Alıntı:
Severuz Nickli Üyeden Alıntı
Bakara Suresi gibi, Ali İmran Suresi de ilk ayetinde belirli harflerle başlar. Ancak Kuran'da, anlamlı bir bütünlük oluşturmadığı düşünülen ve rastgele gibi görünen harflerle başlayan 29 sure bulunmaktadır . Örneğin, Kalem Suresi, "kör kör parmağım gözüne" benzetmesiyle nûn harfiyle başlar. Kaf Suresi, tek başına duran kaf harfiyle açılır. Ta ve Ha ile başlayan Taha Suresi, elif lam mim sad ile başlayan Araf Suresi ve Ta Sin Mim ile başlayan Kasas Suresi de bu tür örnekler arasında yer alır. Bu harfler, başka harflerle birleşmeyip kendi isimleriyle okunan hareketsiz harflerdir ve mukataa harfler olarak adlandırılır. Bu mukataa harflerle başlayan surelerin neden böyle olduğu konusunda çeşitli görüşler vardır, Allah ve Resulü arasında şifre olduğunu rivayet edenlerde olmuştur. Bu konuda ilmi olan bizlerle paylaşırsa memnun olurum .
|
Hurûf-i mukatta‘a konusunda hareket noktası olarak bunları “yemin ifadeleri” olarak belirlemek mümkündür. Belli sûrelerin başında zikredilenlerle Arap alfabesindeki bütün harfler kastedilmiş olabilir. Çünkü Araplar’ın geleneğine göre kıymeti yüce ve değerli şeyler üzerine ant içilir. Harfler ise dünya ve âhiret düzenini sağlayan temel unsurlardan olup onlar vasıtasıyla bütün faydalı şeylere ulaşılabilir. Bunun yanında mukattaa harfleri, bütün hikmet nevilerinin kendilerinde toplandığı iki büyük nimet olan “konuşma” ve “dinleyip işitme” nimetlerine de işaret etmektedir. Bu sebeple Allah, “Harflerin Rabbi’ne yemin olsun ki” anlamında onlara yemin etmiştir. Veya insanların gözlerinde harflerin kıymetini yüceltmek amacıyla onlarla yemin etmiştir. Bunun, Allah’ın iradesi çerçevesinde bulunduğu şüphesizdir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.Bazı sûrelerin başında yer alan harflerden her birinin, tekrar edelim ki ebced hesabı ile insanların katında büyük ve önemli birer duruma işaret eden remiz ve semboller olması da mümkündür. Yine onlarla Allah’ın isim ve sıfatları, yaratıklarına ihsan ettiği nimetleri, İslâm ümmetinin akıbeti, bu ümmetin halife ve devlet başkanlarının sayısı ve İslâm ümmetinin yayılacağı yerler semboller halinde anlatılmış da olabilir. Bu, son derece veciz bir anlatım biçimidir, hatta söz yerine remizle yetinmek ve uzun anlatıma girişmektense işaretleri kâfi görmektir[“Denildiğine göre Kur’ân’da geçen hece harflerinin her biri büyük ve önemli birer duruma işaret etmektedir. Meselâ İslâm ümmetinin hâkimiyetinin ulaşacağı sınırlar ve onların hâkimiyetinde hakkın bâtıla galibiyeti, devlet başkanları ile halifelerinin sayıları, İslâm devletinin hâkim olacağı ve yayılacağı yerlerin sayısı, son derece veciz bir anlatımla ve uzun sözler yerine sadece bu harflerle yetinilerek açıklanmıştır. Bu suretle insanlar, Allah’ın dilediği şeyleri işaret ve sembol diliyle anlatmadaki kudretini öğrenmiştir. Görmez misin ki Allah bazı yaratıkların yapılarına öyle gizemli şeyler yerleştirmiştir ki hem akıllar hem idrak vasıtaları bunları anlamakta hayrete düşmüştür. Meselâ böceğin yapısında ipeğin, ceylanda miskin, arıda balın… bulunuşu gibi. İşte Allah’ın kendi kelâmındaki remizli beyanları da bunun gibidir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir” (Semerkandî, Şerhu’t-Te’vîlât, vr. 7a) ]. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir. Bu suretle insanlar Allah’ın kudretine vâkıf olsun ve O’nun, dilediği gerçekleri dilediği sembollere sığdırdığını anlasın, hem de bütün yaratıkların gerçek konumu çerçevesinde. Nitekim eşyada bulunup da akıl ve idrak vasıtalarının mahiyetini anlamaktan âciz kaldığı ve herkesin kavrayamadığı ince sırlar bu cümleden olup, Allah bunların zâhirî ve bâtınî yönlerini dilediğinde beyan etmektedir. Bunun gibi kendi beyanlarını da zaman zaman bu konumda kılması tabiidir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.Sözü edilen harflerin sûre adları olması da mümkündür. Kitaplarına dilediği isimleri verdiği gibi sûrelerine de dilediği isimleri vermesi Allah’a ait bir iştir. Cins isimleri en fazla beş harfli olduğu gibi mukattaa harflerinden oluşan sûre adları da böyledir[Arap dilinde ilâve (ziyade) harfler içermeyen cins isimlerinin en çok beş harften meydana geldiği anlatılmak isteniyor. “Kâf. Hâ. Yâ. Ayn. Sâd” (كٓهٰيٰعٓصٓ) ve “Hâ. Mîm. Ayn. Sîn. Kâf (حٰمٓعٓسٓقٓ) gibi sûrelerin başında yer alan hurûf-i mukattaa’nın da en uzunu beş harftir]. Bunun delili bu tür harflerle başlayan bütün sûrelerin sözü edilen harflerle bağlantı içinde olmasıdır; sanki sûre, başındaki mukattaa harfleriyle kurulmuştur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.Hecâ harflerinin, daha önce söz konusu ettiğimiz üzere, vezinli ve vezinsiz sözlerin arasını ayırma vazifesi gören teşbîb kabilinden olması da mümkündür. Duyulur âlemdeki sözlerde âdet olan, manzumelerin teşbib ile başlamasıdır. Şair, bu suretle asıl söyleyeceği kelâmdan farklı bir giriş yapar, işte Allah kelâmının durumu da böyledir. Görmez misin ki Kur’ân, beşerî söz türleri çerçevesinde bir durum arzeder, fakat beşerin kelâmında Kur’ân’a tıpatıp benzeyen bir ifade bulmak mümkün değildir. Şairlerin teşbibinde de durum aynıdır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.Allah’ın bu harfleri, neyi kastettiğini yalnız kendisinin bildiği şekilde indirmiş olması da mümkündür. Bu suretle Allah hurûf-i mukattaayı te’vîl ve tefsir etmekten çekinmek, gerçek anlamlarını ve kendileriyle ne anlatılmak istendiğini, onları indirene bırakmak ve onların müteşâbih âyetler olduklarını kabul etmek husûsunda kullarını imtihan etmeyi dilemiştir. Nitekim inkârcıların (mülhide) takılıp kaldığı konulardan biri de bu harflerdir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.Bu harflerin Mekkeliler’in daha önce benzerini görüp tanımadıkları ilginç bir biçimde gelmeleri sebebiyle üzerinde düşünmeye sevkedecek tarzda indirilmiş olması da mümkündür. Çünkü Allah onların hakkı kabul etmeyip direttiklerini, Kur’ân’ı dinlemeyip ondan yüz çevirdiklerini ve onların, “Kur’ân’ı dinlemeyin, onu okunurken gürültüye boğun”[Fussilet suresi 26. ayet] dediklerini biliyordu. Zira Mekkeliler, Hz. Peygamber’i kendilerinden biri gibi kabul ediyordu. Ayrıca bu harfler daha önce tanımadıkları bir ifade şekli getirdiğinden onların eleştirisine yol açmıştır. Resûl-i Ekrem de bu inançsızlara her şeyin idaresine sahip bulunan Allah’ın katından nâzil olanları öğrenmeye kendilerini sevkedecek olan hurûf-i mukattaalı sûreler okumuştur. Bu yüzden onlar, Kur’ân’ın bütün diğer âyetleri arasında bu harfler üzerinde fikir yormaya koyulmuşlardır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.Nihayet diğer bir görüşe göre de Allah yaratıklarını bu harfler üzerinde düşünmeye davet etmiştir. Bunlarla neyi anlatmak istediğini bilen sadece kendisidir.“Zâlike’l-kitab” (ذلك الكتاب) Allah nezdindeki kitaba, yani “levh-i mahfûza” işaret ettiği için “bu kitap” anlamındadır. “O” mânasındaki zâlikenin (ذلك) “bu” anlamındaki hazâ (هذا) yerine kullanılması, Arap dilinde geçerli ve yaygındır. Bir anlayışa göre buradaki zâlike (ذلك) gerçek anlamında olarak uzaktaki şeyleri göstermek için kullanılmış olup “o” anlamındadır. Buna göre sözü edilen kelime ile güvenilir yazıcı meleklerin ellerinde bulunan kitaba işaret edilmiştir.
Ulemadan bir topluluk Allah Teâlâ’nın hiç kimseye bazı sürelerin başlarında olan huruf-i mukattaanın manalarını idrake imkan vermediği görüşüne varmış ve “Bunların ilmi sadece Allah’a âiddir. Biz bunların Kur’ân-ı Azîm cümlesinden olduğuna Îmân ederiz. Bunların ilmini Allah Teâlâ’ya havale ederiz. Diğer ayetlerden anladığımız manaları bunlardan anlamasak da ibâdet maksadıyla, Allah’ın emrini yerine getirmek ve O’nun kelâmını tazim için bu harfleri okuruz.” demişlerdir.Yenâbî’de şöyle geçer: “Hurûf-i mukattaa’dan her bir harfin gayb hazinesinden bir sırrı vardır ki Hazret-i Hak Teâlâ habibine bunu bildirmiştir. Ondan sonra Cebrâil onun üzerine nâzil olmuş; Allah ve Resul’ünden başka kimse ondan haberdar değildir.”Şeyh Nûreddinzâde Vâridât’ında şöyle der: “Rasulullah (s.a.)’e böyle müteşâbih harflerin esrarını sordum. “Onlar benimle Allah Teâlâ arasındaki muhabbetin sırlarındandır.” buyurdu. Ben: “Bunları kimse bilir mi?” diye sordum. “Bunları ceddim İbrâhim (a.s.) dahi bilmez. Bunlar hiçbir mürsel nebî ve mukarreb meleğin bile muttali olmadığı Allah Teâlâ’nın sırlarındandır.” buyurdu.Şu rivâyet de bunu teyit eder: Cebrail (a.s.) “كٓهٰيٰعٓصٓ” kavli ile indiğinde “كاف/kâf” deyince Hz. Peygamber (a.s.) “Bildim” dedi. Cebrail (a.s.) “ها/hâ” deyince yine “Bildim” dedi. Cebrail (a.s.) “يا/yâ” deyince yine “Bildim” dedi. Cebrail (a.s.) عين/ayn deyince yine “Bildim” dedi Cebrail (a.s.) “صاد/sâd” deyince yine “Bildim” dedi. Bunun üzerine Cebrâil (a.s.): “Benim bilmediğimi sen nasıl bildin?” diye sordu.
İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ der ki: Başkaları şöyle dursun ümmetin kâmil fertlerinden hiçbir kimsenin ulaşamadığı kemal ve olgunluk makamına şüphesiz Peygamberimiz (a.s.) ulaşmıştır. Peygamberimiz (s.a.)’in mi’rac gecesinde bütün mevki ve makamları geçmesi buna delâlet eder. Bundan dolayı ‘İnsanlardan, cinlerden ve meleklerden hiçbir kimse Peygamberimiz (s.a.)’in bildiğini bilememiştir’ denilmesi câizdir. Çünkü hepsinin ilimleri O’nun ilmine nisbetle denizden bir damla gibidir. Beşerin haddine nisbetle daha fazlası olamayacak şekilde harflerin hakikatlerinin ilmi de O’na âiddir. O’nun dışındakiler ise kendi istîdad ve kabiliyetlerine göre bu harflerin gereklerini ve bazı hakîkatlerini bilirler. İşte hâlin verdiği bilgi budur. Gizlilikleri, sırları, Kitabının içinde dürülü olanları ve hitabının ihâta ettiklerini en iyi bilen Allah Teâlâ’dır.