HUD ALEYHİSSELAM
Hud aleyhisselam, Ad kavminin yaşadıkları yer olan Ahkaf diyarında doğup yetişti. Ahkaf, Yemen’de Aden ile Umman arasındadır. Hazreti Hud’un babası Abdullah, annesi Mercane ismindeki saliha hanımdır. Hazreti Hud’un annesi, ona hamile kaldığı gecenin sabahında, kalkıp baktıklarında, etrafta bulunan ağaçların yeşillendiğini, çiçeklerinin açtığını ve hiç mevsimi olmadığı halde çeşit çeşit meyvelerin bulunduğunu gördüler. Aynı zamanda; “Hud aleyhisselamın gelmesi yaklaştı; ona itaat etmezseniz helak olursunuz” diye sesler duydular. Bir cuma gecesi Hazreti Hud doğdu. Doğumuyla beraber, o beldede yaşayan bütün insanlarda, sebebini ve hikmetini anlayamadıkları korkuyla karışık bir titreme, kalb çarpıntısı meydana geldi.
Mercane’nin bir çocuğu olduğu öğrenilince, önceden gördükleri halin hikmetini anladılar. Ana rahmine düşmesinden itibaren, her zaman fevkalade halleri görülen Hazreti Hud’un, bebeklik ve çocukluğu da başkalarından çok farklı idi. Soy bakımından baba ve dedeleri de kendi zamanlarının en seçkini idiler. Büyüyüp yetiştiğinde, çehre itibariyle zamanındaki insanların en güzeli, akıl bakımından da onların en mükemmeli idi. Bir gün namaz kılıyordu. Namazdan sonra annesi merakla dedi ki: - Yavrucuğum! Bu ibadet kimin içindir? Kime ibadet ediyorsun? - Beni ve her mahluku yaratan Allahü tealaya ibadet ediyorum. - Yani herkesin ibadet ettiği putlara ibadet etmiyorsun, öyle mi?
- Anneciğim! O putlar, hiç kimseye zarar ve faydası dokunmayan taş parçalarından başka bir şey değildir. Şeytan, müşriklere; yaptıkları kötü amellerini iyi; putlara tapmayı da süslü gösterdiği için, onlar putlara tapıyorlar. Halbuki kendisinden başka ibadet olunmaya layık, hiçbir Ilah bulunmayan, hak ve yegane mabud, yalnız Allahü tealadır. Oğlunun bu sözlerini, dikkatle ve heyecanla dinleyen annesi, Hazreti Hud’a sarılarak, “ Yavrucuğum! Sen bildiğin, bildirdiğin şekilde ibadetine devam et. Muhakkak ki, ben sana hamile iken, doğumun esnasında çok acayip haller gördüm ve görüyorum” dedi ve gördüğü garip hallerden bazılarını şöyle anlattı: “Doğumun yaklaştığında, pek çok vadiyi dolaştım. Bu esnada, sana bir zarar gelmesinden ziyadesiyle endişe ediyordum. Bir cuma gecesi, sen doğunca, endişelerimin yersiz ve lüzumsuzluğunu, senin hususi olarak muhafaza edildiğini anladım.
Çünkü doğduğun gecenin sabahında, o siyah vadinin beyazlaşıp, kardan ak olduğunu gördüm. Kupkuru ağaçlar bir gecede yeşerip, taptaze olmuşlar ve meyve vermişlerdi. Evladım! Seninle beraber giderken, yoluma çok heybetli birisi çıktı. Seni benden alıp, daha önce kendilerini hiç görmediğim, beyaz yüzlü, nurani kimselere teslim etti. Bir müddet sonra bana geri verdiler ve seni getirdiklerinde; başının üzerinde bir nur halesi, pazularında ise yeşil renkli yakutlar vardı. O topluluktan birinin, sana hitaben; “Allahü teala seni peygamber kıldı. Müjdeler olsun” dediğini işittim. ”
Pek tatlı ve sevimli olan Hazreti Hud, sima olarak, Hazreti Adem’e çok benzerdi. Dünya ve dünyalık ile alakası yoktu ve çok ibadet ederdi. Kendini; Allahü tealaya ibadet ve taate vermiş idi. Gayet şefkatli, çok cömert bir zat olan Hud aleyhisselam, ara sıra ticaretle meşgul olurdu.
Ad kavmi Nuh tufanından sonra, gemide bulunarak kurtulanlar, çoğalıp, zamanla Arabistan Yarımadası ve başka yerlere dağılarak yerleştiler. Hazreti Nuh’un torunlarından olan Ad; Yemen’de, Hadramut bölgesinde, Umman ile Aden arasında Ahkaf denilen yeri yurt edindi. Ad’ın evladı burada çoğalarak büyük bir kabile oldu. Bu kabile, Ad’ın soyundan geldiği için, bu kavme Ad kavmi denildi. Ad, kendi arasında yirmiüç kabileden meydana gelen büyük bir Arap kavmi idi. Ad kavminin insanları, gayet uzun boylu, iri cüsseli, tuttuğunu koparan cinsten, çok kuvvetli kimselerdi. Aynı zamanda uzun ömürlü idiler. Bedeni olan kuvvetleri yanında, Allahü tealanın ayrıca bir ihsanı olarak, bulundukları belde de, gayet bereketli idi. Yaşadıkları yerin toprağı çok verimli, yağmurları da bol idi. Her taraf yemyeşil olup, her yanda, bağlar, bahçeler, etrafta rengarenk çiçekler, göz görebildiğince çeşit çeşit meyve ağaçları vardı. Adım başı pınarlar, akarsular bulunurdu. Hatta bu Ahkaf diyarının İrem diye tanındığı, İrem bağları tabirinin oradan geldiği de rivayet edilmiştir. Ad kavmi insanları, büyük kaya parçalarını yontarak sütun, direk şekline getirirler, bu direkler üzerine muazzam, gösterişli binalar yaparlardı.
O muazzam binalarının içinde, ayrıca bağlar, bahçeler, güzel havuzlar bulunurdu. Her yer akıl almaz süslere ve göz kamaştırıcı güzelliklere sahipti. Hazreti Nuh’tan sonra uzun bir zamanın geçmesiyle, Ad kavmi bozulmaya başladı. Önceleri doğruluk, hak ve adalet üzere rahat yaşarlarken, zamanla fitne ve fesada başladılar. Dinlerine ait ilimleri, büsbütün unutarak doğru yoldan ayrıldılar. Nuh tufanını görenler, çoktan vefat etmiş olduklarından ve tufanın tesiri yavaş yavaş insanların hafıza ve gönüllerinden silindiği için, azmaya başladılar. Şeytan da zaten bütün gayretiyle, insanları hidayet yolundan ayırmak için, devamlı hile ve tuzaklar hazırlıyordu. Boy ve kuvvetlerine, ellerindeki nimetlerin çokluğuna bakarak aldanan bu kavim; kibre kapıldı. Bu durum Kur’an-ı kerimde Fussilet suresinin 15. ayetinde mealen şöyle bildirilmektedir: (Yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve; “Bizden daha kuvvetli kim var ki” dediler.) Bütün nimetleri veren Allahü tealayı da çoktan unutmuşlardı. Kendilerinin ve bütün alemin bir yaratıcısı olduğu, akıllarına bile gelmiyordu. Her geçen gün kibir ve büyüklenmeleri, cehalet ve taşkınlıkları artıyordu. Nihayet Ad kavmi; samed, samud, sada ve heba adlı putlara tapmaya, etrafta bulunan kabilelere zulüm ve işkence etmeye başladı. Ad kavmi öyle zalim ve gaddar idiler ki, zayıf ve güçsüzler, onların yanında eğlence vasıtası idi. Bunlar üzerinde adeta kuvvet denemesi yaparlar, beğenmedikleri zavallı bir kimseyi çok yüksek binalardan aşağıya atıverirler, merhamet nedir bilmezlerdi.
Adeta zorbalık ve şiddet ile muamele etmeyi, kendilerine şiar edinmişlerdi. Kuvvet, şiddet sahibi olanlar, diğerlerini ezer, inletir, hatta işkence ile öldürürlerdi. Güçsüz ve korunmasız olanların hamisi ve sığınağı yoktu. Zulüm ve aşağılıkta akıl almaz derecede ileri gitmişlerdi. Herkesin gelip geçmekte olduğu çöl yollarına, güya kolay, kısa ve emin olan istikameti göstermek için çeşitli yanlış işaretler koyarlardı. Yolu bilmeyen garip, zavallı yolcular, bu yanlış işaretlere aldanarak, farkında bile olmadan, kızgın çöllerin içlerine kadar giderlerdi. Ad kavminin zalimleri de, bu biçarelerin sıcak çöllerde, açlık ve susuzluktan, perişan bir vaziyete düşmelerini; kurda, kuşa yem olmalarını seyrederler ve habis ruhları bu alçaklık ve vahşetten zevk alırdı. Bazan uzak olsun, yakın olsun civarlarında bulunan kabilelere baskın yaparlar, her tarafı yakıp yıkarlardı. Ele geçirdikleri malları yağma ederler, yakaladıkları insanları da köle olarak çalıştırır, yahut da satarlardı. Merhamet duyguları tamamen kaybolmuş, yerini, canilik ve zulüm duygusu almıştı. Güç ve kuvvetlerini zulüm ve haksızlıkta kullanıyorlardı.
Allah korkusu ve insanlık düşünceleri dumura uğrayan, şefkat ve merhametten tamamen mahrum kalan bu kavim, elindeki maddi imkan ve zenginlikleri, sadece zulüm vasıtası olarak kullanıyordu. Garip ve kimsesizleri, zayıfları, haklı, haksız ayırmadan, akıl almaz işkencelerle inletiyorlar, onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Komşu kabileler de bunların zulüm ve işkencelerinden yaka silker hale gelmişlerdi. Çünkü aynı şekilde onlara da, zulüm ve haksızlık ediyor, rahat bırakmıyorlardı. Maddi imkan ve nimetleri arttıkça, Ad kavminin şımarıklığı, haddi aşması da artıyor, Allahü tealanın sonsuz nimet ve ihsanlarına karşı, şükür yerine nankörlükte ileri gidiyorlardı. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve hatta nesillerinde şaşılacak bir bereket bulunması, dünya nimetleri bakımından, ulaşılması arzu edilen bütün her şeye kavuşmuş olmaları, onların gittikçe azıtıp sapıtmalarına, zulüm ve haksızlıkta daha da ileri gitmelerine sebep oluyordu.
Bu hesapsız nimetlere şükredecekleri yerde, şükrü terkedip şirke, müşrikliğe devam ediyorlar, içinde bulundukları bolluk sebebiyle gurur ve kibre kapılıp, insani duygu ve meziyetlerden ayrılarak, eğlence ve sefahet yolunda ilerliyorlardı. Herkesin gelip geçmekte olduğu işlek yolların kenarlarında yaptıkları gayet muazzam binalarda, benzeri görülmemiş bir ihtişam içinde yaşıyorlardı. Bu umumi yerlerde, ayrıca yüksek tepelerde, yaptıkları sağlam bina ve köşklerde vakitlerini oyun ve eğlence ile geçiriyorlardı.
Hud aleyhisselamın peygamberliği Ahlaki ve insani değerlerini kaybetmiş, maneviyattan tamamen mahrum kalmış kimselerin, ellerine geçirdikleri kuvveti ve maddi imkanları, başkalarına zulüm ve işkence aleti olarak kullanacakları gayet açıktır. İşte Ad kavmi de böyle olup, ellerindeki kuvvet ve imkanları ile etrafa dehşet saçıyorlar, bundan da zevk duyuyorlardı. Bu zamanda Ad kavminin meliki, Halcan bin Vehm isminde, vicdansız, zalim bir kimse idi. İşte böyle bir zamanda, edep ve haya bakımından her türlü azgınlık ve taşkınlığa sahip olan, hak hukuk tanımayan Ad kavmi içinde, bir zat yetişiyordu. Bu seçilmiş zat, Hud aleyhisselam idi. Hud aleyhisselamın Ad kavmi ile olan münasebeti, sadece nesep bakımından onlarla aynı olması ve aralarında yetişmesi idi. Başka hiçbir yönden onlara benzemiyordu. Allahü tealanın bir ihsanı olarak, yaratılıştan, fevkalade bir güzelliğe sahip olan Hazreti Hud, kavminin en güzeli ve ahlakça en üstünü olup, dedesi Adem aleyhisselama çok benziyordu. Muhammed aleyhisselamın nuru, Hazreti Hud’un mübarek alnında ay gibi parlıyordu.
Daha küçüklüğünden itibaren, kendisine; “Muhammed aleyhisselamın nuru senin alnındadır. Putları kırmak, küffarı öldürmek ve küfür ateşini söndürmek, Ona nasip olacak” diye nida edildiğini duyardı. Allahü teala onu muhafaza etti. Kavminin taşkınlıklarına kapılmadı. Nuh aleyhisselamın dininde olup, o din üzere ibadet ederdi. Kavmi arasında, sevilen, sayılan, hürmet edilen bir kimse idi. Gayet halim, selim, yumuşak huylu ve şefkatli olan Hud aleyhisselam temiz, itibar sahibi ve soylu bir aileye mensup idi. Doğruluk ve dürüstlüğü ile başkalarından tamamen farklı bir halde olduğu, herkes tarafından bilinirdi. Cesareti ve zekası ise, fevkalade idi. Kavminin itibar ve itimadını kazanmış olduğundan, herkes arasında Emin lakabı ile tanınmış idi.
Hud aleyhisselam, kavminin bu azgın haline baktıkça çok üzülüyor, müdahale edemiyor ve karşı gelemiyordu. Gayet sakin olan, hiç kimseye bir şey söylemeyen, bununla beraber vekar ve heybet sahibi olan Hazreti Hud’a, Ad kavmine peygamber olduğu bildirildi. Allahü teala, Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla Hazreti Hud’a şöyle vahyetti: - Ey Hud! Kavmin arasından seni seçtim ve seni Ad kavmine peygamber kıldım. Onlara git! Kendilerinden korkma! Ben onlara, senin için, mucize olacak şeyler gösteririm. Ya Hud! Ben onlara, altından tahtlar, çok mal ve servet yanında, kendilerinden evvel hiçbir kavme nasip olmayan uzun ömür ve çok kuvvet verdim. Onlara gökten bol yağmur yağdırdım. Yerden çeşit çeşit otlar bitirdim. Rızkımı yiyip, ben den başkasına ibadet ediyorlar. Ey Hud! Sen, benim kulum ve peygamberimsin. Onlara git! Kendilerini tevhide çağır ve benden başka ilah olmadığını, bir olduğumu, ortağımın bulunmadığını söyle ve inanmaya davet et! Hazreti Hud’un, kavmini imana daveti Hazreti Hud, peygamber olduğunu bildiren vahyi aldıktan sonra, doğruca kavminin toplandığı yere gitti.
O gün, onların bayramları olduğundan, hepsi bir yerde toplanmışlardı. Başta melikleri Halcan ve kavmin ileri gelenleri, hususi olarak hazırlanmış altın tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Reislerinin başında çeşitli mücevherat ile süslenmiş bir taç vardı. O sırada Hazreti Hud’un gür sesi duyuldu: - Ey kavmim! Benim ve sizin Rabbimiz olan Allahü tealaya ibadet ediniz! İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Allahü tealayı bırakıp da, kendilerine ibadet ettiğiniz şu putlar, sizden önceki Nuh kavminin suda boğularak helak olmasına sebep oldu. Yani Nuh kavmi, putlara ibadet ettiler, helak oldular. Onun bu sözlerini duyan Halcan dedi ki: - Ey Hud! Yazık sana. Biz bu kadar kalabalık iken, bu kadar güçlü iken, sen bize bu sözlerle galip geleceğini mi zannediyorsun? Sen bilmez misin ki, her gün ve gecede bizim bin çocuğumuz doğar. Böyle sözlerle, kavminin, davetini kabul etmeyip dinlememelerine üzülen Hazreti Hud, Allahü tealaya dua edip, bu kavmin kadınlarının kısır olmalarını diledi.
Allahü teala kabul edip, o sene bütün kadınlar kısır kaldı ve hiç birinin çocuğu olmadı. Hud aleyhisselam davetine devam ettikçe, kavminden, kafir olanların ileri gelenleri dediler ki: - Ey Hud! Biz seni, kavminin dinini terk ettiğin için akılsız, peygamberlik davasında da yalancılardan zannediyoruz. Hud aleyhisselam bunlara cevaben şöyle dedi: - Ey kavmim! Bende akıl azlığı ve cahillik yoktur. Ben, alemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin emirlerini, bana vahyettiklerini size tebliğ ediyorum. Size nasihatta bulunuyor ve sizi tevbe etmeye davet ediyorum. Ben sizin için, güvenilir, emin bir nasihatçiyim. Peygamberliğimde sadık ve eminim. Allahü tealanın vahyi ve Allahü tealanın bana emaneti olan peygamberlik hususunda eminim. Bir değişiklik yapmam. Bilakis, bana emrolunan şeyi, aynen emrolunduğum şekilde tebliğ ederim.
Sizi Allahü tealanın azabından korkutmak için, Rabbiniz tarafından, içinizden biri vasıtasıyla vahiy ve haber gelmesine hayret mi ediyorsunuz? Allahü tealanın sizi, Nuh kavminin helakinden sonra, onların yerine getirdiğini, yaratılışta size onlardan kat kat ziyade boy, cüsse ve kuvvet verdiğini ve Allahü tealanın daha nice nimetleri ihsan ettiğini düşünün, hatırlayın. İhlas ile Allahü tealaya ibadet ederek ve Ona şirk koşmayı bırakarak, Onun bu nimetlerine şükredin ki, felah bulasınız, kurtulasınız. Ad kavminin ileri gelenleri Hud aleyhisselama inanmadıkları gibi, bir de alay ediyorlar ve diyorlardı ki:
- Sen bize, babalarımızın ibadet ettiği putlarımızı bırakıp, Allahü tealaya ibadet, kulluk etmemizi emretmeye mi geldin? Eğer peygamber olduğunu bildirmek hususunda sadık isen, haydi, “Hala Onun azabından korkmayacak mısınız” diye bizi korkuttuğun azabı getir de görelim. Kavminin bu inkarcı ve alaycı sözlerine karşı, Hud aleyhisselam onlara dedi ki: - Muhakkak ki, size, Rabbiniz tarafından bir azap ve gadap vacip ve hak oldu. Sizin ve babalarınızın ilah diye isimlendirdiğiniz putlarınızla, benimle mücadele mi ediyorsunuz? Öyleyse şimdi azabın gelmesini bekleyin!
Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. Hud aleyhisselam, uzun müddet kavmini Allahü tealaya iman ve ibadet etmeye davet etti isede, pek az kimse iman etti. İman edenler de, diğer müşriklerin, zulüm ve işkencelerinden çekinerek imanlarını gizliyorlar, açıktan açığa söyleyemiyorlardı. Kavmin ekserisi ise, iman etmedikleri gibi, inkar ve inatta pek ileri gidiyorlar, yola gelmiyorlardı. Şirk ve sapıklıkta kaldıkları gibi, üstelik Hud aleyhisselama karşı çıkıyorlar ve onu çok üzüyorlardı. Her defasında; “Eğer doğru söylüyorsan, haydi, bizi korkuttuğun azabı getir de görelim” dediler. Hud aleyhisselam da onlara dedi ki:
- O azabın geleceği vaktin ilmi Allah katındadır. Onu sadece Allahü teala bilir. Ben size vahyolunduğum şeyi bildiriyorum. Peygamberin vazifesi haber vermektir. Lakin görüyorum ki, siz cahillik ediyorsunuz. Peygamberlerin, tebliğ ve Allahü tealanın azabı ile korkutmak için gönderildiğini bilmiyorsunuz. Sizin bu sözleriniz azabın gelmesini süratlendirir. Hud aleyhisselam, yalvarırcasına kavmine nasihate devam ediyor, onları, Allahü tealaya imana ve yalnız Ona ibadet etmeye, acizlere zulmetmemeye, başkalarına karşı merhametli olmaya, Allahü tealanın ihsan etmiş olduğu nimetlere nankörlük etmemeye davet ediyordu. Dağ başlarında, çöllerde, ıssız yerlerde, korumasız zavallı kimselere saldırmamalarını, haksız yere başkalarının mallarını almamalarını söylüyor, Allahü tealaya karşı gelmenin çok büyük felaket olduğunu anlatıyordu. Hud aleyhisselam, nesep olarak Ad kavminden olup, onların arasında yetiştiğinden, onların hallerini çok iyi biliyor, hangi hususlarda çok hassas olduklarını pek iyi anladığı için, bütün bunları dikkate alarak konuşuyor, nasihat ediyordu.
Fakat Ad kavmi pek azmış, müşriklik ve putperestliğe iyice dalmış olduğundan, nasihatleri kabul etmiyor ve inkarda ısrar ediyordu. Ad kavmi, daha düne kadar, aklı, zekası, cesaret ve doğruluğu ile çok yakından tanıdıkları, hatta kendisine, “Emin” lakabını verdikleri Hud aleyhisselamı, bugün yalancı ve akılsız olmakla itham ediyorlardı. Allahü tealanın emirlerini kabul edip, iman etmek, Onun peygamberine tabi olmak, bu haddi aşmış, canavarlaşmış kavme pek zor geliyordu. Hud aleyhisselam onlara dedi ki: - Allahü tealaya ibadet ediniz! İbadet edilecek, Ondan başkası yoktur. Onun azabından korkunuz! Onlar ise dediler ki: - Bu peygamber, bizim gibi yiyip içiyor. Kendimiz gibi birçok şeye muhtaç olan birine inanırsak, aldanmış ve ziyan etmiş oluruz. Hud aleyhisselamın, “Ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız” demesi üzerine, kavmi şöyle cevap verdiler:
- Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur. Hud, risalet davasında ve öldükten sonra tekrar diriltileceğimizi söylemek hususunda, Allahü tealaya iftira ediyor. Biz, ona inanıcı ve onu tasdik edici değiliz. Onların bu sözlerine karşı, Hud aleyhisselam Allahü tealaya dua edip dedi ki: - Ya Rabbi! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et! Beni yalanladıkları için, intikamımı onlardan al! Allahü teala buyurdu ki: - Az zamanda azap geldiğini görüp, seni yalanladıklarına pişman olurlar.
Hud aleyhisselam; “Ey kavmim! Allahü tealaya ibadet ediniz” dedikçe, onlar; “Hayır, biz Allaha ibadet etmeyiz. Ancak şu putlarımıza ibadet ederiz” diyerek, putlarını gösterirlerdi. Böylece Hud aleyhisselema karşı kaba ve inkarcı davranmaya devam ederlerdi. Hud aleyhisselam buna karşılık, onlara, bu itikadlarının yanlışlığını, Allahü tealadan başka ibadete layık bir ilah bulunmadığını bildiriyor, müşriklikte inat ve ısrar etmemelerini söylüyordu. Buna rağmen Ad kavminin insanları, Hazreti Hud’un vaaz ve nasihatlerine kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyorlardı. Devamlı olarak, yüksek binalar yapmakta, garip, güçsüz, zavallı ve kimsesizlere zulmetmekte adeta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Herkesin gelip geçtiği yolların kenarlarına kurdukları ihtişamlı binalardan, gelip geçenlerle eğlenirler, bilhassa Hud aleyhisselamın evine giden misafirlerle alay ederler ve insanların onun yanına gidip, konuşup görüşmelerine mani olmak isterlerdi. Hud aleyhisselam, çok güç şartlar altında kalmış olmasına, pek çok manilerle karşılaşmış bulunmasına rağmen, sabır ve tahammül gösteriyor, bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan, onları imana davete devam ediyordu. Onlar ise, ters, sert, kırıcı ve kaba cevaplarına ve kibirli sözlerine devam ediyorlardı.
Kavminin Hazreti Hud’a eziyeti Hazreti Hud’a ilk iman eden, Cünade bin Esam isminde bir zattır. Bu zat, Hazreti Hud’un amcasının oğlu idi. Cünade bir gün, akrabalarından kırk kadar kişiyle otururken, onlara dedi ki: - Ey kavmim! Defalarca size, doğru olan saadet yolu teklif edildiği halde, sizi bundan men eden nedir? Niçin kabul etmiyorsunuz? Batılda bir tatlılık yoktur, niçin onu terketmiyorsunuz? Bu Hud aleyhisselam sizin yakın akrabanızdır, amcanızın oğludur. Şüphesiz siz, onu, önce ve sonra, doğru, sadık olarak tanırsınız. O size Allahü teala tarafından vaiz ve peygamber olarak geldi. Şimdi niçin onu yalanlayıp, hakaret ediyorsunuz? Allahü tealadan korkunuz ve ona itaat ediniz! Siz böyle inkar ve inatta ısrar ederseniz, Nuh kavminin başına gelen felaketin, sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum. Adlılar, Cünade’nin bu sözlerine fena halde kızdılar. Üzerine hücum edip, hakarete başladılar. Cünade, ellerinden kurtulup Hazreti Hud’un yanına dönerek, olanları anlatınca, Hazreti Hud onu teselli ederek buyurdu ki:
- Üzülme! Ahirette senin için hüzün yoktur. Mükafatını Allahü teala verir. Hud aleyhisselam bir gün yolda giderken, Mersed isminde bir zat ile karşılaştı. Mersed dedi ki: - Ya Hud! Ben de sana bir iş için geliyordum. Eğer ben, sana o işimi haber vermeden önce, sen bana haber verirsen, sen gerçekten peygambersin. Hazreti Hud ona tebessüm edip, şöyle buyurdu: - Dün gece yatarken, hanımınla aranızda şöyle bir konuşma geçti. Sen hanımına; “Yarın Hud’a gideceğim. Bu konuşmalarımızı bana haber verirse, o peygamberdir. O zaman, kendisine iman edeceğim” dedin. Mersed bunları duyunca, Kelime-i şehadeti söyleyip; “Ben şehadet ederim ki, hak mabud olarak, Allahtan başka ilah yoktur.
O Allah ki, seni peygamber olarak gönderdi. Seni tasdik eden kimseye ne mutlu. Seni yalanlayan kimseye de yazıklar olsun” dedi. Sonra da şöyle sordu: - Ey Allahın peygamberi! Acaba benim çocuğum olacak mı? Hazreti Hud buna cevaben buyurdu ki: - Hanımın şimdi hamiledir. Bu hamilelikten iki erkek çocuğun olur. Ayrıca hanımının, senden daha çok çocuğu olacaktır. On batında ikiz doğum yapar. Hepsi de erkek olur. Ayrıca çocuklarının hepsi de benim ümmetimden olur. Hazreti Hud’dan bunları dinleyen Mersed, sevincinden Hazreti Hud’a sarılıp, alnından öptü. Allahü tealaya hamd ve sena ederek oradan ayrılıp, hanımının yanına döndü. Olanları hanımına haber verdi. O da çok sevinip, hemen iman etti.
Mersed, imanını gizlerdi. Kavminin ileri gelenlerinden olduğu için, onların arasında oturur, Hazreti Hud hakkında ne konuştuklarını, ne yapacaklarını dinlerdi. Ona bir zarar vermeyi konuşurlarsa; “Ey akrabalarım! Ona mühlet tanıyın. Hemen öldürmeye kalkmayın. Çünkü o, kardeşimizdir ve amcamızın oğludur” diyerek, onları caydırırdı. Hud aleyhisselam zamanında, iman etmiş olan Nüheyl isminde bir zat vardı. Bu zat, o rezil kavmin ileri gelenleri ile beraber bulunur, onların iman etmeleri için devamlı nasihat ederdi. Uzun müddet böyle devam ettiği halde, kavminde hiçbir değişiklik olmadığını görüp, bu işten vazgeçti. Kendisi gibi iman edenlerle birlikte bir köşede ibadet ve taat ile meşgul olmaya başladı. Bir gece uykuda bir ses duydu. Rahmani olan bu ses şöyle diyordu:
- Ey Nüheyl! Başını kaldır, semaya doğru bak! Kavminin üzerine gölge veren ve onların üstüne kadar gelen azap bulutunu seyredip, ibret al! Hakikaten, Ad kavminin üzerinde, zulmetten yaratılmış siyah bir bulutun, büyük bir dağ gibi durmakta olduğunu gördü. Korkuyla uyanan Nüheyl, doğruca Amr ismindeki amcasının oğlunun yanına gitti. Korku ve dehşet içerisinde, gördüğü hali ona anlattı. Daha önce kendisinin, çok uğraştığı halde, bu azgın kavme söz geçiremediğini söyleyip, gidip bu hali Ad kavmine haber vermesini talep etti. Bunun için dedi ki: - Git, Adoğullarına benim gördüğüm bu hali anlat! Hidayete kavuşmalarına çalış! İman etmeleri için gayret göster! Amr gidip, kavmine bunları anlattı. Hud aleyhisselamın anlattıklarını kabul etmeyen, apaçık mucizelerini gördükleri halde yine inkar eden Ad kavmi, Amr’ın sözlerine aldırmadılar ve onu reddettiler. Hatta öldürmeye kalktılar, fakat buna güçleri yetmedi.
Amr, ellerinden kurtulup Nüheyl’in yanına geldi ve olanları haber verdi. Nüheyl de, bu durumu Hud aleyhisselama bildirdi. Bu hali, kavmine bizzat kendisi anlatabilmek için ondan izin alıp, Gays vadisine gelerek, Ad kavmini yanına topladı. Nüheyl, Ad kavminin arasında, sözü dinlenir bir zat idi. Uykuda gördüğü hali onlara uzun uzun anlattı. Yumuşaklıkla, tatlılıkla, onların iman etmelerine gayret etti. Fakat, bu Ad kavmi idi ve hakkı, hakikati kabul etmemek hususunda sanki ahdleri vardı. Ne anlatılsa, ne gösterilse kar etmiyor, inanmıyorlardı. Nüheyl’in sözlerine, anlattıklarına da kulak asmadılar. Alay ederek dediler ki: - Ey Nüheyl! Zamanımızda peygamberlik işi size mi kaldı? Demek ki, peygamberlik size geldi. Siz bu işinize devam edin. Fakat devamlı olarak bizi azapla korkutuyorsunuz. Ama hala biz, o dediğiniz azaplardan, sıkıntılardan, güç hallerden hiçbir şey görmedik. Eğer siz, bizleri azap ile korkuttuğunuz bu sözlerinizde sadık iseniz, dediğiniz azapları bize de gösterin! Hazreti Hud, bütün bunları gördükçe, devamlı sabrediyor; “Bekleyelim. Belki iman edip, Allahü tealanın emirlerine itaatkar olurlar da, azap ve cezaları, cennet nimetlerine ve sevaba dönüşür” diyordu.
Zaman ilerleyip, günler, aylar birbirini takip ederek, seneler geçiyor ve Hazreti Hud da kavmini imana davete devam ediyordu. İnsanların, itiraz ve muhalefetlerine, inanmamalarına, kendisini yalanlayıp iftira etmelerine rağmen, o, bu kudsi vazifesini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine devam ediyor; onları putlara tapmaktan, zulüm ve haksızlık yapmaktan vazgeçmeye, günahlardan tevbe etmeye, yalnız Allahü tealaya ibadet ve şükretmeye davet ediyordu. Ad kavmi, her defasında, onun söylediklerine itiraz ve onu tekzip ediyorlardı. Zaman ilerledikçe, bu itiraz ve yalanlamaları alay ve hakarete dönüştü. Hatta, daha ileri giderek, onu taşa tutmaya, dövmeye başladılar. Bu hal o dereceye geldi ki, Hazreti Hud’u döverler, kendinden geçip bayıldığı zaman, ayakları altında çiğnerlerdi ve artık öldü diye iyice kanaat getirmedikçe bırakmazlardı. Bundan sonra da, sanki mühim bir iş yapmış gibi, alçak tabiatleri ve aşağılık zevkleri icabı, sevinç kahkahaları atarlardı.
Hazreti Hud, bunların akıllanmayıp yola gelmeyeceklerini anlayınca, Vadi-i Nuh denilen yere geldi. Orası, suyu tatlı olan bir yer idi. O sudan abdest alıp, yirmi rekat namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırıp, Allahü tealaya şöyle dua etti: - Ya Rabbi, sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara, senin emirlerini tebliğ ettim. Kendilerini açlık ve kıtlık azabıyla korkuttum, fakat iman etmiyorlar. Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına ve akıllarını başlarına toplamalarına vesile olacak bir musibet ver. Ümit olunur ki, iman ederler. Şayet yine iman etmezlerse, onları öyle bir azap ile helak eyle ki, daha önce ve daha sonra hiçbir kavim öyle bir azap ile helak edilmiş olmasın.
Allahü teala, onun bu duasını kabul etti. Azgın ve taşkın Ad kavminin sonu yaklaşmıştı. Ad kavminin, nasihat dinlememesi ve Hud aleyhisselamın bildirdiklerini kabul etmemekte ısrarları üzerine; onlara, Allahü teala tarafından gönderilecek azabın işaretleri görülmeye başladı. Üç sene müddetle Ad kavminin bulunduğu yere hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup, ağaçlar, meyveler sararıp soldu ve meşhur İrem Bağları yok oldu. Yağmurların yağmaması sebebiyle meydana gelen kuraklık, ortalığı kasıp kavuruyor, hayvanlar susuzluktan telef oluyordu. İnsanlar da bir yudum suya ve bir lokma ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgar esiyor, tozdan göz gözü görmüyor, Ad kavminin insanları, ağızlarını güçlükle açıyor ve zor nefes alıyorlardı.
Hepsi perişan bir vaziyette bulunuyordu. Ad kavmine gelen müthiş kuraklık ortalığı kavururken, Hud aleyhisselam, hiç durmadan sabır ve merhametle onları dine davet ederek, sıkıntıların, bu zor şartların, daha büyük bir azabın habercisi olduğunu söylüyor, bütün bela ve musibetlerin, kendini dinlemeyip, karşı çıkmaları sebebiyle geldiğini bildiriyordu. Böylece, onların küfür ve inattan vazgeçmelerine çalışıyordu. İşin şaşılacak tarafı, bu halde bile onlar, Hud aleyhisselamın söylediklerini kabul etmedikleri gibi, işkence etmeye, hatta onu öldürmeye kalkışıyorlardı. Meydana gelen bu müthiş kuraklık sebebiyle, Ad kavminin hepsi perişan oldu. Sonunda Hazreti Hud’a gelerek yalvardılar: - Sen doğru sözlü, duası makbul, yardımsever, iyilik sahibi, emin bir zatsın. Dua et de, bundan sonra davarlarımız kırılmasın. Yağmurlar yağsın. Bolluk meydana gelsin. Hazreti Hud, onlara cevaben dedi ki: - Ben dua edip de yağmur yağarsa, siz benim bildirdiğim şekilde iman edip, günahlarınıza tevbe eder misiniz?
Bu durum karşısında, hemen geri dönüp, bu teklifi kabul etmediler. Ad kavmi üç seneden beri devam eden kuraklık sebebiyle perişan olup, mecalsiz kaldı. Hud aleyhisselam, bu halin bir fırsat olmasını diliyor, böylece artık yola gelebileceklerini tahmin ediyordu. Fakat, durum tam tersine cereyan etti. Hud aleyhisselamın daveti devam ettikçe, Adlılar, yumuşayacakları yerde, aksine diş biliyorlar ve inkar, yalanlama, kaba ve sert cevap vermede pek aşırı gidiyorlardı. Hatta, kuraklık ve kıtlık sebebiyle, bu hale düşmelerine Hazreti Hud’un sebep olduğunu ileri sürerek, ona daha çok düşman oluyorlar, kinleri de gittikçe artıyordu. Kendilerinin çok zalim ve asi olmaları sebebiyle, başlarına gelen bu belayı Hazreti Hud’a yükleyerek, nihayet onu tuzağa düşürmeye ve öldürmeye karar verdiler.
Kendi aralarında aldıkları bu kararı uygulayabilmek için, bir de tuzak hazırladılar. Bu çirkin planlarına göre, Hazreti Hud’a güya, cevap veremeyeceği sorular soracaklar, ondan gücünün yetmeyeceği bazı şeyler isteyecekler, cevap veremeyince de, etrafta bulunanlara; “Gördünüz mü? İşte bakın, bu yalancının biridir. Söyledikleri, eskilerin yalanlarından ibaret uydurma ve düzme şeylerdir” diyeceklerdi. Böylece, diğer insanları da tahrik edip, Hud aleyhisselama saldıracaklar, öldüreceklerdi. Adlılar bu bozuk niyetlerini tatbik etmek üzere yola çıktılar. Hud aleyhisselamın yanına geldiler. O, kavmini yine Allahü tealaya iman etmeye, yalnız Ona ibadet etmeye davet etti. Onlar dediler ki: - Ey Hud! Sen bize, senin davanın doğru olduğunu gösteren deliller getirmedin ki!
Aslında Hud aleyhisselam mucizeler göstermişti. Fakat onlar kibir ve gururları sebebiyle kabul etmemişlerdi. Şimdi de, asıl maksatları mucize istemek ve mucize gösterilirse iman etmek değil, Hazreti Hud’u zor durumda bırakmaktı. Hud aleyhisselam, kendinden birçok mucize gördükleri halde, yine mucize isteyenlere sordu: - Ne mucize istersiniz? Ad kavmi, mucize olarak, büyük kayaların toprak olmasını istediler. Hud aleyhisselamın duası ile bu kayalar toprak oldu. Bu ve başka mucizeleri gördükleri halde inanmayıp, hırçınlık ve kabalıklarına devam ettiler. Açıkça birçok mucize görünce, Adlıların çirkin planları suya düştü. Üstelik birbirlerine karşı mahcup oldular. Bundan doğan şaşkınlıkla, mağlubiyetlerini telafi etmek için dediler ki:
- Ey Hud! Sen bize nasihat ederek; “Ey kavmim! Rabbinize iman edip istigfarda bulunun! Sonra Ona tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket ve yağmur indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınızda ısrar ederek imandan yüz çevirmeyin” diyorsun. Sana bir şey demiyoruz. Sen bizim aramızda yetiştin. Seni çok iyi tanıyoruz. Doğru, emin bir kimsesin. Fakat sen putlarımıza hakaret ediyorsun. Hatta daha da ileri giderek, bizleri, putlara ibadet etmekten alıkoymak istiyorsun. Ey Hud! Biz, senin bu sözünle putlarımıza ibadeti terkedecek değiliz. Ve sana iman da etmeyeceğiz. Biz sana ancak şunu söyleyebiliriz ki, sen, bizim putlarımıza dil uzattığın, onlara ibadeti terketmemizi istediğin için, putlarımızdan birisi seni fena halde çarpmış. Aklımızın almadığı hayale gelmez bir davada bulunduğuna göre, sana putlarımızdan delilik arız olmuş.
Onların bu sözlerini dinleyen Hud aleyhisselam, böyle sözlerle halka kendisini deli gibi göstermeye kalkışmalarına üzülerek, onlara şöyle cevap verdi: - Ben kendime, şu kainatı yaratan, her nimetin sahibi olan ve sizin gibi zalim kavimleri de yerle bir edip, geriye ibret için sadece harabelerini bırakan Allahü tealayı şahit tutarım ve siz de şahit olun ki, ben, Allahü tealaya ortak koştuğunuz putlardan uzağım. Şayet o putlarınızda başkalarına tesir edecek, sizin dediğiniz gibi başkalarını çarpacak, delilik yükleyecek, zarar verecek bir kuvvet varsa, putlarınız da dahil olmak üzere, hepiniz toplanın. Beni helak etmek için istediğiniz tuzağı kurun. Beni yok etmek için elinizden geleni yapın. Hem bana mühlet de vermeyin. Ben, Allahü tealaya güvendim ve Ona tevekkül ettim. Bütün kuvvetinizi seferber etseniz, bana zarar veremezsiniz. Buna gücünüz yetmez. Allahü teala bütün mahlukat üzerine tasarruf edici, onları dilediği şekilde kullanıcıdır. Benim Rabbim hak ve adalet üzeredir.
Eğer iman etmezseniz, siz bilirsiniz. Ben, peygamberlik vazifemi size tebliğ ettim. Eğer iman etmezseniz, Rabbim sizi helak eder ve yerinize başka bir kavim getirir de, hiçbir şeyle Ona zarar veremezsiniz. Rabbim her şeyi hakkıyla görüp gözetendir. Hud aleyhisselamın, son derece cesaret ve şecaat timsali olarak, gayet vakur bir şekilde cevap vermesi, orada bulunanlara çok tesir etti. Hiçbiri, değil ona saldırmak, herhangi bir söz ile cevap bile veremedi. Hepsi donup kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Çünkü, onun, kendilerinden korkmadan, çekinmeden böyle sözler söyleyebileceğini, kendilerine meydan okuyabileceğini hiç tahmin etmiyorlardı. Hud aleyhisselam ise, onların şaşkınlıklarını daha da artıracak şekilde sözlerine şöyle devam etti: - Hani ne oldu sizlere? Olduğunuz yerde kalakaldınız. Siz kalabalık bir grupsunuz. Ben ise yalnız başımayım. Hep birden üzerime saldırsanıza. Benim gibi yalnız bir kimsenin, sizin gibi kalabalık topluluğa meydan okumasına şaşırmadınız mı? Hud aleyhisselam, Ad kavmine bazı mucizeler göstermiş olmakla beraber, onlara böyle söyleyerek meydan okuması da bir mucizedir.
Çünkü, Ad kavminin insanları, bedenen güçlü, kuvvetli, bununla beraber çok kibirli ve pek zalim kimselerdi. Bu hadisede olduğu gibi, bir kimsenin kendilerine meydan okuması şöyle dursun, karşılarında durup herhangi bir şey söylemesine bile tahammül edemezlerdi. Devamlı cebr ile hareket eder, sırf eğlenmek, gülmek için adam öldürürler, kızdıkları birini, yapmış oldukları çok yüksek binaların tepesinden aşağıya atıverirlerdi. Bu kadar acımasız olan bu kimselere, biri çıkıp da ters bir şey söyleyecek olsa, onu linç edip hemen oracıkta öldürürlerdi. İşte Hazreti Hud’un yukardaki sözlerine hiç cevap verememeleri, susup kalmaları onun bir mucizesidir. Hud aleyhisselam tebliğ vazifesine devam ederek birgün kavmine buyurmuştu ki:
- Ey kavmim! Şu putlara ibadet etmekten vazgeçip, Allahü tealaya iman edin ve Ondan magfiret dileyin. Bana tabi olur, dediklerimi yaparsanız, Allahü teala sizi affeder ve bol bol yağmur verir. Çok rahmet edip, kıtlığı giderir. Mallarınıza ve kendinize bereket ihsan eder. O sıralarda, Adlıların memleketlerini kasıp kavuran müthiş bir kıtlık ve kadınlarında da kısırlık vardı. Ziraatçi bir kavim olduklarından bol yağmura ve kendilerini muhafaza için çok nüfusa ihtiyaçları vardı. O böyle nasihat ederken, kavmin meliki olan Halcan ismindeki zalim de orada idi. Hud aleyhisselam bu sözleri, Allahü tealadan gelen bir ihsan ve ince bir duygu ile coşarak söyleyince, ta uzaklarda bulunan kuşlar ve vahşi hayvanlar bile huzuruna gelip dediler ki:
|