedilmiştir. İsmâil Hakkı, mutasavvıf şairin kaleminden şiirin bir fütuhat veya bir vâridât olarak çıktığını söyleyerek mânanın şekilden daha önemli olduğunu belirtmektedir. Bu sebeple divanına Fütûhât-ı Burûseviyye adını vermiş, manzumelerinde lafızdan ziyade mânanın ifadesine özen göstermiştir. Nazmı nesrinden daha sade olan İsmâil Hakkı’nın dili ne halk şiirindeki kadar sade, ne de klasik şiirdeki kadar yabancı terkiplerle yüklü ve külfetlidir. Divanında yer alan şiirlerinde daha çok âyet ve hadislerden yapılan iktibaslara, ifadece değişik bir şekle soktuğu bazı atasözlerinden getirdiği irsâl-i mesellere, kısas-ı enbiyâ ve kerâmet-i evliyâya atıfla yapılan telmihlere rastlanmaktadır. Mütevazi mizacı şiirlerine mahzun ve kırgın bir ruh haliyle yansımıştır. İrşad ve tedris faaliyetleri esnasında gittiği bazı bölgelerde yöre halkının gösterdiği duyarsızlıktan mustarip olmuş, bu duygularını şiirlerinde çok defa zamaneden şikâyetle dile getirmiştir. İsmâil Hakkı’nın şiirlerinde vahdet-kesret alâkası, vahdet denilen şeyin kesretin zevali olduğu, Allah’ın bütün mahlûkat üzerinde isim ve sıfatlarıyla tecellisi, en güzel ve en mükemmel yaratık olması itibariyle insanda ism-i a‘zamın tecelli ettiği dile getirilir. Allah güzel olduğu için kâinatın da güzel olduğu, görünen bütün âlemin O’nun vahdet aynasındaki gölgesinden ibaret bulunduğu, kâinattaki bütün mevcûdat Allah’ın varlığı ve birliğinin delili olduğuna göre ilâhî kudreti ve vahdeti hissetmeden sadece varlığı temaşa etmenin putperestlik demek olacağı gibi tasavvufun temel görüşleri etrafında döner. Aynı zamanda tasavvufî terbiye ve tarikatın bu husustaki önemli rolü, mürşid-i kâmil ve mürîd-i sâdıkın vasıfları, sûfîlere ait hal ve makamların tasnifi, tevhid ve zikrullah, Allah’ın isim ve sıfatları, Hz. Muhammed ve diğer bazı peygamberlerin özellikleri, zühd ve irfan arasındaki fark konuları üzerinde durur. İsmâil Hakkı’nın mûsiki ile de ilgilendiğini, bazı el yazması güfte mecmualarında eserlerine rastlandığını ve özellikle Duhânî Şerif Çelebi’nin İsmâil Hakkı’ya ait çok sayıda güfteyi bestelediğini de zikretmek gerekir. Edebî Eserleri. 1. Divan. Şeyhi Osman Fazlı’nın oğlunun 1085’te (1674) doğumu için düşürdüğü tarih manzumesiyle ilk defa Hakkî mahlasını kullandığını söyleyen İsmâil Hakkı, eserinin dîbâcesinde belirttiğine göre divanı 1098’den (1687) bu yana yazdığı şiirlerden meydana gelmektedir. Elde mevcut üç yazmasından en zengini diğer eserlerinden bazılarının da yer aldığı mecmua içindedir (Beyazıt Devlet Ktp., nr. 3504, vr. 8a-94b). Toplam beyit sayısı 3153 olan bu nüshadaki şiir mevcudu 360 gazel, on bir tanesi hece vezniyle altmış altı ilâhi, elli dört rubâi, elli müfred, bir mesnevi, bir tahmîs, iki terkibibend, bir terciibend ve değişik şekilli on dokuz manzumeden ibarettir. Divanda ayrıca on yedi Arapça ve iki Farsça şiir bulunmaktadır. Divanın diğer iki yazmasından biri Süleymaniye (Hâşim Paşa, nr. 77), diğeri Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler (Genel, nr. 745) kütüphanelerinde kayıtlı olup ilkindeki beyit sayısı 3034, ikincisinde 2283’tür. Divanın her ikisi de Beyazıt Devlet Kütüphanesi nüshasına dayanan iki baskısı yapılmıştır (Bulak 1257; İstanbul 1288). Bu üç yazma nüshası üzerinden tenkitli metni Murat Yurtsever tarafından doktora tezi olarak hazırlanmış (İsmâil Hakkî Divânı [İnceleme-Metin], Bursa 1990) ve inceleme kısmı yeniden düzenlenmek suretiyle basılmıştır (bk. bibl.). 2. Mi‘râciyye. 1121’de (1709) Bursa’da yazılan 477 beyitlik manzume sanatlı ifadesi, muhteva zenginliği ve dile getirdiği yüksek duygularla edebiyatımızın diğer mi‘râciyyeleri arasında seçkin bir yere sahiptir. Çeşitli nüshaları içinde Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’ndeki (Genel, nr. 124) müellif hattı ile olan tezhipli yazma yanında yine kendi yazısıyla olan bir diğer nüsha (TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 1790, vr. 66b-82b) özellikle kaydedilmeye değer. Eserin 1267’de (1851) İstanbul’da yapılmış bir baskısı vardır. Mesnevi şeklinde yazılan eserin diğer mi‘râciyyelerle birlikte işlediği motifler bakımından karşılaştırmalı olarak tahlil ve değerlendirmesi Metin Akar tarafından yapılmıştır (Türk Edebiyatında Manzum Mi‘râc-nâmeler, s. 171-172; ayrıca bk. İndeks). 3. Manzûmât. İsmâil Hakkı’nın 1117 (1705) yılında kaleme aldığı 150’yi aşkın manzumesini kendi el yazısı ile kaydettiği bu mecmua Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Hâlet Efendi, nr. 789, vr. 222b-252b). Çeşitli eserlerinde dağınık olarak yer alan şiirleri ise Mahmud Nâsıh tarafından bir araya getirilmiştir (Sübhatü’s-sâlikîn, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 1700). Şerhleri. 1. Ferâhu’r-rûh. Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin Muhammediyye adlı eserine yaptığı geniş hacimli şerhtir. 1105’te (1694) kaleme alınan şerh İsmâil Hakkı’nın en çok aranan, yazma nüshaları ve baskıları en fazla olan eseridir. Müellif hattı ile nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan şerhin (Genel, nr. 59-61) toplam altı baskısı yapılmıştır (Bulak 1252, 1255, 1256, 1258; İstanbul 1274, 1294). Kitabın Latin harfleriyle sadeleştirilmiş bir yayını da vardır (Ferâhu’r-Rûh, haz. Mustafa Utku, İstanbul 2000). 2. Rûhu’l-Mesnevî. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Mes̱nevî’sinin ilk 738 beytinin şerhidir. Gördüğü rüyalar ve aldığı mânevî işaretler üzerine yaptığını belirttiği şerhe sık sık kendi şiirlerinden de parçalar katmıştır. Müellif hattı nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan (Genel, nr. 72-74) bu hacimli şerhin de ikişer cilt halinde yapılmış iki baskısı vardır (İstanbul 1285, 1287; eser üzerinde şu çalışmalar yapılmıştır: Muti Akkoyun, Rûhü’l-Mesnevî’deki Metod ve Mesnevî’nin İlk On Sekiz Beyti, yüksek lisans tezi 1985, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmet Sevgi, “İsmail Hakkı Bursevi’nin Mesnevi Şerhi’nde [I. cilt] Müellife Ait Manzum Parçalar”, 7. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 1994, s. 43-48). 3. Kitâbü’l-Envâr. Doksan dokuz beyitlik bu kaside içinde geçen tasavvufî ıstılahların yine kendisi tarafından yapılmış şerhiyle birliktedir. Müellifin 1121’de (1710) kaleme aldığı eserin kendi hattı ile bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Mihrişah Sultan, nr. 189). Nevin (Gümüş) Mete eser üzerinde doktora çalışması hazırlamış (İsmail Hakkî Bursevî’nin Diğer Eserlerine Müracaatla, Kitabü’l-Envar Şerhi ve Şerh Metodu, 1998, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), M. Murat Yurtsever de eseri bir makaleye konu etmiştir (“İsmâîl Hakkî Bursevî’nin Kitâbü’l-Envârı”, UÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, VII/7 [1998], s. 279-296). 4. Şerḥ-i Naẓmü’s-sülûk. İbnü’l-Fârız’ın Naẓmü’s-sülûk (et-Tâʾiyye) adlı kasidesinin ilk dört beytinin şerhi olup müellif hattı nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Mihrişah Sultan, nr. 189/1). 5. Şerh-i Pend-i Attâr. Ferîdüddin Attâr’a isnat edilen Pendnâme’ye yaptığı geniş hacimli bir şerhtir. Müellif hattı nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan şerh (Genel, nr. 68-69) çok rağbet görmüş olduğundan çeşitli yazma nüshaları bulunduğu gibi iki de baskısı vardır (İstanbul 1250, 1287). Eser üzerinde bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (Rafiye Duru, Bursalı İsmâil Hakkı’nın Şerh-i Pend-i Attar’ı [İnceleme-Metin], Ege Üniversitesi, 1998, Sosyal Bilimler Enstitüsü). 6. Şerh-i Ebyât-ı Hacı Bayrâm-ı Velî. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin, “Çalabım bir şar yaratmış” mısraı ile başlayan manzumesinin şerhi olup müellif hattı nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Esad Efendi, nr. 1521/1). 7. Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre. Yunus Emre’ye atfedilen iki şathiye ile iki ilâhinin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1521/2, 4, 6, 7 [müellif hattı]). 8. Şerh-i Nazm-ı Ahmedî. İsmâil Hakkı’nın, şairinin hangi Ahmedî olduğunu bilmediğini belirterek şerhettiği hece vezniyle yazılmış yedi beyitlik bu şathiye Dukakinzâde Ahmed Bey’e (X./XVI. yüzyıl) aittir. Müellif hattı nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Mihrişah Sultan, nr. 189/1, vr. 103a-106a; Esad Efendi, nr. 1521, vr. 81b-86a). İstanbul’da basılan (1330) şerh, Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatçı tarafından da neşredilmiştir (Bitmemiş Ot Dibinde Doğmadıcak Bir Göcen: Şerh-i Nazm-ı Ahmed, Ankara 2000). 9. Şerh-i Nazm-ı Hayretî. Bu mutasavvıf şairin, “Sînemin bâğında bitmiş bir ağaçta dört dal” mısraı ile başlayan manzumesine şerhtir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2749/5’tekinden başka Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi’de üç nüshası daha vardır). 10. Şerh-i Ebyât-ı Hasan-ı Kādirî. Çağdaşlarından olduğu anlaşılan bu mutasavvıf şairin, “Bu gönül hem Hak’tadır hem anda Hak” mısraı ile başlayan manzumesinin şerhi olup İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki (TY, nr. 3339/3) nüshadan başka Süleymaniye Kütüphanesi’nde de iki nüshası mevcuttur. BİBLİYOGRAFYA İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, İstanbul 1333, IV, 314, 318, 429. a.mlf., Kitâbü’s-Silsile, İstanbul 1291, s. 103. Mecmûa, Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 650, vr. 37b. Ahidnâme-i Hakkī, İstanbul 1329, s. 14. Safâyî, Tezkire, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2549, vr. 77a. Belîğ, Nuhbetü’l-âsâr, s. 87. Şeyhî, Vekāyiu’l-fuzalâ, II-III, 683. Sâlim, Tezkire, İstanbul 1315, s. 227-229. Râmiz ve Âdâb-ı Zurafâ’sı: İnceleme-Tenkidli Metin-İndeks-Sözlük (haz. Sadık Erdem), Ankara 1994, s. 81. Müstakimzâde, Tuhfe, s. 126-127. Sahaflar Şeyhizâde Esad Efendi, Bağçe-i Safâ-endûz, İÜ Ktp., TY, nr. 2095, s. 35. Hammer, GOD, IV, 135-137. Fatîn, Tezkire, s. 62-63. Mehmet Ali Ayni, Isma’il Hakkı, philosophe mystique, Paris 1933, s. 89-91. a.mlf., Türk Azizleri I: İsmail Hakkı, İstanbul 1944, s. 223-237. Ergun, Antoloji, I, 148. TYDK, III, 644-645. Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 554, 573. Sakıb Yıldız, L’exégète turc İsmaʿil Haḳḳī Burusawī. sa vie, ses oeuvres et la méthode dans son tafsīr Rūh al-Bayān (doktora tezi, 1972), Sorbonne Université, tür.yer. Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mi‘râc-nâmeler, Ankara 1987, tür.yer. Abdurrahman Güzel, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara 2000, s. 417-420. İtikadî Görüşleri. Akaid konularında genellikle Ehl-i sünnet’e mensup olduğunu söyleyen İsmâil Hakkı Bursevî tasavvufta Muhyiddin İbnü’l-Arabî ekolüne bağlı olduğundan bilgi bahsi, ulûhiyyet, nübüvvet ve âhirete ilişkin meselelerde farklı görüşler benimseyip Sûfiyye akaidinin temsilcileri arasında yer alır. Ona göre “Ehl-i sünnet” kavramı Hz. Peygamber’in, ashabın ve tasavvuf erbabının sünnetine tâbi olanları ifade eder; “ehl-i bid‘at” ise bunlara muhalefet edip cüz’î akla uymayı benimseyenleri anlatır. Böylece İsmâil Hakkı sünnetin kapsamına meşâyihin görüş ve davranışlarını da dahil eder (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, I, 169; IV, 192). Bursevî’nin belli başlı itikadî görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür: Bilginin zâhirî kaynakları yanında bâtınî kaynakları da mevcut olup bunlar vahiy ve ilhamdan ibarettir. Ledünnî veya keşfî adı verilen bu bilgilere sadece amel-i sâlih işleyen takvâ sahipleri ulaşır. Vahiy ve ilham, doğrudan doğruya Allah’tan alınması bakımından aynı olmakla birlikte edebe riayet etmek amacıyla vahyin peygamberlere, ilhamın ise velîlere mahsus olduğu söylenir. Kişi kemale erince ilâhî feyizleri almaya elverişli hale gelir ve açık bir şekilde Allah’tan bilgi aldığını farkeder. Bunun Allah’tan geldiğini bilmek için başka bir bilgiye de ihtiyaç duymaz. Bu tür bilgiyi reddetmek insanı cehenneme götüren davranışlardan birini oluşturur (a.g.e., II, 285; V, 271, 275; VIII, 344). Keşif ve ilham yoluyla elde edilen bilgiler peygamberlerin tebliğleriyle ilgili tereddütleri ortadan kaldıran bir mahiyet arzeder. Nitekim keşfen sabit olan bir hadis, isnad zincirinin bulunmamasına rağmen hadisçilerin rivayet ettiği hadisten daha sahihtir, zira keşif ehli hadisi doğrudan doğruya Hz. Peygamber’den alır (İsmâil Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî, s. 10). Keşfî bilgiler naslarda haber verilen gayb âlemiyle ilgili problemlerin çözülmesinde de kullanılabilir (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, IX, 185). Allah’ın zâtı ve sıfatları konusunda bilgi edinmek için en önemli kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu alanda kesin bilgiye ulaşmak, ilâhî isimleri sürekli zikredip bütün benliğiyle bu noktada yoğunlaşmak sayesinde mümkün olur. Bunu tam olarak gerçekleştiren kişinin kabiliyetine göre ilâhî isimlerle ruhu arasında bir ilişki meydana gelir, ilâhî ve kevnî sırlara dair bilgilere ulaşır (a.g.e., III, 307). İlâhî feyizlere mazhar olan kişi sonunda Allah’tan başka hiçbir varlığın bulunmadığını, kâinatın ilâhî tecellilerden ve mâsivânın hayallerden ibaret olduğunu anlar. Tevhidin hakikati olan “lâ mevcûde illallah” derecesinde bulunan kişi öyle bir makama yükselir ki onda kul rab olur ve her şeyi Allah ile aynı görür. Bu noktaya erişen insan kendini yokluk mertebesinde bulur, böylece Allah ile halvet hali gerçekleşir ve kenz-i mahfî adı verilen ilâhî bir makam zuhur eder. Vahdet makamı olan bu halde kulun varlığı ortadan kalkar ve sadece Allah’ın varlığı kalır (a.g.e., VI, 402; İsmâil Hakkı Bursevî, Kitâbü’l-Hitâb, s. 162-163; a.mlf., Kenz-i Mahfî, s. 155). Tevhidin “lâ ilâhe illâ hû, lâ ilâhe illâ ente, lâ ilâhe illâ ene” şeklinde üç mertebesi bulunduğu gibi şirkin de açık, gizli ve en gizli üç derecesi vardır. Açık şirk puta tapmaktır. Bundan kurtulmanın tek yolu tevhiddir. Gizli şirk, dünyaya ve nefis arzularına meylederek rubûbiyyetin dışındaki şeylere iltifat etmektir. Bundan kurtulmanın yolu “bir”i “bir” için “bir”le birlemektir (vahdâniyet). Gizli şirk seçkin kullar için söz konusudur. En gizli şirk ise Allah’tan başka varlık görmek ve benliğin mevcudiyetine inanmaktır. En seçkin kullara ait olan bu şirkten kurtulmak nâsûtiyyeti yok edip lâhûtiyyette bekā bulmakla (vahdet) mümkündür (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, II, 219). İlâhî isim ve sıfatlar, Allah’ın yaratıklarla ilişki kurmasını sağlayan ve zâtıyla yaratıkları arasında bir tür perde fonksiyonu gören vasıtalardır. Esasen Allah için biri ahadiyyet, biri de vâhidiyyet olmak üzere iki mertebe vardır. Birincisinde Allah her türlü nitelikten müstağni olan mutlak varlıktır. İkincisinde ise isim ve sıfatlar alarak kulları tarafından bilinmesi mümkün hale gelir. İsimler ve sıfatlar tevkīfîdir. İlâhî kelâm harf ve seslerden oluşmadığı halde Hz. Mûsâ duyduğu kelâmın Allah’a ait olduğu konusunda zaruri bir bilgiye sahip kılınmış, sanki bütün varlığıyla onu algılamıştır. Âhirette de ilâhî kelâmın duyulması bu şekilde gerçekleşecektir (a.g.e., VI, 322). Haberî sıfatlar mecazi anlam taşır. Allah zâtıyla değil zâtının nurları ve sıfatlarının tecellileriyle her yerde mevcuttur. Allah, zâtını ve sıfatlarını yaratıklara tanıtırken azamet ve kibriyâ konusunda zihinlerinde oluşan kavramları seçmiş ve kibriyâsını anlatırken arştan söz etmiştir. Velî kullarının kalpleri onun arşıdır, bütün sıfatlarıyla onlara istivâ etmiştir (a.g.e., I, 403-404; V, 365; VI, 101; VIII, 166). Mutlak olarak bütün oluşlardan sıyrılmak anlamında tam bir “insilâh” vuku bulup beşeriyet halinin yok olmasından sonra insanın Allah’ı dünyada kalp gözüyle (basîret) görmesi mümkündür. Peygamberler, hatta velîler bu dünyada Allah’ı kalp gözüyle görmüşlerdir. Madde âlemini aşan Hz. Peygamber ise cisim sûretine bürünen sırrı ve ruhuyla, yani basar ve basîretiyle keyfiyetsiz olarak rabbini görmüştür. Allah’ın rüyada görülmesi de mümkündür, zira rüyada gören göz değil kalptir. Nitekim seleften pek çok kimsenin Allah’ı rüyada gördüğü nakledilmiştir (a.g.e., III, 77-80, 232; V, 122; IX, 222). Âhirette herkes Allah’ı inandığı gibi, insân-ı kâmil olanlar ise tam olarak göreceklerdir. Peygamber, ilâhî feyizleri vasıtasız bir şekilde alma kabiliyetine sahip olan kimsedir. İnsanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmasının mânası da budur. Bütün insanlar Allah’ı bilmek için aklı kullanmakta eşit oldukları halde peygamberler kalplerinde açılan bir yolla vahiy alarak diğer insanlardan ayrılır. Peygamberlerin hepsi insanları inkâr, şirk, bilgisizlik, kötülük ve ahlâksızlıktan kurtarıp Allah’ın varlığını ve birliğini, bilgi üretmeyi, iyilik yapmayı ve erdemli olmayı öğretmek suretiyle onları yüce değerlerle bezemişlerdir. İlâhî kitapların özeti bundan ibarettir (a.g.e., I, 181, 224, 439; IV, 425; V, 257; VI, 323; VIII, 228). Allah’ın peygamberleri göndermesinden maksat Hz. Muhammed’in varlığıdır. Önce gönderilen peygamberler insanlara onun nübüvvetini müjdelemeye yönelik bir hazırlık safhası teşkil etmişlerdir. Zira ilk defa “akl-ı evvel” veya “felek-i a‘lâ” diye de bilinen Hz. Muhammed’in ruhu yaratılmıştır. Yaratıkların ilki ve aslı olduğundan ona ümmî denilmiştir. Ölüleri diriltmek gibi pek çok mûcizesi vardır. Çelişki taşımayan Kur’an gibi hacimli bir kitabı getirmesi onun ilmî mûcizesini oluşturur. Ebeveyni diriltilmiş ve ona iman ettikten sonra tekrar âhirete intikal etmiştir. Resûlullah örfî anlamda son peygamber olmakla birlikte nübüvvetin “Allah’tan haber vermek” şeklindeki asıl anlamı dikkate alınırsa peygamberlik kıyamete kadar devam edecektir. Hâtemü’n-nebiyyîn oluşu nübüvvetinin çocuklarına intikal etmediği anlamına gelir. Allah’tan doğrudan haber alanlara, Cebrâil vasıtasıyla vahye mazhar olanlar tarzındaki örfî anlamıyla nebî değil velî denilir. Şu halde gerçek anlamda nübüvvet sona ermeyip ümmet içindeki velîler aracılığıyla devam etmektedir (a.g.e., I, 217; II, 245; III, 253, 255; VII, 187; IX, 501). Her mümin bir velîdir, ancak velâyetin en yükseği fenâ mertebesine erişip Allah’la bekā bulmaktır. Hz. Peygamber’in vârisi olan velîler kâinatın mânevî direkleridir. İnsan ruhu bedenini terkedince ceset çürüyüp dağıldığı gibi velâyet sona erip artık velî zuhur etmeyince kâinat dağılacak ve kıyamet kopacaktır. Allah’a ve peygamberlere imanın yanı sıra velîlere de inanmak gerekir. Kesbî olduğu zannedilirse de esasen nübüvvet gibi velâyet de vehbîdir. Vasıtasız bir şekilde Allah’la irtibat kuran velîlerin getirdikleri bilgilere “ilham âyetleri” veya “bâtınî vahiy” denilir. Peygamberler müstakil bir şeriat getirdikleri halde velîler bu şeriatı açıklayıcı bilgilere mazhar olurlar. Peygamberlere gelen vahiylere iman etmek gerektiği gibi müminlerin bunlara da inanması gerekir. Meleklerle daima irtibatlı olan velîler bu sayede gaybı bilirler, hatadan korunmuş olup bütün varlıklar emirlerine âmâde olur. Kerametler hem velâyeti hem de Hz. Peygamber’in nübüvvetini kanıtlar. Kerametlerin en önemlisi ilmî olanıdır, zira hârikulâde olaylardan ibaret olan kevnî kerametlerin benzerleri Ehl-i kitabın ruhbanları veya doğuştan güçlü bir ruhî yapıya sahip kılınan kişiler tarafından da ortaya konabilir. Mârifetullaha ilişkin bilgilerle insanları irşad edip sâlih birer kul haline getirmek ise en büyük ilmî keramettir (a.g.e., III, 316, 333, 355-356; IV, 51, 56, 61-62, 80-81, 205, 225, 447; V, 268, 393; VII, 70, 105, 407; VIII, 39, 264, 470; IX, 12; X, 12-13, 201). Müstakil bir cevherden ibaret olan ruh ölümden sonra da mevcudiyetini sürdürür. Nasların haber verdiği âhiret âleminin gerçek olabileceğini kabul etmek aklın gereğidir. Allah ölenleri kabirlerinde diriltir ve nimetle azabı hissetmelerini mümkün kılacak şekilde onlara hayat verir, böylece onlar sorulan soruları anlayıp cevap verecek bir hale gelirler. Ölüm insanların aklî melekelerinde bir değişiklik meydana getirmez, çünkü aklî melekeler ruha ait niteliklerdir. Bazı büyük sûfîlerin söylediğine göre cehennem ehli azap görürken zaman zaman Hz. Peygamber’in şefaatinin bereketiyle uyuyarak azaptan kurtulurlar ve bu onlar için büyük bir rahmet olur. Keşfen bilinen bu husus uzak bir ihtimal değildir. Kâfirlerin bedenleri ve ruhları uzun devirler boyunca yandıktan sonra gerçeği görmelerine engel olan perdeler kalkar, böylece âriflerin dünyada gördükleri cemâlin izlerini görürler. Bu onların, içinde bulundukları azabın hafiflemesine vesile olur. Zira cemâlin izlerini müşâhede ederken yanmak nerede ise hissedilmez. Hz. Yûsuf’un güzelliğini seyreden kadınların ellerini bıçakla kestikleri halde acı hissetmeyişleri bunu kanıtlayan örneklerden birini teşkil eder (a.g.e., I, 258; II, 94; III, 69, 70; IV, 461; V, 479, 485; VII, 415-416, 457; VIII, 423; IX, 126, 205). Hakkında had cezası ve açık azap haberi bulunan günahlar büyük günahlardır. Bütün günahlar nefsin arzularına uymak ve dünyayı sevmekten kaynaklanır. Haramlara ve helâllere dair hükümleri reddetmek, Hz. Peygamber’in yanı sıra diğer peygamberlerle alay etmek veya onları küçümsemek, velîleri inkâr etmek ve ilâhî buyrukları meşakkatli bulmak tekfir edilmeyi gerektiren hususlardandır (a.g.e., I, 179; II, 348; III, 394; IV, 68). Büyük çapta Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tesirinde kalan İsmâil Hakkı Bursevî’nin, keşfi hemen hemen vahiyle eşdeğer sayması ve bütün dinî meselelerin çözümünde kullanılabilecek kesin bir bilgi kaynağı olarak kabul etmesi, vahdet-i vücûd teorisine gerçek tevhid nazarıyla bakması ve bu konuda sahih olmayan bazı rivayetlere dayanması, gerçek anlamıyla nübüvvetin sona ermediğini savunup peygamberle velîleri paralel çizgilerde telakki etmesi, kâfirlerin cehennemde zaman zaman azaptan kurtulabileceklerine ve bir şekilde ilâhî cemâli müşâhede edebileceklerine keşfe dayanarak inanması, onun genel çerçevede Ehl-i sünnet akaidinden ayrıldığı noktaları oluşturur. İsmâil Hakkı’nın zâhirî mânadan mecazi mânaya gitmemek gerektiğini savunmasına rağmen görüşlerini kanıtlamak için nasları çok defa uzak te’villere tâbi tuttuğu dikkatten kaçmamaktadır. Döneminden itibaren gerek tasavvuf çevrelerinde gerekse medreselerde eserleri okunduğundan İsmâil Hakkı’nın etkilerinin oldukça yaygın olduğunu söylemek mümkündür. İlâhiyyât konularına ilişkin görüşleri İbrahim Çapak tarafından incelenmiştir (bk. bibl.). |
#2
|
||||
|
||||
BİBLİYOGRAFYA
İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, İstanbul 1389, tür.yer. a.mlf., Kitâbü’l-Hitâb, İstanbul 1256, s. 4-20, 37, 43, 47-52, 59-62, 66-67, 72-79, 81, 95-97, 104-105, 111, 115, 121, 127-133, 136, 138, 142, 162-163. a.mlf., Kenz-i Mahfî, İstanbul 1980, s. 10-11, 16-28, 30-36, 43-44, 67-69, 155. a.mlf., Kitâbü’n-Netîce (nşr. Ali Namlı – İmdat Yavaş), İstanbul 1997, I, 71, 206, 268; II, 225, 294, 382. Mehmet Ali Ayni, Türk Azizleri I: İsmail Hakkı, İstanbul 1944, s. 120, 161, 219-220. el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfî, s. 579. Cağfer Karadaş, İbn ‘Arabî’nin İtikadi Görüşleri, İstanbul 1997, s. 26, 30, 53-55, 80-81, 91-95. İbrahim Çapak, Bir Din Felsefesi Problemi Olarak Bursalı İsmail Hakkı’da Ulûhiyyet (yüksek lisans tezi 1997), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 123. Ahmed Saîd Süleyman, “Vaḥdetü’l-vücûd ve baʿżu’l-efkâri’l-Bâṭıniyye fi’l-kütübi’t-Türkiyye li-İsmâʿîl Ḥaḳḳī el-Bursevî”, Câmiʿatü’l-Ḳāhire Mecelletü Külliyyeti’l-âdâb, XXX/1-2, Kahire 1968, s. 1 vd. Eserlerinin çoğu Türkçe, kırk kadarı Arapçadır. A) Tefsir. 1. Rûḥu’l-beyân* fî tefsîri’l-Ḳurʾân. 2. Ta‘lîka alâ evâili Tefsîri’l-Beyzâvî. 3. Şerḥ ʿalâ tefsîri cüzʾi’l-aḫîr li’l-Ḳāḍi’l-Beyżâvî. 4. Tefsîr-i Sûreti’l-Fâtiha. 5. Tefsîru Âmene’r-Resûl. 6. Tefsîru Sûreti’l-ʿAṣr. 7. Tefsîru Sûreti’z-Zelzele. 8. Levâʾiḥ teteʿallaḳ bi-baʿżi’l-âyât ve’l-eḥâdîs̱. 9. Kitâbü’l-Mirʾât li-ḥaḳāʾiḳı baʿżi’l-eḥâdîs̱ ve’l-âyât. İsmâil Hakkı ayrıca bazı âyetlerin kısa tefsirlerini, yer yer de bazı hadislerin şerhlerini yapmıştır. B) Tasavvuf. 1. Rûhu’l-Mesnevî (Şerhu’l-Mesnevî). 2. Şerhu’l-Muhammediyye (Ferâhu’r-rûh). 3. Tamâmü’l-feyż fî bâbi’r-ricâl. 4. Silsilenâme-i Celvetiyye (Kitâbü’s-Silsileti’l-Celvetiyye). 5. Kitâbü’l-Hitâb. 6. Kitâbü’n-Necât. 7. Şerh-i Usûlü’l-aşere. 8. Tuhfe-i Recebiyye. 9. Risâle-i Şerh-i Esmâ-i Seb‘a (Şerh-i Kelime-i Tevhîd, Kitâbü Şecereti’t-tevhîd, Kitâbü’t-Tevhîd). 10. Risâletü’l-Hazarât. 11. Kenz-i Mahfî. 12. Kitâbü Hücceti’l-bâliğa. 13. Tuhfe-i İsmâiliyye. 14. Tuhfe-i Halîliyye. 15. Tuhfe-i Bahriyye. 16. Risâle-i Hüseyniyye. 17. Sülûkü’l-mülûk (Tuhfe-i Aliyye). 18. Tuhfe-i Hasekiyye. 19. Kitâbü’s-Sülûk (Tuhfe-i Vesîmiyye). 20. Şerh-i Ebyât-ı Fusûs. 21. Tuhfe-i Atâiyye. 22. Tuhfe-i Ömeriyye. 23. Risâle-i Bahâiyye. 24. Kitâbü’ş-Şecv. 25. Mecîü’l-beşîr li-ecli’t-tebşîr. 26. Vesîletü’l-merâm. 27. Risâle-i Nefesü’r-Rahmân. 28. Şerh-i Salavât-ı İbn Meşîş. 29. Nuḫbetü’l-leṭâʾif. 30. Mecmûʿatü’l-esrâr. 31. Risâle-i Şem‘iyye. 32. Es’iletü’s-Sahafiyye ve ecvibetü’l-Hakkıyye. 33. Es’ile-i Şeyh Mısrî’ye Ecvibe-i İsmâil Hakkı. 34. Kitâbü’l-Fasl fi’l-esrâr. 35. Esrārü’l-hurûf. 36. Risâle et-Teḥaccî fî ḥurûfi’t-teheccî. 37. Ḥaḳāʾiḳu’l-ḥurûf. 38. Kitâbü Zübdeti’l-makāl. 39. Maḳālât-ı Şeyḫ İsmâʾîl Ḥaḳḳı. 40. Mecmûʿa. 41. Kitâbü’n-Netîce. C) Hadis. 1. Şerḥu Nuḫbeti’l-fiker. 2. Şerḥu’l-Ḥadîs̱i’l-erbaʿîn. 3. Şerhu’l-Erbaîne hadîsen. D) Fıkıh ve Kelâm. 1. Şerḥu Fıḳhi’l-Keydânî. 2. Risâle-i Mesâili’l-fıkhiyye. 3. Risâletü’l-Câmia li-mesâili’n-nâfia. 4. Kitâbü’l-Fazl ve’n-nevâl. 5. İhtiyârât. 6. Ecvibetü’l-Hakkıyye an es’ileti’ş-Şeyh Abdirrahmân. 7. Şerhu Şuabi’l-îmân. 8. Şerhu’l-kebâir. E) Diğer Eserleri. 1. Şerhu Mukaddimeti’l-Cezerî. 2. Kitâbü’l-Furûḳ. 3. Şerḥu Risâle fi’l-âdâbi’l-münâẓara li-Taşköbrîzâde. 4. Mecâlisü’l-vaʿẓ ve’t-teẕkîr. 5. Kitâbü’l-Ḫuṭabâʾ (Ḫaṭîbü’l-ḫuṭabâʾ). 6. Risâle-i Gül (Risâle-i Verdiyye). Kaynak: DİA |
#3
|
|||
|
|||
İsmail Hakkı Bursevi
İsmail Hakkı Bursevi Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbulludur. Mustafa Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyâsı yandığından maddî sıkıntıya düştü. İstanbul'u terk ederek Trakya'da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmâil Hakkı Bursevî, 1652 (H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos'ta doğdu. İsmâil Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmâil Hakkı'ya; "Sen doğumundan beri, bizim hâlis talebemizsin." dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne'de bulunan ilk halîfesi Abdülbâkî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbâkî Efendinin yanında yedi sene kalan İsmâil Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyân, fıkıh, kelâm, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mültekâ, kelâmda Şerhi Akâid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı. İsmâil Hakkı Efendi, 1674 (H.1085) senesinde, zamânın büyük âlimi Osman Fadlî'den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbâkî Efendinin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul'a gitti. Osman Fadlî Efendi ile Atpazarı'nda bulunan Kul Câmiinde buluştu. Osman Fadlî, onu eskiden tanıdığından hemen kabûl etti. İsmâil Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allahü teâlânın zikri ile meşgûl oldu. Birgün hocası Osman Fadlî, onu yanına çağırarak; "Senin istidâdın gelmiş." dedi. Sonra Besmele çekip, Fâtiha-i şerîfeyi okudu ve üzerine üfledi. "Seni Bursa'ya halîfe yaptım." buyurdu. Kendisi şöyle anlatır: "Hocam beni Bursa'ya halîfe olarak tâyin ettiği zaman Mutavvel adlı eseri okuyordum. Hocamın Fâtiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hâl zuhûr etti. Hocamın bu duâsından sonra ilâhî feyz ve mârifetlere kavuştum. Bundan sonra âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin tefsîr ve te'villerini yapmaya başladım. Muhyiddîn-i Arabî, Abdülkâdir-i Geylânî, İbrâhim Edhem, Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinden mânevî olarak fâidelendim." İsmâil Hakkı Efendi, Bursa'ya gittikten bir süre sonra hocası tarafından Üsküp şehrine gönderildi. Burada insanlara vâz ve nasîhatta bulunmaya başladı. Bu sırada hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye başladı: "Oğlum Şeyh İsmâil Efendi! Aklen ve dînen, güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem sûresinin kırk sekizinci âyetinde yer alan hitâba hazır ol. Sabırlı ol, şükür edici ol. Gecelerinde ibâdet et. Gündüzleri oruç tut. Muttakî ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altında bırakacak yerlerden sakın. Şâyet böyle yerlere dâvet olsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele dâvet eyle. Onları îtikâdî ve amelî yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma." On sene Üsküp'de kalan İsmâil Hakkı Efendi, 1685 (H.1096) senesinde yine hocasının emriyle Tekfur Dağı yoluyla Bursa'ya gitti. Din ve dünyâ saâdetine sebep olan hocası Osman Fadlî, Kıbrıs'a gönderilince; "Canımız gitti, bedenimiz burada niye durur." diyerek, Magosa'ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa'ya vardığı zaman hocası ile birkaç gün sohbet etti. Birgün sohbet esnâsında sohbette bulunanları bir cezbe, kendinden geçme hâli kapladı. İsmâil Hakkı Efendi, o sırada, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin bir ilâhisini ve arkasından bir aşr-ı şerîf okudu. Bunun üzerine hocasının duâsına nâil oldu. Osman Fadlî Efendi, İsmâil Hakkı'ya dönerek; "Seni buraya getiren mîrâsındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi göremedim." dedikten sonra, parmağını İsmâil Hakkı'nın ağzının ortasına koyup; "Bu nefes benden sonra sana nasîb olsun." dedi. İsmâil Hakkı şöyle der: "Hocam böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve hâller hâsıl oldu ki, maksadıma kavuştum." Yine bir Cumâ günü Osman Fadlî, İsmâil Hakkı'yı yanına çağırdı. Bir tefsîr şerhini uzatıp; "Al şunu, otuz altı yıllık mahsulümdür. Allahü teâlâ sana daha ziyâdesini ihsân etsin." diye duâ etti. O duâdan sonra İsmâil Hakkı Efendide daha yüksek hâller meydana geldi. Seyyid Osman Fadlî şöyle buyurdu: "Allahü teâlâ bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye böyle yüksek bir talebe vermedi." İsmâil Hakkı Efendi, hocasının vefâtından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa'ya geldi. Bu yolculuk sırasında hazret-i Mevlânâ'yı, Sadreddîn Konevî'yi ve Eşrefzâde Abdullah Rûmî'yi ziyâret etti. Sultan İkinci Mustafa Hânın, dâveti üzerine, 1695 (H.1107) senesinde Edirne'ye gitti. Nemçe seferinde, orduya cihâdın sevâbını ve büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu. Osmanlı Ordusu önceBelgrad'a vardı. Oradan Tuna'yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine Edirne'ye geri döndü. Ertesi sene ordu yine Edirne'den ayrılarak Belgrad'a gitti. O sırada Sadrâzam Elmas Mehmed Paşa idi. İsmâil Hakkı Efendi, Elmas Paşanın hazır bulunduğu gazâların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. İsmâil Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu hâlde Bursa'ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devâm etti. Hocası Seyyid Osman Fadlî'nin vefâtından yirmi sekiz sene sonra, gördüğü bir rüyâ üzerine âilesiyle birlikte Şam'a gitti. Şam'da üç sene kadar kaldı. Sonra Allahü teâlânın izni, Resûlullah efendimizin işâreti üzerine İstanbul'a gitti. Üç sene kadar Üsküdar'da kaldı. Bu sırada otuza yakın eser yazdı. Kendisi şöyle anlatır: "Üsküdar'da iken bir gece Şeyh Üftâde ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin rûh-u şerîfleri gelip yanıma oturdu. Bursa tarafına gitmemi işâret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ taraflarına aldılar. Azîz Mahmûd Hüdâyî bana çok iltifât etti." İsmâil HakkıEfendi, 1722 (H.1135) senesinde Bursa'ya gitti. İlk iş olarak bir dergâh yaptırdı ve ismini "Câmi-i Muhammedî". koydu.Dergâh; mescid, semâhâne, çilehâne ve misâfir odalarından meydana gelmiştir. Câminin kitâbesi bizzatİsmâil Hakkı Efendi tarafından yazıldı. Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi.Yetmiş altı yaşında iken, 1725 (H.1137) senesinde Hakk'ın rahmetine kavuştu. Kabri, yaptırdığı ve bugün İsmâilHakkı Tekkesi diye anılan Câmi-i Muhammedî'nin mihrâbının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın yakınlarındanHacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Câmi-i şerîfi tâmir ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır. Etrâfında ve üstünde demirden şebeke vardır. Kendisi şöyle anlatır: "Allahü teâlâ, âdeti ilâhiyyesi üzerine beni bulunduğum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sâhip olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfân sâhibi eyledi.Allahü teâlânın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfân ihsân etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yüksekliğe kavuşmak, başa gelen belâ ve musîbetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan, pekçok meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka memlekete gitmek sûretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilâkis başa gelen belâ ve musîbeti kadere rızâ ile karşılamak iyi âkibetlere vesîle olur. İlk önce yolculuk yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa'ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs'a gitmem îcâb etti. Yedi sene sonra Harem-i şerîfe gittim. Yedi sene sonra Hicaz'a gittim. Orada çocuklarım vefât etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hattâ kıymetli kitaplarım ve eşyâlarımın hepsi elimden gitti. Bütün bunlar karşısında ilâhî emre boyun eğdim. Yedi sene sonraEbû Yümn'ün kabrini ziyâret maksadı ile doğum yerim olan Aydos'a gittim. Yedi sene sonra ikinci defâ olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa'dan Şam'a gitmem emrolundu. Bütün akrabâlarımdan uzak kaldım. İşte birçok musîbet ve çilelerle geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü teâlâ dilediğini yapar. Kimse O'na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve çektiğim bu sıkıntılar, tamâmen mânevî işâretlerle meydana gelmiştir. Güzel âkibet, ancak Allahü teâlânın fermânı üzere meydana gelendir. Resûlullah efendimiz; "Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir." buyurmuştur. İnsana gelen belâ ve sıkıntılar, kalbi aydınlatır. Belâ ve musîbet zamânında tecellî-i ilâhî meydâna geldiği için kalbi genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyâda görülür. Bu îtibârla büyük zâtlar hep meşakkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resûlullah efendimiz kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında; "İlâhî! Kavmime hidâyet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar." buyurarak hidâyetleri için duâ ettiler." İsmâil Hakkı Bursevî buyurdu ki: "Evliyâyı inkâr etmeyip, muhabbet beslemek lâzımdır. Çünkü hadîs-i şerîfte; "Kişi sevdiği ile berâberdir." buyuruldu. Kıyâmet günü bu büyükler sevdiklerine şefâat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helâkine sebeb olur." "Mâlûm ola ki, Muhammed aleyhisselâmın yoluna girene farz olan, Allahü teâlâdan başka olan şeyleri kalbinden çıkarmaktır. Meselâ; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabâsını terk edip yola devâm eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım ve akrabâsının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat rahat gidemez. Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber gazâya çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi gazâya götürmedi.Meşhûr sözdür ki; "Bir evde iki sarıklı olmaz!" Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzûrunun bozulmasına sebeb olur. Nefs ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zâhiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar. Namazın fâidesine inancı az olan kimse, kaç rekat kıldığını şaşırır. Ekseriyâ dînî meselelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zâhirleri de harabdır. Onun için sûretten hakîkate istidlâl et. Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalâlete saparsın! Topluluktan ayrılan helâk olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında olanlar âmâ gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyâcı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyâcı vardır. Kâmil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içerisinde maksadına kavuşur. Bunun misâli dağlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardır. Yâni dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım görmedikleri için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur." Bursalı İsmâil Hakkı hazretleri yazmış olduğu şiirlerinde Hakkı mahlasını kullanmıştır. İsmâil Hakkı Bursevî'nin 106 adet eseri vardır. Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sâde bir üslûp ile yazmıştır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân: Kur'ân-ı kerîmin tefsîridir. İsmâil Hakkı hazretleri bu tefsîrinde şöyle buyurur: "Mânevî pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin delâleti ile, birgün rüyâmda Resûlullah efendimiz bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifâde ile; "Ümmetim için bir tefsîr yaz!" diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâdan ve Resûlullah efendimizin rûhâniyetinden yardım isteyerek üç cildlik bir tefsîr yazdım." Bu tefsîr hem İstanbul'da hem de Mısır'da basılmıştır. Daha ziyâde bir vâz tefsîridir. 2) Şerh-i Muhammediyye (iki cild), 3) Şerh-i Mesnevî (iki cild), 4) Şerh-i Pendi Attâr, 5) Şerh-i Bostân, 6) Şerh-i Hadîs-i Erba'în, 7) Risâle fî İlm-i Hadîs, 8) Kitâb-ül-Kebîr, 9) Kitâb-ün-Netîce, 10) Şerh-i Mukaddime fî İlm-i Nahv, 11) Şerh-i Fıkh-ı Gîydânî, 12) Hüccet-ül-Bâliga, 13) Kenz-i Mahfî, 14) Nakd-ül-Hâl, 15) Risâlet-ül-Câmi'a, 16) Risâle-iVerdiyye, 17) Şerh-i Şuab-il-İmân, 18) Vesîlet-ül-Merâm, 19) Şerh-ul-Âdâb, 20) Kitâb-ül-Envâr, 21) Sülûk-ül-Mülûk, 22) Silsile-i Nâme-i Celvetî, 23) Kitâb-ül-Mir'ât, 24) El-Vâridat-ül-Kübrâ, 25) Hutab-ul-Hutabâ, 26) Risâle-i Vahdet-i Vücûd, 27) Şerhu Salât-iş-Şifâ, 28) Esrâr-ul-Hac, 29) Şerhu Dibâce-i Kasîde-i İbn-i Fârid, 30) Şerh-ul-Mukrî el-Cezerî fî İlm-it-Tecvîd, 31) El-Vesâyâ fil-Uhûd, 32) Risâlet-ün-Nesâyih, 33) Dîvân. GÜNÂH İŞLEYENLER Kelime-i tevhîd ile zikr etmenin faydasını talebesine şöyle anlattı: Kelime-i tevhîd; söyliyenin korkusunu ve hayâlindeki düşünceleri giderir. Allahü teâlânın diğer isimleri ile yapılan zikrde hayâle gelen düşünceler tamâmen gitmez. Hayâl gâlip olup, talebe, bir makâmın sâhibi oldum sanır. Hâlbuki, kavuştuğu makam hayâlidir. Makam, kalbî ve aynî değildir. Ben böyle iddiâcılarla karşılaştım. Bunlardan bâzısı; "Ben her gece mîrâc ederim." diye iddiâ ederdi. Bâzıları da; "Bana günah zarar vermez." diyerek, bozuk îtikâdda idi. Bu düşünceleri hayâlden gelme idi. Bu ise mekr-i ilâhîdir, yâni Allahü teâlânın aldatarak, nîmet şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. Evliyâdan Ebû Ali Rodbârî'den; "Bir kimse günah işler ve; "Bana helâldir. Çünkü ben öyle bir dereceye yükseldim ki, günahlar bana zarar vermez bana tesir etmez." derse, bu kimse hakkında ne dersiniz?" diye sorulunca, cevâben; "Öyle bir makâma kavuştuğunu söyleyen, kavuştu fakat Cehennem'e kavuştu. Yoksa Cennet'e veHakk'a kavuşmadı. Çünkü, haram olan şeylerin helâl olacağı makam yoktur. Haram olan, her makamda haramdır. Her âlim kendi makâmına uygun amel işler. Yükselmeye mâni olan işlerin yanına uğramazlar. İşte bir asırdır âlemde hak ve doğru sûretinde, bâtıl olan işleri yapanlar meşhûr oldu." buyurdu. 1) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.2, s.266 2) Esmâ-ül-Müellifîn; c.1, s.219 3) Kitâb-ı Silsile-i İsmâil Hakkı; s.105 4) Pendi Attâr Şerhi Mukaddimesi 5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.37 6) Kâmûs-ül-A'lâm; c.2, s.950 7) Münşeâti Azîziyye; s.288 8) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.28 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1099 10) RehberAnsiklopedisi; c.8, s.226 11) Tefsîr-i Rûh-ul-Beyân 12) Kitâb-ül-Hitâb 13) Lugat-ı Târihiyye ve Coğrafiyye; s.173 14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.13 . |
#4
|
|||
|
|||
Ismail hakkı bursevi
HİCRİ 12.ASIR ALİMLERİ
İSMAİL HAKKI BURSEVİ Anadolu’da yetişen büyük velilerden. İsmi, İsmail Hakkı bin Mustafa’dır. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbulludur. Mustafa Efendi, 1062 (m. 1650) senesinde İstanbul esir Hanı’nda çıkan büyük bir yangında evi ve eşyası yandığından maddi sıkıntıya düştü. İstanbul’u terk ederek Trakya’da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmail Hakkı Bursavi, 1063 (m. 1652) senesi Zilka’de ayının başlarında bir Pazartesi günü Aydos’ta doğdu. 1137 (m. 1725) senesinde Bursa’da vefat etti. Bugün İsmail Hakkı Tekkesi diye anılan Muhammedi Camii’nin avlusuna defnedildi. İsmail Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Osman Fadli Efendi’ye götürdü. Osman Fadli Efendi, elini öpen İsmail Hakkı’ya; “Sen doğumundan beri, bizim halis talebemizsin” dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmail Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadli Efendi’nin Edirne’de bulunan ilk halifesi Abdülbaki Efendi’nin terbiyesi altına girdi. Abdülbaki Efendi’nin yanında yedi sene kalan İsmail Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyan, fıkıh, kelam, tefsir ve hadis dersleri aldı. Fıkıhta “Mülteka”, kelamda “Şerhi akaid” adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı. İsmail Hakkı Efendi, 1085 (m. 1674) senesinde, zamanın büyük alimi Osman Fadli’den ilim öğrenmek için, hocası Abdülbaki Efendi’nin yazdığı bir mektubu alarak İstanbul’a gitti. Osman Fadli Efendi ile Atpazarı’nda bulunan Kul Camii’nde buluştu. Osman Fadli, onu eskiden tanıdığından hemen kabul etti. İsmail Hakkı Efendi bir müddet hocasına hizmet etti ve Allahü tealanın zikri ile meşgul oldu. Birgün hocası Osman Fadli, onu yanına çağırarak; “Senin istidadın gelmiş” dedi. Sonra Besmele çekip, Fatiha-i şerifeyi okudu ve üzerine üfledi. “Seni Bursa’ya halife yaptım” buyurdu. Kendisi şöyle anlatır: “Hocam beni Bursa’ya halife olarak ta’yin ettiği zaman “Mutavvel” adlı eseri okuyordum. Hocamın Fatiha okuyup üzerime üflemesinden sonra, bende başka bir hal zuhur etti. Hocamın bu duasından sonra ilahi feyz ve ma’rifetlere kavuştum. Bundan sonra ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin tefsir ve te’villerini yapmaya başladım. Muhyiddin-i Arabi, Abdülkadir-i Gaylani, İbrahim Edhem, Üftade ve Aziz Mahmud Hudayi hazretlerinden ma’nevi olarak faidelendim.” İsmail Hakkı Efendi, Bursa’ya gittikten sonra bir süre sonra Üsküp şehrine gönderildi. Burada insanlara va’z ve nasihatta bulunmaya başladı. Bu sırada hocasının şu mektubu ile talebe yetiştirmeye başladı: “Oğlum Şeyh İsmail Efendi! Aklen ve dinen, güzel ve beğenilmiş olan şeyleri yapmalarını halka söyle. Kötü ve beğenilmeyen şeyleri yapmaktan onları men et. Kalem suresinin 48. ayetinde yer alan hitaba hazır ol. Sabırlı ol, şükür edici ol. Gecelerinde ibadet et. Gündüzleri oruç tut. Muttaki ol. Kötü zanna sebep olacak, töhmet altonda bırakacak yerlerden sakın. Şayet böyle yerlere da’vet olsan bile gitme. Nasıl olursa olsun halkı ilme ve amele da’vet eyle. Onları i’tikadi ve ameli yönden terbiye eyle. Yanında bulundukları ve bulunmadıkları zaman onlar hakkında iyi konuş. Ne şekilde olursa olsun kendi varlığını ortaya koyma.” On sene Üsküp’de kalan İsmail Hakkı Efendi, 1096 (m. 1685) senesi Cemazil-ahır ayının başlarında Tekfur Dağı yoluyla Bursa’ya gitti. İsmail Hakkı Efendi, hocasının bir kerametini şöyle anlatır: “1096 (m. 1685) senesinde Üsküp’de idim. İstanbul’da bulunan hocam Osman Fadli’yi ziyarete gitmiştim. Birgün hocamda bir hal meydana geldi. Bir anda göğsüme top gibi birşey indi. O anda benim Üsküp’den hicret etmem emredildi. Fakat hocam kemal-i edeblerinden dolayı bunun sırrını söylemedi. Ben hemen Üsküb’e gidip, çoluk-çocuğumu Bursa’ya getirdim, iki sene sonra Üsküp düşmanlar tarafından istila edildi. Her taraf yakılıp, yıkıldı ve yağma edildi. Halkın kimi öldürüldü, kimi de perişan oldu. Yine bir ara Bursa’dan hocamı ziyarete gittim. Hocam beni tebessüm ederek karşıladı ve; “Gördüm ki, o zaman bize hakkınızda vaki olan ma’na hak imiş. O bela ve musibetlerden kurtulmanıza vesile oldu” buyurdu. Din ve dünya saadetine sebep olan hocası Osman Fadli, Kıbrıs’a gönderilince; “Canımız gitti, bedenimiz burada niye durur” diyerek, Magosa’ya gitmek üzere yola çıktı. Magosa’ya vardığı zaman hocası ile birkaç gün sohbet etti. Birgün sohbet esnasında sohbette bulunanları bir cezbe hali kapladı. İsmail Hakkı Efendi, o sırada, Aziz Mahmud Hudayi hazretlerinin bir ilahisini ve arkasından bir aşr-ı şerif okudu. Bunun üzerine hocasının duasına nail oldu. Osman Fadli Efendi, İsmail Hakkı’ya dönerek; “Seni buraya getiren mirasındır. Çünkü senden başka kalbimde uygun bir kimseyi göremedim” dedikten sonra, parmağını İsmail Hakkı’nın ağzının ortasına koyup; “Bu nefes benden sonra sana nasib olsun” dedi. İsmail Hakkı şöyle der: “Hocam böyle buyurduktan sonra bende öyle bir zevk ve haller hasıl oldu ki, maksadıma kavuştum.” Yine bir Cum’a günü Osman Fadli, İsmail Hakkı’yı yanına çağırdı. Bir tefsir şerhini uzatıp; “Al şunu, otuzaltı yıllık mahsulümdür. Allahü teala sana daha ziyadesini ihsan etsin” diye dua etti. O duadan sonra İsmail Hakkı Efendi’de daha yüksek haller meydana geldi. Seyyid Osman Fadli şöyle buyurdu: “Allahü teala bana öyle yüksek bir talebe verdi ki, hocam Şeyh Aziz Mahmud Hüdayi’ye böyle yüksek bir talebe vermedi.” İsmail Hakkı Efendi, hocasının vefatından sonra Konya, Seydişehir, Söğüt, İznik ve İstanbul yolu ile Bursa’ya geldi Bu yolculuk sırasında Hazreti Mevlana’yı, Sadreddin Konevi’yi ve Eşref-zade Abdullah Rumi’yi ziyaret etti. Sultan İkinci Mustafa Han’ın, da’veti üzerine, 1107 (m. 1695) senesinde Edirne’ye gitti. Nemçe seferinde, orduya cihadın sevabını ve büyüklüğünü anlatarak, askeri coşturdu. Osmanlı Ordusu önce Belgrad’a vardı. Oradan Tuna’yı geçerek düşmanla çarpıştıktan sonra, kışın bastırması üzerine Edirne’ye geri döndü. Ertesi sene ordu yine Edirne’den ayrılarak Belgrad’a gitti. O sırada Sadrazam Elmas Mehmed Paşa idi. İsmail Hakkı Efendi, Elmas Paşa’nın hazır bulunduğu gazaların hepsine katıldı ve birkaç yerinden yara aldı. İsmail Hakkı Efendi, ordunun zaferlerle geri dönüşünden sonra yaralı olduğu halde Bursa’ya döndü ve talebe yetiştirmeye, eser yazmaya devam etti. Hocası Seyyid Osman Fadli’nin vefatından yirmisekiz sene sonra, gördüğü bir rü’ya üzerine ailesiyle birlikte Şam’a gitti. Şam’da üç sene kadar kaldı. Sonra Allahü tealanın izni, Resulullah efendimizin ( aleyhisselam ) işareti üzerine İstanbul’a gitti. Üç sene kadar Üsküdar’da kaldı. Bu sırada otuza yakın eser yazdı. Kendisi şöyle anlatır: “Üsküdar’da iken bir gece Şeyh Üftade ve Aziz Mahmud Hüdayi’nin ruh-u şerifleri gelip yanıma oturdu. Bursa tarafına gitmemi işaret ettiler. Sizi sağ tarafımıza alalım deyip, beni sağ taraflarına aldılar. Aziz Mahmud Hudayi bana çok iltifat etti.” İsmail Hakkı Efendi, 1135 (m. 1722) senesinde Bursa’ya gitti, ilk iş olarak bir dergah yaptırdı ve ismini “Cami-i Muhammedi” koydu. Dergah; mescid, semahane, çilehane ve misafir odalarından meydana gelmiştir. Caminin kitabesi bizzat İsmail Hakkı Efendi tarafından yazıldı. Ömrünün son günlerini evine çekilerek, eser yazmakla geçirdi. Yetmişaltı yaşında iken, Hakkın rahmetine kavuştu. Kabri, yaptırdığı Cami-i Muhammedi’nin mihrabının arkasındadır. Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın yakınlarından Hacı Ali Paşa hem türbesini, hem de Cami-i şerifi ta’mir ettirmiştir. Kabrin üstü açıktır. Etrafında ve üstünde demirden şebeke vardır. Kendisi şöyle anlatır: “Allahü teala, adeti ilahiyyesi üzerine beni bulunduğum dereceden daha yüksek bir dereceye yükseltti. Daha önce sahip olmadığım bir meziyeti kalbime akıtarak, beni ilim ve irfan sahibi eyledi. Allahü tealanın bu şekilde derecemi yükseltip, bana ilim ve irfan ihsan etmesi yedi senede meydana geldi. Fakat bu feyz ve yüksekliğe kavuşmak başa gelen bela ve musibetlerin, meşakkatlerin acısını tatmaya bağlı olduğundan, pekçok meşakkat ile karşılaştım. Bir taraftan diğer tarafa, bir memleketten başka memlekete gitmek suretiyle çok meşakkat ve sıkıntılar çektim. Mihnet ve acı, insanı bulunduğu mertebeden aşağı indirmez. Bilakis başa gelen bela ve musibeti kadere rıza ile karşılamak iyi akibetlere vesile olur. İlk önce yolculuk yaptığım memleket Üsküp idi. Yedi sene sonra oradan Bursa’ya gittim. Yedi sene sonra Kıbrıs’a gitmem icab etti. Yedi sene sonra Harem-i şerife gittim. Yedi sene sonra Hicaz’a gittim. Orada çocuklarım vefat etti. Hac yolunda çok sıkıntılar çektim. Hatta kıymetli kitaplarım ve eşyalarımın hepsi elimden gitti. Bütün bunlar karşısında ilahi emre boyun eğdim. Yedi sene sonra Ebu Yümn’ün kabrini ziyaret maksadı ile doğum yerim olan Aydos’a gittim. Yedi sene sonra ikinci defa olarak hacca gittim. Yedi sene sonra Bursa’dan Şam’a gitmem emrolundu. Bütün akrabalarımdan uzak kaldım. İşte birçok musibet ve çilelerle geçirdiğim bu yollar kırk seneyi geçiyor. Allahü teala dilediğini yapar. Kimse O’na bunu niçin böyle yaptın diye soramaz. Karşılaştığım ve çektiğim bu sıkıntılar, tamamen ma’nevi işaretlerle meydana gelmiştir. Güzel akibet, ancak Allahü tealanın fermanı üzere meydana gelendir. Resulullah efendimiz ( aleyhisselam ); “Benim çektiğim sıkıntıyı hiçbir peygamber çekmemiştir” buyurmuştur, insana gelen bela ve sıkıntılar kalbi aydınlatır. Bela ve musibet zamanında tecelli-i ilahi meydana geldiği için kalb genişler. Bütün bunlardan dolayı en şiddetli meşakkat, peygamberler hakkında meydana gelmiştir. Onlarınkinden daha hafifi evliyada görülür. Bu i’tibarla büyük zatlar hep meşakkat ve sıkıntı çekmişlerdir. Resulullah efendimiz ( aleyhisselam ) kendisine çok eziyet ve sıkıntı veren kavmi hakkında; “İlahi! Kavmime hidayet eyle. Çünkü onlar bilmiyorlar” buyurarak hidayetleri için dua ettiler.” İsmail Hakkı Bursavi buyurdu ki: “Evliyayı inkar etmeyip, muhabbet beslemek lazımdır. Çünkü hadis-i şerifte; “Kişi sevdiği ile beraberdir” buyuruldu. Kıyamet günü bu büyükler sevdiklerine şefaat edeceklerinden, onları sevmemek uygun değildir. Onlara düşman olmak insanın helakine sebeb olur.” “Kelime-i tevhid ile zikr etmenin faydası: Kelime-i tevhid; söyliyenin korkusunu ve hayalindeki düşünceleri giderir. Allahü tealanın diğer isimleri ile yapılan zikrde hayale gelen düşünceler tamamen gitmez. Hayal galip olup, talebe, bir makamın sahibi oldum sanır. Halbuki, kavuştuğu makam hayalidir. Makam, kalbi ve ayni değildir. Ben böyle iddiacılarla karşılaştım, Bunlardan ba’zısı; “Ben hergece mi’rac ederim” diye iddia ederdi. Ba’zıları da; “Bana günah zarar vermez” diyerek, bozuk i’tikadda idi. Bu düşünceleri hayalden gelme idi. Bu ise mekr-i ilahidir, ya’ni Allahü tealanın aldatarak, ni’met şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Evliyadan Ebu Ali Rodbari’den; “Bir kimse günah işler ve; “Bana helaldir. Çünkü ben öyle bir dereceye yükseldim ki, günahlar bana zarar vermez bana te’sir etmez” derse, bu kimse hakkında ne dersiniz?” diye sorulunca, cevaben; “Öyle bir makama kavuştuğunu söyleyen, kavuştu fakat Cehenneme kavuştu. Yoksa Cennete ve Hakka kavuşmadı. Çünkü, haram olan şeylerin helal olacağı makam yoktur. Haram olan, her makamda haramdır. Her alim kendi makamına uygun amel işler. Yükselmeye mani olan işlerin yanına uğramazlar. İşte bir asırdır alemde hak ve doğru suretinde, batıl olan işleri yapanlar meşhur oldu” buyurdu. “Ma’lum ola ki, Muhammed aleyhisselamın yoluna girene farz olan, Allahü tealadan başka olan şeyleri kalbinden çıkarmaktır. Mesela; bir kimse bir iş için sefere çıktığında, önce vatanını, hısım ve akrabasını terk edip yola devam eder. Eğer kalbinde vatanının, hısım ve akrabasının sevgisi var ve fazla ise sefere rahat rahat gidemez. Belki yola da çıkamaz. Bir peygamber (aleyhisselam) gazaya çıkarken, bir işle uğraşan kimseyi gazaya götürmedi. Meşhur sözdür ki; “Bir evde iki sarıklı olmaz!” Çünkü herbiri bir tarafa çeker. Evin huzurunun bozulmasına sebeb olur. Nefs ve şeytan kalbe vesvese verince, insanın zahiri de bozulur ve kötü işler yapmaya başlar. Namazın faidesine inancı az olan kimse, kaç rek’at kıldığını şaşırır. Ekseriya dini mes’elelerde yanılır. Çünkü kalbi elinde değildir. Böyle kimselerin zahirleri de harabdır. Onun için suretten hakikate istidlal et. Arkadaşlarından ayrılma, yoksa yolda kalırsın veya dalalete saparsın! Topluluktan ayrılan helak olur. Tek olarak yola çıkma. Çünkü şeytan arkadaşın olur. Yolun başlangıcında olanlar a’ma gibidir önünü göremez. Her an bir tehlike ile karşı karşıyadır. Kendisine yol gösterecek birine ihtiyacı olduğu gibi, tasavvuf yoluna yeni girenin de yol göstericiye o kadar ihtiyacı vardır. Gel beri feyz-i feravanla (aşırı feyzle) umman olalım, Dökelim kanlı yaşı inci ile mercan olalım, Dide-i sırrımıza sürme, cilayı çekelim, Açalım gözümüzü şahid-i Rahman olalım. İbn-i Edhem gibi derviş olup alemde, Sureta merd keda, ma’nada sultan olalım, Maksat menzile ulaşmak ise eğer, Bırakalım başka yolu, pir-i virdden olalım. Masivadan (Allahü tealadan başka şeyler) kurtulmak kesin olarak onlardan alakayı kesmekle olur. Masivadan ilgiyi kesmek çok zor olduğu için, ekseri alimler inzivaya çekilerek, insanlardan uzaklaşarak ve zühd (Harama düşme korkusu ile mübahların çoğunu terk) ile bunu sağladılar. Onun için Sadreddin Konevi; “Görünüşte sultanlar gibi olalım. Fakat fakirler gibi yatıp kalkalım. Büyüklerin çoğu böyle idi. Biz dünya malını kazığa bağlarız, yoksa kalbimize bağlamayız” buyurdu. Kamil bir hocanın elinde terbiye olunan bir insan, kısa bir süre içerisinde maksadına kavuşur. Bunun misali dağlardaki meyvalar ile bahçelerdeki meyvalardır. Ya’ni dağlardaki ağaçların meyvaları terbiye ve bakım vasıtasıyla olmadığı için geç olgunlaşır ve tatlı olmazlar. Fakat bostanlarda bahçıvanların bakımıyla yetişen ağaçların meyvaları hem kısa zamanda olgunlaşır hem de çok lezzetli olur.” Bursalı İsmail Hakkı hazretlerinin yazmış olduğu şiirlerinden ve ilahilerinden ba’zıları şunlardır: Allah Diyelim Zikr edelim hakkın güzel ismini, Gelin Allah, Allah diyelim ya hu! Koymayalım dilimizden yadını, Gelin Allah, Allah diyelim ya hu! Hak dilinden zikr edelim her nefes, Allah diyelim kırılınca bu nefes, Masivadan, çünkü Allah bize hayırlı, Gelin Allah, Allah diyelim ya hu! Can ve teni burada koyup gidelim, Sır ile Mevlaya mi’rac edelim. Zikri yeter, gayri fikri nidelim, Gelin Allah, Allah diyelim ya hu! Var iken gönülde bu endişe, Takmayalım adımızı dervişe, Yetmez mi Hakka, ya bize bu pişe, Gelin Allah, Allah diyelim ya hu! Seherde Seherlerde eser badı tecelli, Uyan ey gözlerim vakti seherde. Açılır gonce-i ihsanı külli, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. Tecelli bağına girmek dilersen, Hakikat güllerin dermek dilersen, Cemal-i Hazreti görmek dilersen, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. Hicab-ı gafleti kaldır aradan, Görürsün vechi baki her aradan, Uyursun sen, uyumaz ol yaradan, Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. Yuyanlar çeşm-i nerkisten bu habı, Seher vakti görürler mehtabı, Gözün aç hakkından işit hitabı. Uyan ey gözlerim vakt-i seherde. * * * * Kargalar tuttu bu gülistanı, Dinlemez kimse bülbülün sesini. Var iken bağda diken ve çöpler, Kim bilir kadrini gül ve çiçeğin. Misk-i anber gelir mesame duhanı, Var iken bunu neylesin halk anı. Kimi derviş, kimi şeyh geçinir, Hani o hande Halid ve hanı? Hakkıyla Hakka iltica eyle, Baz der çünkü bab ra humani. İsmail Hakkı Bursavi’nin 106 adet eseri vardır. Bunlardan altmış kadarı Türkçe olup, sade bir üslup ile yazmıştır. Eserlerinden ba’zıları şunlardır: 1-Tefsir-i Ruh-ül-Beyan: Kur’an-ı kerimin tefsiridir, İsmail Hakkı hazretleri bu tefsirinde şöyle buyurur: “Ma’nevi pederim, Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin delaleti ile, birgün rü’yamda Resulullah ( aleyhisselam ) bana lütfedip arkamı sığadılar. Tatlı bir ifade ile; “Ümmetim için bir tefsir yaz” diye emir buyurdular. Bunun üzerine Allahü tealadan ve Resulullahın ( aleyhisselam ) ruhaniyetinden yardım isteyerek üç cildlik bir tefsir yazdım.” Bu tefsir hem İstanbul’da hem de Mısır’da basılmıştır. Daha ziyade bir va’z tefsiridir. 2- Şerh-i Muhammediyye (iki cild), 3- Şerh-i Mesnevi (iki cild), 4- Şerh-i Pendi Attar, 5- Şerh-i Bostan, 6- Şerh-i Hadis-i Erba’in, 7- Risale fi ilm-i Hadis, 8- Kitab-ül-Kebir, 9- Kitab-ün-netice, 10- Şerh-i Mukaddime fi ilm-i Nahv, 11- Şerh-i fıkh-ı Giydani, 12- Hüccet-ül-baliga, 13- Kenz-i Mahfi, 14- Nakd-ül-hal, 15-Risalet-ül-cami’a, 16- Risale-i Verdiyye, 17- Şerh-i Şuab-il-İman, 18- Vesilet-ül-meram, 19- Şerh-ül-adab, 20- Kitab-ül-envar, 21- Süluk-ül-müluk, 22- Silsile-i name-i Celveti, 23- Kitab-ül-mir’at, 24-El-Varidat-ül-kübra, 25- Hutab-ül-hutaba, 26- Risale-i Vahdet-i vücud, 27-Şerhu salat-iş-Şifa, 28- Esrar-ül-hac, 29- Şerhu Dibace-i kaside-i İbn-i Farid, 30- Şerh-ül-mukri el-Cezeri fi ilm-it-tecvid, 31- El-Vesaya fil-Uhud, 32-Risalet-ün-nesayih, 33- Divan. |
#5
|
|||
|
|||
Kitab-ül-hitab adlı eserden bir bölüm:
“Bir kimse yapılması vacib olanı yapmasa veya yapılmaması lazım geleni yapsa, Allahü tealanın ta’yin ettiği hududu aştığı için asi ve günahkar olur. Resulullah efendimiz ( aleyhisselam ) ümmetinden sünnetini işlemediği için intikam almaz, ümmetinin cezalandırılmasını istemez. Allahü tealanın emirleri ve yasakları böyle değildir. Allahü tealanın, insanların aklının alamıyacağı emir ve yasakları çoktur. Bunlar, Allahü tealanın mekridir. Bu mekrden kurtulmak için Resulullahdan ( aleyhisselam ) gelen emir ve yasaklara uymak lazımdır. Onun için Cüneyd-i Bağdadi (r.aleyh); “Kitab ve sünnet, İslamiyet terazisinin iki kefesidir” buyurdu. Her insanın yanında bir melek bir de şeytan bulunur. Hayırlı düşünce ve ilhamlar melektendir. Kalbe gelen düşünceler dine muhalif ise, şeytanın iğvasından kalbe üfürdüğü vesveselerindendir. Melekler helal yola da’vet eder, mübaha da’vet etmez. Şeytan ise harama da da’vet ettiği gibi mübaha da da’vet eder. Çünkü mübah sebebiyle hile yaparak, günah işletmeğe sevk eder.” Ruh-ül-Beyan tefsirinden ba’zı bölümler: “Allahü teala, Adem aleyhisselamı yarattığı zaman, Cebrail aleyhisselamı ona şu üç hediye ile gönderdi: Akıl, ilim, haya. Cebrail aleyhisselam, Hazreti Adem’e (aleyhisselam); “Ey Adem! Bu üç hediyeden dilediğini seç” dedi. Adem aleyhisselam aklı seçti. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam, ilim ve hayaya yerlerine dönmelerini işaret etti. İlim ve haya; “Biz alem-i ervahta birdik. Alem-i ecsadda (cesetler alemi) birbirimizden ayrılmamıza asla razı olmayız. Akıl nerede olursa biz ona tabi olarak onunla beraber oluruz” deyince, Cebrail aleyhisselam; “Yerleşin” emrini verdi. Akıl dimağa, ilim kalbe, haya göze yerleşti.” İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) şöyle rivayet etti: “Birgün Resulullah efendimiz ( aleyhisselam ) mescidden çıkıp şeytanla kanlaşınca; “Seni benim mescidimin kapısına kim getirdi?” diye sordu. Şeytan; “Allah getirdi” dedi. Resul-i ekrem ( aleyhisselam ); “Niçin getirdi?” diye sorunca, şeytan; “İstediğini bana sorman için” dedi. Resulullah efendimiz ( aleyhisselam ); “Ey mel’un! Ümmetimi cemaat ile namaz kılmaktan neden menediyorsun?” diye sual etti. Şeytan; “Ya Muhammed ( aleyhisselam )! Ümmetin cemaatle namaza başladığı zaman, beni şiddetli bir sıtma tutuyor. Onlar namazlarını bitirip dağılıncaya kadar benden çıkmıyor” dedi. Server-i alem ( aleyhisselam ); “Ey mel’un! Ümmetimi ilim öğrenmekten ve duadan niçin menediyorsun?” diye sordu. Şeytan; “Ya Muhammed ( aleyhisselam )! Ümmetin dua ettiği zaman ben kör ve sağır oluyorum. Onlar dağılıncaya kadar bu hal benden gitmiyor” dedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselam ); “Ey mel’un! Ümmetimi niçin Kur’an-ı kerim okumaktan alıkoyuyorsun?” diye sual edince, şeytan; “Ya Muhammed ( aleyhisselam ) Ümmetin Kur’an-ı kerim okumaya başlayınca ben kurşun gibi eriyorum” dedi. Son olarak Resul-i ekrem ( aleyhisselam ); “Ey mel’un! Ümmetimi niçin cihad etmekten alıkoyuyorsun?” diye sual buyurdu. Seytan; “Ya Muhammed ( aleyhisselam )! Ümmetin cihad için sefere çıktığı zaman, ayaklarıma bukağı vuruluyor. Onlar dönünceye kadar bukağı ayaklarımda kalıyor. Onlar hacca gittikleri zaman zincirlerle bağlanıyorum. Onlar sadaka vermeğe niyet ettiklerinde, başıma bıçaklar konuyor. O bıçaklar beni kesiyor” dedi.” Şöyle anlatılır: Vaktiyle bir veli, hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitmeye niyet etti. Henüz akıl baliğ olmayan erkek evladı ona; “Babacığım nereye gidiyorsun?” diye sordu. Veli; “Beytullaha gidiyorum” dedi. Çocuk o evi gören, evin sahibini de görür sanarak, babasına; “Ey Baba! Beni niçin götürmüyorsun?” deyince, babası; “Oğlum sen hacla mükellef değilsin” dedi. Çocuk ağlayıp ısrar edince, veli zat çocuğunu da hacca götürdü. Mikata vardıklarında, ihrama girip, telbiyede bulundular. Harem-i şerife girince Beytullah göründü. Çocuk Ka’be-i şerifi görür görmez; “Allahü ekber” diyerek, orada ruhunu teslim etti. Babası bu durum karşısında hayretler içinde kaldı. Bu duruma çok üzüldü. Ka’be-i şerifden o anda şöyle bir nida geldi: “Sen beyti istedin, beyti buldun. Çocuk ise beytin sahibini istedi. O da Allahü tealayı buldu. Allahü tealanın veli kullarından birisi, İbn-i Sina’ya; “Ömrünü akli ilimlerle bitirdin. Bununla hangi dereceye ulaştın” diye sordu. O da; “Günün saatlerinden bir vakit buldum ki, o vakitte demir hamur gibi olur” dedi veli zat; “O saati bana bildir” dedi. O vakit gelince İbn-i Sina, veli zata haber verdi ve eline bir demir parçası alarak parmağını demire soktu. O vakit geçtikten sonra veli zat, İbn-i Sina’ya; “Biraz önce yaptığın gibi demire parmağını sokabilir misin?” dedi. İbn-i Sina; “Hayır! Çünkü o bu vaktin özelliklerindendir. Başka zaman yapılamaz” deyince, veli zat eline bir demir alıp, parmağını soktuktan sonra; “Akıllıya yakışan ömrünü fani şeylerle harcamamaktır” dedi. Bir zat, hacca giderken Ahmed-i Namıki Cami hazretlerinin sohbetlerine katıldı. O meclisin ma’nevi havasını teneffüs etti. Sohbet arasında Ahmed-i Namıki Cami’nin başının üzerinde kalkan gibi bir nurun parladığını gördü. Ona olan sevgi ve bağlılığından hac için izin istedi. Ahmed-i Cami, onun hacca gitmesine müsaade etti. O zat hac farizasını yerine getirdikten sonra tekrar Ahmed-i Namıki Cami’nin meclisine uğradı. Fakat, bu sefer hacca giderken gördüğü nuru göremedi. Ahmed-i Namıki Cami’den bunun sebebini sordu. O da; “Sen hacca gitmeden önce iltica ve acizlik içinde idin. Buraya gelip bu meclisden nasiblendin. Himmete kavuştun. Şimdi ise hac farizasını ifa ettikten sonra hacı ünvanını aldın. Bu durum seni gururlandırdı. Kendine bir mertebe verdiğin için, bu hal seni önce kavuşmuş olduğun ma’nevi dereceden düşürdü. Bu yüzden de o nuru göremez oldun” buyurdu. Şöyle nakledilir: İsa aleyhisselam, birgün bir yahudi ile beraber yolculuğa çıkmıştı. Yanında üç tane çörek bulunuyordu. Çörekleri yahudiye vererek; “Bunları muhafaza et” dedi. Bir süre sonra yahudi çöreğin birisini yedi. İsa aleyhisselam; “Üçüncüsü nerede?” deyince, yahudi; “İki tane idi” dedi. Yollarına devam ettiler. Yahudi İsa aleyhisselamın mu’cizelerini gördüğü halde, suçunu i’tiraf etmedi. Böyle yürürken yolda üç altın dolu kaba rastladılar. Yahudi; “Ya İsa! Bunları paylaştır” dedi. İsa aleyhisselam; “Biri benim, biri senin diğeri de çöreği yiyenin” dedi. Yahudi sevinerek; “Üçüncü çöreği ben yedim” dedi. İsa aleyhisselam; “Ey yahudi! Benim yanımdan ayrıl. Sen Allahü tealanın kudretini gördüğün halde, üçüncü çöreği yediğini söylemedin de, şimdi dünya malından olan altın dolu kapları görünce, onlara sahip olabilmek için söyledin” dedi. Altın dolu kapların hepsini yahudinin yanında bırakarak, oradan ayrıldı. Bir süre sonra üç hırsız gelip yahudiyi öldürerek elinden altın kaplarını aldılar. Yemek getirmek için içlerinden birini gönderdiler. Kalan ikisi aralarında anlaşarak; “Giden arkadaşımızı gelince öldürelim” diye karar verdiler. Yemek getirmeye giden de, onları öldürmek ve altın kaplarına sahip olmak için yemeğin içine zehir koydu. Yemeği arkadaşlarına götürünce, diğerleri bir ufak münakaşa sonunda onu öldürdüler. Diğer ikisi de gelen zehirli yemeği yeyince biraz sonra zehirlenerek öldüler. İsa aleyhisselam dönerken, yahudiyi ve o üç kişiyi ölü olarak görünce hayretler içinde kaldı. Cebrail aleyhisselam gelerek ona durumu olduğu gibi anlattı. Akıllı insana yakışan, dünya malının çokluğu ile gururlanmamak ve dünya malını toplamak için fazla çalışmamaktır. Dünya ahıretin tarlasıdır. Ahıret yolculuğuna hazırlanmak için salih amel işlemelidir. Dünya malının çokluğu ile gururlanmak, fakirleri hor ve hakir görmek ve onlarla alay etmek zenginlere hiç yakışmaz. Zira bu sıfat, kafirlerin sıfatlarındandır. Şöyle anlatılır: Hasen-i Basri, hacca giderken, yolda devesini kaybetti. Devesini ararken bir çocukla karşılaştı. Çocuğa devesini görüp görmediğini sordu. Çocuk da devenin olduğu yeri, ona ta’rif etti. Hasen-i Basri deveyi bulunca çocuk ona; “Ya Şeyh! Sen ne yiyip, ne giyersin?” diye sordu. Hasen-i Basri de; “Şehvetimi kırmak için arpa ekmeği yiyorum. Nefisimi zelil etmek ve gururumu kırmak için de yün giyiyorum” dedi. Çocuk; “Helal olduktan sonra istediğini ye ve dilediğini giy” dedi ve tekrar sordu: “Ey Şeyh! Nerede kalıyorsun?” Hasen-i Basri de; “Kamış evde kalıyorum” diye cevap verince çocuk; “Kendine zulm etme, istediğin evde kal” dedi. Hasen-i Basri; “Sen çocuk olmasaydın bütün konuştuklarını senden alırdım” dedi. Çocuk gülümsiyerek; “Seni gafil görüyorum. Zira sana dünyadan haber verdim, kabul ettin. Dinden haber verecektim, sözlerimi kabul etmedin. Şimdi evine dön ve kendini ibadete ver. Ma’nen yüksel, hac farizasını yerine getirmek için kendini hazırla. Şimdilik sana hac yoktur” dedi. Malik bin Dinar şöyle anlatır: “Birgün, toprakla oynayıp ba’zan gülen ba’zan ağlayan bir çocuğa rastladım, önce çocuğa selam vermek istedim. Fakat kibirden selam vermedim. Hemen nefsime; “Ey nefs! Resul-i ekrem ( aleyhisselam ) büyüklere de küçüklere de selam verirdi” diyerek çocuğa selam verdim. Çocuk; “Ve aleykümselam ve rahmetullahi ve berakatühu ya Malik bin Dinar” diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; “Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın?” diye sordum. Çocuk; “Alem-i melekutta benim ruhumla senin ruhun karşılaştı. Bizi Allahü teala karşılaştırdı” dedi. Çocuğa; “Akıl ile nefs arasında ne fark var?” diye sorunca, çocuk; “Nefisin seni selamdan men etti. Aklın ise seni selam vermeğe teşvik etti” diye cevap verdi. “Sen neden toprakla oynuyorsun?” diye sordum. Çocuk; “Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız” dedi. Ben yine; “Seni ba’zan ağlarken ba’zan gülerken görüyorum. Sebebi nedir acaba?” diye sordum. “Rabbimin azabını hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zaman ise tebessüm ediyorum” dedi. “Ey oğul! Senin hangi günahın var ki ağlıyorsun?” diye sorunca, çocuk; “Ya Malik! Bunu söyleme. Zira ben anamdan; küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm” diye cevap verdi.” Şöyle rivayet edilir: Hazreti İsa (aleyhisselam) yolculuk esnasında, bir dağ başında Allahü tealaya ibadet eden birine rastladı. Onun yanında içmek ve temizlik yapmak için bir pınar ve bakla yetiştirilen bir bahçe vardı. İsa aleyhisselam o zata selam verdi. O zat da selama mukabelede bulundu. İsa aleyhisselam; “Ne zamandan beri burada Allahü tealaya ibadet ediyorsun?” diye sordu. O zat; “Seksen seneden beri Allahü tealaya ibadet ediyorum. Şimdiye kadar Allahü tealadan bir dilekte bulundum. Allahü teala dileğimi vermedi” dedi. İsa aleyhisselam o dileğin ne olduğunu sorunca, o zat; “Allahü tealadan ma’rifet ve muhabbetinden bir zerre kalbime koymasını istiyorum. Fakat duamı kabul buyurmadı. Sen O’nun peygamberisin. Bu dileğimi bana vermesi için Hak tealadan ister misin?” deyince, İsa aleyhisselam pınardan abdest alıp iki rek’at namaz kıldı. Allahü tealadan o zatın dileğini yerine getirmesini niyaz etti. Sonra yoluna devam edip gitti. Geri dönerken yine o zatın bulunduğu yere uğradı. Pınarın kaybolmuş, bahçenin de talan olmuş olduğunu gördü. Bu durum karşısında; “Ya Rabbi! Ben, bu zat için senden ma’rifet ve muhabbet istedim. Sen ise ruhunu kabzettin. Bunun hikmeti nedir acaba?” diye niyazda bulundu. Allahü teala şöyle vahyetti: “Ya İsa! Sen bilmiyor musun ki, benim ma’rifet ve muhabbetim dünyanın harab olmasındadır. Beni bilen, beni seven hiçbir yerde yerleşmez ve oturmaz.” Ya İsa! Onu görmek istersen şu vadidedir. Git onun durumunu gör.” İsa aleyhisselam gidip onu orada gördü. Abid hiçbir şeyden habersiz, mecnun olmuş bir halde idi. İsa aleyhisselam seslendiği halde işitmedi. O zaman Allahü teala; “Ya İsa! izzet ve celalim hakkı için onu kılıçla kessen duymayacaktır. Zira ben onun kalbine ma’rifet ve muhabbetimi yerleştirdim. Yerleştirdiğim o ma’rifet ve muhabbetim zerreden daha azdır. Onu biraz arttırsaydım o yer ile gök arasında mest olup dolaşırdı” diye vahy etti. Şöyle anlatılır: “Ebu Mansur bin Zakir, salih ve zahid bir zat idi. Vefatı yaklaştığı zaman çok ağladı. “Ölüm anında niçin ağlıyorsun?” diye sorulduğunda; “Hiç gitmediğim bir yola gideceğim için ağlıyorum” diye cevap verdi. Vefat ettikten dört gün sonra oğlu, Ebu Mansur bin Zakir’i rü’yasında gördü ve; “Ey Babacığım! “Allahü teala sana nasıl muamelede bulundu?” diye sordu. “Ey oğlum! Burada işler zannettiğinden çok daha zor. Rabbim bana; “Ey Mansur! Ben sana yetmiş senelik ömür verdim. Bugün buraya hangi amelin ile geldin?” diye sual etti. Ben; “Otuz hac ile geldim ya Rabbi!” dedim. Hak teala; “Onları kabul etmedim” buyurdu. Ben; “Kendi ellerimle muhtaçlara kırkbin dirhemi sadaka olarak dağıttım” dedim. Allahü teala; “Onları da kabul etmedim” buyurdu. Ben; “Ya İlahi! Kırk harbe katıldım” dedim. Hak teala; “Onları da kabul etmedim” buyurdu. Ben; “O zaman ben muhakkak helak oldum ya Rabbi” dedim. Allahü teala; “Bu gibi şeylere bakarak azab etmek keremimden değildir. Ya Eba Mansur! Hatırlamıyor musun, falan gün müslümanların ayağı kaymasın diye yoldan küçük bir taş parçasını kaldırmıştın. İşte bunun için sana acıdım. Zira ben iyilik yapanların iyiliklerini asla zayi etmem” buyurdu” dedi.” Ka’b-ül-Ahbar şöyle anlatır. “Nuh aleyhisselamın vefatı yaklaştığı zaman, oğullarından Şam’ı çağırarak, ona şöyle vasıyyette bulundu: “Sana iki şeyi yapmanı, iki şeyi de yapmamanı vasıyyet ediyorum. Vasıyyetimin ilki; “La ilahe illallah” kelimesidir. Zira o yedi kat semayı aşar. Ona hiçbir şey perde olamaz. Yer ve gökler ve onların içindekilerin hepsi terazinin bir kefesine Kelime-i tevhid de diğer kefesine konmuş olsa idiz Kelime-i tevhid ağır gelirdi. İkincisi ise; “Sübhanallahi vel hamdülillahi” kelimesini çok söylemendir. Zira o bütün sevabları içinde toplar. Yapmanı istemediğim şeylerin ilki; “Allahü tealaya şirk koşmak, ikincisi ise; “Allahü tealadan başkasına güvenip dayanmaktır.” Şöyle nakledilir: “Fudayl bin Iyad, talebelerinden birinin vefatı yaklaşınca, onun yanına giderek, Yasin-i şerif okumaya başladı. Talebe; “Ey Hocam! Bunu bana okuma” deyince, Fudayl bin Iyad sustu. Sonra o talebeye Kelime-i tevhidi telkin etti. Talebe; “Ben o mübarek sözü söyliyemiyorum. Çünkü ondan beriyim” diyerek vefat etti. Fudayl bin Iyad evine dönerek, evden çıkmaksızın kırk gün ağladı. Sonra rü’yasında onu Cehenneme götürürlerken gördü ve sordu: “Ey Oğul! Sen talebelerimin en iyilerindendin. Neden Allahü teala senden ma’rifet nurunu aldı?” Talebe; “Üç şey sebebiyle Allahü teala benden ma’rifet nurunu aldı. 1- Nemime: Çünkü ben size başka, arkadaşlarıma başka söylerdim. 2- Hased: Ben arkadaşlarıma hased ederdim. 3- İçki: Bir defasında hastalanmıştım. Hastalığımı tedavi ettirmek için hekime gittim. Hekim bana; “Her sene bir kadeh şarap içeceksin, yoksa iyi olmazsın” dediği için şarap içiyordum” dedi.” “Sehl bin Abdullah’a biri gelip; “Evime hırsız girdi. Eşyalarımı çaldı” diye şikayette bulununca; “Sen, Allahü tealaya şükr et. Şayet hırsız olan İblis, kalbine girip imanını çalsaydı, o zaman ne yapacaktın” buyurdu. “Ebu Ca’fer Bağdadi buyurdu ki: “Altı haslet, altı kişiye yakışmaz: 1-Tamah, alimlere yakışmaz, 2- Acelecilik, amirlere yakışmaz, 3- Cimrilik, zenginlere yakışmaz, 4- Kibir, fakirlere yakışmaz, 5- Hafiflik, ihtiyarlara yakışmaz, 6- İnsanları kötülemek, asaletli ve neseb sahibi olanlara yakışmaz.” “Şöyle rivayet edilir: “Şeytan, Yahya aleyhisselama gelip; “Sana nasihat etmek istiyorum” dedi. Yahya aleyhisselam; “Yalan söylüyorsun. Sen bana nasihat edemezsin. Sen bana ademoğlundan haber ver” deyince, şeytan; “Onlar bize göre üç sınıftırlar. Birinci sınıf: Bize göre sınıfların en zorlusudurlar. Biz ona gidip vesvese veririz, onun yanından kandırdık diye ayrılırız. Sonra o tövbe ve istiğfarla Allahü tealaya sığınır ve ona yaptırmağa çalıştığımız günahı işlemez. Onun yanına vardığımız zaman onu hep tövbe ve istiğfar yaparken buluruz. Biz ona ne günah işletebiliyoruz ne de ondan ümid kesiyoruz. Biz ondan dolayı büyük bir sıkıntı içindeyiz, ikinci sınıf: Bu sınıftaki insanlar bizim elimizdedir. Çocukların elinde, birbirlerine atıp oynadıkları top gibidir. Her türlü isteğimizi onlara yaptırırız. Üçüncü sınıf: Senin gibi peygamberlerdir. Onlara hiçbir günah işletmeye bizim gücümüz yetmez” dedi. Mensur bin Ammar (r.aleyh) anlatır: “Beni, Allah rızası için ziyaret eden, ibadeti, teheccüd namazı ve göz yaşları çok olan bir kardeşim vardı. Birgün onu göremeyince sordum. Hasta olduğunu söylediler. Ben de ziyaret etmek için evine gittim. Evin ortasında onu, dudakları şişmiş, yüzü simsiyah, gözleri masmavi olmuş bir halde yatarken gördüm. “Ey kardeşim! Kelime-i tevhidi çok söyle” dediğim zaman, gözlerini açıp gadabla bana baktı. “Eğer bu mübarek sözü söylemezsen seni yıkamam, kefenlemem ve senin namazını da kılmam” dedim. O da; “Ey kardeşim Mansur! O kelime ile arama bir perde çekildi” dedi. Ben; “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim de! Senin kıldığın namazların, tuttuğun oruçların ve ibadetin nerede?” diye sorduğum zaman; “Ey kardeşim! Bunların hepsi Allahü tealadan başkası için yapılmıştır. Ben bunları, yaptı desinler diye yapmıştım” dedi.” Vehb bin Münebbih şöyle anlatır: “Şeytan, İsrailoğullarından bir abidi, şehvet, gadab ve birçok yollarla kandırmaya çalıştı. Başaramayınca korkutmak istedi. Abid birgün kırlık bir yere gidip, Allahü tealaya ibadet etmeye başlayınca, şeytan yılan suretinde gelerek onun bacaklarına sarıldı ve bedenine çıkarak başına kadar ulaştı. Secde edeceği sırada hemen secde yerine dolandı. O zat yılanı bir kenara iterek, secde etti. Namazı bittikten sonra, şeytan, abidin yanına gelerek: “Seni kandırmak için ne kadar çalıştımsa, sana günah işletmeye muvaffak olamadım. Şimdi sana arkadaş olmak istiyorum. Bundan sonra seni kandırmaya çalışmayacağım” deyince, abid; “Senin arkadaşlığına ihtiyacım yoktur” dedi. Şeytan; “Ademoğlunu ne ile yoldan çıkarırım onu sormuyor musun?” deyince; “Evet soruyorum” dedi. Şeytan da; “Cimrilik, hiddet ve sarhoşlukla yoldan çıkarırım” dedi” Şöyle anlatılır: “Vaktiyle büyüklerden bir zat, şeytanı vücudu zayıflamış, rengi sararmış, ağlarken gördü. O zat; “Senin vücudunu zayıflatan şey nedir?” diye sorunca; “Allah yolunda koşan at kişnemeleridir. Benim yolumda koşsalardı, benim için daha sevimli olurdu” dedi. O zat yine; “Senin rengini değiştiren şey nedir? diye sordu. Şeytan; “Müslümanların, Allahü tealaya itaat üzerine birbirlerine yardım etmeleridir. Onlar eğer isyan üzere birbirlerine yardım etselerdi, benim için daha sevimli olurdu” dedi. O zat; “Seni ağlatan, seni böyle üzen şey nedir?” diye sorunca, şeytan; “Hacıların ticari bir gaye ile değil de, yalnız Allahü tealanın rızasını ümid etmek gayesi ile Ka’be’ye haccetmeye gitmeleridir. Ben onların bu yüzden haclarının kabul olacağından korkuyorum, işte bu beni çok üzüyor, onun için gözlerimden yaşlar akıyor” dedi.” 1) Mu’cem-ül-müellifin cild-2, sh. 266 2) Esma-ül-müellifin cild-1, sh. 219 3) Kitab-ı Silsile-i İsmail Hakkı sh. 105 4) Pendi Attar Şerhi mukaddimesi 5) Sefinet-ül-evliya cild-3, sh. 37 6) Kamus-ül-a’lam cild-2, sh. 950 7) Münşeat-i Aziziyye sh. 288 8) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 28 9) Tam İlmihal Se’adet-i Ebediyye sh. 1026 10) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 226 11) Tefsir-i Ruh-ül-Beyan 12) Kitab-ül-hitab 13) Lugat-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye sh. 173 |
#6
|
|||
|
|||
En sade anlaşılır bir dil ile RUHUL BEYAN adlı tefsirin yazarı İsmail Hakkı bursevi hazretlerinin mübarek kabri şerifi Allah ondan razı olsun....
@[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...] Kardeşim |
|
|