İslâm’da asıl olan bir Müslümanın dinin gereklerine uygun olarak yaşamasıdır. Bu açıdan bakıldığında bir mezhebe tabi olmanın zorunlu olduğu söylenemez. Ancak inanan insanın ibadetlerini ve diğer dinî yaşantısını bir düzen ve tutarlılık içinde sürdürmesi için bir mezhebe bağlanarak onun kurallarını uygulaması ona bir kolaylık sağlamaktadır. Mezheplerin dinin doğru anlaşılması, yorumlanması ve uygulanması çabalarının bir ürünü olduğu düşünüldüğünde bir fıkhî mezhebin “din” olarak görülemeyeceği açıktır. Bununla birlikte mezhebin dinî bir oluşum olduğunda da kuşku yoktur. Hz. Peygamber devri de dâhil olmak üzere mezheplerin teşekkülünden önceki dönemde insanlar dinî-hukuki meselelerinin çözümü için istedikleri bir müctehide başvurabiliyor, müctehidler arasında ayrım yapmıyorlardı. Mezheplerin kurumsal yapıya kavuşmasından sonra mezhebe bağlılık olgusu da gündeme gelmeye başlamış, bu konuda farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur. Âlimlerin bir kısmı tarafından dinî hayatta keyfi davranışların önüne geçeceği düşüncesiyle fakih olmayan kimselerin belirli bir mezhebe tabi olmalarının gereği üzerinde durulmuştur. Buna karşılık bazı âlimlerce mezhebe bağlanmanın gerekliliğini destekleyecek herhangi bir nas ya da uygulamanın bulunmadığı gerekçesiyle bu görüşe itiraz edilmiş, dileyenin güven duyduğu fakihe danışarak onun ictihadına göre hareket edebileceği dile getirilmiştir. Bunun yanında “Avamın mezhebi olmaz, onun mezhebi müftünün fetvasıdır” denilerek fıkıh bilgisi olmayan halkın (avamın) bir mezhebi tercih etmesinin ilmî yönden bir değer taşımadığı da öne sürülmüştür. Zira farklı ictihadlar arasında tercihte bulunabilmek için de belli düzeyde bilgiye sahip olmak gerekir. Dolayısıyla bu gibi kimseler dinî ve hukuki problemlerini bir bilene (fakih veya müftî) danışır ve onun cevabına göre amel ederler. Nitekim ayet-i kerimede de “Eğer bilmiyorsanız bilgi sahibi olanlara sorun” (en-Nahl 16/43) buyrularak bilgi sahibi olunmayan hususlarda izlenmesi gereken yola dikkat çekilmiştir. İlkesel olarak bir Müslümanın herhangi bir mezhebe bağlanmadan meselelerini bireysel çaba ve araştırmalarıyla çözümlemesi, dinî hayatını buna göre düzenlemesi mümkündür. Ancak üst düzey Kur’ân, sünnet ve fıkıh bilgisi gerektiren böyle bir yöntemin uygulanması pratikte oldukça zor görünmektedir. Bu yüzden dinî bir gereklilik değilse de amelî hayatta kolaylık ve iç disiplin sağlaması bakımından bir mezhebe bağlı olmak tabii bir durumdur. Oluştuğu dönemden bugüne, Müslümanlar bir mezhebi taklid ederek dinî yaşantılarını düzen ve tutarlılık içinde sürdürmüşlerdir. Asırlar içinde müctehidlerin ilmî ve zihnî çabalarının ürünü olarak ortaya çıkan fıkhî birikimden yararlanmak büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Bununla birlikte mezheplerin hükümleri bağlayıcı olmayıp açıklayıcı hükümlerdir. Dolayısıyla bir kimsenin istediği mezhebin görüşünü uygulamasında bir sakınca bulunmamaktadır.Bir kimsenin bağlı olduğu mezhebi değiştirmesi de konunun diğer bir boyutudur. Kişinin bir mezhebe bağlılığında içine doğup büyüdüğü aile ortamının, coğrafi ve sosyal çevrenin etkisi büyüktür. Bir kimse zaman içinde çeşitli ihtiyaçların sonucu ya da kişisel tercih olarak mezhebini değiştirmek isteyebilir. Bu konuda olumsuz görüş bildirenler bulunmakla birlikte, tarihî süreçte tabi olduğu mezhebi değiştiren pek çok âlimin varlığı da bilinmektedir. Örneğin Abdülaziz b. İmrân el-Huzâî Mâlikî iken Şâfiîliği, Tahâvî Şâfiî iken Hanefîliği, Hatîb el-Bağdâdî Hanbelî iken Şâfiîliği, İbn Fâris Şâfiî iken Mâlikîliği tercih etmiş âlimlerdir. Bu ve benzerleri, kişinin bağlı olduğu mezhebi değiştirmesinin mümkün ve caiz olduğunun somut örnekleridir.
__________________
Yunusça sevgimizden anlamayana cevabımız Yavuzca olacaktır...
|