PEYGAMBERLER Tarihi 2
MUSA ALEYHİSSELAM
İsmi ve Nesebi Bütün İsrailoğulları Yakub aleyhisselamın 12 oğlundan çoğalmışlardır. Bu oğullarından Lavi ismindeki oğlu, Nabite isminde bir hanımla evlendi. Bundan; Garsun, Merzi, Merdi ve Kahis adlı çocukları oldu. Kahis 46 yaşında iken, Kahi isimli bir hanımı nikah etti. Kahis’in bu hanımından Yasher isimli bir oğlu oldu. Yasher de büyüyüp yetişince, Semyet isminde bir hanım ile evlendi. Bu evlilikten İmran dünyaya geldi. Yasher uzun bir ömür sürdü. Oğlu İmran, Nüceyb isminde bir hanımla evlendi. (Hazreti Musa’nın annesinin ismi; Yuhabiz, Eyariha ve daha başka şekillerde de bildirilmiştir.) Bu evlilikten ise, Hazreti Harun ve Hazreti Musa doğdu. Musa ismi (Sudan kurtarılmış) ma’nasına gelmekdedir. Hıristiyanlar (Moşe) ve (Möis) diyor.
İsrailoğullarının dramı Tarihçilerin bildirdiklerine göre, Mısır’da hüküm süren ve kendilerine Firavun ismi verilen hükümdarlar vardı. Bunlardan Reyyan bin Velid, Hazreti Yusuf’u, bütün hazinelerin başına Maliye Nazırı olarak tayin eden ve ona inanan, mümin bir zat idi. Reyyan vefat edince, Kabus bin Mus’ab, Firavun (Mısır Sultanı) oldu. Hazreti Yusuf’u vazifeden almadı. Hazreti Yusuf onu imana davet etti, fakat kabul etmedi. Bu ve sonra gelen Firavunlar, İsrailoğullarına kıymet vermediler. Kabus, başkalarına zorla iş yaptıran, çok zalim bir hükümdardı. Hazreti Yusuf, bu hükümdar zamanında vefat etti. Kabus’un saltanatı oldukça uzun sürdü. Sonra helak oldu ve yerine kardeşi Ebü’l Abbas geçti.
Ebü’l Abbas’ın da bundan farkı yoktu. Hatta Kabus’dan daha zengin, daha kibirli, daha zorba ve daha zalim idi. Bu da uzun bir saltanat sürdü. Kabus bin Mus’ab ve kardeşi, Amalika kabilesinden idi. Bu firavun kavmini toplayarak ben sizin rabbinizim diyerek kendisine tapınmaya çağırmıştı. Kendi kavmi ona itaat etmiş, İsrailoğulları ise İbrahim aleyhisselamın bildirdiği atalarının dininden dönmeyi kabul etmemişti. Bunun üzerine Firavun da İsrailoğulları üzerindeki baskıyı daha da artırdı.
Yusuf aleyhisselamdan sonra İsrailoğulları Mısır’da kaldılar. Doksan üç kişilik bir kafile halinde gelen İsrailoğulları, Mısır’da hızla çoğaldılar. Kendileri; Yusuf, Yakub, İshak ve İbrahim’in (aleyhimüsselam) bildirdikleri dine bağlı olup, inanç ve ibadetlerine sıkı sıkıya bağlı idiler. Mısır’ın eski yerlileri olan Kıbt kavmi ise yıldızlara ve putlara taparlardı. Bunlar aynı zamanda İsrailoğullarına hakaret gözüyle bakarlardı. Yusuf aleyhisselam zamanında İsrailoğullarının gördüğü itibar, gün geçtikçe azalarak kaybolmuştu. Hatta ezilen bir sınıf haline gelmişlerdi. Firavunlar da pek zalim, gaddar kimseler oldukları için, tebaaları olan, yani saltanat mülkü içinde bulunan İsrailoğullarını esir gibi çalıştırır, ağır ve meşakkatli işlerde kullanırlardı. Onların günden güne artıp çoğalmalarından ve kendilerine (Kıbt kavmine) galebe çalmalarından endişe ediyorlardı. İsrailoğulları, Kıbt kavminin muamelelerinden, Firavunların baskı ve zulümlerinden tamamen usanmışlardı. Zira İsrailoğulları en ağır işlerde çalıştırılıyordu.
Bu baskılardan kurtulmak için dedelerinin, yani Yakub aleyhisselamın yurdu olan Kenan diyarına gitmek istedilerse de, bir türlü yakalarını Firavunun pençesinden kurtarıp Mısır’dan dışarı çıkamadılar. Zira Mısırlılar için onlar, her işe gönderilen, icabında bedava çalıştırılan bir işçi idiler. On iki kabile olan İsrailoğullarının her bir bölüğü, Hazreti Yakub’un oğullarından birine mensup idi. Her kabilenin bir önderi vardı. Bunlara, Yakub aleyhisselamın torunları manasına, Esbat-ı Beni İsrail denilirdi. Bu on iki kabilenin hepsi bir araya gelse ve tek bir öndere uysalar, kuvvetleri birleşir ve istediklerini yapabilirlerdi. Fakat onları toparlayacak, bir emir altında birleştirecek bir baş, bir önder lazım idi. Ancak böyle olduğu takdirde kuvvetlerini birleştirip Firavuna karşı koyabilirler ve esaretten kurtulabilirlerdi. O zamandaki Firavun, pek alçak ve çok zalim idi. Firavunlar içinde, onun kadar katı kalbli, onun kadar uzun saltanat süren, Hak tealaya karşı onun kadar büyük konuşan, İsrailoğullarına onun kadar kötü davranan başka birisi görülmemişti. İsrailoğullarına çok eziyet eder; kimini inşaat, kimini ziraat, kimini de kanalizasyon işlerinde çalıştırır; ağır ve çirkin hizmetleri onlara verirdi. Firavunun kendilerini çeşitli işlerde kullanmasında, İsrailoğulları kısım kısım idi. Bazıları dağlarda taş kesip sırtlarında getirirler, bazıları Firavun için köşkler ve saraylar bina ederlerdi. Bir kısmı marangozluk ve demircilik gibi sanatlarda çalışırlardı. Bu işlerde, zorla, zorbalıkla çalıştırılırlardı.
Zayıf ve çalışamayacak durumda olanlara ise vergi konulmuştu. Vergi ödemek durumunda olanlar, her gün güneş batmadan önce, vergisini getirip teslim etmek mecburiyetinde idi. Şayet bunlardan biri güneş batıncaya kadar vergisini getirmez ise, sağ kolu, çözülemeyecek şekilde boynuna asılarak bağlanırdı. Bir ay müddetle öyle kalır ve o kimse çok zahmet çekerdi. Firavunun zulmü altında, İsrailoğulları epeyce zaman işkence ve eziyet gördüler. Firavun çok uzun bir saltanat sürdü. Saltanatı müddetince, bütün gücünü, İsrailoğullarına zahmet vermekte, onları en ağır işlerde çalıştırmakta harcamıştır.
Firavunun rüyası Firavun bir gece rüyasında; Beytülmukaddes’ten çıkan bir ateşin, Mısır’ın evlerini kaplayıp kül ettiğini, Kıbtileri yakıp, İsrailoğullarına dokunmadığını gördü. Korkuyla uyanan Firavun, telaşla hemen kahinleri, sihirbazları, rüya tabircilerini ve müneccimleri çağırdı. Rüyasının tabirini istedi. Onlar rüyayı şöyle tabir ettiler: “Yakında İsrailoğulları içinde bir çocuk dünyaya gelir; mülkü, saltanatı elinizden alır. Sizi ve milletinizi yurdunuzdan çıkarır, dininizi değiştirir. Onun doğacağı zaman çok yakındır.” Bu tabir, Firavun için en acı ve hiç tahammül edilmez bir söz ve mutlaka yok edilmesi icabeden bir tehlike idi. Bunu duyar duymaz, kin ve nefret dolu bir şekilde, kendine yakışan en çirkin kararı verdi.
Merhamet hislerinden tamamen mahrum olduğu için, saltanatına son verecek olan çocuğu ortadan kaldırmak istedi. Bu çocuğun hangi aileden doğacağını bilemediğinden, İsrailoğulları içinde doğacak bütün erkek çocukların derhal öldürülmesini emretti. Memleketindeki ebelerin hepsini toplayıp, onlara; “İsrailoğullarından doğum esnasında kız çocukları dışında, elinize düşen her oğlanı öldürün!” dedi ve başlarına amirler tayin edip, emrin yerine gelmesini temin etti.
Hazreti Musa’nın doğumu İsrailoğulları da büyüklerinden duyarak, içlerinden bir zatın yetişeceğini, kendilerini Firavun ve Kıbtilerin zulmünden kurtaracağını, yine bu zatın, onları, dedelerinin asıl memleketi olan Kenan diyarına götüreceğini biliyorlardı. Bu zatın meydana çıkmasını ümit ediyorlar; bunun bir an önce gerçekleşmesini bekliyorlar; yapılan bütün zulüm ve eziyetlere, bu ümitle sabrediyorlardı. Firavun; kamıştan, keskin bıçak gibi ameliyat aletleri yapılmasını emretti. İsrailoğullarının hamile kadınları zorla yatırılır, bu aletlerle karınları yarılır ve çocukları ayakları arasına düşüverirdi. Bu büyük azap, doğum zamanı gelenlere yapılır ve oğlan çocukları o anda öldürülürdü. İsrailoğullarının çocukları bu şekilde katledildiği gibi, yetişkin erkeklerden bu hale dayanamayıp, karşı çıkanlar da öldürülüyordu.
Bunun üzerine, Kıbtilerin reisi, Firavuna müracaat edip; “Sen, İsrailoğullarının çocuklarını öldürüyorsun. Bu arada yetişkinler de öldürülüyor. Böyle giderse bizim işimiz gayet zor olacak. Zor ve meşakkatli işler bize kalacak!” diyerek endişelerini bildirdi. Firavun, İsrailoğullarına merhamet ettiği için değil, kendi kavmi olan Kıbtilerin ısrarlarının fazlalığı sebebiyle, biraz yumuşar gibi göründü. İstemeye istemeye, İsrailoğullarından doğacak olan erkek çocukların bir sene öldürülüp, ikinci sene öldürülmemesini emretti. Böylece birer sene arayla, doğacak bütün erkek çocuklar öldürülecekti. Firavunun emriyle, doğan bütün erkek çocuklarının öldürüldüğü o sene, Lavi neslinden, yani Hazreti Yakub’un üçüncü oğlu olan Lavi’nin torunlarından Imran isimli bir zatın sulbünden, annesi, Hazreti Musa’ya hamile oldu. Firavunun, doğan çocukları hemen öldürmek üzere, İsrailoğullarına musallat ettiği ebelerden birisi, Hazreti Musa’nın annesinin yakından tanıdığı, samimi olduğu bir kadın idi. Doğum vakti yaklaştığında, Hazreti Musa’nın annesi çocuğuna zarar gelmesi endişesiyle yakın dostu olan o ebeyi çağırıp, gizlice; “İşte benim doğum vaktim geldi. Bugün, dostluğunu, yakınlığını göstereceğin ve bana yardım edeceğin gündür!” diyerek ondan yardım istedi.
O da “Peki” deyip eve geldi. Nihayet doğum gerçekleşti. Hazreti Musa doğar doğmaz, mübarek alnında bir nur parladı. Ebe, bunu görünce, o nurun tesiriyle bütün vücudunun titrediğini hissetti. Kalbine, Allahü teala tarafından, Hazreti Musa’ya karşı büyük bir muhabbet verildi. Ebe, bütün kalbinin, bu nurlu çocuğa muhabbetle dolduğunu hissetti. Kalbinde hissettiği bu görülmemiş muhabbet ile adeta yerinde duramayarak, Hazreti Musa’nın annesine dedi ki: - İyi ki bu doğuma beni davet ettin. Senin bu oğlunu o kadar sevdim ki, başka hiçbir şeyi onun kadar sevmedim. Ben çocuğuna bir zarar vermem ama, senin hamile olduğun, vazifelilerin kayıtlarında vardır. Ben buradan çıktıktan sonra, buraya hemen vazifeliler gelir. Oğlunu iyi muhafaza eyle! Ebe evden çıktıktan sonra, bunları gözetleyen bazı vazifeliler hemen kapıya geldiler. İçeri girmek istiyorlardı. Gelenleri, önce, Hazreti Musa’nın kız kardeşi Meryem gördü. Hemen annesine haber verdi:
- Anneciğim! Kapıda vazifeliler, Firavunun adamları var! Hazreti Musa’nın annesi, neye uğradığını şaşırdı. Sanki aklı başından gitmişti. Ne yaptığını bilmez haldeydi. Çocuğu bir hırkaya sarıp, dışarıdan görünmeyecek şekilde tandırın bir köşesine koydu. Halbuki tandır ateşten çok kızmıştı. Fakat o, bunu telaştan farketmemişti bile. Firavunun adamları içeri girip, her tarafı aradılar. Tandır kızdığından ve orada çocuk olma ihtimali hiç akla gelmediğinden, tandıra bakmadılar. Allahü tealanın hikmeti, Hazreti Musa’nın annesinde de, hiç doğum yapmış bir kadının hali görülmüyordu. Adamlar hayretle Musa aleyhisselamın annesine sordular: - Biraz evvel buraya bir ebe kadın gelmemiş miydi? - O benim tanıdıklarımdan, yakın dostlarımdandır. Beni ziyarete gelmişti.
Bunun üzerine Firavunun adamları çıkıp gittiler. Hazreti Musa’nın annesi bu halin dehşet ve heyecanını üzerinden atamamışken, birden aklı başına geldi. Çocuğu ne yaptığını hatırlayamadı. Orada bulunan kızına sordu: - Çocuk nerede? - Bilmiyorum. Zira annesi çocuğu saklarken, o kapıya bakıyordu. Bu sırada tandırdan çocuğun ağlama sesi duyuldu. Sanki, “Ben buradayım!” diye, hafif bir ağlama ile haber verdi. Annesi can havli ile oraya koştu. Oğlu tandırda idi ve hiçbir zarar görmemişti. Allahü teala ona, kızgın tandırı serin bir yer eylemişti. Aynen, Hazreti İbrahim’e ateşin gülistan olması gibi... Hazreti Musa’nın annesi ilk tehlikeyi böylece atlatmıştı. Ciğerparesi, Firavunun zararından şimdilik korunmuş, yaralı kalbi biraz olsun rahatlamıştı.
Bununla beraber, Firavunun casusları tarafından, doğumun er geç haber alınacağı endişe ve korkusu içindeydi. Bu sırada, Allahü teala, Hazreti Musa’nın annesine; oğlunu emzirip aç bırakmamasını, Firavunun adamlarından bir zarar gelmesi durumunda, onu Nil nehrine bırakmasını, çocuğun kendisine geri verileceğini ve bir de Hazreti Musa’nın peygamber olacağını, bu sebeple korkmamasını ilham etmiştir. Bu durum Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmiştir: (Biz, Musa’nın annesine şöyle ilham ettik: Musa’yı emzir! Ona bir zarar gelmesinden korkarsan, onu Nil nehrine bırak, boğulacağından korkma! Ve ayrılığıyla hüzünlenme, kederlenme! Muhakkak ki biz, yakın zamanda onu sana geri döndürürüz ve onu peygamberlerden eyleriz.) [Kasas 7]
O, bu ilham ile oğlunu bir sandık içinde Nil nehrine bırakmak istedi. Hazreti Musa’nın doğumundan birkaç gün sonra, Kıbtilerden bir marangoza gidip, istediği sandığın vasıflarını bildirdi. Kıbti marangoz hayretle sordu: - Böyle bir sandığı ne yapacaksın ki? O ise yalandan hiç hoşlanmadığı için hakikati olduğu gibi anlattı. Marangoz istediği sandığı yaptı. Musa aleyhisselamın annesinin istediği sandığı yapan marangoz, sonra gidip bunu Firavunun memurlarına haber vermek istedi. Vazifelilerin yanlarına varan marangoz, olanları anlatmaya başlayacağı anda dili tutulup, hiçbir şey konuşamaz oldu. Hiçbir söz söyleyemediği gibi, işaretlerle de hiçbir şey anlatamadı. Marangoza kızan vazifelilerin sabırları taştığından, döverek, hakaretle onu dışarı attılar.
Marangoz ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı içinde dükkanına dönünce, hikmet-i Huda, dili açıldı. Derdini anlatmak için, acele ve heyecanla koşarak, yine vazifelilerin yanına geldi. Güya kendisini müdafaa edecek, haklı bir gaye ile, üstelik onların hoşuna gidecek bir şeyi haber vermek için geldiğini ispat edecekti. Bu sefer dili tutulmakla kalmamış, gözleri de o anda göremez olmuştu. Yine vazifelilerden çok hakaret görüp, dışarı atıldı. Pek perişan ve acınacak hale düştü. Biraz evvel sapasağlam bir kimse iken, şimdi konuşamaz ve göremez olmuştu. Bunun ilahi bir ikaz ve ceza olduğunu anladı. Yaptığına çok pişman oldu. Kendi kendine; “Şayet dilim açılır da bu musibetten kurtulursam, haber vermeye gitmeyeceğim ve bu sırrı hiçbir zaman hiç kimseye söylemeyeceğim!” diye ahdetti.
Bu içten gelen pişmanlık ve ahdin neticesinde dili söyler, gözleri de görür oldu. Marangoz sevincinden, hemen Allahü tealaya iman edip, şükür secdesine kapandı. Böylece, Hazreti Musa’nın annesi büyük bir tehlikeden daha kurtuldu. Bu marangozun yaptığı sandık, hasır örülen bir cins kamıştan yapılmıştı. Hazreti Musa’nın annesi sandığı aldı. İçine pamuk koydu ve Hazreti Musa’yı, büyük bir ihtimam ile sandığa yerleştirdi. Sonra sıkıca kapayıp, bağladı ve Nil nehrine bırakıverdi. Bir anne için, yeni doğmuş bir çocuğu bu şekilde nehre bırakıvermek, elbette çok zor idi. Fakat o, kendisine ilham olunduğu şekilde hareket ediyordu. Sular, sanki onu taşımanın idrakinde imiş gibi, yavaş yavaş, kaldırıp indirerek uzaklaştırdı.
Nil nehri, Firavunun sarayının civarından geçerken, büyük bir kanal ile, içinde sarayın da bulunduğu bahçeye ayrılırdı. Sandık bu kanaldan sarayın yakınına kadar geldi. Su almak için kanala gelen hizmetçiler, sandığı sarayın bahçesindeki ağaçların arasında buldular. İçinde para vardır zannıyla alıp, açmadan Firavunun hanımına götürdüler. Bu arada Firavun, Asiye binti Müzahim ile evlenmişti. Asiye, kavminin seçkin kadınlarından olup, iffet ve cemal sahibi idi. Bu hanım, Yusuf aleyhisselam zamanında Mısır Sultanı olan ve Hazreti Yusuf’a iman eden Reyyan bin Velid’in neslinden idi. Firavunun hanımı olan Asiye, sandığı açınca, şaşırdı. Çünkü akıllara durgunluk verecek güzellikte bir erkek çocuk vardı. Allahü teala Asiye’nin kalbine, bu çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi verdi ve Asiye büyük bir sevgi ile ona bağlanıp hep hizmetinde bulundu.
PEYGAMBERLER TARİHİ ANSİKLOPEDİSİ
MUSA ALEYHİSSELAM
İsmi ve Nesebi Bütün İsrailoğulları Yakub aleyhisselamın 12 oğlundan çoğalmışlardır. Bu oğullarından Lavi ismindeki oğlu, Nabite isminde bir hanımla evlendi. Bundan; Garsun, Merzi, Merdi ve Kahis adlı çocukları oldu. Kahis 46 yaşında iken, Kahi isimli bir hanımı nikah etti. Kahis’in bu hanımından Yasher isimli bir oğlu oldu. Yasher de büyüyüp yetişince, Semyet isminde bir hanım ile evlendi. Bu evlilikten İmran dünyaya geldi. Yasher uzun bir ömür sürdü. Oğlu İmran, Nüceyb isminde bir hanımla evlendi. (Hazreti Musa’nın annesinin ismi; Yuhabiz, Eyariha ve daha başka şekillerde de bildirilmiştir.) Bu evlilikten ise, Hazreti Harun ve Hazreti Musa doğdu. Musa ismi (Sudan kurtarılmış) ma’nasına gelmekdedir. Hıristiyanlar (Moşe) ve (Möis) diyor.
İsrailoğullarının dramı Tarihçilerin bildirdiklerine göre, Mısır’da hüküm süren ve kendilerine Firavun ismi verilen hükümdarlar vardı. Bunlardan Reyyan bin Velid, Hazreti Yusuf’u, bütün hazinelerin başına Maliye Nazırı olarak tayin eden ve ona inanan, mümin bir zat idi. Reyyan vefat edince, Kabus bin Mus’ab, Firavun (Mısır Sultanı) oldu. Hazreti Yusuf’u vazifeden almadı. Hazreti Yusuf onu imana davet etti, fakat kabul etmedi. Bu ve sonra gelen Firavunlar, İsrailoğullarına kıymet vermediler. Kabus, başkalarına zorla iş yaptıran, çok zalim bir hükümdardı. Hazreti Yusuf, bu hükümdar zamanında vefat etti. Kabus’un saltanatı oldukça uzun sürdü. Sonra helak oldu ve yerine kardeşi Ebü’l Abbas geçti.
Ebü’l Abbas’ın da bundan farkı yoktu. Hatta Kabus’dan daha zengin, daha kibirli, daha zorba ve daha zalim idi. Bu da uzun bir saltanat sürdü. Kabus bin Mus’ab ve kardeşi, Amalika kabilesinden idi. Bu firavun kavmini toplayarak ben sizin rabbinizim diyerek kendisine tapınmaya çağırmıştı. Kendi kavmi ona itaat etmiş, İsrailoğulları ise İbrahim aleyhisselamın bildirdiği atalarının dininden dönmeyi kabul etmemişti. Bunun üzerine Firavun da İsrailoğulları üzerindeki baskıyı daha da artırdı.
Yusuf aleyhisselamdan sonra İsrailoğulları Mısır’da kaldılar. Doksan üç kişilik bir kafile halinde gelen İsrailoğulları, Mısır’da hızla çoğaldılar. Kendileri; Yusuf, Yakub, İshak ve İbrahim’in (aleyhimüsselam) bildirdikleri dine bağlı olup, inanç ve ibadetlerine sıkı sıkıya bağlı idiler. Mısır’ın eski yerlileri olan Kıbt kavmi ise yıldızlara ve putlara taparlardı. Bunlar aynı zamanda İsrailoğullarına hakaret gözüyle bakarlardı. Yusuf aleyhisselam zamanında İsrailoğullarının gördüğü itibar, gün geçtikçe azalarak kaybolmuştu. Hatta ezilen bir sınıf haline gelmişlerdi. Firavunlar da pek zalim, gaddar kimseler oldukları için, tebaaları olan, yani saltanat mülkü içinde bulunan İsrailoğullarını esir gibi çalıştırır, ağır ve meşakkatli işlerde kullanırlardı. Onların günden güne artıp çoğalmalarından ve kendilerine (Kıbt kavmine) galebe çalmalarından endişe ediyorlardı. İsrailoğulları, Kıbt kavminin muamelelerinden, Firavunların baskı ve zulümlerinden tamamen usanmışlardı. Zira İsrailoğulları en ağır işlerde çalıştırılıyordu.
Bu baskılardan kurtulmak için dedelerinin, yani Yakub aleyhisselamın yurdu olan Kenan diyarına gitmek istedilerse de, bir türlü yakalarını Firavunun pençesinden kurtarıp Mısır’dan dışarı çıkamadılar. Zira Mısırlılar için onlar, her işe gönderilen, icabında bedava çalıştırılan bir işçi idiler. On iki kabile olan İsrailoğullarının her bir bölüğü, Hazreti Yakub’un oğullarından birine mensup idi. Her kabilenin bir önderi vardı. Bunlara, Yakub aleyhisselamın torunları manasına, Esbat-ı Beni İsrail denilirdi. Bu on iki kabilenin hepsi bir araya gelse ve tek bir öndere uysalar, kuvvetleri birleşir ve istediklerini yapabilirlerdi. Fakat onları toparlayacak, bir emir altında birleştirecek bir baş, bir önder lazım idi. Ancak böyle olduğu takdirde kuvvetlerini birleştirip Firavuna karşı koyabilirler ve esaretten kurtulabilirlerdi. O zamandaki Firavun, pek alçak ve çok zalim idi. Firavunlar içinde, onun kadar katı kalbli, onun kadar uzun saltanat süren, Hak tealaya karşı onun kadar büyük konuşan, İsrailoğullarına onun kadar kötü davranan başka birisi görülmemişti. İsrailoğullarına çok eziyet eder; kimini inşaat, kimini ziraat, kimini de kanalizasyon işlerinde çalıştırır; ağır ve çirkin hizmetleri onlara verirdi. Firavunun kendilerini çeşitli işlerde kullanmasında, İsrailoğulları kısım kısım idi. Bazıları dağlarda taş kesip sırtlarında getirirler, bazıları Firavun için köşkler ve saraylar bina ederlerdi. Bir kısmı marangozluk ve demircilik gibi sanatlarda çalışırlardı. Bu işlerde, zorla, zorbalıkla çalıştırılırlardı.
Zayıf ve çalışamayacak durumda olanlara ise vergi konulmuştu. Vergi ödemek durumunda olanlar, her gün güneş batmadan önce, vergisini getirip teslim etmek mecburiyetinde idi. Şayet bunlardan biri güneş batıncaya kadar vergisini getirmez ise, sağ kolu, çözülemeyecek şekilde boynuna asılarak bağlanırdı. Bir ay müddetle öyle kalır ve o kimse çok zahmet çekerdi. Firavunun zulmü altında, İsrailoğulları epeyce zaman işkence ve eziyet gördüler. Firavun çok uzun bir saltanat sürdü. Saltanatı müddetince, bütün gücünü, İsrailoğullarına zahmet vermekte, onları en ağır işlerde çalıştırmakta harcamıştır.
Firavunun rüyası Firavun bir gece rüyasında; Beytülmukaddes’ten çıkan bir ateşin, Mısır’ın evlerini kaplayıp kül ettiğini, Kıbtileri yakıp, İsrailoğullarına dokunmadığını gördü. Korkuyla uyanan Firavun, telaşla hemen kahinleri, sihirbazları, rüya tabircilerini ve müneccimleri çağırdı. Rüyasının tabirini istedi. Onlar rüyayı şöyle tabir ettiler: “Yakında İsrailoğulları içinde bir çocuk dünyaya gelir; mülkü, saltanatı elinizden alır. Sizi ve milletinizi yurdunuzdan çıkarır, dininizi değiştirir. Onun doğacağı zaman çok yakındır.” Bu tabir, Firavun için en acı ve hiç tahammül edilmez bir söz ve mutlaka yok edilmesi icabeden bir tehlike idi. Bunu duyar duymaz, kin ve nefret dolu bir şekilde, kendine yakışan en çirkin kararı verdi.
Merhamet hislerinden tamamen mahrum olduğu için, saltanatına son verecek olan çocuğu ortadan kaldırmak istedi. Bu çocuğun hangi aileden doğacağını bilemediğinden, İsrailoğulları içinde doğacak bütün erkek çocukların derhal öldürülmesini emretti. Memleketindeki ebelerin hepsini toplayıp, onlara; “İsrailoğullarından doğum esnasında kız çocukları dışında, elinize düşen her oğlanı öldürün!” dedi ve başlarına amirler tayin edip, emrin yerine gelmesini temin etti.
Hazreti Musa’nın doğumu İsrailoğulları da büyüklerinden duyarak, içlerinden bir zatın yetişeceğini, kendilerini Firavun ve Kıbtilerin zulmünden kurtaracağını, yine bu zatın, onları, dedelerinin asıl memleketi olan Kenan diyarına götüreceğini biliyorlardı. Bu zatın meydana çıkmasını ümit ediyorlar; bunun bir an önce gerçekleşmesini bekliyorlar; yapılan bütün zulüm ve eziyetlere, bu ümitle sabrediyorlardı. Firavun; kamıştan, keskin bıçak gibi ameliyat aletleri yapılmasını emretti. İsrailoğullarının hamile kadınları zorla yatırılır, bu aletlerle karınları yarılır ve çocukları ayakları arasına düşüverirdi. Bu büyük azap, doğum zamanı gelenlere yapılır ve oğlan çocukları o anda öldürülürdü. İsrailoğullarının çocukları bu şekilde katledildiği gibi, yetişkin erkeklerden bu hale dayanamayıp, karşı çıkanlar da öldürülüyordu.
Bunun üzerine, Kıbtilerin reisi, Firavuna müracaat edip; “Sen, İsrailoğullarının çocuklarını öldürüyorsun. Bu arada yetişkinler de öldürülüyor. Böyle giderse bizim işimiz gayet zor olacak. Zor ve meşakkatli işler bize kalacak!” diyerek endişelerini bildirdi. Firavun, İsrailoğullarına merhamet ettiği için değil, kendi kavmi olan Kıbtilerin ısrarlarının fazlalığı sebebiyle, biraz yumuşar gibi göründü. İstemeye istemeye, İsrailoğullarından doğacak olan erkek çocukların bir sene öldürülüp, ikinci sene öldürülmemesini emretti. Böylece birer sene arayla, doğacak bütün erkek çocuklar öldürülecekti. Firavunun emriyle, doğan bütün erkek çocuklarının öldürüldüğü o sene, Lavi neslinden, yani Hazreti Yakub’un üçüncü oğlu olan Lavi’nin torunlarından Imran isimli bir zatın sulbünden, annesi, Hazreti Musa’ya hamile oldu. Firavunun, doğan çocukları hemen öldürmek üzere, İsrailoğullarına musallat ettiği ebelerden birisi, Hazreti Musa’nın annesinin yakından tanıdığı, samimi olduğu bir kadın idi. Doğum vakti yaklaştığında, Hazreti Musa’nın annesi çocuğuna zarar gelmesi endişesiyle yakın dostu olan o ebeyi çağırıp, gizlice; “İşte benim doğum vaktim geldi. Bugün, dostluğunu, yakınlığını göstereceğin ve bana yardım edeceğin gündür!” diyerek ondan yardım istedi.
O da “Peki” deyip eve geldi. Nihayet doğum gerçekleşti. Hazreti Musa doğar doğmaz, mübarek alnında bir nur parladı. Ebe, bunu görünce, o nurun tesiriyle bütün vücudunun titrediğini hissetti. Kalbine, Allahü teala tarafından, Hazreti Musa’ya karşı büyük bir muhabbet verildi. Ebe, bütün kalbinin, bu nurlu çocuğa muhabbetle dolduğunu hissetti. Kalbinde hissettiği bu görülmemiş muhabbet ile adeta yerinde duramayarak, Hazreti Musa’nın annesine dedi ki: - İyi ki bu doğuma beni davet ettin. Senin bu oğlunu o kadar sevdim ki, başka hiçbir şeyi onun kadar sevmedim. Ben çocuğuna bir zarar vermem ama, senin hamile olduğun, vazifelilerin kayıtlarında vardır. Ben buradan çıktıktan sonra, buraya hemen vazifeliler gelir. Oğlunu iyi muhafaza eyle! Ebe evden çıktıktan sonra, bunları gözetleyen bazı vazifeliler hemen kapıya geldiler. İçeri girmek istiyorlardı. Gelenleri, önce, Hazreti Musa’nın kız kardeşi Meryem gördü. Hemen annesine haber verdi:
- Anneciğim! Kapıda vazifeliler, Firavunun adamları var! Hazreti Musa’nın annesi, neye uğradığını şaşırdı. Sanki aklı başından gitmişti. Ne yaptığını bilmez haldeydi. Çocuğu bir hırkaya sarıp, dışarıdan görünmeyecek şekilde tandırın bir köşesine koydu. Halbuki tandır ateşten çok kızmıştı. Fakat o, bunu telaştan farketmemişti bile. Firavunun adamları içeri girip, her tarafı aradılar. Tandır kızdığından ve orada çocuk olma ihtimali hiç akla gelmediğinden, tandıra bakmadılar. Allahü tealanın hikmeti, Hazreti Musa’nın annesinde de, hiç doğum yapmış bir kadının hali görülmüyordu. Adamlar hayretle Musa aleyhisselamın annesine sordular: - Biraz evvel buraya bir ebe kadın gelmemiş miydi? - O benim tanıdıklarımdan, yakın dostlarımdandır. Beni ziyarete gelmişti.
Bunun üzerine Firavunun adamları çıkıp gittiler. Hazreti Musa’nın annesi bu halin dehşet ve heyecanını üzerinden atamamışken, birden aklı başına geldi. Çocuğu ne yaptığını hatırlayamadı. Orada bulunan kızına sordu: - Çocuk nerede? - Bilmiyorum. Zira annesi çocuğu saklarken, o kapıya bakıyordu. Bu sırada tandırdan çocuğun ağlama sesi duyuldu. Sanki, “Ben buradayım!” diye, hafif bir ağlama ile haber verdi. Annesi can havli ile oraya koştu. Oğlu tandırda idi ve hiçbir zarar görmemişti. Allahü teala ona, kızgın tandırı serin bir yer eylemişti. Aynen, Hazreti İbrahim’e ateşin gülistan olması gibi... Hazreti Musa’nın annesi ilk tehlikeyi böylece atlatmıştı. Ciğerparesi, Firavunun zararından şimdilik korunmuş, yaralı kalbi biraz olsun rahatlamıştı.
Bununla beraber, Firavunun casusları tarafından, doğumun er geç haber alınacağı endişe ve korkusu içindeydi. Bu sırada, Allahü teala, Hazreti Musa’nın annesine; oğlunu emzirip aç bırakmamasını, Firavunun adamlarından bir zarar gelmesi durumunda, onu Nil nehrine bırakmasını, çocuğun kendisine geri verileceğini ve bir de Hazreti Musa’nın peygamber olacağını, bu sebeple korkmamasını ilham etmiştir. Bu durum Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmiştir: (Biz, Musa’nın annesine şöyle ilham ettik: Musa’yı emzir! Ona bir zarar gelmesinden korkarsan, onu Nil nehrine bırak, boğulacağından korkma! Ve ayrılığıyla hüzünlenme, kederlenme! Muhakkak ki biz, yakın zamanda onu sana geri döndürürüz ve onu peygamberlerden eyleriz.) [Kasas 7]
O, bu ilham ile oğlunu bir sandık içinde Nil nehrine bırakmak istedi. Hazreti Musa’nın doğumundan birkaç gün sonra, Kıbtilerden bir marangoza gidip, istediği sandığın vasıflarını bildirdi. Kıbti marangoz hayretle sordu: - Böyle bir sandığı ne yapacaksın ki? O ise yalandan hiç hoşlanmadığı için hakikati olduğu gibi anlattı. Marangoz istediği sandığı yaptı. Musa aleyhisselamın annesinin istediği sandığı yapan marangoz, sonra gidip bunu Firavunun memurlarına haber vermek istedi. Vazifelilerin yanlarına varan marangoz, olanları anlatmaya başlayacağı anda dili tutulup, hiçbir şey konuşamaz oldu. Hiçbir söz söyleyemediği gibi, işaretlerle de hiçbir şey anlatamadı. Marangoza kızan vazifelilerin sabırları taştığından, döverek, hakaretle onu dışarı attılar.
Marangoz ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı içinde dükkanına dönünce, hikmet-i Huda, dili açıldı. Derdini anlatmak için, acele ve heyecanla koşarak, yine vazifelilerin yanına geldi. Güya kendisini müdafaa edecek, haklı bir gaye ile, üstelik onların hoşuna gidecek bir şeyi haber vermek için geldiğini ispat edecekti. Bu sefer dili tutulmakla kalmamış, gözleri de o anda göremez olmuştu. Yine vazifelilerden çok hakaret görüp, dışarı atıldı. Pek perişan ve acınacak hale düştü. Biraz evvel sapasağlam bir kimse iken, şimdi konuşamaz ve göremez olmuştu. Bunun ilahi bir ikaz ve ceza olduğunu anladı. Yaptığına çok pişman oldu. Kendi kendine; “Şayet dilim açılır da bu musibetten kurtulursam, haber vermeye gitmeyeceğim ve bu sırrı hiçbir zaman hiç kimseye söylemeyeceğim!” diye ahdetti.
Bu içten gelen pişmanlık ve ahdin neticesinde dili söyler, gözleri de görür oldu. Marangoz sevincinden, hemen Allahü tealaya iman edip, şükür secdesine kapandı. Böylece, Hazreti Musa’nın annesi büyük bir tehlikeden daha kurtuldu. Bu marangozun yaptığı sandık, hasır örülen bir cins kamıştan yapılmıştı. Hazreti Musa’nın annesi sandığı aldı. İçine pamuk koydu ve Hazreti Musa’yı, büyük bir ihtimam ile sandığa yerleştirdi. Sonra sıkıca kapayıp, bağladı ve Nil nehrine bırakıverdi. Bir anne için, yeni doğmuş bir çocuğu bu şekilde nehre bırakıvermek, elbette çok zor idi. Fakat o, kendisine ilham olunduğu şekilde hareket ediyordu. Sular, sanki onu taşımanın idrakinde imiş gibi, yavaş yavaş, kaldırıp indirerek uzaklaştırdı.
Nil nehri, Firavunun sarayının civarından geçerken, büyük bir kanal ile, içinde sarayın da bulunduğu bahçeye ayrılırdı. Sandık bu kanaldan sarayın yakınına kadar geldi. Su almak için kanala gelen hizmetçiler, sandığı sarayın bahçesindeki ağaçların arasında buldular. İçinde para vardır zannıyla alıp, açmadan Firavunun hanımına götürdüler. Bu arada Firavun, Asiye binti Müzahim ile evlenmişti. Asiye, kavminin seçkin kadınlarından olup, iffet ve cemal sahibi idi. Bu hanım, Yusuf aleyhisselam zamanında Mısır Sultanı olan ve Hazreti Yusuf’a iman eden Reyyan bin Velid’in neslinden idi. Firavunun hanımı olan Asiye, sandığı açınca, şaşırdı. Çünkü akıllara durgunluk verecek güzellikte bir erkek çocuk vardı. Allahü teala Asiye’nin kalbine, bu çocuğa karşı muhabbet ve acıma hissi verdi ve Asiye büyük bir sevgi ile ona bağlanıp hep hizmetinde bulundu.
Hazreti Musa Firavunun sarayında Doğan çocukları öldürmekle vazifeli olanlar, bir çocuk bulunduğunu haber alınca, doğruca Hazreti Asiye’nin yanına gelerek, çocuğu öldürmek istediler. Hazreti Asiye, onlara dedi ki: - Sabredin! Bu çocuk İsrailoğullarını arttırmaz ya... Ben Firavuna gidip, onu bana bağışlamasını isteyeceğim. Bağışlarsa, iyilik etmiş olursunuz. Şayet öldürülmesini emrederse, o zaman size ne sözüm olur ki? Sonra bebeği Firavuna götürdü. Firavun, bebeğin öldürülmesini isteyerek dedi ki: - Bunun İsrailoğullarından olmasından korkarım. Bu, bizim elinde helak olacağımız ve onun sebebiyle mülkümüzün elimizden gideceği kişi olabilir. Hazreti Musa’ya candan bağlanan Hazreti Asiye, “Bu çocuk, benim ve senin göz nurumuz olsun. Onu öldürmeyin! Olur ki, bize faydası dokunur, yahut onu evlat ediniriz.” diyerek, Firavun, çocuğu kendisine bağışlayıncaya kadar susmadan hep konuştu.
Hatta, bu çocuğun İsrailoğullarından olduğunun kat’i belli olmadığını, başka bir kavimden olma ihtimalinin de bulunduğunu bildirdi. Firavun, bu ısrar karşısında, öldürmek fikrinden vazgeçti. Onu evlat edinmek hususunda ise; “Ben istemem, senin olsun!” dedi. Tefsir alimleri; (Şayet, Asiye gibi Firavun da Musa aleyhisselamı benimsemiş olsa ve; “Evet, beraberce bunu evlat edinelim!” deseydi, Allahü teala, Asiye’ye nasip ettiği gibi, ona da hidayet verirdi.) diye bildirmişlerdir. İşte o günden sonra, Hazreti Musa, Firavunun sarayında yetişmeye başladı. Ne garip bir tecelli ve ne büyük bir hikmettir ki, Firavun, bir taraftan bu çocuğu aramak, bulmak ve ortadan kaldırmak için hazineler sarfediyor; binlerce masum yavrunun kanını akıtıyor; bağrı yanık anaların, gözü yaşlı babaların yüreklerini dağlıyor; bir taraftan da aradığı çocuğu bizzat kendi eliyle besleyip büyütüyordu. Hem de tam bir hürmet ve büyük bir ihtimam ile yetiştiriliyordu. Buna benzer misallere tarihte çok rastlanmıştır. Ekseri zalimlerin, kendi ellerinde besledikleri, kendisini pek aşağı gördüğü, hatta hizmetçi eyledikleri kimselerin elinde helak edilmesinde çeşitli hikmetler vardır. Allahü teala, o zalimlerden intikamını başka suretle de almaya elbette kadir olup, her şeye gücü yeter.
Hazreti Musa’nın süt annesi Sarayda, Asiye tarafından evlat edinilen Hazreti Musa için, o gün bir süt anne bulunması kararlaştırıldı. Ne kadar süt anneler bulunduysa da, bebek hiçbirini emmedi. Zira ilahi takdir onun yabancı kadından emmesine izin vermiyordu. Zira onun, annesine iade edileceğine dair hüküm verilmişti. Diğer taraftan, Hazreti Musa’nın annesi, çocuğunu Nil nehrine bıraktıktan sonra, dikkat çekmemesi için sandığı kendisi takip etmemişti. Bu görevi Hazreti Musa’nın kız kardeşi Meryem’e vererek dedi ki: - Kardeşinin ardı sıra git! Onu takip et! Ne olduğunu anlayıp, bana haber getir! Meryem, kardeşi Musa’nın bulunduğu sandığı takip etmişti. Sandığın Firavunun sarayına götürüldüğünü, çocuğu emzirmek için süt anne arandığını, bunun için pek çok kadının saraya geldiğini gördü.
Hatta gelen kadınlarla birlikte saraya girdi. Musa aleyhisselamın, onlardan hiçbirinin sütünü emmediğini görünce, sevinerek dedi ki: - Size bu çocuğu emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim ve onun buraya gelmesinde size yardım edeyim mi? Meryem, her ne kadar durumu sezdirmemeye azami gayret gösteriyor, heyecanını gizlemeye çalışıyorsa da, diğer insanlardan farklı bir halinin olduğu belliydi. Bunu ilk farkeden, Firavunun veziri Haman oldu. Haman, Meryem’e çıkıştı: - Senin telaşın nedir ki, ona süt annelik yapacak birini bildiğini söylüyorsun? Yoksa bu çocuk senin kardeşin mi ha?!. Meryem, durumun ne kadar hassas olduğunu bildiğinden, hemen kendini toparlayarak cevap verdi:
- Sarayda bulunanların, süt anne bulmak için olan telaş ve gayretlerini gördüğümden, onlara yardımcı olmak istedim, o kadar... Meryem böyle söyleyince, hemen onunla ilgilenerek dediler ki: - Sen tanıyorsan, onu bulmamızda bize yardımcı ol! - O benim annemdir. - Annenin oğlu var mıdır? - Harun isminde bir oğlu vardır. Çocukların öldürülmediği sene doğmuştu. - Bu söylediklerin gerçekten doğru ise, o kadını getir! Meryem, sevinç ve heyecanla annesinin yanına döndü ve olanları haber verdi. Sonra da annesini Firavunun sarayına götürdü. Annesi saraya geldiğinde, oğlu, Firavunun ellerinde ağlıyor, Firavun ise onu dindirmeye çalışıyordu.
Oraya giren annesi, çocuğu kucağına alır almaz, sesini kesti. Sütünü kabul edip, emmeye başladı. Firavun da günde bir dinar ücretle, Musa’yı ona, süt çocuğu olarak verdi. Bundan sonra, Hazreti Musa’nın annesi, oğlunu alıp evine götürdü. Böylece Allahü tealanın, “... Muhakkak ki, biz yakın zamanda onu sana geri döndürürüz...” şeklindeki vaadi gerçekleşmiş oldu. Nitekim Kasas suresinin 13. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: (İşte böylece biz, Musa’yı annesine iade ettik. Ta ki onunla gözü aydın olsun. Onun ayrılığıyla hüzün çekmesin. Ve Allahü tealanın vaadinin şüphesiz bir hak olduğunu bilsin. Lakin insanların çoğu, Allahü tealanın vaadinin hak olduğunu bilmez.) Hazreti Musa’nın annesi, evladının Firavunun eline geçtiğini öğrenince, çok üzülmüştü.
Fakat Allahü teala ona sabır ihsan ederek kendine hakim olmuş; böylece sabrının karşılığını görmüştü. Hazreti Musa’nın, diğer süt annelerin sütlerini emmediği halde, bu hanımın sütünü emdiğini anlayan vezir Haman; Hazreti Musa’nın annesine dedi ki: - Bu çocuk, senden evvel başka kadınların sütünü hiç kabul etmediği halde, senin sütünü kabul ettiğine göre, sen her halde bu çocuğun annesisin! - Ey melik! Ben hoş kokulu, sütü tatlı olan bir kadınım. Her çocuk benim kokumu duyunca, hemen bana sarılır ve sütümü emer. Bunun üzerine orada bulunanların hepsi birden; “Doğru söylüyorsun!” diye iltifat ettiler ve her biri ona altın ve cevahirden, çeşitli hediyeler verdiler.
Böylece Asiye’nin evlat edindiği Hazreti Musa’ya süt anne bulunmuştu. Asiye; Musa aleyhisselamın annesine dedi ki: - Yanımda, sarayda kal! Bu çocuğu burada emzir! Muhakkak ki ben, hiçbir şeyi bu çocuk kadar sevmiyorum. Hazreti Musa’nın annesi, evindeki çocuğu Harun aleyhisselamdan bahsederek şöyle cevap verdi: - Evimi ve evimdeki çocuğumu terk edemem, helak olurlar. Müsaadeniz olur, gönlünüz rahat ederse, çocuğu bana verin, evime götürüp, ona bakayım. Benimle olduğu müddetçe ona iyilikten başka bir şey yapmam. Aksi halde evimi ve evdeki çocuğumu bırakamam. Onun, oğlu Hazreti Musa’ya olan şefkatinin çokluğu sebebiyle; “Her hal ve şart altında, onu emzirmeye, ona bakmaya hazırım!” demeyip de; “Evime götürmeye müsaade ederseniz ona süt annelik yaparım. Aksi halde evimi ve çocuğumu terk edemem!” gibi Asiye’yi zorlayıcı bir ifade kullanmasının sebebi vardı.
Çünkü Allahü teala, kendisine çocuğunu yakın zamanda iade edeceğini vadetmişti. Kat’i olarak biliyordu ki, Allahü tealanın vaadi haktır ve mutlaka gerçekleşir. Nihayet Asiye bu teklifi kabul etti ve annesi, Hazreti Musa’yı alıp evlerine getirdi. Ciğerparesini, nehre emanet ederken gönlü mahzun; Firavunun eline geçtiğini işitince de öldürecekleri endişesiyle perişan vaziyette olan gönlü yaralı anne, ertesi gün her türlü afetten kurtulmuş, her haliyle rahat ve neşeli idi. Firavunun sarayında herkesten iltifat görüyor, her birinden çok kıymetli hediyeler alıyor ve işin en mühimi de, zayi olmasından korktuğu ciğerparesi kucağında bulunuyordu. Bu anda onun kalbinde bulunan rahatlık ve süruru dile getirmek elbette mümkün değildir. Hazreti Musa’nın annesi, çocuğu kucağında olarak evine geldiği zaman, sevinç gözyaşları döküyor, Allahü tealaya çok şükrediyor, yerinde duramıyor, adeta kendisini kaplayan sevinç ile uçuyordu.
Bütün bu heyecan ve coşku esnasında, kendini tutamayıp; “Bu bir süt çocuğu değil, benim kendi öz evladım, ciğerparemdir!” diye haykırıverse, durum tamamen tersine dönebilirdi. O ise, bunu pekala biliyor ve kendini tutmaya bilhassa gayret sarfediyordu. Allahü teala onu muhafaza etti ve bu hususta bir tek kelam söylettirmedi. Musa aleyhisselam biraz gelişip, hareket etmeye başlayınca, Asiye, Hazreti Musa’nın annesine; “Çocuğumu bana getirmeni istiyorum!” dedi. Sonra görüşmenin sarayda yapılması için aralarında bir gün tayin ettiler. Asiye, hususi adamlarına ve memurlarına da dedi ki: - Biriniz noksan olmamak üzere, hepiniz, oğlumu hediye ile karşılayacaksınız! Hakkınızdaki kanaatim, karşılama esnasında göstereceğiniz dikkate ve ona vereceğiniz hediyelere bağlıdır! Annesi ile birlikte evlerinden alınan Hazreti Musa, sarayda Asiye’nin odasına götürüldü. Görülmemiş bir karşılama merasimi yapıldı. Evlerinden çıkıp, saraydaki hususi odaya girinceye kadar, her adımda, kıymetli hediyeler takdim edildi. İçeriye girince, Asiye çok sevindi. Muhabbetle sarılıp, onu sevdi. Çok ikramda bulundu. Annesinin, çocuğa çok iyi bakmış olmasına da hayran oldu. Sonra çocuğun, Firavuna götürülmesini, onun da ikramda bulunacağını söyledi.
Hazreti Musa’yı Firavuna götürdüler. Firavun onu alıp, kucağına oturttu. Firavunun sakalı çok uzundu. Musa aleyhisselam, Firavunun sakalını yakalayıp sertçe çekti. Hatta kıl da kopardı. Yüzüne bir de tokat attı ve elindeki kamçı ile de Firavunun başına vurdu. Firavun çok kızdı ve bunu kötüye yorumlayıp; “Aradığım düşmanım budur!” dedi. Çocuk boğazlayan adamlarına, onu öldürmeleri için haber gönderdi. Firavunun hanımı Asiye, bu haberi öğrenince, koşarak Firavunun yanına gelerek sordu: - Bana bağışladığın bu çocuk hakkında ne yapmayı düşündün? Firavun da Musa aleyhisselamın yaptıklarını anlattı. Asiye dedi ki: - O çocuktur, aklı ermez. Bunu çocukluğundan yaptı. Ben şimdi ona bir iş yapayım da, o zaman benim haklı olduğumu anlayacaksın. Altın, yakut gibi kıymetli şeyler ile birlikte bir de ateşin korunu önüne koyayım. Yakutu alırsa, akıllıdır.
O zaman onu öldürt! Ateş parçasını alırsa, anla ki çocuktur. Hazreti Asiye, Hazreti Musa’nın yanına, içinde altın ve yakut olan bir tabak ile yine içinde ateş koru bulunan başka bir tabak koydu. Musa aleyhisselam, elini mücevhere uzatırken, Cebrail aleyhisselam, elini ateş koru bulunan tabak tarafına çevirdi. Musa aleyhisselam bir ateş parçası alıp, ağzına koyuverdi. Ateş, mübarek diline değdi ve yaktı. Böylece dilinde az bir yara meydana geldi. (Bu yara, konuşmasına tesir etmişti. Ta ki, ilk olarak Tur dağına çıktığında, dilindeki bu halin gitmesi için Allahü tealaya dua etti. Allahü teala da kabul edip, artık o halden eser kalmadı ve peygamberliği müddetince de çok fasih, düzgün ve en güzel şekilde konuştu.) Bunun üzerine Asiye, Firavuna şöyle dedi: - Yaptığının, düşündüğünün doğru olmadığını gördün mü? O çocuktur, ne yaptığını bilmez! Bunun üzerine Firavun da öldürmekten vazgeçti. Bu yolla da Allahü teala, Firavunun yapacağı kötülüğü ondan çevirdi.
Hazreti Musa’nın Kıptiyi öldürmesi Hazreti Musa Firavunun sarayında izzet ve ikram içinde kaldı. Allahü teala, Firavuna ve bütün insanlara onu sevdirdi. Onu gören herkes, kalbinde ona karşı bir muhabbet hasıl olduğunu hissederdi. Allahü teala, onun gözlerine öyle bir güzellik vermişti ki, kendisini görenin, onu sevmemesi, ona aşık olmaması mümkün değildi. Bu hususta ayet-i kerimede mealen, ([Ya Musa! Sevilmen] ve benim nezaretimde yetiştirilmen için, sana, kendimden sevgi verdim.) [Taha 39] buyuruldu. Müfessirler; yukarıdaki ayet-i kerimenin meali; “Her görene seni sevdirdim. Hatta Firavuna seni sevdirdim de, onun şerrinden, zararından kurtuldun. Asiye binti Müzahim de seni sevdi ve evlat edindi.” şeklindedir, demişlerdir. Hazreti Musa bu şekilde Firavunun sarayında yetişti, büyüyüp gelişti. Artık, Firavunun binek hayvanlarına biner, onun giydiği gibi kıymetli elbiseler giyerdi. İnsanların çoğu, Firavunun oğlu zannedip, süt çocuğu olarak geldiğini bilmezlerdi. Çok kimse onun sebebiyle haksızlıktan ve alay edilmekten kurtuldu. Kırk yaşına gelince, akrabalarını öğrenip, onların yanına gitti. Onları ziyaret etti.
Musa aleyhisselam rüşd ve olgunluğa kavuşup, kendine ilim ve hikmet verilince, Firavunun dininin batıl, bozuk olduğunu bildi. Zaten Allahü teala, diğer peygamberler gibi onu da muhafaza etmiş, Allahü tealadan başkasına ibadet etmek bir yana, böyle şeylere hiç yaklaşmamıştı. Hikmet ve ilim verilince, Firavunun ve çevresinin dinlerinin bozukluğunu, daha iyi anladı. Bundan sonra, Firavunun ve kavminin içinde bulundukları hali ayıplamaya, onların zulüm yaptıklarını anlatmaya başladı. Hazreti Asiye’nin her türlü gayretine, yatıştırmaya çalışmasına rağmen, Firavun ve onun kavmi olan Kıbtiler, Hazreti Musa’yı aralarından ayırmaya, yanlarından uzaklaştırmaya çalıştılar. Korkutmaya kalkıştılar. Hazreti Musa da onların arasından ayrılıp çıktı. Bu sebeple, Firavunun bulunduğu beldeye, gizlice girerdi.
Çünkü Kıbtiler tehdit ediyorlardı. Bir de onlar her kötülüğü yapabilirlerdi. Hazreti Musa, birgün Münif isimli bir beldede, Mısırlı bir Kıbti kafirinin, İsrailoğullarından birine işkence ettiğini gördü. İşkence gören Samiri isminde biri, hasmı da Fatun isminde Firavunun ekmekçisi idi. Fatun, sarayın mutfağı için odun satın almış ve Samiri’ye; “Bu odunları taşı!” demişti. Taşımayınca da ona zulmetmeye başlamıştı. Samiri, kendine haksızlık yapan Mısırlıya karşı, Hazreti Musa’dan yardım istedi. Musa aleyhisselam Samiri’yi onun elinden kurtarmaya çalıştı. Eliyle Kıbtinin göğsüne vurunca, adam düşüp ölüverdi. Hazreti Musa yaptığı bu işten mahcup oldu ve Allahü tealaya şöyle niyazda bulundu:
|