Alıntı:
JustMention Nickli Üyeden Alıntı
Selamün aleyküm kardeşlerim. Batıni ilimlerin hak(gerçek)olduğunu,böyle birşeyin var olduğunu etrafımızdaki mümin kardeşlerimize nasıl anlatabiliriz?
Biliyorsunuz ki müslümanlardan Büyük bir kısım bu tarz ilimlerin gerçek olmadığını, hurafelerden ibaret olduğunu düşünüyor. Tabi ki bizde ki hoca görünümlü cahillerinde buna katkısı çok fazla...
Birkaç islami sitelerde tarama yaptım,havas ilmi olsun başka bir batıni ilim olsun hepsinde ''inanılıyor,rivayet ediliyor'' diye saçmasapan yazılar okudum.Sizde Farketmişsinizdir. Öyle bir anlatılmış ki batıni ilimler sanki böyle birşey yokta insanlar uydurmuş arada bir tutuyor gibi bir hissiyat vermişler üstüne bunu yazan sayfalar internet siteleri ve hocalar Türkiye'de çok popüler! müslümanlar bu ilimlerden istifade etmesinler diye resmen var gücüyle çalışıyorlar,farkında olmadan veya bilerek...
İnsanlara bu tarz ilimlerin hak olduğunu,zikirlerin enerjisi olduğunu bu enerjinin insanları etkilediğini,davetlerin yapılabileceğini ama bunları kötü bir amaçla kullanıldığında tehlikeli olduğunu onun dışında hadim,hüddam,ifrit,ulvi ve sufli varlıklar,rahmani işlemler ve sayamadığım birçok şeyi insanlara nasıl aktarıp bu yanlış bilgi kirliliğini ortadan kaldırabiliriz ?
Lütfen bu yazdıklarımı yanlış yorumlamayın ben sadece bu yanlış bilgilerin ortadan kaldırılmasını ve müslümanların bu ilimlerden istifade edip insanlara ve kendisine yardımı dokunsun istiyorum
|
Kehf Sûresi’nin 65. ayetinde “ledünna ılma” yani “ledün ilmi” ifadesi geçmektedir. 60. ayetle başlayan 82. ayetle biten kıssada, Musa (a.s.)’dan, genç arkadaşından ve kendisine ilim ve rahmet verilen “bir kul”dan bahsedilmektedir ki müfessirler bu kulun Hızır (a.s.) olduğunu söylerler. Bu Kur’an kıssasının özeti şöyledir:
Musa (a.s.), genç arkadaşı ile birlikte iki denizin birleştiği yere doğru gider. Yanlarına yemek için aldıkları balık yolda suya atlar fakat genç bunu Musa (a.s.)’a söylemeyi unutur. Hazreti Musa’nın balığa ne olduğunu sorması üzerine genç, balığın denize atladığını ve şeytanın bunu söylemeyi unutturduğunu söyler.
Bunu bir işaret olarak kabul eden Hazreti Musa, denize atladığı o yere geri döner ve orada kendisine rahmet ve ledün ilmi verilmiş bir kulu bulur. Kur’an’da bildirildiği kadarıyla onunla aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Rüşte ulaşmak üzere, sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?
Sen benimle beraberliğe sabredemezsin, buna güç yetiremezsin. İç yüzünü kavrayamadığın bir habere nasıl sabredeceksin?
İnşallah beni sabırlı bulacaksın. Sana işinde asi olmayacağım.
O hâlde bana tabi olduğun müddetçe sana anlatmadıkça bana bir şey sorma.
Bunun üzerine yola çıkarlar ve bir gemiye binerler. Hızır (a.s.) gemiyi deler. Musa (a.s.);
Gemidekilerin boğulması için mi gemiyi deldin. Sen büyük bir iş yaptın.
Ben sana benimle beraberliğe sabredemezsin dememiş miydim?
Unuttuğum şeyden dolayı beni azarlama ve işimde güçlük çıkarma.
Yürümeye devam ederler ta ki bir erkek çocuğa rastlayıncaya dek. Hızır (a.s.) çocuğu öldürür. Musa (a.s.);
Tertemiz bir canı bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha? Gerçek şu ki sen çok kötü bir iş yaptın.
Ben sana benimle beraberliğe sabredemezsin dememiş miydim?
Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme. Benim tarafımdan ileri sürülecek mazeretin sonuna ulaştın.
İkisi yola devam ederler. Bir kasabaya uğrarlar ve kasaba halkından yemek isterler. Kasaba halkı onları misafir etmekten çekinir. Yıkılmak üzere bir duvar görürler. Hızır (a.s.) duvarı düzeltir. Hazreti Musa;
Dileseydin bunun karşılığında bir ücret alırdın.
Bu benimle senin aramızdaki ayrılıktır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim. O gemi vardı ya o denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. Çünkü o geminin arkasında sağlam gemileri gasp eden bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince onun anne ve babası mü’min kimselerdi. Bunun için çocuğun onları azgınlık ve küfre sürüklemesinden korktuk. İstedik ki Rableri onun yerine ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin. O duvar ise babaları iyi bir adam olan iki yetim çocuğun idi. Altında da onlara ait bir hazine vardı. Rabb’in istedi ki o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler Rabb’inden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.
Yüce Allah on üç ayet boyunca bir kıssa anlatmakta ve bizlerden de bunun üzerine düşünmemizi istemektedir. Kıssada gemiyi delme, çocuğu öldürme ve duvarı onarma gibi işlerin hakikatte bir hayra vesile olduğu, bu hayrın da Musa (a.s.) tarafından önceden bilinemediği ve bunu anlayıncaya kadar da aceleci tavırlarla Hızır (a.s.)’a sorular sorduğu anlatılmaktadır.
Oysa zâhiren suç olarak değerlendirilen bu gibi fiillerin hayırlı neticelerini Hızır (a.s.) çok önceden bilmekteydi. Onun buradaki bilgisi nasıl bir bilgiydi? Kitaplarda yazılı olan bir bilgi olmadığı ortadadır. Yani okumayla elde edilemeyen, Allahu Teâlâ’nın lütfettiği bir bilgidir. Yüce Allah bizlerin bu bilgi türü ile ilgilenmemizi istememiş olsaydı bu kıssayı anlatmaz ve böyle bir bilgi türünden de pekâlâ bahsetmezdi. İlm-i ledün adı verilen bu ilme mutasavvıflar bâtın ilmi de demişlerdir.
Zâhirî ilimleri öğrenmek kuşkusuz farzdır ve dinen de teşvik edilen ilim bu ilimdir. Bâtın ilmi ise çalışmakla elde edilen bir ilim değildir. Zâhir ve bâtın zaman zaman çelişiyor gibi görünse de hakikatte böyle bir çelişme yoktur. Zâhir de bâtın da esasında aynı hakikatte birleşir. Fakat bazıları bu ikisinin aynı hakikatin parçası olduğunu kavrayamaz ve bir çelişki varmış gibi yansıtarak bir fitneye sebebiyet verirler. Musa Tektaş Hoca bir yazısında; “Zâhirî ilimle bâtınî ilimler birleşince âb-ı hayât oldu adı. Yani Hazreti Musa ile Hazreti Hızır’ın yolculuktan maksadı; âb-ı hayât; ilim, sabır ve teslimiyete ermek, hakikati keşf yoluyla görmektir.” diyerek üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir hakikate işaret etmiştir.
Fıkıh, İslâm’ın zâhirî yüzüne dönük iken tasavvuf bâtınî tarafına da bakar. Her iki yön de ihmal edilememelidir. İmam-ı Malik bu ikisinin bir arada olması gerektiğini şu sözüyle vurgular: “Tasavvuf bilmeyen fakih fıska, tasavvufu bilip de fıkhı bilmeyen ise sapıklığa düşer. Bu ikisini cem eden ise hakikate vasıl olur.”[1]
Şu var ki tasavvufî hakikatleri herkesin algılayabilmesi beklenemez. Zira bu anlayışın kazanılması için bir pişme ve olgunlaşma sürecine ihtiyaç vardır. Tıpkı bir tırtılın kelebek oluncaya kadar geçirmek zorunda olduğu evreler gibi... Bu olgunlaşma sürecini kontrol eden ve salikin eğitimiyle meşgul olan saygın zatlara tasavvufta “mürşid-i kâmil” adı verilir. Mürşid talebesine işlerin iç yüzünü sezdiren kişidir.
Mânâ ehlinin ulaştığı hakikatler çoğu insanı, hatta âlim de olsalar, şaşırtabilecek niteliktedir. Mesela Yunus Emre’nin şu şiirinde böylesi bir duruma işaret edilmektedir: “Kadılar, müftüler cümle geldiler./ Kitapların hep bir yere koydular/ Sen bu ilmi kimden aldın dediler./ Bir kâmil mürşide varmadan olmaz.”
Bunun gibi meşayih-i kiramdan Ebu Said Harraz’ın eserlerinde gördükleri bazı ifadelerin mânâsını müftüler bile anlayamamışlardı.[2] Cüneyd-i Bağdadî’yi anlayamayan düşmanları ve hasetçileri de onun kâfir ve zındık olduğuna dair şahitlik yapmıştır.[3]
Dîvân-ı Hikmet sahibi Ahmet Yesevî: “Benim hikmetlerimi aşığa söyleyin./Gönlü ayna gibi olan sadığa söyleyin.” derken de bahsettiğimiz anlayışın herkeste olmadığına işaret etmişti.[4] Aynı şekilde Mevlâna da Mesnevî’sinin başında gönülleri temiz olan ve hakikati sevenlerden başkasının bu kitaba dokunmasına izin olmadığını söylemişti.
Ebu Hasan Harkanî bu ilmi elde edebilmek için on iki sene Harkan’dan Bistam’a Bâyezîd’in kabrini ziyarete gitmiş, yol boyu Kur’an-ı Kerim’i hatmetmiş, oraya varınca da; “Ya Rabbi, ona verdiğin ilimlerden, azametinin hatırı için bu kuluna da lütfet.” diye dua etmiştir.
Son olarak şunu ifade edelim ki ledün ilmi Kur’an’daki bağlamı ile değerlendirilmez ve anlaşılmazsa, Allah korusun çeşitli ayak kaymaları ve sapmalar söz konusu olabilir. Nitekim birçok kimseler ledün ilmine sahip olduklarını iddia etmişler ve fantastik âlemlere dalmışlardır. Bundan dolayıdır ki tasavvufun bu gibi konularına ilgi duyan kimselerin, ayaklarının kaymaması için acziyetinin bilinciyle çok dualar etmesi, Allah’a sığınması ve mürşid-i kâmilin himayesinde kalması elzemdir.
[1] İz, Mahir, Tasavvuf, İstanbul, 1997, s. 227.
[2] Attar, Tezkireül Evliya II, Tercüme: Süleyman Uludağ, İstanbul s. 52.
[3] Attar, a.g.e., II, s. 13.
[4] Hakkulov, İbrahim, Ahmet Yesevi, Çeviren ve sadeleştiren: Erham Sezai Toplu, Ankara, 1998, s. 37.