gayb alemi
120. Gün Olayı ( 120. Gün Olayı
Ahmet Hulûsi
Cenin 120. güne ulaştığında henüz yeni oluşmaya başlayan beyin ilk kozmik ışınsal tesirleri değerlendirebilecek düzeye ulaşır ve bu ilk aldığı tesirle birlikte gen yapısında bir değişiklik meydana getirecek «ruhunu» oluşturacak bir biçimde hologramik dalga yaymaya başlar. Diğer yandan, daha önceden tüm hücreleri bir arada tutan ve sinir sistemi aracılığıyla yayılan biyoelektrik ise, tüm hücreleri bir tür elektromıknatıs durumuna sokmuş olduğu için, bu beynin oluşturduğu «hologramik yapılı dalga beden» yâni «RUH», bütün bedene bağlı olarak sürekli beynin yaydığı dalgalar ile gelişmeye başlar.
Beynin bu 120. günde aldığı tesir neticesinde «Ruh»unu meydana getirmesi yanı sıra; ikinci olarak da bu ışınlar geliş gücü ve mahiyeti ve açıları itibariyle, beyinde mevcut olan ikinci bir devreyi açar ise, bu defa bu beyin, yerkürenin manyetik çekim alanına karşı koyacak türden bir anti çekim dalgası üretip bunu da «Ruh»a yüklemeye başlar. Şayet bu devre o gün de açılmaz ise, bu defa bu varlığın büyüme devresinde de beyin, dünyâ çekim alanına karşı koyma gücünü sağlayan bu enerjiyi «ruh»a yükleyemez.işte bu husus “Said”lik ve “Şâkî”lik hâli diye tanımlanmıştır.
Üçüncü olarak bu anda alınan tesirler kişinin beyninde belli bir ömür devresine müsaade eden bir tür kontak meydana getirir. Diyelim ki 45 sene açık kalarak hayata yol açacak bir taymır (geri sayım devresi).
Şayet bir kaza durumu söz konusu olmaz ise, o sürenin sonunda Marsın, Plüton ve Ay'la beyin haritasındaki ölüm noktasında bir sert açı meydana getirerek oluşturduğu ışınım bu beyindeki kontağı kapatır ve beyin bir anda durur!..işte sapasağlam iken, sebep yokken, «bir anda öldü» denen olay bundandır!.. Yâni bu üçüncü tesir de kişinin «ecelini» meydana getirir. Ki bu sürenin uzaması mümkün değildir.
Nihâyet bir de dördüncü tesir alır beyin bu 120. günde. O da daha sonraki yaşamında ne kadar açılım sağlayabileceğini sağlayan ana devre açılım kapasitesini meydana getirir. Bir diğer ifâde ile «rızık» durumunu.
İşte bu anlattığımız olay 1400 sene evvel Hz. Resûlullah aleyhi's-selâm'ın ağzından şöyle dile gelmiştir:
«Sizin birinizin ana - baba maddeleri 40 gün anasının karnında toplanır. Sonra o maddeler o kadar zaman içinde (ikinci kırk yâni 80) katı bir kan pıhtısı halini alır. Sonra yine o kadar zaman (üçüncü kırk) içinde mudge yâni bir çiğnem ete tahavvül eder. (120 böylece tamam olduğunda) Allah bir melek gönderir. Ve tekâmül eden mudgeye dört kelime emrolunur ki; Onun işini, rızkını, ecelini, sâid veya şakî olduğunu yaz!.. denilir. Sonra ona ruh nefholur.imdî, sizden bir kişi iyi iş işler de hatta kendisi ile cennet arasında bir kaç kulaç mesafe kalır. Bu sırada yazı gelir, o kişiyi önler. Bu defa o cehennemliklerin işini işler!.. Sizden bir kişi de kötü iş işler. Hatta kendisi ile cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi ehli cennetin işini işler. (ve cennete gider)» (Buharî).
Evet, demek ki 120. günde ilk beyin cevheri, kozmik ışın etkileri ile yukarıda, mecâzî bir ifade ile açıklanan, hususları kayda alarak ve bunları diğer yandan da «Ruh» üzerine yükleme yaparak faaliyete başlıyor!
Beyin dedik. Olgun insan beyninde son bilimsel verilere göre, yaklaşık 15 milyar sinir hücresi yâni nöron mevcut bulunuyor. Ve her bir hücrenin 16 bin ayrı hücre ile bağlantılı olarak faaliyet gösterebildiği ifade ediliyor.
Yine bu sahada çalışan değerli bilim adamlarının bulgularına göre, normal düzeydeki bir insan bu 15 milyar beyin hücresinden oluşan beyin kapasitesinin ancak %5-7 arasındaki bir bölümünü; bilim adamları, düşünürler gibi daha fazla beyin çalışması yapanlarda da bu kapasitenin %10-12'ye kadar yükselebilen bir kısmı değerlendiriyorlar.
Beyin hücrelerindeki biyoelektrik enerji diğer hücrelerle bağlantı kuruyor ve beynin biyoelektrik gücü ve bu gücün içine aldığı hücre grubu kapsamı nispetinde de yüksek düzeyde beyin faaliyeti olarak meydana geliyor.
İşte 120. günde beyin cevherinin almış olduğu ilk kozmik tesirler o kişinin dinî tâbirle «A'yân-ı sâbitesi»dir!.. Yâni, sabitleşmiş ana programı!.. Öyle ki, artık bu ana programda asla bir değişiklik söz konusu olmaz!..
Daha sonra özellikle 7. ay başlarından itibaren gelişen beyin, istidadını oluşturacak bir biçimde, içinden geçtiği burçlardan giderek artan bir biçimde aldığı ışın tesirlerini değerlendirmeye başlar. Bu aylarda alınan tesirler ise kişinin ilerde düşünme gücünü ve kapasitesini oluşturacaktır.
Nihâyet beyin 9. ayda ve doğumdan hemen önceki bir iki gecede en verimli şekilde gelen tesirleri değerlendirir ve doğum durumuna girer. Bu ana kadar alınan tesirler kişinin sadece, az önce de belirttiğimiz gibi düşünce dünyasını oluşturan tesirlerdir.
Beyin bundan sonra en güçlü ışın etkilerini ise doğum anında ananın rahminden dünyâya geldiği anda alır.
Yükselen burç, actend tâbir edilen bu kozmik etkiler annenin koruyucu manyetik perdesinden dünyâya çıkan bebeğin beynini en güçlü şekilde etkiler!.. Bu etkiler ise, o kişinin mizacını, karakterini, çevresiyle ilişiklerini ve olaylar içinde ne tür bir yaşam süreceğini programlar.
Hemen burada akla gelecek şu sualin cevabını verelim. Genetik (irsiyet) diye bir olay var! Genlerin ne olduğunu biliyoruz. Bu yolla gelen ana bilgilerin kişideki rolü nedir?.. Genler kanalıyla gelen tüm bilgiler, şayet o kişinin beyninde kendilerini gösterebilecekleri uygun açıklıklar bulabilirlerse ortaya çıkarlar. Yok eğer o beyin, genleri kanalıyla sahip olduğu bilgileri, ortaya koyabileceği bir biçimde uygun açılım burçlardan almamışsa, onları aynen kapalı olarak muhafaza eder ve kendisinden sonrakilere iletir. Tâ ki genlerdeki bilgilerin ortaya çıkmasına uygun açılımda bir beyin bulana kadar bu böylece devam eder.
İşte bu andan sonra, sanki ıslak alçının kalıpta suyunu yitirdikten sonra yeni bir form almaması gibi, beyin de yeni açılım tesirleri almaz olur. Ve hangi tür tesirler ile oluşmuş ise, o kişinin düşünce duygu tasavvur, vehim, hayal gibi beynî fonksiyonları o düzeyde ölene kadar devam eder. Nitekim bu yeni tesirlerle açılım olmayışı da; «yedisinde neyse yetmişinde odur; can çıkmadıkça huy çıkmaz» gibi halk deyişleriyle anlatılmaya çalışılmıştır.)
Alemi Gayb ve Alemi Şehadet Nedir? (Alemi Gayb ve Alemi Şehâdet Nedir?
Gayb âlemi, şehâdet alemi; yani görünmeyen ve görülen âlem. Kurân-ı Kerîm'e göre varlıklar, ikiye ayrılır:
Görülemeyen, idrâk edilemeyen varlıklar gayb âlemini teşkil ederler.
Görülen, idrâk edilen varlıklar ise, şehâdet âlemini meydana getirirler.
Mânevî varlıklar, gayb âlemindendir. mâneviyat erbâbına göre dış; yani şehâdet âlemi, bir görüntüden ibarettir. Asıl hakikât, görülmeyen gayb âlemidir. Görülen âlem, hakikâtin kendisi değil, sadece onun bir tecellîsidir. Bütün mükevvenât, bu iki sınıfa ayrılmıştır. Yani beş duyudan gizli kalan gayb âlemi ile beş duyudan herhangi biriyle varlığı idrâk edilebilen âlem... Nitekim Kurân-ı Kerîm'de, «O öyle Allah'tır ki, ondan başka ilah yoktur; görülmeyeni ve görüleni (gizli ve aşikar olan her şeyi) bilendir.» (Sure-i Haşr, 22) buyrulmuştur.
İnsanoğlunun ilim kaynakları sınırlı olduğu için, ilmi de sınırlıdır. İnsanlar sadece akıl ve duyu organlarıyla hakikatin bilgisine ulaşamazlar. Bu bakımdan akıl ve duyu organlarının yanında, mutlak ilim sahibi Cenâb-ı Hâlık-ı zül-Celâl'in peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği ilimlere muhtaçtır. Fakat peygamberler de, Allah Tealanın kendilerine verdiği ilmin tamamını değil, sadece onun insanlara bildirmesini istediklerini bize aktarırlar.
İnsanlar, gaybı bilmediği gibi; cinler de gaybı bilemez. Ne var ki cinler, latif-rûhânî varlıklar olduğundan, görünmeden her yere girip çıkabilirler... Çok süratli hareket imkanına sahiptirler, tayy-i mekan edebilirler. O bakımdan, insanlar için nisbi-izafi gayb olan bazı şeylerin, onlar tarafından bilinmesi mümkün olabilir.
Nitekim Kurân-ı Kerîm'de, «And olsun ki biz, (dünyaya) en yakın semayı kandillerle süsledik-donattık ve onları şeytanlar için atılacak taşlar yaptık. (Atılan bu taşlar, meleklerden sır çalmaya gelen şeytanları öldürür veya sakatlar.) Ve o şeytanlara çılgın alevli ateş azabı hazırladık.» (Sure-i Mülk, 5) buyrularak, cinlerin, semâdaki bazı gayb haberlerini almak için göğe çıktıklarında yıldızlarla taşlanarak kovuldukları beyan olunmuştur.
Hâsıl-ı kelâm, her şeyi bilmek, Allah'a mahsustur. Beşer, ancak, onun bildirdiği kadarını bilebilir. İnsanoğlu, ilim sahasında ne kadar ilerlerse ilerlesin, bildikleri, bilmediklerinin yanında yer küreye nispetle zerre, deryaya nispetle bir damla bile olmaz. O bakımdan herhangi bir şey, insana nispetle gayb olabilir. Ama Allah-u Teala'ya nispetle hiçbir şey gayb olmaz. Zira onun ilmi her şeyi ihata eder ve hiçbir şey ondan gizli kalamaz. Mümine düşen de, gayba yakînî olarak iman etmektir. )
Bilinmezi (Gaybı) Bilme (Bilinmezi (Gaybı) Bilme
Gayb, duyulardan uzak olan ve kişinin hakkında bilgisi olmayan şeye denir.
Allah'tan başkasının bilemeyeceği şeylere "gayb-ı mutlak" denir. Bir başka kişinin bildiği şey, "gayb-ı mutlak" olmaz. Mesela içinizden geçeni ben bilmem ama siz bilirsiniz. O, bana göre gayb olur, size göre olmaz.
Kimi insanlar, gaybı bildiklerini iddia ederler. Hatta daha ileri giderek kıyametin ne zaman kopacağını, yarın ne olacağını ve nerede öleceğini bildiğini söyleyenler bile vardır. Şimdi bu konuda Kurân'ın nasıl hiçe sayıldığına bir örnek verelim:
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Kıyâmet saatinin bilgisi, kuşkusuz Allah'ın kendisindedir. Yağmuru o indirir, dölyataklarındakini o bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah, şüphesiz bilendir, her şeyden haberdârdır." (Lokman 31/34)
Konuyla ilgili olarak Ahmed b. el-Mübârek, şeyhi Abdulaziz ed-Debbağ'a soruyor:
"Efendim, zâhir âlimlerinden hadisçiler ve başkaları, Kurân'da Lokman sûresinde geçen gaybla ilgili beş şeyi Allah'ın Elçisi(S.A.V.) Efendimiz'in bilip bilemediği konusunda ihtilaf etmişlerdir."
Şöyle cevap veriyor:
"Gaybla ilgili bu beş şey, nasıl Allah'ın Elçisi (S.A.V.) Efendimiz'e meçhul kalır? Onun ümmetinden tasarrufa yetkili birinin tasarrufta bulunabilmesi için mutlaka bu beş şeyi bilmesi gerekir."
Demek ki, bunlar, yarın ne olacağını, nerede öleceklerini ve kıyâmetin ne zaman kopacağını biliyorlar. O zaman yukarıdaki ayeti, hâşâ hükümsüz sayıyorlar. Şimdi bir de şu ayetlere bakalım:
"Sana, kıyâmetten soruyorlar, "Ne zaman demir atacak?" diye. De ki; onun bilgisi, yalnız Rabb'imin yanındadır. Onu vaktinde ortaya çıkaracak olan da sadece odur. Göklerin ve yerin, ağırlığını kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir. Sanki haberin varmış gibi tutup sana soruyorlar, de ki: "Onun bilgisi sadece Allah'ın yanındadır, ama insan*ların çoğu bunu bilmezler." (Araf 7/187)
"Sana, kıyâmetten soruyorlar, "Ne zaman demir atacak?" diye."
Sen nerede, onu bilmek nerede? Onun bilgisi Rabbine aittir.
"Sen, sadece ondan korkanı uyaran kişisin." (Naziat 79/42-45)
Abdulaziz ed-Debbâğ gibi Kurân'ı hiçe sayan ve kendini Kurân'ın üstünde gören "burnu büyük"lerin sözlerini buraya almak istemezdim; ama ne yazık ki Müslümanların inançları, bu gibi sözlerle kirletilmektedir.
Öğrenci iken Hasan Basri Çantay'ın "Kurân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm" adlı meâlini çok okurdum. Orada Abdulaziz ed-Debbâğ'a kutsallık verilmekte, onun sözlerini içeren el-İbrîz adlı kitaptan alıntı yapılarak bazı ayetler açıklanmaktadır. Bu sebeple el-İbrîz, çok merak ettiğim ve okumak istediğim kitaplar arasına girmişti.
Kitabı, Celal Yıldırım'ın yaptığı tercümeden okudum. Celal Yıldırım da önsözünde el-İbrîz'i kutsallaştırmak*tadır. Ona göre, ".. Aynı konudaki diğer eserler arasında el-İbrîz, katıksız ve karışıksız altın niteliğindedir. Çünkü Abdulaziz ed-Debbâğ, kemâl derecesinde büyük bir velidir. İlim adamlarını şaşırtan, akıllara durgunluk veren, tasavvuf erbabını hayrete düşüren ledünnî bir ilme ve irfana sahiptir. O, bu kitapta Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin yüce rûhuyla yaptığı görüşmeleri, misâl ve melekût âlemindeki gözlemlerini perde perde sergilemektedir..."
Misâl âlemi, rüyâ alemi anlamına gelir. Melekût âlemi ise meleklerin ve rûhların bulunduğu ve duyularla algılanamayan alem anlamına gelir. Her ikisine birden gayb alemi denebilir. Bu, Platon'un ideler âlemi anlayışının tasavvufa yansımasıdır. Bir kişinin misal ve melekût aleminde gözlemlerde bulunması kabul edilemeyeceği gibi, Allah'ın Elçisi'nin rûhuyla konuştuğu iddiası kabul edilemez. Rüya görme olayı, bunun dışındadır. Doğru rüyayı herkes görebilir.
El-İbrîz, Kurân'a taban tabana zıt iddialarla doludur. Bazı felsefî izâhlara sığınarak ve sır perdesi arkasına saklayarak bu iddiaları doğru gösterme çabası, kime ne kazandırır? Kurân tefsiri yazmış birinin bu çabayı göstermesi ne kötüdür!
Şimdi siz varın, kitabı okuduğumda ne hâle geldiğimi düşünün. Okumayı çok istediğim kitabın, Kurân'a açıkça aykırı sözleri bir marifet saymasına mı yanayım, yoksa Kurân-ı Kerîm'i tefsir eden kişilerin, Kurân'ı göz ardı eden çirkin sözlerle dolu bir kitabı kutsallaştırmasına mı?
Müslümanlar, bugünkü hale durup dururken gelmediler elbet.
Şimdi gayb ile ilgili görüşmeye geçelim.
ŞEYH EFENDİ- Evliyaullâhın insanın kalbinden geçeni bilmesi haktır ve vakidir; buna "keşf-i zamâir, keşf ma fil-kulûb" derler. Birçok tasavvuf kitabında, evliya terceme-i halinde misalleri bol bol vardır. Batılı bilim adamları, dahi buna benzer olağanüstü olayları bilimsel olarak tespit etmişlerdir. "İçini okumak", "telepati", "mâlum olmak" gibi isimlerle halkımız da bilir. Bendeniz hocamdan bunun pek çok misalini gördüm, yaşadım. Bize sure-i Enâm'ın 50. âyetini delil getirmeye kalkışıyorsun. Sen, hem de fetva komisyonunda vazifelisin. Hayret ettim, hem acıdım, hem de ayıpladım doğrusu! İslâmî ilimler, artık bu kadar da geriledi mi diye teessüf ettim. Bu, şeriata aykırı değildir. Meşhur Kurb-ı ne*vâfil hadisinde Yüce Peygamberimiz Allahu Teâlâ'nın "... O abid ve zahid ku*lumu sevdi*ğim zaman onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum; be*nimle görür, benimle işi*tir, benimle söyler, benimle tutar, be*nimle yürür" buyurduğunu bildiriyor ya işte o haldir!
BAYINDIR- İslâmî ilimler, bu kadar da geriledi mi diye teessüf ediyorsunuz ya, işte onda haklısınız. İslâmî ilimlerin kaybolup yerine hurâfelerin geçtiğini bana siz öğretmiş oldunuz. Rahmetli Mehmed Zahid Kotku, "Ehl-i Sünnet Akâidi" adlı kitabında, bir kimseyi kâfir eden sözleri ve halleri belirtirken şunları yazıyor:
"Gaybı biliyorum" iddiasında bulunanı tasdik eyleyen. Ben çalınan malları bilirim, diyen. Bana cinler haber verir diyen ve onun bu sözünü tasdik eyleyenler (kâfir olurlar). Zira gaybı ne ins (insan) bilir, ne cin bilir. Bilâkis yalnız Cenab-ı Hakk bilir".
Şimdi siz varın "Evliyaullahın insanın kal*bin*den geçeni bilmesi haktır ve vakidir." diyen kişinin yerini tayin edin.[9]. Keşif konusu aşağıda gelecektir.
ŞEYH EFENDİ- Sen, gayb kelimesinin anlamını ve gaybın çeşitlerini bilmeden konuşuyorsun. Mutlak gaybı ancak Allah celle celalühu Hazretleri bilir, bildirmezse peygamberler de, evliyaullah da bilemez; ama Rabb'ül-âlemîn bildirirse her şey bilinir, söylenir. Bir kimsenin kalbindeki, zihnindeki, niyetinde, içinde sakladığı şey "gayb-ı mutlak" değildir, bilinebilir, adetâ okunabilir.
|