Yaşadıkları geniş coğrafî sahanın bir gereği olarak Türkler, bir yandan doğuda Budist Çin kültürünün etkisine girerken, bir yandan da batıda Zerdüştî İran’ın inançlarıyla haşır neşir olmuşlar, nihayet Maniheizm, Mazdeizm ve Mazdekizm’i de tanımışlardır. Değişik coğrafya ve iklimlerin, kültürlerin mahsulleri olan bu dinler bazan aynı Türk toplumunda birbirlerine halef selef olurken, bazan da yanyana var olmuşlardır. Böyle durumlarda karşılıklı etkilenmeler ve tedahüller vuku bulmuş, zikredilen bu dinler bu suretle Türkler arasında onlara mahsus birer biçim almışlardır. Nihayet bunların yerini, daha önce hiçbir dinin yapamadığı bir biçimde çok geniş kitlelere yayılarak İslâmiyet almıştır. Fakat İslâmiyet’ten önceki dinlerin uzun asırlar boyu hasıl ettiği etkiler kolay kolay silinmemiş, bazıları İslâmî bir cilâ altında bazı Türk topluluklarında bütün kuvvetiyle yaşamaya devam etmiştir. Başka bir deyişle, İslâmiyet Türkler’in inanç dünyalarının dibine inebildiği ölçüde eski dinlerin kalıntılarını dışarı atmıştır. Anadolu’ya gelip yerleştikten sonra Türkler, putperestlik ve Hıristiyanlığın senkretizminden oluşan yeni bir kültürle temasa gelmişler, çeşitli vesile ve vasıtalarla az da olsa bununla karşılıklı alışverişte bulunmuşlardır. İşte bu uzun macera sebebiyle mesela Bektaşî menakıpnamelerinde tabiat kültlerinden Şamanist unsurlara, Budist ve Maniheist unsurlardan Anadolu kültür kalıntılarına kadar çok çeşitli ve âdeta bu uzun dinî macerayı belgeleyen motiflere rastlanabilmektedir. Bunların her biri menkıbeler haline dönüşerek bu eserlerde yaşamaya imkân bulmuşlardır. Bu eserlerde yer almaları ise, iki tarihsel ve sosyolojik gerçeğin yansımasından başka bir şey değildir: 1- Bu inançları taşıyan ve yaşayan geniş bir sosyal taban mevcut olmuştur. 2- Bütün bu inançlar, reddi mümkün olmayan bir dinî ve kültürel senkretizmin (bağdaştırmacılık) canlı şahididir, ki bu senkretizmin tarihî vârisleri de Bektaşî ve Alevî (Kızılbaş) toplumudur.
__________________
Yunusça sevgimizden anlamayana cevabımız Yavuzca olacaktır...
|