Kitab-ül-hitab adlı eserden bir bölüm:
“Bir kimse yapılması vacib olanı yapmasa veya yapılmaması lazım geleni yapsa, Allahü tealanın ta’yin ettiği hududu aştığı için asi ve günahkar olur. Resulullah efendimiz ( aleyhisselam ) ümmetinden sünnetini işlemediği için intikam almaz, ümmetinin cezalandırılmasını istemez. Allahü tealanın emirleri ve yasakları böyle değildir. Allahü tealanın, insanların aklının alamıyacağı emir ve yasakları çoktur. Bunlar, Allahü tealanın mekridir. Bu mekrden kurtulmak için Resulullahdan ( aleyhisselam ) gelen emir ve yasaklara uymak lazımdır. Onun için Cüneyd-i Bağdadi (r.aleyh); “Kitab ve sünnet, İslamiyet terazisinin iki kefesidir” buyurdu.
Her insanın yanında bir melek bir de şeytan bulunur. Hayırlı düşünce ve ilhamlar melektendir. Kalbe gelen düşünceler dine muhalif ise, şeytanın iğvasından kalbe üfürdüğü vesveselerindendir. Melekler helal yola da’vet eder, mübaha da’vet etmez. Şeytan ise harama da da’vet ettiği gibi mübaha da da’vet eder. Çünkü mübah sebebiyle hile yaparak, günah işletmeğe sevk eder.”
Ruh-ül-Beyan tefsirinden ba’zı bölümler:
“Allahü teala, Adem aleyhisselamı yarattığı zaman, Cebrail aleyhisselamı ona şu üç hediye ile gönderdi: Akıl, ilim, haya. Cebrail aleyhisselam, Hazreti Adem’e (aleyhisselam); “Ey Adem! Bu üç hediyeden dilediğini seç” dedi. Adem aleyhisselam aklı seçti. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam, ilim ve hayaya yerlerine dönmelerini işaret etti. İlim ve haya; “Biz alem-i ervahta birdik. Alem-i ecsadda (cesetler alemi) birbirimizden ayrılmamıza asla razı olmayız. Akıl nerede olursa biz ona tabi olarak onunla beraber oluruz” deyince, Cebrail aleyhisselam; “Yerleşin” emrini verdi. Akıl dimağa, ilim kalbe, haya göze yerleşti.”
İbn-i Abbas ( radıyallahü anh ) şöyle rivayet etti: “Birgün Resulullah efendimiz ( aleyhisselam ) mescidden çıkıp şeytanla kanlaşınca; “Seni benim mescidimin kapısına kim getirdi?” diye sordu. Şeytan; “Allah getirdi” dedi. Resul-i ekrem ( aleyhisselam ); “Niçin getirdi?” diye sorunca, şeytan; “İstediğini bana sorman için” dedi. Resulullah efendimiz ( aleyhisselam ); “Ey mel’un! Ümmetimi cemaat ile namaz kılmaktan neden menediyorsun?” diye sual etti. Şeytan; “Ya Muhammed ( aleyhisselam )! Ümmetin cemaatle namaza başladığı zaman, beni şiddetli bir sıtma tutuyor. Onlar namazlarını bitirip dağılıncaya kadar benden çıkmıyor” dedi. Server-i alem ( aleyhisselam ); “Ey mel’un! Ümmetimi ilim öğrenmekten ve duadan niçin menediyorsun?” diye sordu. Şeytan; “Ya Muhammed ( aleyhisselam )! Ümmetin dua ettiği zaman ben kör ve sağır oluyorum. Onlar dağılıncaya kadar bu hal benden gitmiyor” dedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselam ); “Ey mel’un! Ümmetimi niçin Kur’an-ı kerim okumaktan alıkoyuyorsun?” diye sual edince, şeytan; “Ya Muhammed ( aleyhisselam ) Ümmetin Kur’an-ı kerim okumaya başlayınca ben kurşun gibi eriyorum” dedi. Son olarak Resul-i ekrem ( aleyhisselam ); “Ey mel’un! Ümmetimi niçin cihad etmekten alıkoyuyorsun?” diye sual buyurdu. Seytan; “Ya Muhammed ( aleyhisselam )! Ümmetin cihad için sefere çıktığı zaman, ayaklarıma bukağı vuruluyor. Onlar dönünceye kadar bukağı ayaklarımda kalıyor. Onlar hacca gittikleri zaman zincirlerle bağlanıyorum. Onlar sadaka vermeğe niyet ettiklerinde, başıma bıçaklar konuyor. O bıçaklar beni kesiyor” dedi.”
Şöyle anlatılır: Vaktiyle bir veli, hac farizasını yerine getirmek için Mekke-i mükerremeye gitmeye niyet etti. Henüz akıl baliğ olmayan erkek evladı ona; “Babacığım nereye gidiyorsun?” diye sordu. Veli; “Beytullaha gidiyorum” dedi. Çocuk o evi gören, evin sahibini de görür sanarak, babasına; “Ey Baba! Beni niçin götürmüyorsun?” deyince, babası; “Oğlum sen hacla mükellef değilsin” dedi. Çocuk ağlayıp ısrar edince, veli zat çocuğunu da hacca götürdü. Mikata vardıklarında, ihrama girip, telbiyede bulundular. Harem-i şerife girince Beytullah göründü. Çocuk Ka’be-i şerifi görür görmez; “Allahü ekber” diyerek, orada ruhunu teslim etti. Babası bu durum karşısında hayretler içinde kaldı. Bu duruma çok üzüldü. Ka’be-i şerifden o anda şöyle bir nida geldi: “Sen beyti istedin, beyti buldun. Çocuk ise beytin sahibini istedi. O da Allahü tealayı buldu.
Allahü tealanın veli kullarından birisi, İbn-i Sina’ya; “Ömrünü akli ilimlerle bitirdin. Bununla hangi dereceye ulaştın” diye sordu. O da; “Günün saatlerinden bir vakit buldum ki, o vakitte demir hamur gibi olur” dedi veli zat; “O saati bana bildir” dedi. O vakit gelince İbn-i Sina, veli zata haber verdi ve eline bir demir parçası alarak parmağını demire soktu. O vakit geçtikten sonra veli zat, İbn-i Sina’ya; “Biraz önce yaptığın gibi demire parmağını sokabilir misin?” dedi. İbn-i Sina; “Hayır! Çünkü o bu vaktin özelliklerindendir. Başka zaman yapılamaz” deyince, veli zat eline bir demir alıp, parmağını soktuktan sonra; “Akıllıya yakışan ömrünü fani şeylerle harcamamaktır” dedi.
Bir zat, hacca giderken Ahmed-i Namıki Cami hazretlerinin sohbetlerine katıldı. O meclisin ma’nevi havasını teneffüs etti. Sohbet arasında Ahmed-i Namıki Cami’nin başının üzerinde kalkan gibi bir nurun parladığını gördü. Ona olan sevgi ve bağlılığından hac için izin istedi. Ahmed-i Cami, onun hacca gitmesine müsaade etti. O zat hac farizasını yerine getirdikten sonra tekrar Ahmed-i Namıki Cami’nin meclisine uğradı. Fakat, bu sefer hacca giderken gördüğü nuru göremedi. Ahmed-i Namıki Cami’den bunun sebebini sordu. O da; “Sen hacca gitmeden önce iltica ve acizlik içinde idin. Buraya gelip bu meclisden nasiblendin. Himmete kavuştun. Şimdi ise hac farizasını ifa ettikten sonra hacı ünvanını aldın. Bu durum seni gururlandırdı. Kendine bir mertebe verdiğin için, bu hal seni önce kavuşmuş olduğun ma’nevi dereceden düşürdü. Bu yüzden de o nuru göremez oldun” buyurdu.
Şöyle nakledilir: İsa aleyhisselam, birgün bir yahudi ile beraber yolculuğa çıkmıştı. Yanında üç tane çörek bulunuyordu. Çörekleri yahudiye vererek; “Bunları muhafaza et” dedi. Bir süre sonra yahudi çöreğin birisini yedi. İsa aleyhisselam; “Üçüncüsü nerede?” deyince, yahudi; “İki tane idi” dedi. Yollarına devam ettiler. Yahudi İsa aleyhisselamın mu’cizelerini gördüğü halde, suçunu i’tiraf etmedi. Böyle yürürken yolda üç altın dolu kaba rastladılar. Yahudi; “Ya İsa! Bunları paylaştır” dedi. İsa aleyhisselam; “Biri benim, biri senin diğeri de çöreği yiyenin” dedi. Yahudi sevinerek; “Üçüncü çöreği ben yedim” dedi. İsa aleyhisselam; “Ey yahudi! Benim yanımdan ayrıl. Sen Allahü tealanın kudretini gördüğün halde, üçüncü çöreği yediğini söylemedin de, şimdi dünya malından olan altın dolu kapları görünce, onlara sahip olabilmek için söyledin” dedi. Altın dolu kapların hepsini yahudinin yanında bırakarak, oradan ayrıldı. Bir süre sonra üç hırsız gelip yahudiyi öldürerek elinden altın kaplarını aldılar. Yemek getirmek için içlerinden birini gönderdiler. Kalan ikisi aralarında anlaşarak; “Giden arkadaşımızı gelince öldürelim” diye karar verdiler. Yemek getirmeye giden de, onları öldürmek ve altın kaplarına sahip olmak için yemeğin içine zehir koydu. Yemeği arkadaşlarına götürünce, diğerleri bir ufak münakaşa sonunda onu öldürdüler. Diğer ikisi de gelen zehirli yemeği yeyince biraz sonra zehirlenerek öldüler. İsa aleyhisselam dönerken, yahudiyi ve o üç kişiyi ölü olarak görünce hayretler içinde kaldı. Cebrail aleyhisselam gelerek ona durumu olduğu gibi anlattı.
Akıllı insana yakışan, dünya malının çokluğu ile gururlanmamak ve dünya malını toplamak için fazla çalışmamaktır. Dünya ahıretin tarlasıdır. Ahıret yolculuğuna hazırlanmak için salih amel işlemelidir. Dünya malının çokluğu ile gururlanmak, fakirleri hor ve hakir görmek ve onlarla alay etmek zenginlere hiç yakışmaz. Zira bu sıfat, kafirlerin sıfatlarındandır.
Şöyle anlatılır: Hasen-i Basri, hacca giderken, yolda devesini kaybetti. Devesini ararken bir çocukla karşılaştı. Çocuğa devesini görüp görmediğini sordu. Çocuk da devenin olduğu yeri, ona ta’rif etti. Hasen-i Basri deveyi bulunca çocuk ona; “Ya Şeyh! Sen ne yiyip, ne giyersin?” diye sordu. Hasen-i Basri de; “Şehvetimi kırmak için arpa ekmeği yiyorum. Nefisimi zelil etmek ve gururumu kırmak için de yün giyiyorum” dedi. Çocuk; “Helal olduktan sonra istediğini ye ve dilediğini giy” dedi ve tekrar sordu: “Ey Şeyh! Nerede kalıyorsun?” Hasen-i Basri de; “Kamış evde kalıyorum” diye cevap verince çocuk; “Kendine zulm etme, istediğin evde kal” dedi. Hasen-i Basri; “Sen çocuk olmasaydın bütün konuştuklarını senden alırdım” dedi. Çocuk gülümsiyerek; “Seni gafil görüyorum. Zira sana dünyadan haber verdim, kabul ettin. Dinden haber verecektim, sözlerimi kabul etmedin. Şimdi evine dön ve kendini ibadete ver. Ma’nen yüksel, hac farizasını yerine getirmek için kendini hazırla. Şimdilik sana hac yoktur” dedi.
Malik bin Dinar şöyle anlatır: “Birgün, toprakla oynayıp ba’zan gülen ba’zan ağlayan bir çocuğa rastladım, önce çocuğa selam vermek istedim. Fakat kibirden selam vermedim. Hemen nefsime; “Ey nefs! Resul-i ekrem ( aleyhisselam ) büyüklere de küçüklere de selam verirdi” diyerek çocuğa selam verdim. Çocuk; “Ve aleykümselam ve rahmetullahi ve berakatühu ya Malik bin Dinar” diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; “Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın?” diye sordum. Çocuk; “Alem-i melekutta benim ruhumla senin ruhun karşılaştı. Bizi Allahü teala karşılaştırdı” dedi. Çocuğa; “Akıl ile nefs arasında ne fark var?” diye sorunca, çocuk; “Nefisin seni selamdan men etti. Aklın ise seni selam vermeğe teşvik etti” diye cevap verdi. “Sen neden toprakla oynuyorsun?” diye sordum. Çocuk; “Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız” dedi. Ben yine; “Seni ba’zan ağlarken ba’zan gülerken görüyorum. Sebebi nedir acaba?” diye sordum. “Rabbimin azabını hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zaman ise tebessüm ediyorum” dedi. “Ey oğul! Senin hangi günahın var ki ağlıyorsun?” diye sorunca, çocuk; “Ya Malik! Bunu söyleme. Zira ben anamdan; küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm” diye cevap verdi.”
Şöyle rivayet edilir: Hazreti İsa (aleyhisselam) yolculuk esnasında, bir dağ başında Allahü tealaya ibadet eden birine rastladı. Onun yanında içmek ve temizlik yapmak için bir pınar ve bakla yetiştirilen bir bahçe vardı. İsa aleyhisselam o zata selam verdi. O zat da selama mukabelede bulundu. İsa aleyhisselam; “Ne zamandan beri burada Allahü tealaya ibadet ediyorsun?” diye sordu. O zat; “Seksen seneden beri Allahü tealaya ibadet ediyorum. Şimdiye kadar Allahü tealadan bir dilekte bulundum. Allahü teala dileğimi vermedi” dedi. İsa aleyhisselam o dileğin ne olduğunu sorunca, o zat; “Allahü tealadan ma’rifet ve muhabbetinden bir zerre kalbime koymasını istiyorum. Fakat duamı kabul buyurmadı. Sen O’nun peygamberisin. Bu dileğimi bana vermesi için Hak tealadan ister misin?” deyince, İsa aleyhisselam pınardan abdest alıp iki rek’at namaz kıldı. Allahü tealadan o zatın dileğini yerine getirmesini niyaz etti. Sonra yoluna devam edip gitti. Geri dönerken yine o zatın bulunduğu yere uğradı. Pınarın kaybolmuş, bahçenin de talan olmuş olduğunu gördü. Bu durum karşısında; “Ya Rabbi! Ben, bu zat için senden ma’rifet ve muhabbet istedim. Sen ise ruhunu kabzettin. Bunun hikmeti nedir acaba?” diye niyazda bulundu. Allahü teala şöyle vahyetti: “Ya İsa! Sen bilmiyor musun ki, benim ma’rifet ve muhabbetim dünyanın harab olmasındadır. Beni bilen, beni seven hiçbir yerde yerleşmez ve oturmaz.” Ya İsa! Onu görmek istersen şu vadidedir. Git onun durumunu gör.” İsa aleyhisselam gidip onu orada gördü. Abid hiçbir şeyden habersiz, mecnun olmuş bir halde idi. İsa aleyhisselam seslendiği halde işitmedi. O zaman Allahü teala; “Ya İsa! izzet ve celalim hakkı için onu kılıçla kessen duymayacaktır. Zira ben onun kalbine ma’rifet ve muhabbetimi yerleştirdim. Yerleştirdiğim o ma’rifet ve muhabbetim zerreden daha azdır. Onu biraz arttırsaydım o yer ile gök arasında mest olup dolaşırdı” diye vahy etti.
Şöyle anlatılır: “Ebu Mansur bin Zakir, salih ve zahid bir zat idi. Vefatı yaklaştığı zaman çok ağladı. “Ölüm anında niçin ağlıyorsun?” diye sorulduğunda; “Hiç gitmediğim bir yola gideceğim için ağlıyorum” diye cevap verdi. Vefat ettikten dört gün sonra oğlu, Ebu Mansur bin Zakir’i rü’yasında gördü ve; “Ey Babacığım! “Allahü teala sana nasıl muamelede bulundu?” diye sordu. “Ey oğlum! Burada işler zannettiğinden çok daha zor. Rabbim bana; “Ey Mansur! Ben sana yetmiş senelik ömür verdim. Bugün buraya hangi amelin ile geldin?” diye sual etti. Ben; “Otuz hac ile geldim ya Rabbi!” dedim. Hak teala; “Onları kabul etmedim” buyurdu. Ben; “Kendi ellerimle muhtaçlara kırkbin dirhemi sadaka olarak dağıttım” dedim. Allahü teala; “Onları da kabul etmedim” buyurdu. Ben; “Ya İlahi! Kırk harbe katıldım” dedim. Hak teala; “Onları da kabul etmedim” buyurdu. Ben; “O zaman ben muhakkak helak oldum ya Rabbi” dedim. Allahü teala; “Bu gibi şeylere bakarak azab etmek keremimden değildir. Ya Eba Mansur! Hatırlamıyor musun, falan gün müslümanların ayağı kaymasın diye yoldan küçük bir taş parçasını kaldırmıştın. İşte bunun için sana acıdım. Zira ben iyilik yapanların iyiliklerini asla zayi etmem” buyurdu” dedi.”
Ka’b-ül-Ahbar şöyle anlatır. “Nuh aleyhisselamın vefatı yaklaştığı zaman, oğullarından Şam’ı çağırarak, ona şöyle vasıyyette bulundu: “Sana iki şeyi yapmanı, iki şeyi de yapmamanı vasıyyet ediyorum. Vasıyyetimin ilki; “La ilahe illallah” kelimesidir. Zira o yedi kat semayı aşar. Ona hiçbir şey perde olamaz. Yer ve gökler ve onların içindekilerin hepsi terazinin bir kefesine Kelime-i tevhid de diğer kefesine konmuş olsa idiz Kelime-i tevhid ağır gelirdi. İkincisi ise; “Sübhanallahi vel hamdülillahi” kelimesini çok söylemendir. Zira o bütün sevabları içinde toplar. Yapmanı istemediğim şeylerin ilki; “Allahü tealaya şirk koşmak, ikincisi ise; “Allahü tealadan başkasına güvenip dayanmaktır.”
Şöyle nakledilir: “Fudayl bin Iyad, talebelerinden birinin vefatı yaklaşınca, onun yanına giderek, Yasin-i şerif okumaya başladı. Talebe; “Ey Hocam! Bunu bana okuma” deyince, Fudayl bin Iyad sustu. Sonra o talebeye Kelime-i tevhidi telkin etti. Talebe; “Ben o mübarek sözü söyliyemiyorum. Çünkü ondan beriyim” diyerek vefat etti. Fudayl bin Iyad evine dönerek, evden çıkmaksızın kırk gün ağladı.
Sonra rü’yasında onu Cehenneme götürürlerken gördü ve sordu: “Ey Oğul! Sen talebelerimin en iyilerindendin. Neden Allahü teala senden ma’rifet nurunu aldı?” Talebe; “Üç şey sebebiyle Allahü teala benden ma’rifet nurunu aldı. 1- Nemime: Çünkü ben size başka, arkadaşlarıma başka söylerdim. 2- Hased: Ben arkadaşlarıma hased ederdim. 3- İçki: Bir defasında hastalanmıştım. Hastalığımı tedavi ettirmek için hekime gittim. Hekim bana; “Her sene bir kadeh şarap içeceksin, yoksa iyi olmazsın” dediği için şarap içiyordum” dedi.”
“Sehl bin Abdullah’a biri gelip; “Evime hırsız girdi. Eşyalarımı çaldı” diye şikayette bulununca; “Sen, Allahü tealaya şükr et. Şayet hırsız olan İblis, kalbine girip imanını çalsaydı, o zaman ne yapacaktın” buyurdu.
“Ebu Ca’fer Bağdadi buyurdu ki: “Altı haslet, altı kişiye yakışmaz: 1-Tamah, alimlere yakışmaz, 2- Acelecilik, amirlere yakışmaz, 3- Cimrilik, zenginlere yakışmaz, 4- Kibir, fakirlere yakışmaz, 5- Hafiflik, ihtiyarlara yakışmaz, 6- İnsanları kötülemek, asaletli ve neseb sahibi olanlara yakışmaz.”
“Şöyle rivayet edilir: “Şeytan, Yahya aleyhisselama gelip; “Sana nasihat etmek istiyorum” dedi. Yahya aleyhisselam; “Yalan söylüyorsun. Sen bana nasihat edemezsin. Sen bana ademoğlundan haber ver” deyince, şeytan; “Onlar bize göre üç sınıftırlar. Birinci sınıf: Bize göre sınıfların en zorlusudurlar. Biz ona gidip vesvese veririz, onun yanından kandırdık diye ayrılırız. Sonra o tövbe ve istiğfarla Allahü tealaya sığınır ve ona yaptırmağa çalıştığımız günahı işlemez. Onun yanına vardığımız zaman onu hep tövbe ve istiğfar yaparken buluruz. Biz ona ne günah işletebiliyoruz ne de ondan ümid kesiyoruz. Biz ondan dolayı büyük bir sıkıntı içindeyiz, ikinci sınıf: Bu sınıftaki insanlar bizim elimizdedir. Çocukların elinde, birbirlerine atıp oynadıkları top gibidir. Her türlü isteğimizi onlara yaptırırız. Üçüncü sınıf: Senin gibi peygamberlerdir. Onlara hiçbir günah işletmeye bizim gücümüz yetmez” dedi.
Mensur bin Ammar (r.aleyh) anlatır: “Beni, Allah rızası için ziyaret eden, ibadeti, teheccüd namazı ve göz yaşları çok olan bir kardeşim vardı. Birgün onu göremeyince sordum. Hasta olduğunu söylediler. Ben de ziyaret etmek için evine gittim. Evin ortasında onu, dudakları şişmiş, yüzü simsiyah, gözleri masmavi olmuş bir halde yatarken gördüm. “Ey kardeşim! Kelime-i tevhidi çok söyle” dediğim zaman, gözlerini açıp gadabla bana baktı. “Eğer bu mübarek sözü söylemezsen seni yıkamam, kefenlemem ve senin namazını da kılmam” dedim. O da; “Ey kardeşim Mansur! O kelime ile arama bir perde çekildi” dedi. Ben; “La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim de! Senin kıldığın namazların, tuttuğun oruçların ve ibadetin nerede?” diye sorduğum zaman; “Ey kardeşim! Bunların hepsi Allahü tealadan başkası için yapılmıştır. Ben bunları, yaptı desinler diye yapmıştım” dedi.” Vehb bin Münebbih şöyle anlatır: “Şeytan, İsrailoğullarından bir abidi, şehvet, gadab ve birçok yollarla kandırmaya çalıştı. Başaramayınca korkutmak istedi. Abid birgün kırlık bir yere gidip, Allahü tealaya ibadet etmeye başlayınca, şeytan yılan suretinde gelerek onun bacaklarına sarıldı ve bedenine çıkarak başına kadar ulaştı. Secde edeceği sırada hemen secde yerine dolandı. O zat yılanı bir kenara iterek, secde etti. Namazı bittikten sonra, şeytan, abidin yanına gelerek: “Seni kandırmak için ne kadar çalıştımsa, sana günah işletmeye muvaffak olamadım. Şimdi sana arkadaş olmak istiyorum. Bundan sonra seni kandırmaya çalışmayacağım” deyince, abid; “Senin arkadaşlığına ihtiyacım yoktur” dedi. Şeytan; “Ademoğlunu ne ile yoldan çıkarırım onu sormuyor musun?” deyince; “Evet soruyorum” dedi. Şeytan da; “Cimrilik, hiddet ve sarhoşlukla yoldan çıkarırım” dedi”
Şöyle anlatılır: “Vaktiyle büyüklerden bir zat, şeytanı vücudu zayıflamış, rengi sararmış, ağlarken gördü. O zat; “Senin vücudunu zayıflatan şey nedir?” diye sorunca; “Allah yolunda koşan at kişnemeleridir. Benim yolumda koşsalardı, benim için daha sevimli olurdu” dedi. O zat yine; “Senin rengini değiştiren şey nedir? diye sordu. Şeytan; “Müslümanların, Allahü tealaya itaat üzerine birbirlerine yardım etmeleridir. Onlar eğer isyan üzere birbirlerine yardım etselerdi, benim için daha sevimli olurdu” dedi. O zat; “Seni ağlatan, seni böyle üzen şey nedir?” diye sorunca, şeytan; “Hacıların ticari bir gaye ile değil de, yalnız Allahü tealanın rızasını ümid etmek gayesi ile Ka’be’ye haccetmeye gitmeleridir. Ben onların bu yüzden haclarının kabul olacağından korkuyorum, işte bu beni çok üzüyor, onun için gözlerimden yaşlar akıyor” dedi.”
1) Mu’cem-ül-müellifin cild-2, sh. 266
2) Esma-ül-müellifin cild-1, sh. 219
3) Kitab-ı Silsile-i İsmail Hakkı sh. 105
4) Pendi Attar Şerhi mukaddimesi
5) Sefinet-ül-evliya cild-3, sh. 37
6) Kamus-ül-a’lam cild-2, sh. 950
7) Münşeat-i Aziziyye sh. 288
8) Osmanlı Müellifleri cild-1, sh. 28
9) Tam İlmihal Se’adet-i Ebediyye sh. 1026
10) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 226
11) Tefsir-i Ruh-ül-Beyan
12) Kitab-ül-hitab
13) Lugat-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye sh. 173
|