SÜLEYMAN ALEYHİSSELAM
Süleyman aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Davud aleyhisselamın oğludur. Yakub aleyhisselamın neslindendir. Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. Çocukluğundan beri bilgili, iyilik ve adaleti seven biri olarak tanınmıştı. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine, Allahü teala tarafından peygamberliği bildirildi. Dünyaya hakim olan dört kişiden biridir. Uzun boylu, beyaz tenli, iri vücudlu, nurlu güzel yüzlü, gür saçlı idi. Süleyman aleyhisselam, daha çocuk iken son derece akıllı, içi dışı güzel ve olgundu. Bu yüzden, babası, büyük işleri onunla müşavere ederdi.
Zeka, anlayış ve firasette, ictihadda, isabette en ileride idi. Çocukluk zamanında, bir çocuk için mümkün olmayan, şaşılacak, hayret edilecek halleri ve hareketleri görülmüştü. Buhari’nin, Ebu Hüreyre’den bildirdiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: (Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde birer oğlan çocukları vardı. Yolda giderlerken, kurt gelip, bu kadınlardan büyük olanının çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı küçük kadına; “Kurt, senin çocuğunu götürdü.” dedi. Öbür kadın; “Hayır, senin çocuğunu götürdü.” dedi. Nihayet, bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Davud’a [aleyhisselam] müracaat ettiler. Davud [aleyhisselam], çocuğun büyük kadına ait olduğuna hükmetti. Onlar muhakemeden çıkıp, Süleyman’a [aleyhisselam] gittiler. Davud’un [aleyhisselam] hükmünü ona söylediler. Süleyman [aleyhisselam] da dedi ki:
- Bana bir bıçak getirin. Çocuğu, bu iki kadın arasında paylaştırayım. Hemen küçük kadın; “Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin. Çocuk bu kadınındır!” dedi. Bunun üzerine, Süleyman [aleyhisselam] çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetti.) Davud aleyhisselam, bu hükmü işitip, oğlunun firaset ve zekasına hayran kaldı. Davud aleyhisselam, geride kalan çocuğu büyük kadının elinde bulması ve küçük kadının, onun kendi çocuğu olduğuna dair delil getirmekten aciz kalması sebebiyle, çocuğun, büyük kadına ait olduğuna hükmetmiştir. Bu sebep, dini kaidelere uygun olması bakımından güzel bir izahtır. Süleyman aleyhisselam, babası Davud aleyhisselamın hükmünü bozmayı kastetmiş değildir.
Ancak o, verdiği hüküm ile, bu iki kadın arasındaki meseleyi halletmiş, hakikati meydana çıkarmış, ince ve hoş bir çare ile meseleyi halletmiştir. Süleyman aleyhisselamın, çocuğu aralarında paylaştırmak için bıçak getirmelerini istemesinden maksadı, bu işin hakikatini ortaya çıkarmaktı. Yoksa, çocuğu keserek paylaştırmak değildi. Nitekim bu yolla, maksadı da hasıl oldu. Çünkü; bıçak isteyince, küçük kadın feryat etmiş, çocuğunun hayatta kalmasını tercih ederek; onun, büyük kadının olduğunu söylemek zorunda kalmıştı.
Ancak, Süleyman aleyhisselam, küçük kadının bu sözüne itibar etmedi. Çünkü, küçük kadının, analık şefkati ile feryat edip, çocuğunu kesilmekten kurtarmak için, onun, büyük kadına ait olduğunu söylemesi, çocuğun kendisine ait olduğunu gösteriyordu. Ayrıca, çocuğun kesileceğini duyunca, küçük kadının gösterdiği bu telaşa karşılık, büyük kadında böyle bir telaşın görülmemesi, ve çocuğun küçük kadına ait olduğu hükmolunduğunda, itirazının olmaması, çocuğun küçük kadına ait olduğuna dair bir delil idi.
Hazreti Davud’a varis oldu Davud aleyhisselam zamanında, bir gece, bir koyun sürüsü, bir tarlanın ekinlerini telef etti. Tarla sahibi, Davud aleyhisselama gelip, koyunların sahibinden davacı oldu. Koyunların kıymeti, telef edilen ekine eşitti. Davud aleyhisselam, koyunların, tarla sahibine verilmesine hükmetti. Süleyman aleyhisselam daha on bir yaşındaydı. Babasının bu hükmünü işitince dedi ki: - Bu davada, iki taraf için de faydalı olan bir hüküm daha vardır.
Babası ne olduğunu sorunca, utandı. Israr edilince, şöyle cevap verdi: - Koyunları ekin sahibine verin, süt ve yünlerinden faydalansın. Tarlayı da koyun sahibine verin, ekin ekip önceki hale getirsin. Sonra da her biri, kendinde olanı önceki sahibine teslim etsin. Davud aleyhisselam, oğlunun bu hikmetli sözlerini beğenip, ona göre hüküm verdi. Davud aleyhisselamın on dokuz oğlu vardı. Bunlardan en küçükleri olan Süleyman aleyhisselamın annesi ayrı idi. Diğerleri ise, Talut’un kızından dünyaya gelmişlerdi. Ömrünün sonlarına doğru, Davud aleyhisselama, akıl ve firasette, hüküm ve adalette birçok üstünlüklerine şahit olduğu oğlu Süleyman aleyhisselamı, yerine halife bırakması emredildi.
Davud aleyhisselam İsrailoğullarına; “İşte bu, benden sonra sizin üzerinize halifemdir!” diye vasiyette bulundu. Hepsi Süleyman aleyhisselamın hilafetini kabul ettiler. Allahü teala Davud aleyhisselama Süleyman aleyhisselamı halife kıldığını bildirince Davud aleyhisselam: -Ya Rabbi! Bana lütufkar olduğun gibi Süleyman’a da lütufkar ol” diye niyazda bulundu. Allahü teala: -Süleyman’a de ki: O bana senin kul olduğun gibi kul olsun da ben de ona sana lütufkar davrandığım gibi lütufkar olayım, diye vahyetti. Davud aleyhisselam, Hazreti Süleyman’ın kendi yerine halifesi olduğunu ilan edince, ona bazı nasihatlerde bulundu: “- Ey oğlum! Çok şaka yapmaktan sakın! Çünkü onun faydası azdır. Lüzumsuz şaka, dostlar arasında düşmanlık meydana getirir. Kızmaktan sakın! Çünkü kızmak, kızanı hafifletip, basitleştirir. Takvaya sarıl! Yani Allahü tealadan kork! Emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakın! Ona taatten ayrılma! Çünkü takva ve taat, Allahü tealanın izni ile insanın her şeye galip gelmesine vesile olur. İnsanlara karşı kıskançlıkta bulunma! Bu davranışın, insanlara suizan beslemene sebep olur. İnsanlardan bir şey bekleme! Işte bu, hakiki zenginliğin ta kendisidir. Allahü tealanın kullarına verdiği çeşitli nimetlere göz dikmek, insan için bir fakirliktir.
Özür dilemeyi icap ettirecek iş ve sözlerden sakın! Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır! İyilik yapmaktan ayrılma! İmkanın varsa, bu günün dünkünden daha hayırlı olmasına çalış! Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl! Aşağı ve bayağı kimselerle oturup kalkma; böyle kimselerle beraber olma! Kızdığın zaman, nefsini toprağa yapıştır! Allahü tealanın rahmetinden ümitli ol! Çünkü, Allahü tealanın rahmeti, her şeyi kaplamıştır.” Davud aleyhisselam, çok geçmeden vefat etti. Süleyman aleyhisselam da babasının yerine geçti. Mülküne, hikmet ve ilmine varis oldu. Allahü teala, Kur’an-ı kerimde, Süleyman aleyhisselamı mealen şöyle övdü: (Biz Davud’a Süleyman’ı [aleyhimesselam] verdik. O, ne güzel kuldur. Hakikaten o, bütün vakitlerinde zikr, tesbih ve tövbe ile Allahü tealaya dönen bir kuldur.) [Sad 30]
Mescid-i Aksa’nın inşası Davud aleyhisselamın vefatından sonra, oğlu Süleyman aleyhisselam, peygamberlik, saltanat ve ilimde ona varis oldu. Babasının yerine geçince; memleketin ileri gelenleri ile alimlerini davet etti. Onlara dedi ki:
- Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Bize peygamberlik ve saltanatla ilgili her şey verildi. Bunlar Allahü tealanın açık seçik bir ihsanıdır. Hadis-i şerifte, Süleyman aleyhisselamın mülkü ile ilgili olarak şöyle buyuruldu: (Süleyman bin Davud’a [aleyhimesselam] verilen mülkü görmediniz mi? Bu, onun huşuunu, Allahü tealadan korkusunu artırdı.) Süleyman aleyhisselam, dünyaya hakim olan dört kişiden birisidir. Nitekim, Resulullah efendimiz bu hususta buyurmuştur ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin, ikisi de kafir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleyman [aleyhimesselam] idi. Kafir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evladımdan biri, yani Mehdi de malik olacaktır.) Ayet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinniler Süleyman aleyhisselamın emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, suretler, çanaklar, sabit çömlekler, tencereler yaparlardı.
Cinnilerin, Süleyman aleyhisselam için yaptıkları şeylerden biri de Beytül-Makdis yani Mescid-i Aksa’dır. Beyt-ül-Makdis’in inşasına önce Davud aleyhisselam başladı. Duvarlarını bir adam boyu yükseltti. Allahü teala, Davud aleyhisselama; “Bunu sen tamamlayamayacaksın. Sana Süleyman isminde bir oğul vereceğim; o tamamlayacak!” diye vahyetti. Davud aleyhisselam, oğlu Süleyman aleyhisselamı kendi yerine halef seçtikten sonra vefat etti. Bir müddet sonra, Süleyman aleyhisselam, Beyt-ül-Makdis’i tamamlamak istedi. Cinleri topladı. Onlar arasında iş taksimi Davud aleyhisselamın inşasına başladığı Mescid-i Aksa’yı bitirmek, oğlu Süleyman aleyhisselama nasip oldu yaptı. Onlardan her bir cemaatı bir işle vazifelendirdi. Sonra, on iki mahallesi olan bir şehir yaptırdı ve her mahalleye bir kabile yerleştirdi. Şehrin kurulması bitince, mescidin tamamlanmasını emretti. Cinleri bölüklere ayırdı. Bir kısmı, altın, gümüş ve yakut; bir kısmı, denizden saf inci; bir kısmı, mücevherat ve kıymetli taşlar; bir kısmı da misk, amber ve diğer güzel kokuları getirdiler. Bütün bunlardan yeteri kadar gelince, işlemek için ustalar getirtti. Ustalar, getirilen taşları yonttular.
Mücevher, inci ve yakutları işlediler. Kaplanan malzemeleri kullanarak mescidin inşasını tamamladılar. O asırda, ondan güzel olmayan ve bir eşi bulunmayan bu mescide “Beytül-Makdis” dediler. Daha sonra “Mescid-i Aksa” adıyla anıldı. Beyt-ül-Makdis’in inşası bitince, Süleyman aleyhisselam, İsrailoğullarının alimlerini topladı. Onlara, bu mescidi, Allahü tealanın rızasını kazanmak için yaptırdığını, onda bulunan her şeyin Allah için yapıldığını anlatarak buyurdu ki: - Bu mescit Allahındır! Çünkü, Onun emri ile yapılmıştır. Onda bulunan her şey Allahındır. Kim ondan bir şey noksanlaştırırsa, Allahü tealaya hainlik etmiştir. Sonra, İsrailoğullarına ziyafet verdi. Allahü teala için kurbanlar kesti. Sonra şöyle dua etti: -Ya Rabbi! Bana bu mülkü, saltanatı sen ihsan ettin. Üzerimdeki nimetler sendendir. Beni yeryüzünde halife yaptın. Hamd sana mahsustur. Ya Rabbi, Bu Mescid’e giren kimse hakkında benim Senden dileğim şudur: Buraya girip içinde ihlasla iki rekat namaz kılan kimse, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından arınsın. Buraya giren günahkar günahına tövbe etsin. Korkuya kapılanı emniyete kavuştur. Hasta olana şifa ver. Kıtlığa uğrayana bolluk ve zenginlik ihsan et.
Bundan sonra Süleyman aleyhisselam, Mescid-i Aksa’nın inşasının bittiği günü bayram yaptı. Süleyman aleyhisselam, Beyt-ül-Makdis’in inşasını bitirince, Allahü tealadan, takdirine uygun hüküm ile hükmetmeyi nasip etmesini istedi. Bu ona verildi. Kendisinden başka bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın, kendisine verilmesini de istedi. Bu da ona verildi. Resulullah efendimizin ümmetine de, bu mescitte namaz kılmak çok sevap olmuştur. Nitekim hadis-i şerifte; (Mescid-i Haram’da kılınan namaz, yüz bin namaza; benim mescidimde kılınan namaz, bin namaza; Mescid-i Aksa’da kılınan namaz beş yüz namaza denktir.) buyurulmuştur.
Süleyman aleyhisselam, Mescid-i Aksa’ya, Musa aleyhisselamdan beri nesilden nesile geçerek gelen Ahit sandığını koydu. Bu durum, Beyt-ülMakdis’in Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devam etti. Buhtunnasar, Kudüs’ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksa’da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp, Babil’e götürdü.
Hazreti Süleyman ve karınca Süleyman aleyhisselamın, cinler tarafından dokunmuş olan bir yaygısı vardı. Kendisi ve ordusu bu yaygının üzerine çıkar, rüzgar onu emredilen yere götürürdü. Sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar da bir aylık yol katederdi. Ayrıca rüzgar, duymak istediği sesleri de Süleyman aleyhisselama getirirdi.
Süleyman aleyhisselamın ordusundaki vazifeliler, yemek kaplarını ve malzemelerini de yanlarına alır, ihtiyaç oldukça yemek yapar, ekmek çıkarırlardı. Bu şekilde havada seyahat ederlerdi. Yine birgün emir verilip, Süleyman aleyhisselam ve ordusu, İran’daki İstahar şehrinden Yemen tarafına hareket etti. Süleyman aleyhisselamın ordusu daha sonra Taif’te Sedir vadisine, sonra da karıncaların çok olduğu Neml vadisine ulaştı. Süleyman aleyhisselamın ordusunun, kendilerine doğru geldiğini gören karıncaların reisi durumundaki dişi bir karınca, arkadaşlarını ikaz edip dedi ki: - Ey karıncalar! Süleyman aleyhisselam ve ordusu bize doğru geliyor. Çabuk yuvalarınıza girin! Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler.
Bunun üzerine, karıncalar, reislerinin sözüne uyarak yuvalarına girdiler. Karınca, Süleyman aleyhisselama itaat etmekle memurdu. Elbette itaat ettiği zatı, onun fazilet ve adaletini bilirdi. Karıncalarda, Allahü tealanın ihsan ettiği bir anlayış vardır. Çünkü onlar, faydalarına olan şeyleri bilirler. Mesela, yuvalarına götürdükleri buğday tanesini, çimlenmemesi için ikiye bölerler. Fakat, kişniş otunu dört parça yaparlar. Çünkü kişniş otu, iki parça olursa tekrar bitip büyür. Süleyman aleyhisselam, dişi karıncanın, ayet-i kerimede beyan buyurulan sözünü, uzaktan duydu, tebessüm etti. Bunun üzerine, karıncalar yuvalarına girinceye kadar, ordusunu vadiye bırakmadı. Hayvan bile reisi bulunduğu topluluğu korumaya çalışıyordu. İnsan için, karıncanın bu davranışında ibretler vardı. Zira insanda emri altındakileri korumalıydı.
Çoban, güttüğü sürüyü her türlü tehlikeye karşı nasıl koruyorsa, cemiyetteki idareci olanlar da, idare ettikleri kimseleri korumalıydılar. Rivayete göre Süleyman aleyhisselam karıncayı yanına getirtti ve ona: -Karıncaları niçin sakındırdın? Beni zalim diye mi işittiniz? Yoksa benim adaletli bir Peygamber olduğumu bilimediniz mi? Ne için “Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler” dedin, diye sordu. Karınca: -Ey Allahın Peygamberi! Benim sözümdeki “Bilmeden” kaydını işitmediniz mi? Bununla beraber benim, maksadım ancak kalblerin kırılması idi. Sana bakmakla meşgul olup, Allahü tealayı tesbihten geri kalmaktan korktum, dedi. Süleyman aleyhisselam: -Bana öğüt ver, dedi. Karınca:
-Babana Davud isminin niçin konulduğunu biliyor musun? -Hayır bilmiyorum. -O kalb yarasını tedavi etsin diye verildi. Sana Süleyman isminin niçin konulduğunu biliyor musun? Göğsüne selamet verilinceye kadar dayansın ve Baban Davud’a erişmeye müstehak olasın diye verilmiştir. Karınca bunları söyledikten sonra tekrar: -Allahü teala sana rüzgarı ne için uysal kıldığını biliyor musun? Diye sordu. Süleyman aleyhisselam; -Hayır, bilmiyorum, dedi. Karınca: -Dünyanın tümünün esen, gelip geçen bir yel’den ibaret bulunduğunu sana haber vermek için, dedi. Süleyman aleyhisselam karıncanın bu sözlerine gülümsedi.
Sebe halkı Süleyman aleyhisselam zamanında, Yemen taraflarında Sebe kavmi vardı. Bu kavim, Yemen’de, San’a şehrine üç günlük mesafede, Mağrip bölgesinde kurulmuş bir şehirde yaşarlardı. Bu bölge çok mamur idi. Baştan başa, birbirine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Mağrip seddi yapılarak, bölgenin hem su ihtiyacı karşılanmış, hem de bu bölge selden korunmuştu. Her kavme olduğu gibi, Allahü teala, onlara da birçok peygamber gönderdi. Sebe halkını Allahü tealanın dinine davet ettiler. Onlara, Allahü tealanın nimetlerini hatırlattılar. Allahü tealanın emirlerine uymazlarsa, azaba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe halkı, onları yalanladılar. Üstelik; nankörlükte ileri giderek dediler ki: - Allahü tealanın bize nimet verdiğini falan bilmeyiz. Rabbinize söyleyin, eğer gücü yeterse, bu nimetleri bize vermesin! Allahü teala, üzerlerine Arim selini gönderip, mallarını ve evlerini su içinde bırakmakla, onları cezalandırdı. Sebe halkının şehir, kasaba ve köyleri su altında kalınca, kendileri muhtelif memleketlere dağıldılar.
Gassan kabilesi Şam’a, Ezd kabilesi Amman’a, Huzaa kabilesi Tihame’ye, Evs ve Hazrec kabileleri Medine-i münevvereye geldi. Huzeyme kabilesi ise, Irak’a gitti. Sebe halkının bu şekilde dağılmaları, daha sonra gelen kimseler arasında darbımesel olarak söylenmiş, onların başına gelenler, insanlara ibret olmuştur. İşte Süleyman aleyhisselam devrinde, Sebe ülkesinin başında Belkıs isimli kadın bir sultan vardı. Belkıs, Himyeri meliklerinin neslinden geliyordu. Annesi cinnilerdendi. Süleyman aleyhisselamın Belkıs’tan, onun da Süleyman aleyhisselamdan haberi yoktu.
Saba Melikesi Belkıs Süleyman aleyhisselam, Mescid-i Aksa’nın inşasını bitirince, Mekke-i mükerremeye gitmeye karar verdi. Hazırlığını yaptı. Rüzgar, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşi hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte yola çıktı. Mekke-i mükerremeye varıp, bir müddet orada ikamet etti. Orada, kavminin ileri gelenlerine dedi ki: - Buradan bir peygamber çıkacaktır. Hak hususunda, Onun yanında herkes birdir. Allahü tealanın emrini yerine getirmek hususunda, kınayanın kınamasına asla kıymet vermez. Yanında bulunanlar sordular: - O hangi din üzeredir? - O Hanif dini yani İslam dini üzeredir. Ona yetişip de iman edenlere ne mutlu! Burada olanlar, olmayanlara; Onun, peygamberlerin (aleyhimüsselam) efendisi ve son peygamber olduğunu ulaştırsınlar! Süleyman aleyhisselam, kurbanlar kesip ibadetler yaptıktan sonra, bir sabah vakti, Mekke-i mükerremeden ayrılarak Yemen tarafına gitti.
Gördüğü güzel bir araziye inerek, namaz kılmak ve bir şeyler yemek istedi. Süleyman aleyhisselam, konaklama ile meşgul iken; Hüdhüd [çavuşkuşu], daha yükseklere çıkıp, etrafı seyretmek istedi. Süleyman aleyhisselamın meşguliyetinin bitmesine yakın, onun yanında olmaya karar vererek yükseldi. Hüdhüd etrafa bakınırken, Saba Melikesi Belkıs’ın güzel bahçelerinden birini gördü. Hoşuna gidip, oraya indi. Burada, başka bir hüdhüd ile karşılaştı. Karşılaştığı hüdhüd ona sordu:
- Nereden gelip, nereye gidiyorsun? - Padişahımız Süleyman bin Davud’la Şam tarafından geldik. O; insanların, cinlerin, kuşların ve diğer vahşi hayvanların sultanıdır. - Senin padişahına büyük bir mülk verilmiş. Fakat bu Yemen diyarının melikesi Belkıs da, ondan aşağı değildir. Çünkü onun emrinde, pek çok kumandan, her kumandana bağlı pek çok asker vardır. İstersen sana onun mülk ve saltanatını göstereyim. Hüdhüd, nerede su olduğunu bilir ve Süleyman aleyhisselama su bulurdu. Suyun yakınlığını ve uzaklığını bilirdi. Suyun bulunduğu yeri gagalar; cinler gelir ve orayı kazıp, su çıkarırlardı. Hüdhüd kuşu, böyle bir haslete sahip olduğu halde, bir çocuk tuzak kurup, üzerini azıcık bir toprakla örtünce, toprağın altındaki tuzağı göremez. Gelir üstüne basar. Tuzağa yakalanır. Halbuki o, toprağın altındaki suyu görmektedir.
Bunun için; “Kaza ve kaderin vakti gelince, göz görmez olur, akıl baştan gider.” denilmiştir. Süleyman aleyhisselamın Hüdhüd’ü, Yemenli hüdhüde dedi ki: - Namaz vaktinde Süleyman aleyhisselamın suya ihtiyacı olup, beni aramasından korkuyorum. Bunun için hemen dönmeliyim. - Fakat, Belkıs’ın memleketini Süleyman aleyhisselama haber verirsen, o bundan memnun kalır. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselamın Hüdhüd’ü, onunla beraber Belkıs’ın mülkünü görmek için gitti. Süleyman aleyhisselamın, ordusu ile beraber indiği yer, susuz bir yerdi. Su ihtiyacı üzerine, Süleyman aleyhisselam, insan ve cinlerden orada su bulunup bulunmadığını sordu. Onlar da bilemediklerini söylediler. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselam, Hüdhüd’ü araştırdı. Ona, oralarda su bulunup bulunmadığını soracaktı. Fakat onu ortalıkta göremeyince, diğer kuşları çağırdı. Onlara dedi ki: - Bana ne oluyor ki, Hüdhüd’ü görmüyorum. Acaba ne oldu? Yoksa kayıplardan mı oldu?
Süleyman aleyhisselam Hüdhüd hakkında bu sözlerinden sonra, kuşların efendisi olan Ukab isimli kuşu çağırdı. Hüdhüd’ü derhal bulup getirmesini emretti. O kuş, hemen havalandı. Her tarafı gayet iyi görüyordu. Etrafa bakınırken, Hüdhüd’ün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Hüdhüd’ün ortadan kaybolması, her ne kadar şiddetli azaba uğramasına sebep ise de, ortadan kaybolmasını telafiye çalışması ve gittiği yerden sür’atle dönmesi de onun hakkında hayır ve saadet alametlerindendi. Süleyman aleyhisselamın Hüdhüd’ü aramakla görevlendirdiği kuş, ona doğru öterek seslendi. Hüdhüd, kötü bir haber olduğunu anladı. Ukab, Hüdhüd’ü Süleyman aleyhisselama götürdü. Süleyman aleyhisselam, kürsüsünde oturuyordu. Hüdhüd, Süleyman aleyhisselama yaklaşıp, tevazu ve hürmetini arz etti.
Süleyman aleyhisselam buyurdu ki: - Nerede idin? Hüdhüd şöyle cevap verdi: - Ey Allahın nebisi! Ben, senin bilmediğin bir şeye vakıf oldum. Sebe şehrinden sana çok doğru ve mühim bir haber getirdim. Orada, insanlara hükümdarlık yapan bir kadın gördüm. Ona her şey verilmiştir. Onun bir de çok büyük tahtı var. Ben, onu ve kavmini, Allahü tealayı bırakıp, güneşe secde eder buldum. Şeytan, onların güneşe tapmalarını ve diğer çirkin işlerini süslemiş; onları, hak yoldan alıkoymuş. Bu sebeple onlar hidayet ve tevhid yolunu bulamıyorlar. Hüdhüd’ün anlattıklarını dikkatle dinleyen Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın ülkesini kendi mülküne katmayı hiç düşünmedi ve onun memleketinin büyüklüğüne hiç ehemmiyet vermedi. Hüdhüd anlatmasını şöyle bitirdi: - Şeytan, göklerde ve yerdeki her gizliyi açığa çıkaran, kalblerinde ne gizliyorlarsa hepsini bilen Allahü tealaya secde etmesinler diye, onları doğru yoldan alıkoyuyor. Allahü tealadan başka ilah yoktur. O büyük Arş’ın sahibidir.
Hüdhüd, Belkıs ve kavminin, Allahü tealayı bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, Süleyman aleyhisselam, gadaplandı ve bunu araştırmak isteyerek dedi ki: - Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Hüdhüd’ün getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak isteyen Süleyman aleyhisselam, o anda Belkıs’a bir mektup yazdı. Mektubu, Allahü tealanın adı yazılı mührüyle mühürleyip, Hüdhüd’e verdi. Süleyman aleyhisselamın bir mührü vardı. Mührünün üzerinde, Allahü tealanın ismiyle birlikte ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamın ismi de vardı. Süleyman aleyhisselam, mektubu Hüdhüd’e verdikten sonra dedi ki: - Bu mektubu Belkıs ve kavmine götür! Onu, görebilecekleri bir yere bırak! Sonra, onlara yakın bir yere gizlenip, ne şekilde hareket edeceklerine bak! Belkıs, kavminin durumunu ve ihtiyaçlarını dinlemek için, her cuma günü dışarı çıkardı. Tahtı; altından yapılmış dört direk üzerine konurdu.
Tahta oturunca, Belkıs, halkı görür; halk kendisine bakamazdı. Kavminden birisinin bir işi, arzı veya ricası olsa, soru sorabilmek için izin ister, huzuruna gider, başını önüne eğerdi. Belkıs’ın yüzüne asla bakmazdı. Sonra tazim olarak ona secde ederdi. Belkıs izin vermeyince de, başını secdeden kaldırmazdı. Belkıs, kavminin ihtiyaçlarının giderilmesi için, gereğinin yapılmasını emrettikten sonra, köşküne girer; bir sonraki cuma gününe kadar, dışarı çıkmazdı. Sarayı büyük idi.
Hazreti Süleyman’ın mektubu Hüdhüd, Süleyman aleyhisselamın mektubu ile gittiği zaman, kapılar kapanmış, etrafta muhafız ve devriyeler dolaşıyordu. Hüdhüd, hiçbir yerden giremeyince, köşkün penceresinden girdi. Odadan odaya geçerek, yirmi metre yüksekliğindeki Belkıs’ın tahtını gördü. Belkıs, tahtında uzanmış yatıyordu. Onu bu halde gören Hüdhüd, mektubu tahtına bıraktı. Sonra da, Belkıs’ın uyanıp mektubu okumasını beklemek için, olanları görebileceği bir pencere kenarına saklandı. Aradan bir hayli zaman geçtiği halde, Belkıs uyanmamıştı. Hüdhüd, saklandığı yerden indi, gagasıyla ona dokunup uyandırdı. Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu görünce, aldı. Eliyle gözlerini ovuşturarak, mektuba baktı. Her yer kapalı olduğu halde, yanına kadar bu mektubun, kimin tarafından ve nasıl getirildiğini düşündü.
Merakla odasından çıkıp, sarayın etrafına baktı. Muhafız ve nöbetçilerin hepsinin yerlerinde olduklarını görerek, onlara sordu: - Kapıyı açıp, benim odama giren kimse gördünüz mü? - Kapılar hiçbir şekilde açılmamıştır. Eskisi gibidir. Biz de devamlı beklemekteyiz. Belkıs, hemen mektubu açtı ve okudu. Mektupta; “Bismillahirrahmanirrahim” yazılı olduğunu görünce, kavminin ileri gelenlerine haber gönderdi. Toplandılar. Onlara hitap edip dedi ki: - Ey ileri gelenler! Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O mektup, Süleyman’dandır. O mektupta, “Rahman ve Rahim olan Allahü tealanın adıyla. Bana karşı büyüklenmeyiniz! Bana, emrime itaat ediciler olarak geliniz!” yazılıdır. Belkıs, mektupta olanları açıkladıktan sonra, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini almak ve buhususta kendisine yardımcı olmalarını istemek gayesiyle, sözlerine şöyle devam etti: - Ey eşraf! Bu işimde hayırlı, faydalı ve doğru gördüğünüz ne ise bana söyleyiniz! Sizi toplayıp, sizinle müzakere etmeden hiçbir işte kat’i bir hüküm vermedim. Böyle mühim bir hususta, siz olmadan nasıl hüküm verebilirim? Belkıs’ın adamları, ordu kumandanları, kendi aralarında düşünüp konuştuktan sonra dediler ki: - Biz, güç ve kuvvet sahibi çetin savaş erbabıyız. Bununla beraber emir sana aittir.
Biz sana itaat edicileriz. Muharebe ve sulhtan hangisini istersen, biz sana tabiyiz. Belkıs, ilim ve hikmet gereği kesin kararını verip, onlara, görüşlerinin hatalı olduğunu bildirmek için dedi ki: - Şüphesiz hükümdarlar, bir memlekete zorla girdikleri zaman, orasını tahrip ederler. Halkından şerefli olanları zelil ve esir ederler. Belkıs, böyle söylemekle, onları; Süleyman aleyhisselamın, ordusu ile üzerlerine gelerek, zorla memleketlerine girmek tehlikesi ile korkuttu. Onlar da dediler ki: - Süleyman aleyhisselam ve orduları da böyle yapacaktır. Alimlerimiz; akıllı kimsenin, sulh yoluyla düşmanlarını defedebileceği durumlarda, muharebeyi tercih ederek kendisini ve memleketini tehlikeye atmaması, mecbur kalmadıkça harbe girme teşebbüsünde bulunmaması icap ettiğini bildirmişlerdir.
Belkıs’ın elçileri İleri gelenlerinin dikkate değer bir fikir ileri sürememeleri üzerine, Belkıs, sözüne devam ederek şöyle dedi:
- Ben, onlara bir hediye göndereyim. Elçiler ne ile dönecek bakayım? Bu, Belkıs’ın güzel bir tedbiri idi. “Eğer Süleyman [aleyhisselam] dünya padişahlarından ise, hediyelerimi alır, hediyeler onu razı eder, bizden vazgeçer. Eğer peygamber ise, dinine tabi olmaktan başka hiçbir şeyle razı olmaz. Mutlaka onun dinine tabi olmamız icap eder” diye düşündü ve Süleyman aleyhisselam için pek kıymetli hediyeler hazırlatıp gönderdi. Elçiler, hediyelerle birlikte Süleyman aleyhisselamın huzuruna çıktılar. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın hediyelerini kabul etmedi. Gelen elçilere dedi ki: - Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Benim, sizin hediye ile yardımınıza ihtiyacım yoktur. Allahü tealanın bana verdiği nimetler; din, peygamberlik, hikmet ve mülk sizin getirdiğinizden daha hayırlıdır. Belki siz, dünya hayatının görünüşüne baktığınız için ve mallarınız artacağından dolayı size verilen hediyeye sevinirsiniz. Ben ise dünyalıkla sevinmem.
Dünyaya benim ihtiyacım yok. Çünkü Allahü teala bana hiç kimseye vermediği dünyalığı verdi. Ayrıca beni peygamberlik ile de şereflendirdi. Belkıs’ın elçileri, Süleyman aleyhisselamın sahip olduğu nimetleri görmüşler, kendi getirdiklerinin pek ehemmiyetsiz olduğunu farketmişlerdi. Ayrıca Süleyman aleyhisselam, Belkıs’a mektubu gönderdiği Hüdhüd vasıtasıyla, onların ne getirip ne soracaklarını, neyi elde etmek istediklerini, onların iç durumlarını öğrenmişti. Onlar; askerlerinin çokluğuna, kuvvetli olmalarına güveniyorlardı. Bunun için Süleyman aleyhisselam da, elçilerin görecekleri yerde, asker ve kumandanlarını hazır etti. Kalabalık ve güçlü bir ordu ile muharebeye hazır olduğunu ima etti. Onlara, güç ve kuvvetini gösterdi. Kendisi için hiçbir değeri olmayan, onlara göre pek kıymetli olan hediyelere hiç ehemmiyet vermedi. Bütün bunlardan sonra, Süleyman aleyhisselam, elçilerin reisine dedi ki: - Ey elçi! Şimdi getirdiğin hediyelerle Belkıs ve kavmine dön! Eğer iman etmiş oldukları halde bana gelmezlerse, muhakkak önüne geçemeyecekleri ordularla onlara varır; onları oradan hor ve hakir olarak çıkarırım! Bunun üzerine elçiler oradan ayrılıp, Belkıs’ın yanına döndüler. Süleyman aleyhisselam ile alakalı haberleri olduğu gibi anlattılar.
Belkıs, bu anlatılanlardan, Süleyman aleyhisselamın peygamber olduğunu anladı. Derhal yolculuğa hazırlandı. Tahtını muhafazalı bir yere koydurdu. Ayrıca kilitleyip, oraya bekçiler tayin etti. Kendisi, kalabalık ordusu ile beraber, Süleyman aleyhisselama gitmek üzere yola çıktı. Cinler, bu durumu Süleyman aleyhisselama haber verdiler. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın akıllı olup olmadığını, tahtını tanıyıp tanımayacağını denemek istedi. Bu yüzden, Belkıs’ın, Yemen’de muhafaza altında bıraktığı tahtının getirilmesini istedi. Süleyman aleyhisselamın, bunu, Allahü tealanın kudretine, kendisinin peygamberliğine delalet eden bir mucize olması için veya daha başka sebepler için istediği de bildirilmiştir.
Belkıs’ın tahtı Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın tahtının getirilmesine karar verince, buyurdu ki:
- Ey ileri gelenler! Belkıs ve kavmi iman etmiş olarak bana gelmeden önce, Belkıs’ın tahtını hanginiz bana getirir? O sırada Süleyman aleyhisselam Kudüs’te bulunuyordu. Belkıs’ın tahtı ise Yemen’de Sebe şehrinde idi. İki şehir arası iki aylık yoldu. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın tahtını, bizzat kendisi getirmekten aciz olduğu için başkasına emretmedi. Onun muradı, ümmetinden keramet ehli olan kimseyi meydana çıkarmaktı. Ümmeti arasında bulunan evliyanın kerameti, o peygamberin mucizesidir. Süleyman aleyhisselam; “Belkıs’ın tahtını bana hanginiz getirir?” buyurunca, cinden bir ifrit dedi ki: - Sen makamından kalkmadan, ben onu sana getiririm. Ben Belkıs’ın tahtını getirmeye muktedirim.
İfritin kuvvet ve kudreti fazlaydı. Ayağını, gözün gördüğü yere basardı. Fakat Süleyman aleyhisselam buyurdu ki: - Bundan daha çabuk getirilmesini istiyorum. Bunun üzerine, huzurundaki ilim ehli olan bir zat söz alarak dedi ki: - Ben gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm. Bu sözü söyleyen, Süleyman aleyhisselamın başveziri ve teyzesinin oğlu olan Asaf bin Berhıya idi. Asaf bin Berhıya, Süleyman aleyhisselamdan önce nazil olan semavi kitaplara vakıftı. İsm-i a’zamı da bilirdi. İsm-i a’zamla dua ettiği için de, duası kabul olurdu. Süleyman aleyhisselam, Asaf’ın bu sözü üzerine buyurdu ki: - Eğer bunu yapabiliyorsan, hemen getir! Asaf kalkıp abdest aldı. İsm-i a’zamla Allahü tealaya dua edip secde etti.
Belkıs’ın tahtı bulunduğu yerden, bir anda Süleyman aleyhisselamın kürsüsünün yanına geldi. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın Yemen’deki tahtını Kudüs’te yanında görünce, Allahü tealanın halis kullarının adeti üzere nimete şükür için dedi ki: - Bu Belkıs’ın tahtını o kadar uzak mesafeden, bu kadar kısa bir zaman içinde getirebilmek, bana Rabbimin lütfundan biridir. Rabbimin bu lütfu, Allahü tealaya şükür müedeceğimi, yoksa kendimi bu nimete layık görüp, nimetin hakkını eda etmekte kusurlu olmak suretiyle nankörlük mü edeceğimi imtihan içindir. Belkıs kafile ile Süleyman aleyhisselamın yanına geldi. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ın aklını tecrübe etmek istedi. Bunun için bir köşk yaptırdı.
Köşkün billurdan olan avlusunun altına su akıttı. İçine balık ve kurbağa gibi suda yaşayan canlıları attı. Avluya giren, suya girdiği Kırgızistan’daki Hazret-i Süleyman tepesini zannederdi. Belkıs’ın tahtının değiştirilmesini de emrederek buyurdu ki: - Tahtın altını üste, üstünü arkaya, arkasını öne getirerek şeklini değiştirin; kendi tahtı olduğunu anlayacak mı bakalım? Belkıs, maiyeti ile beraber Süleyman aleyhisselamın huzuruna gelince, kendisine soruldu: - Bu taht senin midir? Belkıs baktığında, kendi tahtına benzetti. Hatta kalbinden; “Birbiri içinde ve yedi kat daire şeklinde muhkem ve etrafında nöbetçi ve muhafızlar bulunan tahtım, buraya nasıl gelir?” diye düşünerek, gördüğüne inanamadı. Tahtta değişmeler de olduğundan, bilmek ve bilmemek arasında cevap verdi: - Sanki odur. Daha sonra, Belkıs ilave etti: - Bundan önce de bize Hüdhüd’ün mektup bırakması, hediye ve elçiler meselesi ile Allahü tealanın kudretine, Süleyman’ın [aleyhisselam] peygamberliğine dair ilim verilmişti. Biz, ona teslim olanlardan idik. Belkıs, küfr içinde yüzen bir cemiyet içerisinde yetişmişti.
Onlardan güneşe tapmayı öğrenmişti. Bu yüzden Süleyman aleyhisselamın himayesine kavuşuncaya kadar Müslüman olmak şerefine erememişti. Süleyman aleyhisselamın daveti ile iman etti ve dedi ki: - Ey Rabbim! Güneşe ibadet etmekle nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman’ın maiyetinde alemlerin Rabbi olan Allaha teslim oldum. Süleyman aleyhisselam Belkıs’la evlendi. Belkıs’tan Davud isminde bir oğlu olup, babası hayatta iken vefat etti. Süleyman aleyhisselam, Belkıs’ı, ordusunun başında geri Yemen’e gönderdi. Ayda birkere rüzgara biner, Belkıs’ın yanına giderdi. Süleyman aleyhisselamın vefatından kısa bir müddet sonra Belkıs da vefat etti.
Hazreti Süleyman’ın vefatı Süleyman aleyhisselam, Akabe Körfezi’nden Fırat kenarına kadar yerde, kırk sene adaletle hüküm sürdü. Diğer hükümdarlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Ticaret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizi’nde ticaret yaptırdı. Rüzgar onun emrine verilmişti. Rüzgara binip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makamına oturduğunda ve meclis kurduğunda, kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yanyana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleyman aleyhisselam, beyaz tenli, güzel, nur yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edepli, hep Allahtan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; “Miskinin miskinlerle oturması uygundur.” buyururdu.
Ömrünün son anına kadar Allahü tealanın takdir ettiği izzetle, insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine itiraz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu. Süleyman aleyhisselam, birgün, yapılmakta olan büyük bir sarayın inşasını kontrol etmeye gitmişti. Bu bina, bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar, işçiler, cinler sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında, asasına (bastonuna) dayanıp durdu ve etrafı seyrederek tefekküre başladı.
Süleyman aleyhisselam sarayın balkonunda tefekkürle meşgul iken ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrail aleyhisselam gelip dedi ki: - Şu an dünyadaki hayatının son anıdır. Süleyman aleyhisselam buyurdu ki: - Allahü tealanın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, asla kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Her kesin dönüşü Allahü tealayadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir. Süleyman aleyhisselam her yere hükmettiğinden, zamanında herkes iman etmiş, yeryüzünde pek az imansız kimse kalmıştı. Süleyman aleyhisselamın vefatından sonra, İsrailoğulları, 12 kabileye ayrılmış, birbirlerine düşmüşlerdir. Bu ayrılış, daha Süleyman aleyhisselam hayatta iken başlamış, Fakat Süleyman aleyhisselam, Allahü tealanın ihsanı ile, kabileleri bir arada tutabilmişti. Süleyman aleyhisselamın yerine oğlu Rehoboam geçdi.
12 kabileden yalnız ikisi ona sadık kaldı. İsrail devleti ikiye ayrıldı. Bu devletlerden biri, (israil) olup 10 kabileyi topladı. Geri kalan iki kabileye (Yahuda) devleti denilir. Kudüs’de kaldı. Azdılar. Allahü tealanın gazabına uğradılar. Bir müddet Asuri devletine bağlı olarak kaldılar. Asuri hükümdarı Buhtunnasar (Nebukadnezar), Kudüs’ü yakıp yıkdı. İsrailoğullarını zorla Kudüs’den çıkararak Babil’e sürdü. Ancak İran Şahı Keyhusrev [Kirüs], Asurileri mağlub edince, Yahudilerin tekrar Kudüs’e dönmelerine izin verdi. Yahudiler Kudüs’e dönerek, yanmış olan bu şehri biraz tamir ettiler. Evvela İranlıların, sonra, Makedonyalıların idaresi altında yaşadılar. Miladdan önce 64 senesinde Romalılar Kudüse girdiler. Şehri yeni baştan yakıp yıktılar. Romalılar bir kere daha, miladdan 70 sene sonra, Kudüsü yerle bir ettiler. Roma imparatoru Titüs, Kudüs’ü tamamen yaktı.
Süleyman aleyhisselamın hususiyetleri ve mucizeleri Süleyman aleyhisselam, Musa aleyhisselamdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrat’ın içinde bulunduğu Ahit sandığını (Tabut-i Sekine) Mescid-i Aksa’ya koydu. Babası Davud aleyhisselam gibi, Musa aleyhisselamın dinine göre ibadet etti. Davud aleyhisselam vefat ettiğinde, Allahü teala, Süleyman aleyhisselama: -Hacetini benden dile, diye vahyetti. Süleyman aleyhisselam: -Benim kalbimi de babamın kalbi gibi Sana karşı haşyet ve muhabbet taşır kılmanı dilerim, diye arz etti. Bunun üzerine Allahü teala O’nun kalbini dilediği gibi kıldı. Süleyman aleyhisselam sultan oluşundan vefatına kadar Allaha karşı huşuundan dolayı alçak gönüllü olmuş, başını yukarı kaldırmamıştır.
Miskinlerin yanlarına varır, hallerini sorardı. Hurma yaprağından zenbil örüp satardı. Böylece nafakasını temin ederdi. Her ayın başında altı gün, ortasında üç gün, sonunda da üç gün oruç tutardı. Buyurdu ki: Biz hayatın yumuşak olanını da sert olanını da denedik. Onlardan aşağı olanını yeterli bulduk. İnsanlara verilmeyen şeyler bize verildi. İnsanlara verilmeyen ilimler bize verildi. Fakat şu üç kelimeden: Öfke ve sükunet halinde hilimden, kıtlıkta ve bollukta tutumluluktan, gizlide ve açıkta Allah korkusundan daha üstün bir şey bulamadık. Süleyman aleyhisselam oğluna da: -Yavrucuğum, miskinlikle birlikte günah işlemek ne kadar kötüdür. Hidayetten sonra dalalete düşmek ne kadar kötüdür. Kişinin Rabbi’ne ibadet edip dururken ibadeti bırakması ise bundan daha kötüdür, dediği rivayet edilir.
Süleyman aleyhisselamın dokuz çeşit mucizesi vardı. Bunlar:
1- Sebe Suresi on ikinci ayetinde bildirildiği üzere, rüzgarlar emri altındaydı. Bir defasında Azrail aleyhisselam Süleyman aleyhisselamın yanına gelince, oturanlardan birine dikkat ile baktı. Bu kimse, meleğin böyle sert bakışından korktu. Azrail aleyhisselam gidince, Süleyman aleyhisselama yalvarıp, rüzgara emretmesini, rüzgarın kendisini uzak memleketlerinden birine götürüp, Azrail aleyhisselamdan kurtulmasını istedi. Azrail aleyhisselam tekrar gelince, Süleyman aleyhisselam, o adamın yüzüne niçin sert baktığını sordu. Azrail aleyhisselam, (Bir saat sonra, uzaktaki şehirlerden birinde, o kimsenin canını almak için emrolunmuştum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkat ile baktım. Emre uyup oraya gidince, onu orada görüp canını aldım) dedi.
2- Süleyman aleyhisselam denizi geçmek istediği zaman, suyu çekilerek yol açılır, geçtikten sonra yine kapanırdı.
3- Ayet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinniler emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, suretler, çanaklar, sabit çömlekler, tencereler yaparlardı.
4- Süleyman aleyhisselamın bir mührü vardı. Üzerinde İsm-i a’zam duası yazılıydı. O dua ile her isteği kolay olurdu.
5- Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini anlardı.
6- Nereye gitmek istese, rüzgar emrinde olduğundan, kürsüsünü kaldırır, kürsüsünü beraberinde götürürdü.
7- Cinniler vasıtasıyla denizlerdeki incileri, cevherleri ve yerde bulunan defineleri bilirdi. Kendine Allahü teala tarafından bildirilmeyen bir şey yoktu.
8- Neml vadisinde, maiyetiyle beraber bir dağ üzerine konmuştu. Orada kaldığı esnada, o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübarek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhal dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi.
9- Süleyman aleyhisselam bir yere gittiği vakit, beraberinde duvarlar da giderdi.
LOKMAN HAKİM ALEYHİSSELAM
Davud aleyhisselam zamanında, Arabistan’ın Umman tarafında yaşadı. Davud aleyhisselamla görüşüp ondan ilim öğrendi. Davud aleyhisselama peygamberlik bildirilmeden önce, müfti olan Lokman Hakim, Davud aleyhisselama peygamberlik bildirildikten sonra fetva vermeyi bıraktı. Davud aleyhisselama ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi. Eyyub aleyhisselamın teyzesinin oğlu olduğu da rivayet edilmektedir. Peygamber veya velidir denildi. Fransız bilginlerinin, Calinos’un (Galen’in) bir adı da Lokman Hakim idi demeleri yanlıştır.
Çünkü Lokman Hakim, Davud aleyhisselam zamanında; Calinos (Galen) ise, ondan bin yıl kadar sonra yaşamıştır. Lokman ismi Kur’an-ı kerim’de geçmekte olup, bir sureye (otuz birinci sure) Lokman ismi verilmiştir. Bu surenin onikinci ayetinde mealen; “Biz Lokman’a hikmet verdik.” buyrulmaktadır. Buradaki hikmet tabirinin; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel etmek ve doğru karar vermek demek olduğu tefsir kitaplarında yazılıdır. Lokman Hakim tabiplerin piridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasihatlar meşhurdur. Kur’an-ı kerim’de Lokman suresi 3. ayet-i kerimede mealen; “Bir vakit Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum! Allah’a ortak koşma, çünkü şirk çok büyük zulümdür.” buyrulmaktadır.
Lokman Hakim’e sen bu hale nasıl geldin dediklerinde; “Doğru sözlü olmak, emaneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle.” cevabını verdi. İnsanlar ondan nasihat istediler, o da şöyle nasihat etti: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel edilebilmesi için sekiz şeye dikkat etmek her kese lazımdır. Dört zamanda dört şeyi korumak gerekir; Namazda gönlü, halk arasında dili, yiyip içmede boğazı, bir kimsenin evine girince de gözü korumaktır. İki şeyi hatırdan hiçbir zaman çıkarmamalıdır. Bunlar; Allahü tealanın büyüklüğü ve ölümdür. İki şeyi de tamamen unutmaya çalışmalıdır. Bunlar da; bir kimseye yapılan iyilik ile dost ve yakınlardan görülen kötülüktür. Lokman Hakim’in oğluna nasihatlarının bir kısmı şöyledir: “Ey oğlum! Dünya derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, halin tevekkül olsun, umulur ki kurtulursun.” “Ey oğlum! Alimlere karşı öğünmek, akılsızlarla inatlaşmak ve meclislerde, toplantılarda gösteriş yapmak için ilim öğrenme! İhtiyacım yok diyerek de ilmi terk etme.” “Ey oğlum! Yakin ve sabrı sanat edin.
Allahü tealanın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyada zahid ve mücahid olursun.” “Ey oğlum! Allahü tealayı anan (hatırlayan) insanlar görürsen onlarla otur. Alim olsan da, ilminin faydasını görürsün ve ilmin artar, sen ehil isen sana öğretirler. Allahü teala onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır. Allahü tealayı zikretmeyenleri görürsen onlardan uzak dur.” “Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın!O, her sabah zikir ve tesbih ediyor, sen ise uyuyorsun.” “Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslim ol, kötülerle dost olma.” “Ey oğlum! insanlara iyilikleri emir ve nasihat edip kendini unutma! Yoksa mum gibi olursun. Mum insanları aydınlatır, fakat kendini yakıp eritir.”
“Ey oğlum! Yalandan çok sakın! Çünkü dinini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayanı, değerini ve makamını kaybedersin.” “Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın. Sabırsız olma, yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol.” “Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tama etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü tealanın sana verdiği rızka kanaat et.” “Ey oğlum! Dünya geçici ve kısadır. Senin dünya hayatın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir.” “Ey oğlum! Tövbeyi yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip yakalar.” “Ey oğlum! Sükut etmekle pişman olmazsın.
Söz gümüş ise sükut altındır.” “Ey oğlum! Helal lokma ye ve işlerinde alimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara sor.” “Ey oğlum! Alimler meclisine devam et. Bahar yağmuru ile yeryüzünü yeşillendiren Allahü teala, alimlerin meclisindeki hikmet nuru ile de müminlerin kalbini aydınlatır.” “Ey oğlum! Amel ancak yakin (Allahü tealaya olan ilim ve marifet) ile yapılır. Herkes yakini nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı, yakin noksanlığından gelir.” “Ey oğlum! Bir hata işlediğinde hemen tövbe et ve sadaka ver.” “Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecburiyetinde kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan, uykudan uyanma.
Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.” “Ey oğlum! Helal kazanç ile yoksulluktan korun. Yoksul kimse şu üç musibetle karşılaşır: Din zayıflığı, akıl zayıflığı ve mürüvvetin kaybolması.” “Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükut eden selamete erer, hayır söyleyen kar eder, kötü konuşan günahkar olur, diline hakim olmayan pişman olur.” “Ey oğlum! Dünya malından yetecek kadarını al, fazlasını ahiret için hayra sarfet, Sıkıntıya düşecek ve başkasının sırtına yük olacak şekilde de tembellik etme.” Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur? Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir? Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden asla şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğlum! İnsanın üç şeyi vardır: Ruhunu Azrail aleyhisselam alır. Hayır veya şer ne ise; ameli kendisine kalır. Bedenini de kurtlar yer ve toprak çürütür.” “Ey oğlum! Sakın kimseyi küçük görüp hakaret etme.
Çünkü onun da senin de rabbimiz birdir.” “Ey oğlum! Dünyanın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım. Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sayesinde sultanlar sofrasında otururlar.” Lokman Hakim’in oğlu: “Babacığım, insanda hangi haslet daha iyidir?” diye sorunca; “Temiz, halis din.” buyurdu. Eğer iki haslet olursa? “Din ve mal”, üç haslet olursa? “Din, mal ve haya.” buyurdu. Dört haslet olursa? dedi. “Din, mal, haya ve güzel ahlak.” buyurdu. Beş haslet saymak icabederse diye sorunca; “Din, mal, haya, güzel huy ve cömertlik.” buyurdu. Altı haslet sayarsak deyince; “Ey oğlum! Allahü teala her kime bu beş iyi hasleti verdiyse, o kimse mümin ve müttekidir. Allahü teala katında veli ve sevgilidir. Şeytanın şerrinden uzaktır.” buyurdu. Oğlu: “Babacığım, insanda en kötü haslet hangisidir?” dedi. “Allahü tealayı inkardır.” buyurdu. İki olursa dedi. “İnkar ve kibirdir.” buyurdu. Üç olursa dedi. “İnkar, kibir ve şükür azlığı.” buyurdu.
Dört olursa dedi. “İnkar, kibir, şükür azlığı ve cimrilik.” buyurdu. Beş olursa diye sorunca; “İnkar, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlak.” buyurdu. Altı olursa deyince; “Ey Oğlum! Bu beş kötü hasletin bulunduğu kimse münafıktır, şakidir ve Allahü tealadan uzaktır.” buyurdu. Lokman Hakim’e“Hikmete nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda; “Benden gizlenen şeyi araştırmadım. Vazifem olmayan şeyin üzerinde durmadım.” buyurdu. Birisi Lokman Hakime: -Bu hallere nasıl kavuştun? Dedi. Lokman Hakim: -Doğru sözlü olmak, emanete riayet etmek ve malayaniyi terk etmekle, dedi ve ilave etti: -Benim işlerimde seni şaşırtan nedir? Adam: Halk senin döşeğinde oturuyor. Senin kapının önünü bürüyor. Senin sözlerini dinleyip kabul ediyor, dedi. Lokman Hakim: -Ey kardeşimin oğlu. Sana söyleyeceğim şeyleri yaparsan sen de böyle olursun, dedi. -Nedir onlar? -Ben gözümü haramdan sakınırım. Dilimi tutarım, ihtirasımı önlerim, edeb yerimi haramdan korurum, ibadetimi çok yaparım, verdiğim sözü yerine getiririm, misafirimi ağırlarım, komşumu korurum, malayaniyi terk ederim. İşte bunlar beni gördüğün gibi yaptı. Lokman Hakim’den bir koyun boğazlaması istendi.
Boğazladı. En iyi iki yerini getirmesini söylediler. O da dili ile yüreğini götürdü. Yine bir koyun daha kesmesini istediler. Kesti. En kötü iki yerini getirmesini istediler. Yine dil ile yüreği götürdü. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda buyurdu ki: -Bu iki organ iyi oldukları zaman bu ikisinden daha iyi bir şey yoktur. Kötü oldukları zaman da bunlardan kötüsü yoktur. Hafs bin Ömer’den rivayet edildi ki: Lokman Hakim, yanına bir hardal torbası koydu ve oğluna nasihat etmeye başladı. Her bir nasihatte bir hardal tanesini çıkardı. Nihayet hardalları tükendi. Sonra da; “Ey oğlum! Sana o kadar nasihat ettim ki, şayet bu nasihatler bir dağa verilseydi, dağ yarılır, parça parça olurdu.” buyurdu. Oğlu da bu nasihatleri tuttu.
|