UYUR'UN LANETİ
Topkapı sarayının altında loş bir büroda çalışıyordum. Harem dairesinin altında az kişinin bildiği bir yer altı deposunda 3 numaralı odadaydım. Üniformamın boğazı sıkıyordu, karşı masada oturan binbaşı olmasaydı kravatımı gevşetirdim. Yanındaki üsteğmen hanım geldiklerinden beri ne bir kelime laf söylemişti ne de oturduğundan beri hareket etmişti. Kimin önce konuşmaya başlaması gerektiğine emin değildim. Eğitimde böyle bir durumda ne yapmam gerektiği öğretilmemişti. Üç aydır çaycı Tarık dışında kimse odama gelmemişti. Onu çağırıp çay söylesem askeri protokole ters mi olurdu bilmiyordum.
“Korhan asteğmenim, ben Binbaşı Ceyhun. Sizin uzmanlığınızla ilgili bir problemimiz var.” Konuşurken gözlerini bir an bile benden ayırmamıştı.
“Emredersiniz, komutanım.” Basit bir iş için gelmişlerdi herhalde. Hemen problemi çözüp araştırmama dönebilirdim.
“Bu toplantı için komutanım demek yok. Ben Ceyhun Bey’im, üsteğmenim Zeynep Hanım, sen de Korhan Beysin.” O bunları söylerken üsteğmenin bundan memnun olmadığı belliydi.
“Anlaşıldı, Ceyhun Bey.” Selam vermemek, ya da emredersiniz demek için çaba göstermem gerekmişti.
“Ben ailemdeki dördüncü kuşak askerim. Büyük dedem vaktinde sarayda görevliydi. Dedem kurtuluş savaşı sırasında Kırmızı Bölükteydi.” Durdu, Kırmızı Bölüğü bilip bilmediğimi tartıyordu. Büyük ihtimalle ondan daha fazlasını biliyordum. Kurtuluş savaşında muharebeler sadece silahlarla olmamıştı. Yunan birliklerine yardım için İngilizlerin yolladığı Hintli ve İngiliz büyücülere karşı normal birlikler bir şey yapamıyorlardı. 1920′de İstanbul’dan kaçan birkaç ispritizmacı ve sarayla yollarını ayıran üstatlar Kırmızı Bölük’ü kurmuştu.
“Dedeniz ve o bir avuç kişi olmasaydı savaşın kaderi değişebilirdi.” Başını salladı.
“İkinci dünya savaşından sonra sadece isminden dolayı Kırmızı Bölük’ü kaldırdılar. Soğuk savaş zamanına uygun bir ismi yoktu. Babam bölüğün son komutanıydı.”
Bölüğe Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ne olduğunu hiç merak etmemiştim. Üstatlar meclisi, saltanatın bitmesinden sonra bir güç savaşına girmişti. Üstatlar yüzyıllardır saraya hizmet ederdi. Padişah ülkeden kaçınca oluşan boşlukta büyük bir savaş kopmuştu. Kırklara kadar meclis bölünmüş kalmıştı. Sonunda sadece sanat ile uğraşma kararı verilmişti. Bazı üstatlar zengin ailelerin hizmetine girmiş, bazısı da insanlardan uzak köşelere çekilmişti. Doğrusu kimse biz sahneden ayrıldıktan sonra ne olduğuyla ilgilenmemişti.
Binbaşı dalgınlığıma aldırmadan devam etti.
“Bölük kaldırıldı ama sivillerin ve polislerin de katılımıyla, çalışmaya devam etti. Ne de olsa hem Rusların hem de müttefiklerimizin ülke içinde çalışan görevlilerine karşı savunma yapmamız gerekliydi.”
“Üstatlar meclisinin izni olmadan Anadolu’ya bir büyücünün bile girmesi mümkün değil. Merak edecek bir şey yoktu.” Binbaşı konuştuğunda sesi buz gibiydi.
“Senin üstatlar meclisi biz sıradan insanların sorunlarıyla ilgilenmez. Meclisin gücü başka büyücülerin gelmesini engelliyordu ama onların uşakları ellerinde tılsımlı silahları ya da sihirli aletleriyle ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlardı. İkinci dünya savaşı sırasında kaç ajan yakaladık biliyor musun? Nazi Almanya’sı ile müttefiklerin oyun sahasının ortasındaydık. Sizin üstatlar yardım istememize rağmen bize sırtlarını dönmüşlerdi.”
“Üstatlar Meclisinin sanat dışında bir meşgalesi olamaz. Aksinin sonuçları tarihte bir çok kere görülmüştü.” Elini salladı, söylediklerimi önemsemiyordu.
“Neyin doğru neyin yanlış olduğu şu anda önemli değil. Önemli olan burada olman ve bizim sana ihtiyacımız olması.” Yanındaki kadına döndü. “Zeynep, dosyayı Korhan’a ver de incelesin.”
Zeynep üsteğmen çantasından pembe kapaklı bir dosya çıkardı. İçinde vaka raporları ve fotoğraflar vardı. Göğüsleri parçalanmış bir kadın, kaburgası çiçek gibi açılıp ciğerleri çıkarılmış birisi ve bacak arası parçalanmış bir adamın fotoğrafından fazlasına bakamamıştım.
“Nedir bunlar?” Zeynep fotoğraflardan daha çok etkilenmemi bekliyordu herhalde ki sakin olduğumu görünce bakışlarını yüzümden uzaklaştırdı.
“Bunlar geçen hafta İstanbul’un çeşitli semtlerinde öldürülen insanların fotoğrafları.” Binbaşının sağ elini yumruk yapmış sol eliyle sıkıyordu.
“Garip oldukları kesin ama benimle ne alakası var?” İşlerini kolaylaştırmaktan vazgeçmiştim. Üç fotoğraf bile günümü mahvetmeye yetmişti, dosyadaki öteki fotoğraflara bakacak halim yoktu. Midem bulanıyordu, sırtımdan aşağı soğuk terler boşanıyordu. Bu işe bulaşmak istemiyordum.
“Kimse ne olduğunu bilmiyor. Emniyet olayın garipliğini de göz önüne alıp basın karartması uyguluyor. Kurbanların yanında katil veya katillerle ilgili bir delil yok. Ne bir parmak izi, ne de DNAsını alabileceğimiz bir saç teli. Hatta bir görgü tanığına göre görünmez bir şey saldırmış. Anlayacağın, bu işin sihirli olduğundan emin olsak da, elimizde pek ipucu yok. Kurbanlar bir hastanede kanser tedavisi görüyorlarmış. Destek için beraber hafta sonu doğa yürüyüşüne çıkmışlar. Tek ortak noktaları da bu. Şile yolu tarafında bir ormanlık arazideymişler.” Dosyada gittikleri yerin haritası vardı, yürüyüş güzergahı mavi ile işaretlenmişti. Haritayı incelediğimi gören binbaşı parmağıyla mavi çizginin yanında bir yeri işaret etti.
“İşte bu bölgede, 382 rakımlı tepede özel bir askeri tesis var, korkumuz bu kurbanlara saldıran şeyin bizim tesisi hedef alması.”
“Ne tesisi orası?” Haritada bir şey yazmıyordu.
“Nato’ya ait bir radar ve ileri gözlem birliği orada konuşlanmış durumda. Bunun dışında bir şey bilmene gerek yok.”
“Peki benden ne istiyorsunuz?” Fotoğraflardan pek bir şey çıkartamıyordum. Ama perilerin ya da cinlerin işi gibi değildi. Periler girenlerin ormandan çıkmasına asla izin vermezlerdi, yürüyüşçüleri öldürmek isteseler bunu hayaller göstererek yapmayı tercih ederlerdi. Cinler ise öldürmek yerine dilek dilemelerini sağlardı. O bölgede Eskilerden biri olduğunu da duymamıştım ama kitapları araştıramam gerekliydi.
“Senden oraya gitmeni ve bu katliamı yapan ne veya kimse onu durdurmanı istiyoruz.”
“Biliyorsunuz ki meclisin sizinle yaptığı anlaşmaya göre işin içinde başka bir büyücü yoksa ilgilenmem gerekmiyor. Oraya gidip sizin işlerinize karışamam.”
“Anlaşma senin bize yardım etmeni yasaklamıyor. Kararı sen vereceksin, gelip bize yardım edebilirsin.” Binbaşının suratında hoşuma gitmeyen bir gülümseme vardı. Sıradan insanların hayatına karışmanın yasak olduğunu biliyor olmalıydı.
“Size yardım ederim, bunu yapanın ne olduğunu bulmak için arşivleri incelerim ama onu bulmaya gelemem.”
“Bu son sözün mü?”
“Evet.” Binbaşının bu kadar kolay pes etmesini beklemiyordum.
“O zaman toplantı bitmiştir. Asteğmenim yeni görev yerini bildiriyorum.” Cebinden bir zarf çıkardı. Masama attı.
“O zarfı açtığında yeni görev yerinin Ankara’da Genelkurmay olduğunu göreceksin. Yabancı elçileri karşılamakla görevlendirildin.”
“Ama araştırmam daha bitmedi.” Elimle masada duran kitapları gösterdim. “Bunlar sayesinde büyük ilerlemeler elde edebiliriz.”
“Araştırman için gereken birkaç kitabı yanın alabilirsin.”
“Yetmez ki hem hangi elçiler gelecek. Benim kim olduğumu anlayabilirler. O zaman başım derde girer.” Üstatlar meclisi benim gibi çırak büyücülerin yabancı büyücülerle konuşmasını yasaklamıştı. “Ayrıca yoz etkisi var. Ankara yeni kurulmuş bir şehir, orada yoz bulutunu engelleyecek fazla bir yer yok. Kale dışında bulunmam başkaları için ölümcül olur.” Yoz bulutu her büyücün etrafındaki nesnelerin yavaş yavaş yok olmasına sebep olan bir güçtür. Onunla baş edebilmenin en kolay yolu Topkapı sarayındaki gibi gerçekliğin daha güçlü olduğu yerlerde bulunmaktır. Her ne kadar böyle yerler büyü yapmayı zorlaştırsa da yavaş yavaş etrafımdakileri öldürmekten iyidir.
“Eğer senin yüzünden herhangi bir personelimiz zarar görürse bundan üstatları sorumlu tutacağımızdan emin olabilirsin. Onun için gereken önlemleri almanı bekliyoruz asteğmenim.” Binbaşı ne söylediğinin farkında değildi.
“Benden fırtına ile savaşmamı istiyorsunuz. Geçici olarak etkiyi durdurabilirim ama üç dört ay boyunca engellersem sonuçları korkunç olur. Biriken enerji sonunda benim gücümü aşacaktır. O zaman bir felaket olur. Benden bunu isteyemezsiniz.” Eğer ordudaki en bilgili subay bu binbaşıysa gerçekten de büyük problem vardı.
“Emirlere karşı mı çıkıyorsun, asteğmenim?” Sesinde kızgınlıktan eser yoktu. “Burada İstanbul’da kalman için bir sebep yok. Eğer bize yardım etseydin yeni görevinin iptali için çalışırdım.”
“Ama anlamıyorsunuz, Üstatlar meclisi sanat dışındaki konulara karışmamızı istemiyor. İnsanların zarar görmesini ben de istemiyorum ama kural bu.” Binbaşı iç çekti. Yanındaki üsteğmenle bakıştılar.
“O zaman bize yapacak bir şey kalmadı. Ankara’da sana kolaylıklar dilerim.” Ayağa kalktı. Onun peşinden ben de ayağa kalktım. Onu ikna etmenin bir yolu olmalıydı. Üsteğmenin suratına baktığımda dudaklarında gizlemeye çalıştığı bir gülümseme olduğunu gördüm. İşte o zaman neler olduğunu anladım.
“Tamam size yardım edeceğim.” Üstatlar meclisi canımı okuyacaktı. Boğazımı sıkan kravatı çözmeden biraz gevşettim. Binbaşı Ceyhun’un gözleri parlıyordu.
“Doğruyu yapacağına emindim. Yarın sabah beşte bir araba seni buradan alacak. Geç kalma.” Elini uzattı. Tokalaştık. “Unutmadan, sivil kıyafet giy. Askeri görevde olduğunuz anlaşılmasın.” Üsteğmen gülümsemesini artık saklamıyordu. Aceleyle elimi sıktı ve çıktılar.
Üniformalı kadınlar bana asla çekici gelmemişlerdi. Sabahın ilk ışıklarıyla Zeynep üsteğmeni gördüğümde ise karşımda bambaşka biri vardı. Açık mavi bir eşofman giymişti, rüzgarlığının fermuarı yarısına kadar inikti. Beyaz tişörtünün üstünde İngilizce “Vahşi kız” yazıyordu. Siyah saçlarını şapkasının altında toplamıştı. Yanında neredeyse iki metre boyunda devasa bir adam duruyordu. İkisinin de gözleri benim üzerimdeydi.
“Korhan Bey, bu gezide Halil bey bize yol gösterecek.” Halil elimi kırmaktan korkar gibi sıktı.
“Halil aynı zamanda bizim yakın korumalığımızı da yapacak. Kendisi bölükten, yanında çekinmenize gerek yok.” Halil’in yüzünde tüm dişlerini gösteren koca bir gülümseme vardı.
“Tanıştığımıza memnun oldum.” Halil’in ayağında koca postallar vardı. Avcı ceketinin ve pantolonunun cepleri doluydu. “Bir hazırlık yapmam gerekli miydi?” Elimdeki büyü eşyalarımı koyduğum eski spor çantayı gösterdim. “Sadece iş eşyalarımı getirdim.”
“Merak etmeyin gereken her şeyi ben hallederim. Zaten uzun bir yürüyüş olmayacak.” Halil’in duymak zordu, konuşurken sesi uzaklardan geliyor gibiydi.
“Evet, artık gidelim mi? Öğleden önce bu işi halletmek istiyorum.”
Zeynep üsteğmenin emri üzerine ikimiz de ses çıkarmadan arabaya bindik. Zeynep arkaya sağa oturdu ben de şoförün arkasına geçtim. Halil, önde oturuyordu. Jipe değil de normal bir arabaya binsek sığamazdı herhalde. Ayaklarını iyice karnına doğru çekmişti. Swetşörtü sıyrılınca boynunda muska ipi ortaya çıktı. Zeynep’in de kolunda bir tılsım bileziği vardı. Göründüklerinden farklı olduklarına emindim, bilmediğim ne kadar farklı olduklarıydı.
Sabahın ilk saatlerinde bile İstanbul sokakları doluydu. Fırıncılar ve servisçiler güne başlamışlardı. İşe yetişebilmek için evlerinden erken çıkanlar ve uzak okullarına gitmek için durakta bekleyen çocuklar yollardaydı. Siyah jipimiz onların arasından dikkat çekmeden geçip gitti. Köprü trafiği kapanmaya başlamıştı. Aslında geçişimizin daha uzun sürmesini isterdim. Sabah güneşinde boğaz göz alıcıydı. Annem İstanbul’dan boğaza olan sevdasından dolayı ayrılamamıştı. Babam kaybolduktan sonra onu buraya bağlayan tek şey boğaz olmuştu. Beraber Kavacık tarafında tepedeki çay bahçelerine gelir, boğazdan geçen gemileri izlerdik. Yedi yaşındayken korunun perisi beni kaçırmaya çalışınca bir daha oraya gitmedik. O gece babamın arkadaşlarından biri gelip beni Pera’da eski bir eve götürmüştü. Büyücülerle ve sanatla işte böyle tanışmıştım. Sınıf arkadaşlarımdan farklı olduğumu ve uymam gereken kurallardan bahsetmişlerdi. Bir sene sonra annem ona yapılan basit bir lanetten ölünce Üstatlar Meclisinin yurduna taşındım. Annemle boğazı seyrettiğimiz o gün onunla geçirdiğim son güzel gündü.
Yol boyunca konuşan olmadı. Radyodan sabah programı yapan bir adamı vardı. Halil adamı can kulağıyla dinliyor, arada esprilerine gülüyordu. Zeynep ise gözlerini kapatmıştı. Ormanın girişine varıncaya kadar hareketsiz oturdu. Ben de geçip giden evleri izledim. Dünyanın gerçeklerinden ve gölgelerde onları bekleyenlerden habersiz insanları inceledim. Hayatlarını tekdüze ama güvenli yaşıyorlardı. Gece yatmadan önce uykuda saldırabilecek cinlere karşı önlem almaları gerekmiyordu. Her nefes alışlarında yanlarında birisini öldürdüklerinden çekinmiyorlardı. Babam kaybolmasaydı ve annem ölmeseydi nasıl olacağını düşündüm. Acaba ben de bu gizemlere karışmaz, sıradan bir hayat yaşar mıydım? Dosyada kanlı resimlerini gördüğüm kanser hastaları da benim gibi mi düşünüyorlardı acaba? Onlar da sıradan bir hayatları olsun istemezler miydi?
Araba toprak yolda beş on dakika daha ilerledikten sonra onların yürüşe başladığı noktaya varmıştık. Çantamı kontrol ettim. Şişelerim ve mumlarıma bir şey olmamıştı. Kırılan bir tebeşiri üstündeki sembolleri silip ufaladım. Halil’in yüzünde gülüşten eser yoktu. Gözlerini kısmış ormana bakıyordu. Zeynep sırtına çantasını geçirmişti.
“Halil emir komuta sende” Zeynep rüzgarlığını açıp silahını kontrol etti. “Bizi şu canavarın olduğu yere götür.”
“Tamamdır, Zeynep. Korhan sen de hazırsan gidiyoruz.” Halil sırtında kendisi kadar koca bir çanta taşıyordu. Onlarla karşılaştırıldığında hazırlıksız gelmiştim.
“Hazırım. Ama iyi bir sporcu değilim, haberiniz olsun.” Güldüler. Halil’in kahkahası ormanın içlerine doğru kayboldu.
“Merak etme, yolumuz uzun değil.”
Önde Halil arkada da Zeynep vardı. İkisinin arasından yürüyordum. Halil’in o cüssesine rağmen yürüyüşünde bir zarafet vardı. Ağaçlar onun geçmesi için yol veriyor gibiydi. Arada duruyor yerdeki izlere bakıyordu. Bazen sadece bekliyor, ormanı dinliyordu. İlerledikçe ağaçlar sıklaştılar. Güneş yaprakları aşıp geçemiyordu. İstanbul’a bu kadar yakın böyle bir orman olabileceğini beklemiyordum. Ben şehir çocuğuydum. Ustam da saray büyücüsü olduğundan şehrin dışına çıkmam gerekmemişti. Yaşadıkları yere göre iki tür büyücü vardır. Birincisi benim ustam gibi şehirde insanların arasında yaşayan, büyünün getirdiği bilgiyle danışmanlık yapan büyücülerdir. Onlara imparatorluk zamanında sarayda vezirlere ve padişaha hizmet ettikleri için saray büyücüsü denir. İkincisi de sanat erbaplarıdır. Onlar büyüyü bilmek, onun gizemlerini çözmek dışında bir şey düşünmezler. Amaçları büyünün sırlarına ulaşmaktır. Çalışmaları tehlikeli olduğundan insanlardan uzakta yaşarlar. Evlerinin etrafı yoz bulutunun da etkisiyle çoraklaşır. Sanat erbapları saray büyücülerini sanatı çıkarları için kullandıkları için pek sevmez. Saray büyücüleri de onları insanlardan kaçtıkları için korkaklıkla suçlarlar. Gene de iş sanatın kimin için olduğuna gelince hemfikirdirler. Sanat sıradan insanların emrine verilemeyecek bir güçtür. Benim gittikçe kararan bu patikada ilerlerken yaptığım ise tam tersiydi. Sanatımı sıradan insanlar için kullanmayı kabul etmiştim. Tek umudum üstatların sadece saldıranın kim olduğunu çözdüğüm için beni cezalandırmayacaklarıydı. Ne de olsa asker olmam gerektiğine karar verenler de onlardı. Aklım bu karanlık düşüncelerle doluyken ağaçlar sihirli bir el değmiş gibi kayboluverdi. Koca bir düzlüğe çıkmıştık. Ortasında masmavi bir kaynak olan bir açıklıktaydık.
Ağaçların karanlığının ardından suyun üzerinde oynaşan ışık gözümü almıştı. Kaynaktan çıkan su sakin bir dereye katılıp uzaklaşmadan önce ufak bir gölcükte birikiyordu. Gölün ortasında birkaç nilüfer akıntıyla salınıyor, daha önce görmediğim çiçekler kıyıda kayalara tutunmuş güzel kokular saçıyordu. Düşünmeden ileri atıldım. O suya varıp bir yudum içmek, çiçeklerin arasında uzanmak istiyordum. Halil kolumu tutmasaydı belki devam ederdim.
“Dur. Burada bir terslik var.” Sesi sakindi ama suratında sıkıntının izi görülüyordu.
“Ne tersliği var ki?” Büyülü bir etki hissetmiyordum. “Kaynağa beni çeken bir sihir yok. Bunu kesin olarak söyleyebilirim.” Zeynep de durmuştu. İkimiz de Halil’e bakıyorduk.
“Bilmiyorum. Ama baksana ne kadar sessiz. Etrafta bir kuş bile yok.” Gerçekten de etrafta sinek bile yoktu.
“İddiaya girerim ki suyun kenarında bir hayvanın bile ayak izini görmeyeceğiz.”
Halil etrafına dikkatle bakınarak suya yaklaştı. Onun peşinden giderken bu güzelliğin bir tehlike saklayacağına inanamıyordum. Suya bir metre kadar yaklaştık, Zeynep Halil’in solunda ben sağındaydım. Dikkatlice kaynağın etrafını inceledik. Suyun sesi ve bizlerin nefesinden başka bir çıtırtı bile yoktu. Küçük havuzun ortasında salınan nilüferler dışında hiçbir şey bizi izlemiyordu.
“Haklıymışsın Halil, bu tarafta hayvan izi yok. Sen ne buldun?” Zeynep kısık sesle konuşuyordu. Doğrusu hepimiz korkuyorduk. Ben daha önce ormana bile gelmemiştim.
“Burada bir iz yok. Korhan senin orada bir şey var mı?” Halil kafasına kaldırıp bana bakmamıştı bile.
“Yok galiba.” Aslında pek de dikkat etmemiştim. Biraz daha dikkatli bakınca otların bazı yerlerde ezildiğini fark ettim. “Halil buraya bir bakar mısın? Suyun kenarında bazı otlar ezilmiş.”
Halil heyecanla yanıma geldi. Yerdeki izleri takip edip ormanın içine bizim geldiğimiz yönün tersine doğru ilerledi. Zeynep yanımda kalmış, ezilmiş çimlerin arasını inceliyordu. Dizlerimiz üzerinde suya dokunmamaya çalışarak otların altına baktık. Zeynep’e daha önce bu kadar yakın durmamıştım. Kokusu bir garipti. Baharatlı bir parfümü vardı, toprak kokuyordu. Gizemli bir o kadar da heyecan vericiydi. Tüm o karmaşanın arasında keskin bir koku, baharatlara rağmen fark edilebiliyordu. Ne olduğunu düşünürken Halil elinde kırık bir düğme ve ayakkabı bağcığı ile geri geldi.
“Bunları ormanın içinde buldum. Ayak izleri de vardı. Çok eski değiller büyük ihtimalle kurbanlar burada konaklamışlar.” Başını kaldırıp bize aldırmadan akan kaynağa baktı. “İddiaya girerim, onları öldüren neyse bu sudan gelmiş.”
“Bunu anlamanın bir yolu var.” İkisi de bana bakıyordu. Ne söyleyeceğini biliyordum. “Korhan söz verdiğin gibi bize bir bulma büyüsü yapmalısın.” Zeynep’in gözleri alev alevdi. Beni deniyordu. Bir an sözümden caymayı düşündüm. İki şey yüzünden yapamazdım. Binbaşının tehdidi hala aklımdaydı, eğer burada vazgeçersem konseyle başımı belaya sokması kesindi. İkincisi de o fotoğraflardı, onları gördükten sonra bir şey yapmadan duramazdım. Bu işi yapanı bulmalıydım. Hem konsey bilgi vermeyi yasaklamamıştı.
“Tamam.”