ismâil Hakkı Bursevî
1063 Zilkadesinde (Ekim 1653) bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Aydos’ta doğdu. Uzun süre Bursa’da yaşadığı için Bursevî, bir süre Üsküdar’da ikamet ettiğinden Üsküdârî, Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için Celvetî nisbelerini kullanmış, özellikle Bursevî nisbesiyle meşhur olmuştur. Tamâmü’l-feyż ve Silsilenâme-i Celvetî başta olmak üzere bazı eserlerinde hayatı hakkında bilgi veren İsmâil Hakkı’ya dair çalışmalar esas itibariyle bu bilgilere dayanır. Ancak oldukça hareketli bir hayat geçirdiğinden bu çalışmalarda yer yer eksiklik ve yanlışlıklara rastlanmaktadır. İstanbul’un Aksaray semtinde doğup büyüyen babası Mustafa Efendi, İsmâil Hakkı’nın doğumundan bir yıl evvel evi yanınca Aydos’a gidip yerleşmişti. Daha önce İstanbul’da tasavvufî çevrelerle irtibatı olduğu anlaşılan Mustafa Efendi, Aydos’ta da bu ilgisini sürdürerek Zâkirzâde Abdullah Efendi’nin halifesi sıfatıyla o sıralarda Aydos’ta irşad faaliyetinde bulunan Celvetî şeyhi Atpazarî Osman Fazlı ile yakınlık kurmuştu. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı’ya büyükannesi bakmaya başladı. Osman Fazlı Efendi’nin halifesi Ahmed Efendi’den Arapça dersleri alan İsmâil Hakkı, Osman Fazlı’nın Aydos’a uğrayan Edirne halifesi Seyyid Abdülbâki Efendi ile birlikte Edirne’ye gitti (1074/1664). Burada din ilimlerini öğrenirken bir yandan da hüsn-i hatla meşgul oldu. Osman Fazlı’nın bir halifesinden fıkıh ve kelâmla ilgili kitaplar okudu. Tahsilini tamamlayınca Abdülbâki Efendi onu İstanbul’da bulunan Osman Fazlı’nın yanına gönderdi. İsmâil Hakkı 1083 Rebîülevvelinde (Temmuz 1672) bu şeyhe intisap etti. Kendisinden kelâm ve ferâiz ilimlerini, el-Muṭavvel hâşiyesini hazırladığı sırada el-Muṭavvel’i, fıkıh usulüne dair Tenḳīḥu’l-uṣûl adlı eseri okudu. Mehmed Efendi’den tecvid ve diğer bazı hocalardan Farsça dersleri aldı. Meşhur şairlerin Farsça divanlarını ve ayrıca bazı eserleri inceledi (Tamâmü’l-feyz-II, s. 80-81). Hâfız Osman’dan hüsn-i hat meşketti. Üç yıl sonra şeyhinin izniyle Zeyrek Camii’nde halvete giren İsmâil Hakkı doksan gün süren halvetten çıkınca dervişlere hizmetle görevlendirildi. Bir süre sonra şeyhi ona kendi yerine vaaz etmesini söyledi, 1086’da da (1675) halife tayin ederek Üsküp’e gönderdi.
Beraberindeki üç dervişle birlikte Üsküp’e giden İsmâil Hakkı (Rebîülâhir 1086 / Temmuz 1675) muhtelif camilerde vaaz etmeye, isteyenlere zâhirî ilimlere dair dersler vermeye başladı. Harap bir tekke onarılarak kendisine tahsis edildi. Bir süre burada kaldıktan sonra yeni bir zâviyede irşad faaliyetlerini sürdürdü. 1087’de (1676) Şeyh Mustafa Uşşâkī’nin kızı ile evlendi. İsmâil Hakkı vaazlarında, dine aykırı davranışlarını gördüğü Üsküp müftüsünü ve şehrin bazı ileri gelenlerini eleştirmeye devam edince muhalifleri tarafından mahkemeye verildi. İsmâil Hakkı ve davacıları İstanbul’a giderek Şeyhülislâm Çatalcalı Ali Efendi, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Rumeli kazaskeri Beyâzîzâde Ahmed Efendi ile görüştüler. Aralarını bulması için görevlendirilen Osman Fazlı Efendi tarafları barıştırdı. Altı yıl süren bu çekişme ortadan kalkar gibi olduysa da muhalifleri İsmâil Hakkı’yı Üsküp’ten sürdürmek için tekrar faaliyete başlayınca Osman Fazlı ona Köprülü’ye gitmesini tavsiye etti. Köprülü’de on dört ay kalan İsmâil Hakkı, Ustrumca halkının Osman Fazlı’dan kendisini kasabalarına göndermesini istemeleri üzerine oraya gitti (1093/1682).
İsmâil Hakkı 1096’da (1685), IV. Mehmed’e nasihatte bulunmak üzere Edirne’de bulunan Osman Fazlı tarafından Edirne’ye çağrıldı. Şeyhinin evinde üç aya yakın bir süre misafir kaldı ve onun gözetiminde Fuṣûṣü’l-ḥikem’i okuma imkânı buldu. Osman Fazlı, Bursa halifesi Sun‘ullah Efendi’nin vefat etmesi üzerine İsmâil Hakkı’yı Bursa’ya halife olarak tayin etti (Cemâziyelâhir 1096 / Mayıs 1685). Şeyhinin tavsiyesine uyarak Ulucami’de ve diğer bazı camilerde vaaz vermeye 1096 Şâbanından (Temmuz 1685) itibaren vaazlarında Kur’ân-ı Kerîm’i Fâtiha’dan başlayarak tefsir etmeye, vaazda söylediklerine tasavvufî yorumlar ekleyip şiirler zikrederek ve Arapça olarak yazıya geçirmeye başladı. Bu şekilde meydana getirdiği Rûḥu’l-beyân adlı tefsirini Cemâziyelevvel 1117’de (Eylül 1705) tamamladı. Bu arada başka eserler de kaleme aldı. Bursa’da ikametinin ilk zamanlarında kendini riyâzete verdiğinden oturacak ev ve geçimini temin hususunda sıkıntılar çekti. Bursa’ya halife tayin edildikten bir buçuk yıl sonra İstanbul’a şeyhini ziyarete gitti. Ardından dört defa daha aynı amaçla İstanbul’a giden İsmâil Hakkı şeyhini son olarak sürgünde olduğu Kıbrıs’ta ziyaret etti (1102/1690-91). Şeyhi bu ziyaret sırasında yerine onu tayin etti.
1107-1108 (1695-1696) yıllarında İsmâil Hakkı, askerin moral gücünü arttırmak için II. Mustafa’nın daveti üzerine katıldığı I ve II. Avusturya seferlerinde yaralanarak Bursa’ya döndü. 1111’de (1700) hacca gitti, yedi ay kadar Mekke ve Medine’de kaldı. Hac dönüşünde Medine ile Tebük arasındaki Ulâ yakınlarında eşkıyanın baskınına uğradı, canını zor kurtardı. Esrârü’l-hac adlı eseri bu sırada kayboldu. Muharrem 1122’de (Mart 1710) ikinci defa hac niyetiyle yola çıktı. Bir ay kadar İstanbul’da kaldıktan sonra deniz yoluyla İskenderiye’ye, oradan da Kahire’ye ulaştı. Kahire’de Şeyhûniyye Medresesi bitişiğindeki Kādirî Dergâhı’na yerleşti. İki aydan fazla kaldığı Mısır’da ulemâ, tasavvuf erbabı ve halkla irtibat kurdu; aralarında Ezher müderrislerinin bulunduğu bazı kişilere icâzetnâme verdi. Hac dönüşü İstanbul’da iki buçuk ay kalıp Bursa’ya gitti. Cemâziyelâhir 1126’da (Haziran 1714) Tekirdağ’a geçerek irşad faaliyetini burada sürdürdü. Âişe Hanım ve muhtemelen şeyhinin kızı Hanîfe Hanım’la burada evlendi. 1129’da (1717) tekrar Bursa’ya döndü. Aynı yıl Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye duyduğu sevgi sebebiyle Şam’a gitti. Şam’da on kadar eser kaleme alan İsmâil Hakkı, Tuhfe-i Recebiyye adlı eserini Şam Valisi Receb Paşa’ya takdim etti. Bu sırada Şam’da bulunan Abdülganî en-Nablusî ile, sigara içmenin câiz olup olmadığına dair tartışmalar yüzünden aralarının açık olduğu anlaşılmaktadır.
Şâban 1132’de (Haziran 1720) Şam dönüşü Üsküdar’a yerleşen İsmâil Hakkı’ya Damad İbrâhim Paşa bir ev hediye etti ve çeşitli ihsanlarda bulundu. Ancak İstanbul’da devlet ricâli üzerinde şeyhi ve Aziz Mahmud Hüdâyî kadar etkili olamadı. Kendisi bunu daha ziyade zamanındaki ricâlin kabiliyet noksanlığına bağlar. Üsküdar Ahmediye Camii’nde cuma vâizi olarak görev yaparken hakkında vaazlarında vahdet-i vücûd meselesinden bahsettiği, İslâm akîdesine aykırı sözler sarfettiği iddiasıyla takibat açıldı. Pek çok kişinin şahitliğiyle suçlamanın asılsız olduğu anlaşıldı. Bu olayın ardından 1135’te (1723) İstanbul’dan ayrılıp Bursa’ya döndü. Kendi imkânlarıyla bir cami inşa ettirdi. Son yıllarını da irşad faaliyeti ve eser telifiyle geçiren İsmâil Hakkı 9 Zilkade 1137’de (20 Temmuz 1725) vefat etti. Kabri Tuzpazarı’nda yaptırdığı caminin kıble tarafındadır. Ölümünden üç yıl evvel yazdığı Kitâbü Nakdi’l-hâl adlı eserinde yer alan (vr. 236a) bir manzumesinin son beytindeki, “Hakkıyâ envâr-ı Hak’la pür oldu merkadi” mısraında vefatını önceden haber verdiği kabul edilir.
Şeyhi Osman Fazlı’nın yanı sıra başta Muhyiddin İbnü’l-Arabî olmak üzere Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî, Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin İsmâil Hakkı’nın üzerinde büyük tesirleri olduğu görülmektedir. Vahdetî Osman Efendi, oğlu Mehmed Bahâeddin, Zâtî Süleyman Efendi, Hikmetî Mehmed Efendi, Derûnîzâde Mehmed Hulûsî Efendi ve Şeyh Yahyâ Efendi yetiştirdiği halifeler arasında zikredilebilir.
Vahdet-i vücûd anlayışına sıkı sıkıya bağlı olan İsmâil Hakkı, hakîkat-i Muhammediyye’nin zuhurunu ayın bir aylık hareketine benzeterek anlatır. Ona göre hakîkat-i Muhammediyye mutlak nübüvvet ve velâyeti içerir. Her nebî ve velînin nübüvvet ve velâyetten belli bir payı vardır. İlâhî bir nur olan nübüvvetin Hz. Âdem’de hilâl kadar olan zuhuru Hz. İbrâhim’de ayın on dördü gibidir. Hz. Muhammed’de bu zuhur kemale ererek ayın on beşinci gecesindeki dolunayın zuhuru gibi olmuş ve bu hakikat en kâmil anlamıyla tecelli etmiştir. Zira Hz. Peygamber insanları Hakk’ın zât, sıfat ve ef‘âline davet etmiş, davet onunla zâhirde ve bâtında tamamlanmış, kendisinden sonra başka bir peygambere ihtiyaç kalmamıştır. Bu sebeple o hatmü’l-enbiyâdır. Hz. Muhammed’den sonra bu zuhur yavaş yavaş azalmaya, dolunaydan hilâle doğru gitmeye başlamıştır. Ancak ondan sonra peygamber gelmeyeceğinden nübüvvet nuru onun şeriatının aynasında parlamaya devam edecektir. Velâyet mertebesi nübüvvetin özü gibidir ve nübüvvetten öncedir. Velâyet derecelerinin sonu nübüvvet makamlarının başıdır. Nübüvvet velâyete dayanır; her nebî velîdir, ancak her velî nebî değildir. Velâyetin peygamberlerde zuhuru asalet yoluyla, onların ümmetlerinden olan velîlerde ise tebaiyyet ve veraset yoluyladır. Bu ümmette velâyete vâris olmak bakımından velâyetin ilk zuhûru Hz. Ali’de hilâl, İbnü’l-Arabî’de dolunay gibidir. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî hatmü’l-evliyâdır. Ondan sonra velâyet nuru kıyamete kadar kutubların ve onlara tâbi olanların kalplerindedir. İsmâil Hakkı’ya göre zuhur bakımından “hatm” olması İbnü’l-Arabî’nin Hz. Ali’den veya Hz. Ali’nin diğer sahâbîlerden üstün olduğu anlamına gelmez. Mârifetullahtan, zâhirî ve bâtınî ilimlerden ibaret gördüğü ilmî kerametleri kevnî kerametlerden üstün tutan İsmâil Hakkı’ya göre mârifetullah keşif ve kerametten üstündür. Bir velîden hârikulâde bir şey sâdır olsun veya olmasın mârifetullah şeref olarak ona yeter. Çünkü keramet velâyet için şart değildir.
İsmâil Hakkı sekr yerine sahvı, şathiyyât yerine temkini ve bulunulan mertebeye uygun davranmayı benimsemiş, “ene’l-hak” diyen Hallâc-ı Mansûr’u, “sırr”ı fâş ettiğine inandığı Niyâzî-i Mısrî’yi, Şeyh Bedreddin’i, birtakım Mevlevî, Kalenderî, Bektaşîler’i ve eksik taraflarını gördüğü diğer kişi ve zümreleri tenkit etmekten geri durmamıştır. Tasavvuf ehlinin ve özellikle vahdet-i vücûdun aleyhinde söz söyleyen ulemâyı da tarikat adına şeriatta ihmal ve gevşeklik gösterenleri de şiddetle eleştirmiştir. Ona göre Hz. Peygamber’in nübüvvet ve velâyet nuru olmak üzere iki nuru vardır. Nübüvvet nuru şeriat nuru, velâyet nuru ise hakikat nurudur. Resûl-i Ekrem kıyamete kadar biri zâhir, diğeri bâtınla alâkalı bu iki nurla aramızdadır. Bu iki nura tâbi olmayan ve onlarla hidayet bulmaya çalışmayan kimse Peygamber’e uymayı terketmiştir.
İsmâil Hakkı Bursevî, Mevlevîliğin Şems kolu ve Bayramî Melâmîleri dışında bütün tasavvufî çevrelerde geniş kabul görmüş, birçok eseri basılmış ve yaygın biçimde okunmuştur. Ancak Mevlevîler’in Şems kolu ve Bayramî Melâmîleri, Silsilenâme-i Celvetî adlı eserinde Hz. Peygamber’in anne ve babasının kâfir olduğuna dair rivayete yer vermesi, amcası Ebû Tâlib’in küfür üzere öldüğünü söylemesi yüzünden onu şiddetle eleştirmiş, mezarını ziyaret etmeyi dahi uygun görmemiştir. İsmâil Hakkı’nın Celvetiyye’nin Hakkıyye şubesinin kurucusu olduğu kaydedilmişse de (Bandırmalızâde, s. 38) böyle bir tarikat fiilen teşekkül etmemiştir.
Eserleri. 100’den fazla eser yazdığını belirten İsmâil Hakkı bunların bir kısmının adını da zikretmiştir. Bazı eserlerinin birden fazla ismi olması, mecmua ve vâridât türü kitaplarının birbirine karıştırılması gibi sebeplerle eserlerinin sayısı çok farklı gösterilmiştir. Hadîkatü’l-cevâmi‘de altmış sekiz, Ziyâret-i Evliyâ’da elli, Yâdigâr-ı Şemsî’de 115, Osmanlı Müellifleri’nde 105, Sefîne-i Evliyâ’da 120, Kemâlnâme-i Hakkı’da 132, Türk Azizleri’nde 134 eserinin adı zikredilmektedir. İsmâil Hakkı’nın çalışmalarıyla ilgili en geniş araştırmayı yapan Sakıp Yıldız bunların sayısını 127 olarak belirlemiştir. Ancak Sakıp Yıldız’ın listesinde de eksiklik ve tekrarlar vardır. Eserlerinin çoğu Türkçe, kırk kadarı Arapça’dır. Türkçe ve Arapça’nın karışık olarak kullanıldığı çalışmaları da vardır. Onun manzum eserlerinin yanı sıra mensur eserlerinin içinde de çok sayıda şiiri yer almaktadır. Kendisi manzumelerinin 10.000’den fazla olduğunu söyler. Hüseyin Vassâf ise bir eserinde İsmâil Hakkı’nın şiirlerinin 70.000 beyitten (Sefîne, III, 50), diğer eserinde 100.000 beyitten fazla olduğunu belirtir (Kemâlnâme-i Hakkı, s. 31). Aynı zamanda bestekâr olan İsmâil Hakkı kendisinin ve Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bazı ilâhilerini bestelemiştir. Çalışmalarında değişik ilimlerle ilgili konular iç içe ele alındığından eserlerinin konulara göre tam bir tasnifini yapmak oldukça güçtür.
A) Tefsir. 1. Rûḥu’l-beyân fî tefsîri’l-Ḳurʾân. 1117’de (1705) tamamlanan eserde önce vaaz olarak takrir edildiğinden mev‘izaya ağırlık verilmiş, sonraki dönemlerde de mev‘iza türü için önemli bir kaynak olmuştur. Müellif nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan Rûḥu’l-beyân’ın (Genel, nr. 12-27) çeşitli baskıları yapılmıştır (İstanbul 1255, 1285, 1286, 1306, 1330, 1333; Bulak 1255, 1264, 1276, 1278, 1287). Eserin M. Ali Sâbûnî tarafından Tenvîrü’l-eẕhân min tefsîri Rûḥi’l-beyân adıyla yapılan özetini (Dımaşk 1988) Abdullah Öz’ün içinde bulunduğu bir heyet Türkçe’ye çevirmiştir (İstanbul 1995-1996).
2. Ta‘lîka alâ evâili Tefsîri’l-Beyzâvî (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 31 [müellif hattı]).
3. Şerḥ ʿalâ tefsîri cüzʾi’l-aḫîr li’l-Ḳāḍi’l-Beyżâvî (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 28-30 [müellif hattı]).
4. Tefsîr-i Sûreti’l-Fâtiha (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 83, vr. 32b-57a).
5. Tefsîru Âmene’r-Resûl (Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507, vr. 44a-56b; Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 414, vr. 153b-157b).
6. Tefsîru Sûreti’l-ʿAṣr (Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507, vr. 63a-64b).
7. Tefsîru Sûreti’z-Zelzele (Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507, vr. 116a-121a). Müellif son üç risâleyi, ikinci defa hacca giderken uğradığı Mısır’da bazı âlimlerin ve meşâyihin talebi üzerine kaleme almıştır. Aynı sebeple birkaç âyeti de (el-Bakara 2/21-22; eş-Şûrâ 42/28) tefsir etmiştir (Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507, vr. 78a-96a).
8. Levâʾiḥ teteʿallaḳ bi-baʿżi’l-âyât ve’l-eḥâdîs̱ (Makālât-ı İsmâil Hakkı [İstanbul 1288] içinde).
9. Kitâbü’l-Mirʾât li-ḥaḳāʾiḳı baʿżi’l-eḥâdîs̱ ve’l-âyât (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 40 [müellif hattı]). İsmâil Hakkı ayrıca bazı âyetlerin kısa tefsirlerini, yer yer de bazı hadislerin şerhlerini yapmıştır. Bu şekilde hazırlanmış müellif hattıyla birkaç mecmua vardır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 32, 33; İÜ Ktp., AY, nr. 1363; TY, nr. 3706).
B) Tasavvuf. 1. Rûhu’l-Mesnevî (Şerhu’l-Mesnevî). Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mes̱nevî’sinin ilk 738 beytinin şerhidir (I-II, İstanbul 1285, 1287).
2. Şerhu’l-Muhammediyye (Ferâhu’r-rûh). Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin Muhammediyye’sinin şerhi olup çeşitli baskıları yapılmıştır (Bulak 1252, 1255, 1256, 1258; İstanbul 1274, 1294).
3. Tamâmü’l-feyż fî bâbi’r-ricâl. Baş tarafında tarikatların menşei, amacı, biat ve intisap, evrâd, mürşidin vasıfları, Celvetî silsilesi gibi konuların ele alındığı eserin büyük bir kısmını Osman Fazlı’nın hayatı, kerametleri, eserleri, değişik konuşmalarından derlenen notlar teşkil eder. Ayrıca müellifin kendisiyle ilgili bilgiler verdiği eserin edisyon kritiği Ramazan Muslu ve Ali Namlı tarafından yapılmıştır (bk. bibl.).
4. Silsilenâme-i Celvetiyye (Kitâbü’s-Silsileti’l-Celvetiyye). Celvetiyye meşâyihi hakkında bilgilerin yer aldığı eserin son tarafında tarikat âdâb ve erkânından söz edilmektedir. Silsilenâme 1291’de (1874) İstanbul’da basılmış ve İlyas Efendi tarafından Latin harflerine çevrilmiştir (İsmâil Hakkı Bursevî’nin Kitâbü’s-Silsileti’l-Celvetiyyesi, 1994, yüksek lisans tezi, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü).
5. Kitâbü’l-Hitâb. İtikad ve ibadet konularının yanı sıra çeşitli tasavvufî meseleleri ve kavramları ihtiva eder. İstanbul’da basılan eser (1256, 1292) İ. Turgut Ulusoy (İstanbul 1975) ve Bedia Dikel (İstanbul 1976) tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır.
6. Kitâbü’n-Necât. Şam’da kaleme alınan eserde tarikat, mârifet, hakikat, vahdet, Allah’ın sübûtî sıfatları, dört büyük melek, bazı büyük peygamberler, Hulefâ-yi Râşidîn, dört mezhep imamı, keramet, kabir ve kıyamet ahvâli, cennet ve cehennem gibi konular üzerinde durulmuştur (İstanbul 1290).
7. Şerh-i Usûlü’l-aşere. Necmeddîn-i Kübrâ’nın el-Uṣûlü’l-ʿaşere adlı eserinin tercüme ve şerhi olup (İstanbul 1256, 1291) Mustafa Kara tarafından sadeleştirilerek Necmeddîn-i Kübrâ’nın diğer iki eseriyle birlikte neşredilmiştir (Necmüddîn Kübrâ, Tasavvufî Hayat, İstanbul 1980, s. 33-70).
8. Tuhfe-i Recebiyye. Esmâ-i hüsnâdan bazı isimlerin şerhi olan eser Şam Valisi Receb Paşa’ya takdim edilmiştir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1374 [müellif hattı]).
9. Risâle-i Şerh-i Esmâ-i Seb‘a (Şerh-i Kelime-i Tevhîd, Kitâbü Şecereti’t-tevhîd, Kitâbü’t-Tevhîd). Risâlede Halvetiyye ve Celvetiyye tarikatlarında sülûkte esas alınan lâ ilâhe illallah, Allah, hû, hak, hay, kayyûm ve kahhâr isimleri şerhedilmiştir (Millet Ktp., Şer‘iye, nr. 1252).
10. Risâletü’l-Hazarât. Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin et-Taʿrîfât’ındaki “el-Hazarâtü’l-hamsü’l-ilâhiyye” ve “el-İnsânü’l-kâmil” maddelerinin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr. 189, vr. 136a-164b).
11. Kenz-i Mahfî. Eserde, “Küntü kenzen mahfiyyen” hadisi ele alınmış, müellifin vâridâtı ve bunların şerhlerine de yer verilmiştir (İstanbul 1290, 1307). Abdülkadir Akçiçek kitabı Gizli Hazine adıyla sadeleştirmiştir (İstanbul 1967, 1980).
12. Kitâbü Hücceti’l-bâliğa. İnsanın vasıfları, ism-i hû, vücûd-i mutlak, ruh, fenâfillâh, esmâ-i ilâhî, erbâb-ı zâhir, sâlikin vasıfları ve sülûkün mertebeleri gibi bazı konuların yer aldığı eser Reşeḥât’ın kenarında basılmıştır (İstanbul 1291, s. 2-123).
13. Tuhfe-i İsmâiliyye. İman ve amel konularının yanı sıra bazı tasavvufî öğütleri ihtiva etmekte olup müellifin katıldığı Nemçe ve Erdel seferlerinde yol arkadaşı Lefkevîzâde Hacı İsmâil Piyâde’nin isteği üzerine yazılmıştır (İstanbul 1292, 1303).
14. Tuhfe-i Halîliyye. İman hakkındadır (İstanbul 1256, 1293).
15. Tuhfe-i Bahriyye. İsmâil Hakkı’nın zikir meclislerine katılan Has bahçeler müfettişi Bahri Hüseyin Efendi’ye ithaf edilmiştir. Hû ismi, tevhid, cem‘, fark, kara ve denizin bazı esrarı gibi konulardan bahseder (Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 637/9).
16. Risâle-i Hüseyniyye. Aynı kişiye ithaf edilmiş olup Hüseyin isminin tasavvufî yorumu hakkındadır (Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 637/10). Yer ve zaman belirtilmeyen bir baskısı yapılmıştır.
17. Sülûkü’l-mülûk (Tuhfe-i Aliyye). Sırât-ı müstakîm, vezirlik mertebesi, Hz. Ali’nin duası ve ibadet şekilleri gibi konuların ele alındığı eser Ali Paşa’ya sunulmuştur (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1412/1).
18. Tuhfe-i Hasekiyye. Serhasekiyan Tûbâzâde Mehmed Ağa’ya ithaf edilen bir eserdir (DTCF Ktp., İsmail Saib Sencer, nr. 2029 [müellif hattı]).
19. Kitâbü’s-Sülûk (Tuhfe-i Vesîmiyye). Enderun ağalarından Seyyid Ahmed Vesîm için yazılmıştır (İstanbul 1240).
20. Şerh-i Ebyât-ı Fusûs. Fuṣûṣü’l-ḥikem’in “Kelime-i İshâkıyye Fassı”nın sonunda yer alan beyitlerin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1474/3).
21. Tuhfe-i Atâiyye. İnsân-ı kâmil, vahdet-i vücûd, Celvetiyye tarikatı, kutub, şeriat ve tarikat ilişkisi gibi konulara dairdir (İstanbul 1304).
22. Tuhfe-i Ömeriyye. Tevhid, vahdet-i vücûd, tevhidin kısımları, esmâ-i seb‘a, iman, ihsan, velâyet, nübüvvet, zikir gibi konuları ihtiva eder (İstanbul 1240).
23. Risâle-i Bahâiyye. İsmâil Hakkı’nın, oğlu Mehmed Bahâeddin için yazdığı küçük bir eserdir (Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 476, vr. 70-75).
24. Kitâbü’ş-Şecv. Belâ, belânın sebebi ve hüzün hakkındadır (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 789/1 [müellif hattı]).
25. Mecîʾü’l-beşîr li-ecli’t-tebşîr. Hz. Muhammed’in müjdeci olarak gelmesi hakkında Arapça bir eserdir (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 789/2 [müellif hattı]).
26. Vesîletü’l-merâm. Cüneyd-i Bağdâdî’nin, sahih bir sülûk ve halvetten faydalanmak için gerekli olduğunu söylediği sekiz şart ve bunların izahı, nebîler ve velîler arasındaki farklar, şeriat ve tarikata göre amel edenlerin tabakaları, ilâhî sıfatlar gibi konuları ele alır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2260, vr. 58-97). Aynı kütüphanede Risâle fi’t-tasavvuf adıyla kayıtlı eser (Lâleli, 1372/1) Vesîletü’l-merâm’ın eksik bir nüshasından ibarettir.
27. Risâle-i Nefesü’r-Rahmân. Seyyid Abdurrahman adlı bir kişiye ithaf edilen ve konuları çok dağınık olan kitap İsmâil Hakkı’nın en son çalışmalarındandır (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1405/2).
28. Şerh-i Salavât-ı İbn Meşîş. Abdüsselâm b. Meşîş el-Hasenî’nin çeşitli müellifler tarafından defalarca şerhedilen salavatının tercüme ve şerhidir (İstanbul 1256; Bulak 1279).
29. Nuḫbetü’l-leṭâʾif. Müellifin Üsküp’te bulunduğu sırada yazdığı bu Arapça eser Zemahşerî’nin Nevâbiġu’l-kelim’inden seçmeleri, Harîrî’nin Mirʾâtü’ş-şeyyib’inin şerhini ve vâridâtını ihtiva eder (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 138 [müellif hattı]).
30. Mecmûʿatü’l-esrâr. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî, Abdullah Bosnevî Osman Fazlı Efendi’nin bazı eserlerinden seçmeleri ve İsmâil Hakkı’nın halife olarak tayin edildikten sonra Osman Fazlı’yı ziyaretleri esnasında tuttuğu Arapça notları ihtiva eder (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1500 [müellif hattı]). Bu notlar Tamâmü’l-feyż’deki notların aynıdır.
31. Risâle-i Şem‘iyye. “Âdem bir demdir” diye başlayan şiirin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr. 217/2).
32. Es’iletü’s-Sahafiyye ve ecvibetü’l-Hakkıyye. İsmâil Hakkı’nın, Şeyh Mehmed Sahafî’nin manzum sorularına verdiği cevaplardan meydana gelen eserde zât-ı ilâhiyye ve ahadiyyet gibi konular ele alınmıştır. Nüshalarından birinin başında (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 250) sonradan yazıldığı anlaşılan “Keşfü’l-gıtâ li-ehli’l-atâ” ibaresi bulunduğundan bazı araştırmacılar bu nüshayı yanlışlıkla başka bir eser olarak göstermişlerdir. İsmâil Hakkı’nın manzum sorularına da Mehmed Sahafî Ecvibetü’s-Sahafî an es’ileti’ş-şeyh İsmâil Hakkı adıyla cevap vermiştir (İÜ Ktp., TY, nr. 2208/1).
33. Es’ile-i Şeyh Mısrî’ye Ecvibe-i İsmâil Hakkı. Niyâzî-i Mısrî’nin, “Müşkilim var size ey Hak dostları eylen küşâd” mısraıyla başlayan şiirinin şerhi olup Makālât-ı İsmâil Hakkı içinde basılmıştır (İstanbul 1288, s. 3-8).
34. Kitâbü’l-Fasl fi’l-esrâr. Bazı tasavvuf terimlerinin izahına dair küçük bir risâledir (Âtıf Efendi Ktp., nr. 1501/2).
35. Esrārü’l-hurûf (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2537, vr. 21b-30b).
36. Risâle et-Teḥaccî fî ḥurûfi’t-teheccî (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 162 [müellif hattı]).
37. Ḥaḳāʾiḳu’l-ḥurûf (Millet Ktp., Şer‘iyye, nr. 1182, vr. 73b-79b).
38. Kitâbü Zübdeti’l-makāl (Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 449).
39. Maḳālât-ı Şeyḫ İsmâʾîl Ḥaḳḳı (Mecmûʿatü’l-ḫuṭab ve’l-vâridât). 1118-1124 (1706-1712) yılları arasındaki vâridâtını ve şerhlerini ihtiva eder. Bir hâtıra defteri niteliğindeki bu Arapça eserde müellifin şiirleri, düşünceleri, bazı âyet ve hadislerin açıklamaları, hayatıyla ilgili bilgiler ve mektuplaşmaları da yer alır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 85/2).
40. Mecmûʿa. 1122 (1710) yılındaki hac yolculuğunu da anlattığı eser, Mısır ve Hicaz’da bulunduğu sıradaki vâridâtı ve şerhleridir. Bu Arapça mecmuada Mısır ulemâsı ve meşâyihinden bir kısmına hediye ettiği risâleler de yer almaktadır (Beyazıt Devlet Ktp., Genel., nr. 3507 [müellif hattı]).
41. Kitâbü’n-Netîce. Safer-Şevval 1136 (Kasım 1723 - Temmuz 1724) tarihleri arasındaki vâridâtı ve şerhlerine dair olan eser Ali Namlı ve İmdat Yavaş tarafından Latin harfleriyle yayımlanmıştır (İstanbul 1997). İsmâil Hakkı’nın Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’yle (Genel, nr. 66, 71, 79, 84, 86, 87) diğer bazı kütüphanelerde (Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 645, Hâlet Efendi, nr. 789/3, Mihrişah Sultan, nr. 93, Esad Efendi, nr. 1667; İÜ Ktp., TY, nr. 2153, 4019, 9793; Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi, nr. 468; Âtıf Efendi Ktp., nr. 1420/2) çok sayıda vâridât türü eseri bulunmaktadır.
C) Hadis. 1. Şerḥu Nuḫbeti’l-fiker (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 35-37 [müellif hattı]).
2. Şerḥu’l-Ḥadîs̱i’l-erbaʿîn (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 38, vr. 1a-14a [müellif hattı]).
3. Şerhu’l-Erbaîne hadîsen. İmam Nevevî’nin kırk hadisinin Türkçe tercüme ve şerhidir (İstanbul 1253, 1313, 1317). Müellifin bazı hadis şerhlerini ihtiva eden risâleleri de vardır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 41-42).
D) Fıkıh ve Kelâm. Şerḥu Fıḳhi’l-Keydânî (Âtıf Efendi Ktp., nr. 873 [müellif hattı]); Risâle-i Mesâili’l-fıkhiyye (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 161, vr. 34a-48a [müellif hattı]); Risâletü’l-Câmia li-mesâili’n-nâfia (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2902); Kitâbü’l-Fazl ve’n-nevâl (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 83 [müellif hattı]); İhtiyârât (Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 414, vr. 134b-148b); Ecvibetü’l-Hakkıyye an es’ileti’ş-Şeyh Abdirrahmân (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, 1521/3 [müellif hattı]); Şerhu Şuabi’l-îmân (İstanbul 1304); Şerhu’l-kebâir (Rumûzü’l-künûz) (İstanbul 1257).
E) Diğer Eserleri. 1. Şerhu Mukaddimeti’l-Cezerî (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 38/7 [müellif hattı]).
2. Kitâbü’l-Furûḳ. Çeşitli ilimlere dair bazı kavram ve terimlerin açıklamasını ihtiva eder (İstanbul 1251, 1291, 1310).
3. Şerḥu Risâle fî âdâbi’l-münâẓara li-Taşköprîzâde (İstanbul 1273).
4. Mecâlisü’l-vaʿẓ ve’t-teẕkîr. Üsküp’te bulunduğu sırada yaptığı vaaz ve nasihatlerini ihtiva eden Arapça bir eserdir (İstanbul 1266, 1303).
5. Kitâbü’l-Ḫuṭabâʾ (Ḫaṭîbü’l-ḫuṭabâʾ) (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 85/1 [müellif hattı]).
6. Risâle-i Gül (Risâle-i Verdiyye) (İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 975/7). İsmâil Hakkı’ya ait birkaç mecmua daha mevcut olup (İÜ Ktp., TY, nr. 482; TY, nr. 1999; Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 41) bunlar genellikle şiirlerini, mektuplarını, istinsah ettiği bazı eserleri, notlarını, yer yer yaptığı tefsirleri, hadis şerhlerini ve bir kısım vâridâtını ihtiva eder (edebî eserleri için aş.bk.).
İsmâil Hakkı’ya bazı eserler nisbet edilmektedir. Bunlardan Abdülkadir Akçiçek tarafından Özün Özü adıyla sadeleştirilen (İstanbul 1963) Lübbü’l-lüb ve sırru’s-sır (İstanbul 1289, 1328) üslûp olarak İsmâil Hakkı’nın eserlerinden farklıdır. Ayrıca müellif bazı kitaplarında eserlerinin isimlerini verirken böyle bir risâleyi zikretmemektedir. Kütüphane kayıtlarında Niyâzî-i Mısrî’ye de isnat edilen bu eserin Erzurumlu İbrâhim Hakkı’ya ait olması daha kuvvetli bir ihtimaldir. İsmâil Hakkı’ya nisbet edilen Risâletü Cilâʾi’l-ḳulûb da (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 82) Erzurumlu İbrâhim Hakkı’ya aittir. Şerḥu Risâleti’s-Sühreverdiyye (er-Raḳīmü’l-evvel), Sühreverdî’nin eserine yazılan bir şerhin İsmâil Hakkı tarafından yapılmış istinsahıdır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 86/1). Şerḥu Risâleti Vaḥdeti’l-vücûd li-Mevlâ Câmî, Molla Câmî’nin eserinin eksik bir istinsahı olup kenarında bazı hâşiyeler vardır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 161/2). el-İksîrü’l-muʿaẓẓam ve’l-ḥacerü’l-mükerrem, Muhammed el-Gamrî el-Mısrî’nin (ö. 1049/1639) eserinin İsmâil Hakkı tarafından yapılmış bir istinsahı olup baş tarafında yer yer hâşiyeler mevcuttur (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 114). Yine ona nisbet edilen Münteḫabât min Minhâci’l-ʿâbidîn, Gazzâlî’nin Minhâcü’l-ʿâbidîn adlı eserinin mukaddimesinin İlyâs b. Abdullah el-İstanbûlî tarafından yapılan istinsahından ibarettir (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 88). Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi’nin mürşidin vasıfları ve riayet edeceği hususlarla ilgili eseri yanlışlıkla İsmâil Hakkı’ya nisbet edilerek Ahidnâme-i İsmâil Hakkı adıyla basılmıştır (İstanbul 1329). Abdullah Bosnevî’nin Tecelliyâtü arâisi’n-nusûs adlı Fuṣûṣ şerhinin İngilizce tercümesi de İsmâil Hakkı’nın adıyla yayımlanmıştır (Ismail Hakkı Bursevi’s Translation of and Commentary on Fusus al-Hikam, trc. Bülent Rauf, I-IV, Oxford 1986-1991). İsmâil Hakkı’ya nisbet edilen Muḫtaṣar li-Târîḫi İbn Hallikân, müridlerinden Muhammed Kalbî tarafından şeyhinin istifadesi için hazırlanmış ve ona ait bir mecmuaya yazılmıştır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 161/1). Mecmûʿatü’l-edʿiye’nin de (Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu Ali Paşa, nr. 519) İsmâil Hakkı’ya ait olması uzak bir ihtimaldir. Tek nüshası bilinen eserin baş tarafında duaların İsmâil Hakkı tarafından seçildiğine dair ibareden başka ona aidiyetini gösteren bir işaret bulunmamaktadır. Şerḥu Kitâbi’d-Dürreti’l-fâḫire fî keşfî ʿulûmi’l-âḫire Gazzâlî’nin ölüm, kabir hayatı ve âhiret hallerine dair ed-Dürretü’l-fâḫire fî keşfî ʿulûmi’l-âḫire adlı eserinin eksik bir şerhi olup kenarında İsmâil Hakkı tarafından eklendiği anlaşılan hâşiyeler vardır (Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 86, vr. 265-297). Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan (nr. 17709) ve İsmâil Hakkı’ya isnat edilen Tefsîru Sûreti Yûsuf adlı eser Yâkub Afvî’ye (ö. 1149/1736) aittir. Manastırlı İsmâil Hakkı’nın Türkçe Tefsîr-i Sûre-i Yâsîn’i de (İstanbul 1316) yanlışlıkla ona nisbet edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
İsmâil Hakkı Bursevî, Tamâmü’l-feyz-I (haz. Ramazan Muslu, yüksek lisans tezi, 1994), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 66, 116-118, 121, 127, 194.
a.mlf., a.e-II (haz. Ali Namlı, yüksek lisans tezi, 1994), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 10-36, 78-109, 113, 133, 137, 152, 160, 171, 194.
a.mlf., Rûhu’l-Mesnevî, İstanbul 1287, I, 2, 83; II, 580-581.
a.mlf., Mecmûa, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 41, vr. 49a, 55a, 68b; nr. 161, vr. 52a; nr. 745, vr. 162b; Beyazıt Devlet Ktp., Genel, nr. 3507.
a.mlf., Nakdü’l-hâl, İÜ Ktp., TY, nr. 2153, vr. 236a.
a.mlf., Tuhfe-i İsmâiliyye, İstanbul 1292, s. 2.
a.mlf., Kitâbü’n-Netîce (nşr. Ali Namlı – İmdat Yavaş), İstanbul 1997, I, 26, 98-99, 102, 254, 288, 412, 444-446; II, 37, 71, 244, 338-340, 344, 345, 429-430.
a.mlf., Vesîletü’l-merâm, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 243, vr. 10b.
a.mlf., Kitâbü’s-Silsile, İstanbul 1291, s. 100-108.
Bandırmalızade Ahmed Münib Efendi, Mir’âtü’t-turuk, İstanbul 1306, s. 30, 38.
Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, II, 206-208.
Müstakimzâde, Tuhfe, s. 126-127.
Sahaflar Şeyhizâde Esad Efendi, Tercüme-i Hâl-i İsmâil Hakkı (Pend-i Attâr Şerhi içinde), İstanbul 1287.
Muallim Nâci, Esâmî, İstanbul 1308, s. 58 vd.
Hocazâde Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, İstanbul 1325, s. 141.
Mehmed Şemseddin, Yâdigâr-ı Şemsî, Bursa 1332, s. 126-135.
Hüseyin Vassâf, Sefîne, III, 37-56.
a.mlf., Kemâlnâme-i Hakkı, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 129.
Bursalı Mehmed Tâhir, Mevlânâ eş-Şeyh İsmâil Hakkı el-Celvetî, İstanbul 1329.
Osmanlı Müellifleri, I, 28-32.
Dâvûd el-Çelebî, Maḫṭûṭâtü’l-Mevṣıl, Bağdad 1927, s. 89, 231.
Mehmet Ali Ayni, Türk Azizleri I: İsmâil Hakkı, İstanbul 1944.
a.mlf., “İsmail Hakkı’ya Dâir Bir Tetkik Hülâsası”, DİFM, sy. 9 (1928), s. 108-131.
Abdülbâki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, İstanbul 1961 s. 229-230.
a.mlf., Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İstanbul 1983, s. 144.
Sâkıb Yıldız, L’exégète turc Ismāʿil Haḳḳi Burūsawī: Sa vie, ses œuvres et la methode dans son Tafsīr Rūḥ al-Bayān: 1063-1137 1653-1725 (doktora tezi, 1972), Sorbonne Université, s. 1-315.
a.mlf., “Türk Müfessiri İsmail Hakkı Burûsevî’nin Hayatı”, İİFD, sy. 1 (1976), s. 103-126.
H. Kâmil Yılmaz, Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarîkatı, İstanbul 1982, s. 240-241.
Hayrani Altıntaş, Erzurumlu İbrahim Hakkı, İstanbul 1992, s. 38.
Mustafa Kara, Bursa’da Tarikatlar ve Tekkeler, Bursa 1993, II, 143-149, 152-161.
Günay Kut, “Ismāʿīl Ḥaḳḳī”, EI2 (İng.), IV, 191-192.
Edebî Yönü. Dinî ve tasavvufî kültürünü ortaya koyan eserlerine istisnasız denecek derecede katmış olduğu çok sayıdaki manzumesinden başka mürettep bir divan sahibi oluşu, İsmâil Hakkı’nın esas şöhretini sağlayan âlim ve mutasavvıf şahsiyetine edebî bir kimlik de ilâve etmiştir. Altmış yılı aşan telif hayatı boyunca nazım ve şiir onun bütün yazı hayatını kuşatmış, dinî, tasavvufî zemindeki pek çok eserinin ayrılmaz bir unsuru olmuştur. Kendisi manzumelerinin 10.000’den fazla olduğunu haber vermektedir (Kitâbü’s-Silsile, s. 103). Bu yönü dolayısıyla çağdaşı Safâyî ve Sâlim’den başlayarak Fatîn Efendi’ye kadar şuarâ tezkirelerinde kendisine değişik ölçülerde yer verilmiştir.
İsmâil Hakkı, şiir ve şairlik konusunu tek başına bir mesele olarak ele almamakla beraber bu husustaki bazı görüşlerini Rûḥu’l-beyân’ında (IV, 314, 318, 429) Kur’ân-ı Kerîm’in buna dair âyetlerini tefsir ederken açıklamaktadır. Doğrudan doğruya dinî bir bakışla şiirin Allah’a itaate, zühde ve âhiret hayatına teşvik etmesi gerektiğini belirterek yalnız başına bir amaç haline gelmedikçe ve Allah’ı zikretmekten alıkoymadıkça şiirle ilgilenmenin faydalı olacağını söylemektedir. Bu vasıftaki şiirin cehalet ve sefahate engel olacağını, dolayısıyla tavsiye edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Mümin şairlerin şiirleri Allah’ın birliği ve övgüsüne yöneliktir, mânevî huzur sağlayıcıdır. Mümin olmayan şairler ise kulaklarını şeytana verir, ondan aldıkları evham ve ilhamlara kendilerinin gerçek dışı tahayyüllerini yüklerler. Bu türden olan şiir Kur’an ahkâmınca menedilmiştir. İsmâil Hakkı, mutasavvıf şairin kaleminden şiirin bir fütuhat veya bir vâridât olarak çıktığını söyleyerek mânanın şekilden daha önemli olduğunu belirtmektedir. Bu sebeple divanına Fütûhât-ı Burûseviyye adını vermiş, manzumelerinde lafızdan ziyade mânanın ifadesine özen göstermiştir.
Nazmı nesrinden daha sade olan İsmâil Hakkı’nın dili ne halk şiirindeki kadar sade, ne de klasik şiirdeki kadar yabancı terkiplerle yüklü ve külfetlidir. Divanında yer alan şiirlerinde daha çok âyet ve hadislerden yapılan iktibaslara, ifadece değişik bir şekle soktuğu bazı atasözlerinden getirdiği irsâl-i mesellere, kısas-ı enbiyâ ve kerâmet-i evliyâya atıfla yapılan telmihlere rastlanmaktadır. Mütevazi mizacı şiirlerine mahzun ve kırgın bir ruh haliyle yansımıştır. İrşad ve tedris faaliyetleri esnasında gittiği bazı bölgelerde yöre halkının gösterdiği duyarsızlıktan mustarip olmuş, bu duygularını şiirlerinde çok defa zamaneden şikâyetle dile getirmiştir.
İsmâil Hakkı’nın şiirlerinde vahdet-kesret alâkası, vahdet denilen şeyin kesretin zevali olduğu, Allah’ın bütün mahlûkat üzerinde isim ve sıfatlarıyla tecellisi, en güzel ve en mükemmel yaratık olması itibariyle insanda ism-i a‘zamın tecelli ettiği dile getirilir. Allah güzel olduğu için kâinatın da güzel olduğu, görünen bütün âlemin O’nun vahdet aynasındaki gölgesinden ibaret bulunduğu, kâinattaki bütün mevcûdat Allah’ın varlığı ve birliğinin delili olduğuna göre ilâhî kudreti ve vahdeti hissetmeden sadece varlığı temaşa etmenin putperestlik demek olacağı gibi tasavvufun temel görüşleri etrafında döner. Aynı zamanda tasavvufî terbiye ve tarikatın bu husustaki önemli rolü, mürşid-i kâmil ve mürîd-i sâdıkın vasıfları, sûfîlere ait hal ve makamların tasnifi, tevhid ve zikrullah, Allah’ın isim ve sıfatları, Hz. Muhammed ve diğer bazı peygamberlerin özellikleri, zühd ve irfan arasındaki fark konuları üzerinde durur.
İsmâil Hakkı’nın mûsiki ile de ilgilendiğini, bazı el yazması güfte mecmualarında eserlerine rastlandığını ve özellikle Duhânî Şerif Çelebi’nin İsmâil Hakkı’ya ait çok sayıda güfteyi bestelediğini de zikretmek gerekir.
Edebî Eserleri. 1. Divan. Şeyhi Osman Fazlı’nın oğlunun 1085’te (1674) doğumu için düşürdüğü tarih manzumesiyle ilk defa Hakkî mahlasını kullandığını söyleyen İsmâil Hakkı, eserinin dîbâcesinde belirttiğine göre divanı 1098’den (1687) bu yana yazdığı şiirlerden meydana gelmektedir. Elde mevcut üç yazmasından en zengini diğer eserlerinden bazılarının da yer aldığı mecmua içindedir (Beyazıt Devlet Ktp., nr. 3504, vr. 8a-94b). Toplam beyit sayısı 3153 olan bu nüshadaki şiir mevcudu 360 gazel, on bir tanesi hece vezniyle altmış altı ilâhi, elli dört rubâi, elli müfred, bir mesnevi, bir tahmîs, iki terkibibend, bir terciibend ve değişik şekilli on dokuz manzumeden ibarettir. Divanda ayrıca on yedi Arapça ve iki Farsça şiir bulunmaktadır. Divanın diğer iki yazmasından biri Süleymaniye (Hâşim Paşa, nr. 77), diğeri Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler (Genel, nr. 745) kütüphanelerinde kayıtlı olup ilkindeki beyit sayısı 3034, ikincisinde 2283’tür. Divanın her ikisi de Beyazıt Devlet Kütüphanesi nüshasına dayanan iki baskısı yapılmıştır (Bulak 1257; İstanbul 1288). Bu üç yazma nüshası üzerinden tenkitli metni Murat Yurtsever tarafından doktora tezi olarak hazırlanmış (İsmâil Hakkî Divânı [İnceleme-Metin], Bursa 1990) ve inceleme kısmı yeniden düzenlenmek suretiyle basılmıştır (bk. bibl.).
2. Mi‘râciyye. 1121’de (1709) Bursa’da yazılan 477 beyitlik manzume sanatlı ifadesi, muhteva zenginliği ve dile getirdiği yüksek duygularla edebiyatımızın diğer mi‘râciyyeleri arasında seçkin bir yere sahiptir. Çeşitli nüshaları içinde Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’ndeki (Genel, nr. 124) müellif hattı ile olan tezhipli yazma yanında yine kendi yazısıyla olan bir diğer nüsha (TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 1790, vr. 66b-82b) özellikle kaydedilmeye değer. Eserin 1267’de (1851) İstanbul’da yapılmış bir baskısı vardır. Mesnevi şeklinde yazılan eserin diğer mi‘râciyyelerle birlikte işlediği motifler bakımından karşılaştırmalı olarak tahlil ve değerlendirmesi Metin Akar tarafından yapılmıştır (Türk Edebiyatında Manzum Mi‘râc-nâmeler, s. 171-172; ayrıca bk. İndeks).
3. Manzûmât. İsmâil Hakkı’nın 1117 (1705) yılında kaleme aldığı 150’yi aşkın manzumesini kendi el yazısı ile kaydettiği bu mecmua Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Hâlet Efendi, nr. 789, vr. 222b-252b). Çeşitli eserlerinde dağınık olarak yer alan şiirleri ise Mahmud Nâsıh tarafından bir araya getirilmiştir (Sübhatü’s-sâlikîn, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Ktp., Genel, nr. 1700).
Şerhleri. 1. Ferâhu’r-rûh. Yazıcıoğlu Mehmed Efendi’nin Muhammediyye adlı eserine yaptığı geniş hacimli şerhtir. 1105’te (1694) kaleme alınan şerh İsmâil Hakkı’nın en çok aranan, yazma nüshaları ve baskıları en fazla olan eseridir. Müellif hattı ile nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan şerhin (Genel, nr. 59-61) toplam altı baskısı yapılmıştır (Bulak 1252, 1255, 1256, 1258; İstanbul 1274, 1294). Kitabın Latin harfleriyle sadeleştirilmiş bir yayını da vardır (Ferâhu’r-Rûh, haz. Mustafa Utku, İstanbul 2000).
2. Rûhu’l-Mesnevî. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Mes̱nevî’sinin ilk 738 beytinin şerhidir. Gördüğü rüyalar ve aldığı mânevî işaretler üzerine yaptığını belirttiği şerhe sık sık kendi şiirlerinden de parçalar katmıştır. Müellif hattı nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan (Genel, nr. 72-74) bu hacimli şerhin de ikişer cilt halinde yapılmış iki baskısı vardır (İstanbul 1285, 1287; eser üzerinde şu çalışmalar yapılmıştır: Muti Akkoyun, Rûhü’l-Mesnevî’deki Metod ve Mesnevî’nin İlk On Sekiz Beyti, yüksek lisans tezi 1985, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmet Sevgi, “İsmail Hakkı Bursevi’nin Mesnevi Şerhi’nde [I. cilt] Müellife Ait Manzum Parçalar”, 7. Millî Mevlânâ Kongresi (Tebliğler), Konya 1994, s. 43-48).
3. Kitâbü’l-Envâr. Doksan dokuz beyitlik bu kaside içinde geçen tasavvufî ıstılahların yine kendisi tarafından yapılmış şerhiyle birliktedir. Müellifin 1121’de (1710) kaleme aldığı eserin kendi hattı ile bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (Mihrişah Sultan, nr. 189). Nevin (Gümüş) Mete eser üzerinde doktora çalışması hazırlamış (İsmail Hakkî Bursevî’nin Diğer Eserlerine Müracaatla, Kitabü’l-Envar Şerhi ve Şerh Metodu, 1998, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), M. Murat Yurtsever de eseri bir makaleye konu etmiştir (“İsmâîl Hakkî Bursevî’nin Kitâbü’l-Envârı”, UÜ İlâhiyat Fakültesi Dergisi, VII/7 [1998], s. 279-296).
4. Şerḥ-i Naẓmü’s-sülûk. İbnü’l-Fârız’ın Naẓmü’s-sülûk (et-Tâʾiyye) adlı kasidesinin ilk dört beytinin şerhi olup müellif hattı nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Mihrişah Sultan, nr. 189/1).
5. Şerh-i Pend-i Attâr. Ferîdüddin Attâr’a isnat edilen Pendnâme’ye yaptığı geniş hacimli bir şerhtir. Müellif hattı nüshası Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler Kütüphanesi’nde bulunan şerh (Genel, nr. 68-69) çok rağbet görmüş olduğundan çeşitli yazma nüshaları bulunduğu gibi iki de baskısı vardır (İstanbul 1250, 1287). Eser üzerinde bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (Rafiye Duru, Bursalı İsmâil Hakkı’nın Şerh-i Pend-i Attar’ı [İnceleme-Metin], Ege Üniversitesi, 1998, Sosyal Bilimler Enstitüsü).
6. Şerh-i Ebyât-ı Hacı Bayrâm-ı Velî. Hacı Bayrâm-ı Velî’nin, “Çalabım bir şar yaratmış” mısraı ile başlayan manzumesinin şerhi olup müellif hattı nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlıdır (Esad Efendi, nr. 1521/1).
7. Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre. Yunus Emre’ye atfedilen iki şathiye ile iki ilâhinin şerhidir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1521/2, 4, 6, 7 [müellif hattı]).
8. Şerh-i Nazm-ı Ahmedî. İsmâil Hakkı’nın, şairinin hangi Ahmedî olduğunu bilmediğini belirterek şerhettiği hece vezniyle yazılmış yedi beyitlik bu şathiye Dukakinzâde Ahmed Bey’e (X./XVI. yüzyıl) aittir. Müellif hattı nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Mihrişah Sultan, nr. 189/1, vr. 103a-106a; Esad Efendi, nr. 1521, vr. 81b-86a). İstanbul’da basılan (1330) şerh, Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatçı tarafından da neşredilmiştir (Bitmemiş Ot Dibinde Doğmadıcak Bir Göcen: Şerh-i Nazm-ı Ahmed, Ankara 2000).
9. Şerh-i Nazm-ı Hayretî. Bu mutasavvıf şairin, “Sînemin bâğında bitmiş bir ağaçta dört dal” mısraı ile başlayan manzumesine şerhtir (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2749/5’tekinden başka Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Efendi’de üç nüshası daha vardır).
10. Şerh-i Ebyât-ı Hasan-ı Kādirî. Çağdaşlarından olduğu anlaşılan bu mutasavvıf şairin, “Bu gönül hem Hak’tadır hem anda Hak” mısraı ile başlayan manzumesinin şerhi olup İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki (TY, nr. 3339/3) nüshadan başka Süleymaniye Kütüphanesi’nde de iki nüshası mevcuttur.
BİBLİYOGRAFYA
İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, İstanbul 1333, IV, 314, 318, 429.
a.mlf., Kitâbü’s-Silsile, İstanbul 1291, s. 103.
Mecmûa, Millet Ktp., Ali Emîrî, Manzum, nr. 650, vr. 37b.
Ahidnâme-i Hakkī, İstanbul 1329, s. 14.
Safâyî, Tezkire, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2549, vr. 77a.
Belîğ, Nuhbetü’l-âsâr, s. 87.
Şeyhî, Vekāyiu’l-fuzalâ, II-III, 683.
Sâlim, Tezkire, İstanbul 1315, s. 227-229.
Râmiz ve Âdâb-ı Zurafâ’sı: İnceleme-Tenkidli Metin-İndeks-Sözlük (haz. Sadık Erdem), Ankara 1994, s. 81.
Müstakimzâde, Tuhfe, s. 126-127.
Sahaflar Şeyhizâde Esad Efendi, Bağçe-i Safâ-endûz, İÜ Ktp., TY, nr. 2095, s. 35.
Hammer, GOD, IV, 135-137.
Fatîn, Tezkire, s. 62-63.
Mehmet Ali Ayni, Isma’il Hakkı, philosophe mystique, Paris 1933, s. 89-91.
a.mlf., Türk Azizleri I: İsmail Hakkı, İstanbul 1944, s. 223-237.
Ergun, Antoloji, I, 148.
TYDK, III, 644-645.
Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 554, 573.
Sakıb Yıldız, L’exégète turc İsmaʿil Haḳḳī Burusawī. sa vie, ses oeuvres et la méthode dans son tafsīr Rūh al-Bayān (doktora tezi, 1972), Sorbonne Université, tür.yer.
Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum Mi‘râc-nâmeler, Ankara 1987, tür.yer.
Abdurrahman Güzel, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara 2000, s. 417-420.
İtikadî Görüşleri. Akaid konularında genellikle Ehl-i sünnet’e mensup olduğunu söyleyen İsmâil Hakkı Bursevî tasavvufta Muhyiddin İbnü’l-Arabî ekolüne bağlı olduğundan bilgi bahsi, ulûhiyyet, nübüvvet ve âhirete ilişkin meselelerde farklı görüşler benimseyip Sûfiyye akaidinin temsilcileri arasında yer alır. Ona göre “Ehl-i sünnet” kavramı Hz. Peygamber’in, ashabın ve tasavvuf erbabının sünnetine tâbi olanları ifade eder; “ehl-i bid‘at” ise bunlara muhalefet edip cüz’î akla uymayı benimseyenleri anlatır. Böylece İsmâil Hakkı sünnetin kapsamına meşâyihin görüş ve davranışlarını da dahil eder (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, I, 169; IV, 192). Bursevî’nin belli başlı itikadî görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:
Bilginin zâhirî kaynakları yanında bâtınî kaynakları da mevcut olup bunlar vahiy ve ilhamdan ibarettir. Ledünnî veya keşfî adı verilen bu bilgilere sadece amel-i sâlih işleyen takvâ sahipleri ulaşır. Vahiy ve ilham, doğrudan doğruya Allah’tan alınması bakımından aynı olmakla birlikte edebe riayet etmek amacıyla vahyin peygamberlere, ilhamın ise velîlere mahsus olduğu söylenir. Kişi kemale erince ilâhî feyizleri almaya elverişli hale gelir ve açık bir şekilde Allah’tan bilgi aldığını farkeder. Bunun Allah’tan geldiğini bilmek için başka bir bilgiye de ihtiyaç duymaz. Bu tür bilgiyi reddetmek insanı cehenneme götüren davranışlardan birini oluşturur (a.g.e., II, 285; V, 271, 275; VIII, 344). Keşif ve ilham yoluyla elde edilen bilgiler peygamberlerin tebliğleriyle ilgili tereddütleri ortadan kaldıran bir mahiyet arzeder. Nitekim keşfen sabit olan bir hadis, isnad zincirinin bulunmamasına rağmen hadisçilerin rivayet ettiği hadisten daha sahihtir, zira keşif ehli hadisi doğrudan doğruya Hz. Peygamber’den alır (İsmâil Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî, s. 10). Keşfî bilgiler naslarda haber verilen gayb âlemiyle ilgili problemlerin çözülmesinde de kullanılabilir (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, IX, 185).
Allah’ın zâtı ve sıfatları konusunda bilgi edinmek için en önemli kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu alanda kesin bilgiye ulaşmak, ilâhî isimleri sürekli zikredip bütün benliğiyle bu noktada yoğunlaşmak sayesinde mümkün olur. Bunu tam olarak gerçekleştiren kişinin kabiliyetine göre ilâhî isimlerle ruhu arasında bir ilişki meydana gelir, ilâhî ve kevnî sırlara dair bilgilere ulaşır (a.g.e., III, 307). İlâhî feyizlere mazhar olan kişi sonunda Allah’tan başka hiçbir varlığın bulunmadığını, kâinatın ilâhî tecellilerden ve mâsivânın hayallerden ibaret olduğunu anlar. Tevhidin hakikati olan “lâ mevcûde illallah” derecesinde bulunan kişi öyle bir makama yükselir ki onda kul rab olur ve her şeyi Allah ile aynı görür. Bu noktaya erişen insan kendini yokluk mertebesinde bulur, böylece Allah ile halvet hali gerçekleşir ve kenz-i mahfî adı verilen ilâhî bir makam zuhur eder. Vahdet makamı olan bu halde kulun varlığı ortadan kalkar ve sadece Allah’ın varlığı kalır (a.g.e., VI, 402; İsmâil Hakkı Bursevî, Kitâbü’l-Hitâb, s. 162-163; a.mlf., Kenz-i Mahfî, s. 155).
Tevhidin “lâ ilâhe illâ hû, lâ ilâhe illâ ente, lâ ilâhe illâ ene” şeklinde üç mertebesi bulunduğu gibi şirkin de açık, gizli ve en gizli üç derecesi vardır. Açık şirk puta tapmaktır. Bundan kurtulmanın tek yolu tevhiddir. Gizli şirk, dünyaya ve nefis arzularına meylederek rubûbiyyetin dışındaki şeylere iltifat etmektir. Bundan kurtulmanın yolu “bir”i “bir” için “bir”le birlemektir (vahdâniyet). Gizli şirk seçkin kullar için söz konusudur. En gizli şirk ise Allah’tan başka varlık görmek ve benliğin mevcudiyetine inanmaktır. En seçkin kullara ait olan bu şirkten kurtulmak nâsûtiyyeti yok edip lâhûtiyyette bekā bulmakla (vahdet) mümkündür (İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, II, 219).
İlâhî isim ve sıfatlar, Allah’ın yaratıklarla ilişki kurmasını sağlayan ve zâtıyla yaratıkları arasında bir tür perde fonksiyonu gören vasıtalardır. Esasen Allah için biri ahadiyyet, biri de vâhidiyyet olmak üzere iki mertebe vardır. Birincisinde Allah her türlü nitelikten müstağni olan mutlak varlıktır. İkincisinde ise isim ve sıfatlar alarak kulları tarafından bilinmesi mümkün hale gelir. İsimler ve sıfatlar tevkīfîdir. İlâhî kelâm harf ve seslerden oluşmadığı halde Hz. Mûsâ duyduğu kelâmın Allah’a ait olduğu konusunda zaruri bir bilgiye sahip kılınmış, sanki bütün varlığıyla onu algılamıştır. Âhirette de ilâhî kelâmın duyulması bu şekilde gerçekleşecektir (a.g.e., VI, 322). Haberî sıfatlar mecazi anlam taşır. Allah zâtıyla değil zâtının nurları ve sıfatlarının tecellileriyle her yerde mevcuttur. Allah, zâtını ve sıfatlarını yaratıklara tanıtırken azamet ve kibriyâ konusunda zihinlerinde oluşan kavramları seçmiş ve kibriyâsını anlatırken arştan söz etmiştir. Velî kullarının kalpleri onun arşıdır, bütün sıfatlarıyla onlara istivâ etmiştir (a.g.e., I, 403-404; V, 365; VI, 101; VIII, 166).
Mutlak olarak bütün oluşlardan sıyrılmak anlamında tam bir “insilâh” vuku bulup beşeriyet halinin yok olmasından sonra insanın Allah’ı dünyada kalp gözüyle (basîret) görmesi mümkündür. Peygamberler, hatta velîler bu dünyada Allah’ı kalp gözüyle görmüşlerdir. Madde âlemini aşan Hz. Peygamber ise cisim sûretine bürünen sırrı ve ruhuyla, yani basar ve basîretiyle keyfiyetsiz olarak rabbini görmüştür. Allah’ın rüyada görülmesi de mümkündür, zira rüyada gören göz değil kalptir. Nitekim seleften pek çok kimsenin Allah’ı rüyada gördüğü nakledilmiştir (a.g.e., III, 77-80, 232; V, 122; IX, 222). Âhirette herkes Allah’ı inandığı gibi, insân-ı kâmil olanlar ise tam olarak göreceklerdir.
Peygamber, ilâhî feyizleri vasıtasız bir şekilde alma kabiliyetine sahip olan kimsedir. İnsanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmasının mânası da budur. Bütün insanlar Allah’ı bilmek için aklı kullanmakta eşit oldukları halde peygamberler kalplerinde açılan bir yolla vahiy alarak diğer insanlardan ayrılır. Peygamberlerin hepsi insanları inkâr, şirk, bilgisizlik, kötülük ve ahlâksızlıktan kurtarıp Allah’ın varlığını ve birliğini, bilgi üretmeyi, iyilik yapmayı ve erdemli olmayı öğretmek suretiyle onları yüce değerlerle bezemişlerdir. İlâhî kitapların özeti bundan ibarettir (a.g.e., I, 181, 224, 439; IV, 425; V, 257; VI, 323; VIII, 228). Allah’ın peygamberleri göndermesinden maksat Hz. Muhammed’in varlığıdır. Önce gönderilen peygamberler insanlara onun nübüvvetini müjdelemeye yönelik bir hazırlık safhası teşkil etmişlerdir. Zira ilk defa “akl-ı evvel” veya “felek-i a‘lâ” diye de bilinen Hz. Muhammed’in ruhu yaratılmıştır. Yaratıkların ilki ve aslı olduğundan ona ümmî denilmiştir. Ölüleri diriltmek gibi pek çok mûcizesi vardır. Çelişki taşımayan Kur’an gibi hacimli bir kitabı getirmesi onun ilmî mûcizesini oluşturur. Ebeveyni diriltilmiş ve ona iman ettikten sonra tekrar âhirete intikal etmiştir.
Resûlullah örfî anlamda son peygamber olmakla birlikte nübüvvetin “Allah’tan haber vermek” şeklindeki asıl anlamı dikkate alınırsa peygamberlik kıyamete kadar devam edecektir. Hâtemü’n-nebiyyîn oluşu nübüvvetinin çocuklarına intikal etmediği anlamına gelir. Allah’tan doğrudan haber alanlara, Cebrâil vasıtasıyla vahye mazhar olanlar tarzındaki örfî anlamıyla nebî değil velî denilir. Şu halde gerçek anlamda nübüvvet sona ermeyip ümmet içindeki velîler aracılığıyla devam etmektedir (a.g.e., I, 217; II, 245; III, 253, 255; VII, 187; IX, 501). Her mümin bir velîdir, ancak velâyetin en yükseği fenâ mertebesine erişip Allah’la bekā bulmaktır. Hz. Peygamber’in vârisi olan velîler kâinatın mânevî direkleridir. İnsan ruhu bedenini terkedince ceset çürüyüp dağıldığı gibi velâyet sona erip artık velî zuhur etmeyince kâinat dağılacak ve kıyamet kopacaktır. Allah’a ve peygamberlere imanın yanı sıra velîlere de inanmak gerekir. Kesbî olduğu zannedilirse de esasen nübüvvet gibi velâyet de vehbîdir. Vasıtasız bir şekilde Allah’la irtibat kuran velîlerin getirdikleri bilgilere “ilham âyetleri” veya “bâtınî vahiy” denilir. Peygamberler müstakil bir şeriat getirdikleri halde velîler bu şeriatı açıklayıcı bilgilere mazhar olurlar. Peygamberlere gelen vahiylere iman etmek gerektiği gibi müminlerin bunlara da inanması gerekir. Meleklerle daima irtibatlı olan velîler bu sayede gaybı bilirler, hatadan korunmuş olup bütün varlıklar emirlerine âmâde olur. Kerametler hem velâyeti hem de Hz. Peygamber’in nübüvvetini kanıtlar. Kerametlerin en önemlisi ilmî olanıdır, zira hârikulâde olaylardan ibaret olan kevnî kerametlerin benzerleri Ehl-i kitabın ruhbanları veya doğuştan güçlü bir ruhî yapıya sahip kılınan kişiler tarafından da ortaya konabilir. Mârifetullaha ilişkin bilgilerle insanları irşad edip sâlih birer kul haline getirmek ise en büyük ilmî keramettir (a.g.e., III, 316, 333, 355-356; IV, 51, 56, 61-62, 80-81, 205, 225, 447; V, 268, 393; VII, 70, 105, 407; VIII, 39, 264, 470; IX, 12; X, 12-13, 201).
Müstakil bir cevherden ibaret olan ruh ölümden sonra da mevcudiyetini sürdürür. Nasların haber verdiği âhiret âleminin gerçek olabileceğini kabul etmek aklın gereğidir. Allah ölenleri kabirlerinde diriltir ve nimetle azabı hissetmelerini mümkün kılacak şekilde onlara hayat verir, böylece onlar sorulan soruları anlayıp cevap verecek bir hale gelirler. Ölüm insanların aklî melekelerinde bir değişiklik meydana getirmez, çünkü aklî melekeler ruha ait niteliklerdir. Bazı büyük sûfîlerin söylediğine göre cehennem ehli azap görürken zaman zaman Hz. Peygamber’in şefaatinin bereketiyle uyuyarak azaptan kurtulurlar ve bu onlar için büyük bir rahmet olur. Keşfen bilinen bu husus uzak bir ihtimal değildir. Kâfirlerin bedenleri ve ruhları uzun devirler boyunca yandıktan sonra gerçeği görmelerine engel olan perdeler kalkar, böylece âriflerin dünyada gördükleri cemâlin izlerini görürler. Bu onların, içinde bulundukları azabın hafiflemesine vesile olur. Zira cemâlin izlerini müşâhede ederken yanmak nerede ise hissedilmez. Hz. Yûsuf’un güzelliğini seyreden kadınların ellerini bıçakla kestikleri halde acı hissetmeyişleri bunu kanıtlayan örneklerden birini teşkil eder (a.g.e., I, 258; II, 94; III, 69, 70; IV, 461; V, 479, 485; VII, 415-416, 457; VIII, 423; IX, 126, 205).
Hakkında had cezası ve açık azap haberi bulunan günahlar büyük günahlardır. Bütün günahlar nefsin arzularına uymak ve dünyayı sevmekten kaynaklanır. Haramlara ve helâllere dair hükümleri reddetmek, Hz. Peygamber’in yanı sıra diğer peygamberlerle alay etmek veya onları küçümsemek, velîleri inkâr etmek ve ilâhî buyrukları meşakkatli bulmak tekfir edilmeyi gerektiren hususlardandır (a.g.e., I, 179; II, 348; III, 394; IV, 68).
Büyük çapta Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tesirinde kalan İsmâil Hakkı Bursevî’nin, keşfi hemen hemen vahiyle eşdeğer sayması ve bütün dinî meselelerin çözümünde kullanılabilecek kesin bir bilgi kaynağı olarak kabul etmesi, vahdet-i vücûd teorisine gerçek tevhid nazarıyla bakması ve bu konuda sahih olmayan bazı rivayetlere dayanması, gerçek anlamıyla nübüvvetin sona ermediğini savunup peygamberle velîleri paralel çizgilerde telakki etmesi, kâfirlerin cehennemde zaman zaman azaptan kurtulabileceklerine ve bir şekilde ilâhî cemâli müşâhede edebileceklerine keşfe dayanarak inanması, onun genel çerçevede Ehl-i sünnet akaidinden ayrıldığı noktaları oluşturur. İsmâil Hakkı’nın zâhirî mânadan mecazi mânaya gitmemek gerektiğini savunmasına rağmen görüşlerini kanıtlamak için nasları çok defa uzak te’villere tâbi tuttuğu dikkatten kaçmamaktadır. Döneminden itibaren gerek tasavvuf çevrelerinde gerekse medreselerde eserleri okunduğundan İsmâil Hakkı’nın etkilerinin oldukça yaygın olduğunu söylemek mümkündür. İlâhiyyât konularına ilişkin görüşleri İbrahim Çapak tarafından incelenmiştir (bk. bibl.).
|