Keşif ve keramet meselesi tasavvufla ilgilenen herkesin gündemine giren iki hassas konu. Kimileri işin manevi terbiye tarafını göz ardı edip keşif ve keramet arar, kimileri bu meseleden yola çıkıp tasavvufa cephe alır.
Tasavvuf edep ve erkân işi, Hakk’a teslimiyet ve ahlâk güzelliği. Mademki keşif ve keramet bir şekilde gündeme geliyor, işin aslını, ölçülerini gözden geçirelim.
İslâm’ı anlamada ve yaşamada tasavvufun sürekli ve yaygın bir tesiri var. Günlük hayatımızdan dünyaya bakışımıza kadar derinlemesine işlemiştir bu tesir. Tasavvufa uzak ya da yakın olalım, inanç, duygu, düşünce ve eylemle ilgili olarak pek çok mesele bu tasavvufun öğretileri çerçevesinde şekillenir. Çünkü tasavvuf, en başından itibaren İslâmî kültürün son derece etkili ve yaygın bir unsuru olagelmiştir.
Asırlar içinde pek çok tasavvufî kavram ortaya çıkmış, ihlâs, zühd, zikir gibi pek çok dinî kavram da tasavvufla birlikte anılır olmuştur. Bu anlamda mutasavvıfların üzerinde en çok durdukları konulardan olan ilham, keşif, keramet ve istimdat gibi unsurlar inanç dünyamızda çok önemli bir yeri işgal eder.
Diğer taraftan tasavvuf karşıtları tasavvuf ehlinin kullandığı kelime ve kavramların birçoklarına itiraz etmiş, bazılarının da sufiler tarafından kullanılan içeriğini tartışmaya açmıştır. Bu tartışmalı konulardan biri ilham ve keşif, diğeri ise keramettir.
İlham, keşif ve keramet karşıtlığının temelde bilgi yanlışlığından ve çeşitli saptırmalardan doğduğunu, bazı bâtıl tasavvufî akımların anlayış ve uygulamalarından beslendiğini anlamak zor değil. Fakat kimi çevreler işi tamamen İslâmî olan ve Ehl-i Sünnet tarafından kabul ve tescil bu unsurlarla istihzaya kadar vardırır.
Aslında ne keşif ne de keramet konusu üstünkörü geçilecek konular değildir. Derinlemesine bilgi sahibi olmadan eleştirmek yanlıştır. Çünkü bu meselenin İslâm’ın başından günümüze gelişim süreçlerini, Asr-ı Saadet’te ve sonrasında nasıl karşılandığını, itikadî ve fıkhî mezhep imamlarının konuya dair neler söylediğini, mutasavvıfların nasıl baktığını ve tasavvufî hayatta yerinin ve kaynağının ne olduğunu bilmek gerekir.
İlk dönemlerde Mutezile mezhebi âlimlerinin itiraz ettiği bu konular, modern bilimciler tarafından imkânsız görülüyordu. Özellikle son asırda dünyayı, hayatı ve inançları sadece görünenle sınırlandıran pozitivist anlayışa sahip olanlar metafiziği toptan reddederken, keşif ve keramet gibi konuları ilkel toplumların fantezileri olarak değerlendirdiler. Oysa modern bilim sonrası yaklaşımlar, özellikle Kuantum fiziği, bilimin sınırları içinde bu konuların yeniden düşünülmesi gerektiğini hatırlattı.
Âlim ya da cahil, sıradan birinin modern bilim temelli yaklaşımına göre ilham, keşif ve keramet gibi unsurlar dünyadaki sebep-sonuç ilişkisine terstir. Her şey görünen bir sebep çevresinde şekillenir ve buna göre neticelenir. Fakat bu yaklaşım sadece keşif ve keramet gibi konuları reddetmekle kalmaz. Daha temelde Allah Tealâ’nın dilediğini yaptığını yaniKâdir-i Mutlak oluşunu kabul etmez. Bu yüzden bu anlayıştan beslenen eleştirilerin kaynağı Allah inancı ile ilgilidir. Yani bu anlayışta olanlar ile aramızdaki temel fark şüphesiz imandır.
Biz metafiziğin reddinden kaynaklanan bu yaklaşımı bir kenara bırakıp, keşif ve keramet konularının dinimizdeki yerini ele alalım.
Gayb nedir?
İlham ve keşif ile başlayalım. Her ikisi gayb’ı bilmek olarak değerlendirilmiş ve itirazlar bu temel üzerine kurulmuştur. Peki, bilmenin ölçüsü nedir? Gayb bilinebilir mi? Gayb nedir?
‘Akıl ve duyularla bilinmeyen varlıklar ve bilgilere gayb denir.’ (Tarifât). Gayb denilen varlıklar, bu varlıkların bulunduğu âlem ve bütün bunlara ilişkin gayb niteliğindeki bilgiler çok çeşitli ve çok farklıdır.
Gaybî bilgiler “mutlak gayb” ve “izafî gayb” olmak üzere iki türlü kabul edilir. Mutlak gaybı sadece Allah bilir, O’ndan başka hiç kimse bilemez. Mesela Hak Tealâ’nın hakikati ve mahiyeti mutlak gaybdır. Mutasavvıflar “Hakk’ı ancak Hak bilir.” derken bunu kast ederler ve Allah’ın zatı ve mahiyeti üzerinde değil, nimetleri üzerinde düşünmeyi tavsiye ederler.
Allah Tealâ gaybla ilgili bazı şeyleri insanlara bildirmiş, diğer bazı şeyleri ise insana, meleğe, cin ve şeytana bildirmemiştir. Hak Tealâ bu tür bilgileri kendisine tahsis etmiştir. Bunlar da Allah’ın zatından gayri olan mutlak gayb’dır.
İzafî nitelikteki gaybî bilgiler ise belli bir zamanda gayb olan, daha sonra bu niteliği ortadan kalkan ve bazı insanlara için bilinmezken iken diğer bazılarına bilinir olan bilgilerdir.
Kur’an-ı Kerim’de gaybla ilgili ayetler çoktur. Mutlak gayb için şu mealdeki ayetler delil kabul edilmiştir: “De ki: Gaybı, semadakiler ve yerdekiler değil, ancak Allah bilir.” (Neml, 65) Diğer taraftan Allah’ın dilemesiyle peygamberlerin de bazı durumlarda gayba vâkıf kılındıkları ifade edilir. Bunların örnekleri de Kur’an’da geçer. Hz. Yakub’un Mısır’da bulunan oğlu Yusuf’un kokusunu Filistin’de iken alması, Hz. Yusuf’un rüya tabiriyle gelecekten haber vermesi bunların sadece ikisidir.
Ulemanın büyük bir çoğunluğuna, tasavvuf ehlinin de tamamına göre veliler, sıddıklar, arifler ve takva sahibi salih müminler de Allah’ın dilemesiyle bazı gaybî bilgilere vakıf olabilirler.
Keşif ve ilham nedir?
Keşif ve ilham, akıl, zihin ve beş duyu ile bilinemeyen gaybı bilme aracıdır. Bazı bilgiler duyularla bazıları ise akılla bilinir. Âlimler ve mutasavvıflar keşfi çeşitli mertebelere ayırmışlardır. Mertebesine göre elde edilen bilginin kesin ve açıklığının da değişebileceği söylenmiştir. “İlme’l-yakîn”, “ayne’l-yakîn” ve “hakka’l-yakîn” diye ayrılan keşfî bilgilerin de her biri kendi içinde farklı sınıflara ayrılır.
Keşif ve ilham Hak Tealâ’nın bir lütfudur ve kulun mertebesine göre değişmektedir. Mesela Muhyiddin-i Arabî k.s. vahdet-i vücut anlayışını keşfî bilgilere dayandırarak kurmuştur. Daha sonraki asırlarda yaşayan İmam Rabbanî k.s. ise onun belli bir manevi derecede iken elde ettiği bilgileri kesin bilgi zannettiğini, bu bilgilerin eksik olduğunu söyler. Vahdet-i vücuttan bir sonraki mertebenin “vahdet-i şuhût” olduğunu Mektubât’ında uzun uzun anlatır ve delillendirir.
Meşhur din ve tasavvuf âlimi Tehanevî de yukarıdaki misal doğrultusunda keşfî bilginin keşif sahiplerinin yeteneklerine, makamlarına, kalp safiyeti ve ruhî arınma derecesine göre farklılaşacağını söyler. (Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn)
İlham ve keşfi ifade etmek için kullanılan birçok terim Kur’an ve hadislerden alınmıştır. Bu sadece bir kelime alma işi değildir şüphesiz. Keşfin hakikatini ifade eden mana yönü de Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflere uygundur.
Gerçek keşfî bilgiyi elde etmenin ön şartı kalp tasfiyesi kabul edilmekle birlikte, doğuştan yeteneğin gerekliliği de çoğu zaman vurgulanmıştır. Buna göre meselenin bir tarafı insan iradesi ve çabasıyla, diğer tarafı Allah’ın bahşetmesiyle ilgilidir. Onun için bu yolda hâsıl olan ilme, “ilm-i mevhibe” adı verilir. Yani Allah vergisidir.
Mutasavvıflar keşfin talep edilmesini, keşif sahibi olmak için çaba gösterilmesini doğru bulmamışlardır. Onu daima Allah’ın bir lütfu olarak görmüşlerdir. Zaten keşfî bilgi şahsı ilgilendiren bir bilgidir ve dinin hükümler tarafına ait bir konu için delil olarak kabul edilmez. Bütün mutasavvıflar bu görüşte birleşmişlerdir.
Dini ve dünyayı ilgilendiren bir konu için zahir ilimlere bakılması ve onlara göre değerlendirme yapılması zorunludur. Tasavvuf ehli insanlar fıkha, sünnete bağlılığı tek doğru yol kabul etmiş, sözleriyle ve fiilleriyle daima bu yolda
yürümüşlerdir.
Keramet nedir?
Özellikle tasavvuf terbiyesi altında olanların keşif ve ilham kadar bilmesi gereken bir diğer konu da keramettir. Tasavvufî hayat içinde keramet konusunun önemli bir yeri vardır. Seyyid Şerif Cürcânî Tarîfât’ta kerameti, “Peygamberlik iddiasıyla herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kişiden olağanüstü bir hususun zuhur etmesidir.” şeklinde tarif eder ve şunları ekler:
“Olağanüstü bir durumun keramet olması için kendisinde bu hal görülen kişinin mümin ve salih amel sahibi iyi bir insan olması lazımdır. Keramet denilince anlaşılan şey de budur”.
Keramet, Ehl-i Sünnet âlimlerin-ce gerçek kabul edilmiş bir mevzudur. İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a. ilk akait kitabı olarak kabul edilen Fıkh-ı Ekber isimli eserinde mucizeden bahseder ve hemen ardından ekler: “Evliyanın da kerametleri vardır.” Daha sonra bu yoldan yürüyen bütün Ehl-i Sünnet âlimleri kerameti kabul etmişlerdir.
Keramet salih bir insanda zuhur ettiği için, salih olmayan kişilerde meydana gelen olağanüstü olaylara “istidraç” denilmiştir. Buradan hareketle, takvası eksik kişilerin yaşadıkları olağanüstü şeyleri keramet zannederek aldanabileceğine dikkat çekilir.
Keramet akla aykırı mı?
Kerameti tartışmaya açan ilk grup Mutezile âlimleridir. Onlar kerameti kendilerince akla aykırı bulmuşlardır. Fakat mutasavvıflar keramet ve harikulade olay ve hallerin gerçekleşebileceğini aklen, ilmen ve naklen ispatlamakta çok zorlanmamışlardır. Çünkü mucizenin gerçekleşmesini ispatlayan her delil kerametin de delilidir. Zaten kerametin gerçekleşmesi bu tür olayların sürekli olacağı anlamında değildir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, Hak Tealâ’nın sebep-sonuç ilişkisinin dışında, keramet tarzı şeyleri yaratmaya kadir olduğudur. O’nun kerameti yaratmasına engel olacak herhangi bir kayıt yoktur.
Mutasavvıflar kerameti kabul etmişler, önemsemişler, fakat asla bir hedef ya da üstünlük olarak görmemişlerdir. Tasavvufta keramet bir amaç değildir. Meşhur veli Bayezid Bistamî hazretlerinin tespitini burada hatırlamek gerekir. Bayezid’e demişler ki:
– Falan kişi havada uçuyor.
– Hiç önemli değil, leş yiyen kargalar da uçuyor.
– Filan kişi suda yürüyor.
– Olabilir, balıklar da suda yaşar.
– Falanca bir gecede Mekke’ye gidiyor.
– Hak Tealâ’nın lanetlediği şeytan da bir gecede doğudan ta batıya gidiyor.” (Kuşeyrî Risalesi)
Kendisinde keramet zuhur eden veli bundan memnun olmaz, hoşlanmaz. Bunun istidraç ve imtihan olma ihtimalini düşünüp Allah’tan hayâ eder ve belki endişelenir. İstidraç ehli ise kendisinde bir olağanüstülüğün ortaya çıkmasından mutlu olur, hoşlanır. Bunu hak ettiğine inanarak kibirlenir. Bunun sonucu da manen felakettir.
Kerametin ortaya çıkışıyla ilgili farklı kaviller vardır. Bazı âlimler, peygamberlere verilen mucizenin amacı neyse, kerametin zuhur etmesinin amacı da odur, demişlerdir. Mucizeler genellikle iman etmeyen kişi ve gruplar için gösterilmiştir. Nitekim “Sahabe zamanında kerametin az görülmesi, onların iman ve itikatlarının kuvvetli oluşundandır.” denilmiştir. Dolayısıyla kerametin artması, teslimiyetin zayıflaması olarak kabul edilir.
Maddi keramet manevi keramet
Keramet maddi ve manevi olmak üzere iki türlü olarak kabul edilmiştir. Maddi keramet adından anlaşılacağı gibi, görülen, duyulan şeylerle ilgili kerametlerdir. Mesela su üzerinde yürümek, havada uçmak, ateşte yanmamak gibi. Tasavvuf kitapları bu tür kerametlere ve menkıbelere geniş yer verir. Fakat bunların önem ve değerini abartmaz. Üstelik mutasavvıflar bunların ilâhi bir tuzak ve sınama olabileceğini dikkate alarak bunları istemezler.
Manevi keramet ise hakiki kerametlerdir. Bunlara ilmî, irfanî ve ahlâkî kerametler de denir. Dinin hükümlerine ve ahlâk kurallarına uyma, kulluk görevlerini yerine getirme ve günahlardan sakınma da bu tür kerametlerdendir. Bu tür kerametlerde ilâhi mekr (tuzak) ve sınama söz konusu olmaz. Zira bu Hakk’ın isteğidir.
Meşhur veli Sehl b. Tüsterî k.s. “En büyük keramet, kötü bir huyunu iyi bir huy haline dönüştürmendir.” demiştir. Bu durum tasavvufun tarifi ve gayesiyle de tam bir uyum halindedir. Muhammed Cerirî de “Tasavvuf her türlü kötü huyları terk ederek her türlü güzel huyu edinmektir.” (Kuşeyrî Risalesi) der.
Keşif ve keramet istenir mi?
Başta vurguladığımız gibi, keşif ve keramet Ehl-i Sünnet’in kabul ettiği unsurlardır. Haktır. Yani gerçektir ve dinimizde yeri vardır. Fakat dikkat edilmesi gereken hususlar da vardır. Yine belirttiğimiz gibi bu mevzular aşırı dikkat gerektirir.
Keşif ve kerametin hak olduğunu bilmemiz kadar bunların talep edilmeyeceğini de bilmemiz gerekir. Zira bu tarz talep içinde olmak bir eksikliktir. Sağlıklı düşünüp karar vermenin önüne geçecek bir durumdur. Var olduğunda bile sakınılması lazım olduğuna göre, olmasını istemek hiç doğru değildir.
Evet, keşif istenmez. Zira öğrenmemiz gereken, bize lazım olan bilgi zaten var. Zahirî ilimlerdeki bilgi bizi doğru yola sevk etmeye yeterli. Ayrıca bize keşfî bilgi gibi gelen zanlar, cin ve şeytan vesveseleri ile bazı rahatsızlıklara bağlı halüsinasyonlar yanıltıcı olabilir.
Keramet için de aynı durum söz konusudur. Zaten kişinin kendisinde keramet zuhur etmesini beklemesinin hiçbir izahı yoktur. Bir başkasından, özellikle mürşidinden keramet beklemek ise teslimiyetin zayıflığını gösterir. Hamlık ve cahilliktir.
Dikkat etmemiz gereken konulardan biri de eskiden beri üzerinde durulan keramet ve istikamet ilişkisidir. Ebu Ali Cüzcânî der ki: “İstikamet sahibi ol! Keramete talip olma. Zira Rabbin senden istikamet, doğruluk isterken, nefsin seni keramet istemeye özendirmektedir.”
Yine âlimlerimizden Şeyh Zerrûk da şöyle demiştir: “Bir veliye tabi olmak için keramet değil, mükemmel istikamet lazım. Bu da kayıtsız şartsız Hakk’a tabi olmaktan ibarettir. Onun için gerçek keramet doğru yol üzere olmaktır.”
Öyleyse bizim yapmamız gereken şey, keşif ve keramet aramak değil, istikamet üzere olmayı talep etmek ve bu yolda yürümektir.
Ali Sözer / Semerkand Dergisi
Chat bölümünün hemen altındaki reklamı günde 5-6 defa tıklayıp formumuza destek olalım arkadaşlar.
Değerli üyelerimiz lütfen forumdaki konulara yorumlar yazınız,sorular sorunuz,konular açınız,Konulara mesajlar yazınız ve chat bölümündeki sohbetlere katılınız.
Sizleri forumda daha aktif görmek isteriz.Hep birlikte forumumuzu canlı tutalım.
Sayın üyelerimiz Chat Sohbetlerinden faydalanmanız için 15 mesaj,Forum hocalarından ücretsiz bakım hizmetinden faydalanmak için ise 50 mesaj,E-kitap indirebilmeniz için 100 mesajınız olması gerekir.Lütfen forumdaki konulara yorumlar ve mesajlar yazarak forumda katılımcı ve aktif olunuz.