Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Ruhani Alemle Meşgul olanlar için Geniş Anlatım
Tekil Mesaj gösterimi
  #6  
Alt 25.04.16, 17:29
Sin - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
💎Sin Sin isimli Üye şimdilik offline konumundadır
💫 Güvenilir 💫
 
Üyelik tarihi: 19.08.14
Bulunduğu yer: Irak
Mesajlar: 2,210
Etiketlendiği Mesaj: 1518 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

İSPRİTİZMA CELSELERİ

Birinci Cihan Harbinin son seneleriydi. O zaman Ankara’da Hukuk Mahkemesi âzâsından Avni Efendi adında bir zât vardı. Medresede okuduktan sonra Hukuk Fakültesi’ne ve Fen Fakültesi Tabiiyye şûbesine de devam etmişti. Kendisi Kırşehir’in Mucur kazasından olup, fevkalâde kuvvetli bir medyum idi. Her gece Vâli’nin, Kadı’nın ve muhtelif kimselerin evlerinde yapılan ispritizma [Ruhun ölmediğine inanan, gereğinde ölülerin ruhlarıyla ilişki kurulabileceğini ileri süren inanış, ruh çağırma:] tecrübelerinde medyum olurdu. Bir gece de biz ricâ ettik, kabul etti. O gece arkadaşlarımızın hemen çoğu o toplantıda bulundu. Bir de buna hiç inanmayan, yukarıda kendisinden bahsettiğim Mısırlı Abdülhakîm Fehmi Bey arkadaşımız o mecliste bulunuyordu ve hiç inanmadığı için, herkesin parmaklarını koyduğu büyük ve ağır bir yemek masası üzerine bütün kuvvetiyle, fakat hissettirmeyerek koluyla basıyordu.

Medyum: «Ey ruh! Geldiysen masanın ayağını kaldır ve vur» dedi. Masanın ayağı kalktı, bir defa vurdu. Abdülhakîm Efendi bir kere daha vurmasını rica etti. Medyum: «Ey ruh! Uç kere vur» dedi. Masanın ayağı üç defa kalkıp yere inince Mısırlı arkadaş: «Allah Allah! Efendi, yâ Allah!» diyerek şaşırıp kaldı. Ben kâtiplik ediyordum. Arkadaşlardan felsefe hocası Çorumlu Abdurahman Dursun Bey, Kabakçı Mustafa veya Patrona Halil gibi ihtilâlcileri çağırdı. Bu Abdurrahman Bey vaktiyle medresede okumuş, sonra Yüksek Muallim Mektebi’ne girmiş ve felsefe kısmından şahâdetnâme almış, medresede edindiği kanaatlerini değiştirmiş, kendisine göre bir ateist olmuştu.

Öteki arkadaşlar da bazı şeyler sordular; hepsine cevap vermiyordu. Ben de Nâmık Kemâl’in rûhunu istedim, dâvet edildi. Eski edebiyat ile yeni edebiyat arasındaki farkı ve bu husustaki düşüncelerini sordum. Sarı kâğıtlı müsvedde defterinin üçte ikisi verdiği cevapla dolmuştu ve tam kendi üslûp ve ifadesiydi. Ne yazık ki defterimi sonradan kaybettim; o sözleri şimdi buraya aynen geçirmek isterdim.

«Fuzülî’yi çağıralım ve zamana uygun bir beyit söylemesini kendisinden rica edelim» dediler. Mütârekenin ilk yılı idi. Hiç unutmam, çünkü çok tekrar ettim, aynen hatırımdadır. Şu beyti söyledi:

Mü’minlerin başı yok, Dayanacak taşı yok.

Herkesi bir hayret istilâ etti. Abdülhakîm Efendi’ye anlattık, o da şaşırdı.

Medyum Avni Efendi ile bir gece de Âşir Molla’mn evinde toplandık. Orada Ankara eşrâfından Taşhan sahibi Ziya Bey ve mektebimizin Arapça hocası Trabzon Müftîsi Cûdî Efendi de vardı. Masanın etrafına toplandılar, medyum bir iki defa:

«Ey ruh! Geldinse haber ver» der demez, masanın ayağı vurdu. «Adın ne?», «Şükrü», «Nerelisin?», Ankaralı», «Hangi mahalleden?», «Telüce», «Ne iş yaparsın?», «Ayakkabıcıyım», Ne zaman öldün?», «Kırkyedi sene evvel» «İçimizde Ankaralı tanınmış bir kimse var mı?», «Var», «Babasının adı ne?», «Hacı Süleyman» dedi.

Bütün Ankaralılar ve biz donduk kaldık, zirâ Taşhan sahibi Ziya Bey’in babasının ismi Hacı Süleyman idi. Biz bilmediğimiz için mahallenin yerini sorduk. Telüce mahallesi, lisenin karşısında ve Ankara Hastahanesi’nin karşı cephesindeki tepede imiş. Sorulacak başka bir şey olmadığı için, başkaları çağrıldı. Herkese seviyesine göre cevaplar verildi.

O gece ben, yanımda oturan Cûdî Efendi’ye kendi kanaatimi söyledim. Dedim ki: «Ben bu gelen kuvvetin ruh olduğuna inanmıyorum; çünkü ruh, cesedinin yanında veya mele-i a’lâdadır. Herkesin emriyle hareket etmez ve ona râm olmaz. Akıl buna mânî olduğu gibi, nakilden de uygun bir hüküm bulunamaz. Bu olsa olsa cin taifesidir? Eskiden de biliriz, cinci hocalar vardı. Bunlar bir kısım cinn’i kendilerine râm etmişlerdi. Yıllarca herkes bu hususta birçok menâkıp dinlemiştir. Esâsen cin tâifesinin vücûdu Kur’ân ile sâbittir.» Cûdî Efendi bu sözlerimi tasdik etti ve «Medyuma bir sual tevcih edelim» dedi. «Malûmdur ki, Hazret-i Ali’nin kabrinin nerede olduğu târihen sâbit değildir, kimse bilmez, ancak makamı vardır. Bunu soralım» dedi, sorduk. Gelen kimdi bilemiyorum, fakat müphem bir cevap verdi. Cümlenin bir sıfatı da hatırımda değildir: «İnsan» olan mı, «kâmil» olan mı, hâsılı, faziletli bir sıfat kullanarak dedi ki:

«… olan yerde yatmaz.»

Fakat en mühim cevaplar, o zaman Ankara vâlisi olan akrabamızdan Azmi (Savut) Bey’in büyük dâmâdı Bâb-ı Ali Evrak Müdîri Hacı Nûri Bey’in cep defterindeydi, herhâlde evlâdına intikâl etmiştir. Bize okuduğu bazı parçalar vardı ki, hakîkaten,

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147