Alıntı:
Tuheymefyail33 Nickli Üyeden Alıntı
Mevlananın moğol ajanı olduğunu, moğolların insanları kılıçtan gecirirken sesiz kaldığini nasreddin hocanın mevlanın tekkesine gittikten sonra kimin eli kimin cebinde belli degil dedigini okudum hatta şemsin olumu ecel olmadigini da sizin bilginiz nedir
|
Günümüzdeki bazı araştırıcılar Mevlânâ ile Türkmen şeyhleri arasında mevcut olduğu farz edilen düşmanlık motifiyle açıklamaya eğilimlidirler. şahsi kanaatimce , faaliyet alanları tamamıyla birbirinden ayrı olan Mevlânâ ile Hacı Bektaş-ı Velî ve öteki Türkmen şeyhlerinin bir düşmanlık içinde olmaları uzak bir ihtimaldir. Ama bence Mevlânâ’nın daha ziyade onların kendine çok yabancı gelen hayat tarzları, tasavvufî telâkkileri ve nihayet kendisinin çok iyi münasebetler içinde olduğu merkezî yönetime karşı tavırları sebebiyle onlara iyi gözle bakmadığını düşünmek daha doğrudur. Her hâlükârda çocukluğundan beri hep okumuş ve yönetici çevreleriyle yakın ilişkiler içinde olan bir aileden yetişen Mevlânâ’nın bu tavrını anlayabilmek mümkündür. Onun bu tavrı yalnızca Türkmen şeyhlerine karşı da değildi. Mevlânâ o sırada Anadolu’ya Moğol istilası önünden kaçarak gelen Rifâî dervişlerine de soğuk bakıyordu. Halkın içinde bir çeşit gösteri niteliğinde olmak üzere vücutlarına şişler sokan, ateş parçaları yutan, yılanlar ve akreplerle oynayan bu dervişler Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışına ters düşüyordu. Bu sebeple hanımının onları seyretmeye gitmesine bile tahammül edemediğini biliyoruz. O sıralarda henüz Anadolu’ya girmiş bulunan Rifâîliğin, 14. yüzyılın ortalarında iyice yaygınlaştığını, İbn Battuta’nın şehadetlerinden öğrenmekteyiz. Tam anlamıyla Sünnî bir karakter arzeden Sühreverdîlik tarikatı da Mevlânâ devrinde Anadolu’ya girmiş olan bir başka ve önemli tasavvuf mektebidir. Asıl kurucusu Ebunnecîb Sühreverdî (öl. 1167) olan bu mektep, 1215 yılında Abbâsî halifesi Nâsır li-Dinillah’ın fütüvvet elçisi sıfatıyla Sultan I. İzzeddîn Keykâvus zamanında Anadolu’ya gelen Şihâbeddîn Ebûhafs Sühreverdî tarafından tanıtılmış ve halifeleri vâsıtasıyla yayılmıştır. Kendisinin yazdığı eserler arasında bilhassa Avârifu’l-Maârif büyük bir şöhret kazandı ve Anadolu’da en çok okunan eserler arasına girdi. Dolayısıyla hem kendi zamanındaki hem de daha sonraki tasavvufî eserlere geniş ölçüde tesir etti. Bu mektebe mensup Sufi çevrelerle Mevlânâ’nın ilişkisine dair şimdilik bir bilgiye sâhip değiliz. Sonuç olarak söylemek gerekirse, Mevlânâ’nın yaşadığı dönem Anadolu’su işte böyle çok renkli ve hareketli bir tasavvuf ortamı sergiliyor ve daha sonraki yüzyıllarda vukua gelecek gelişmelere zemin oluşturuyordu. Netice itibariyle Mikail Bayram’ın Mevlâna aleyhine ithamlarına iştirak etmiyorum. Türk Sufiliği açısından Ahmet yaşar Ocak Hoca bir otoritedir. Mikail Bayram’ın Mevlâna aleyhindeki tezlerini ve ithamlarını destekleyen hiçbir görüşüne rastlamadım.