Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Anlam Boşluğu
Tekil Mesaj gösterimi
  #1  
Alt 17.02.17, 02:16
aşk - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
💜aşk aşk isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Vefalı Üye
 
Üyelik tarihi: 08.10.14
Bulunduğu yer: Eski Zelanda
Mesajlar: 28,495
Etiketlendiği Mesaj: 136 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart Anlam Boşluğu

Şimdi özellikle Türkiye’de iki binli yılların gençliğine baktığım zaman – şu anda ben gençlerle çok yakından ilgili bir kliniğin direktörlüğünü yürütüyorum- çok ciddi bir anlam boşluğundan muzdarip olduklarını görüyorum. Bu insanlar bir dönem ağabeylerinin ablalarının uğruna yola düştükleri ülkülerden, ideallerden çok uzak görünüyorlar. Buna kimileri apolitikleşme diyor, fakat bence bütün dünyada insanlık, hayatın giderek maddileştiği bir dönemden geçiyor. İnsanlığın ortak değerleri, ortak idealleri günbegün kaybediliyor ve hayat maddileşiyor. Marx’ın bir aforizması vardır, çok bilinen bir aforizması: “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey profanlaşıyor”diyor. Hakikaten kutsal olan şeylerin de profanlaştığı ve hayatın özünü kaybettiği bir zaman dilimine doğru yol alıyoruz. Buna Batıda kimi yazarlar: “Yakın ilişkilerin ölümü, mahremiyetin ölümü” diyorlar. Artık insanlar günbegün daha az vakit ayırıyorlar birbirlerini dinlemeye, paraya tahvil edilemeyen şeyler giderek daha değersiz addedilmeye başlıyor. Mesela, anne-babalık. Bugün Batı dünyasına baktığınız zaman paraya tahvil edilebilir bir şey olmadığı için hükmünü, değerini giderek kaybediyor. İyi dost olma, iyi ahbap olma, yaren olma, “kalpten kalbe bir yol vardır bilinmez” diyor ya Neşet Ertaş türküsünde, işte o kalpten kalbe giden yol günümüzde günbegün kaybediliyor. Neden? Çünkü, iyi bir dinleyici olmanın çoğu zaman size getirisi yok; zaman kaybı, bir bakış açısından bakarsanız.



Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve hayatın maddileştiği bir zaman diliminde anlam üzerine konuşmak gerçekten her zamankinden daha fazla anlamlı.



Anlam biz psikiyatrları çok ilgilendiriyor dedik, çünkü hayatımızı şekillendiren, ona bir biçim, bir renk, bir tat veren şey anlam duygusunun ta kendisini. 1940’lı yıllarda ömrünün bir kısmını Nazilerin toplama kamplarında geçirmiş Viyana doğumlu ünlü bir psikiyatr vardır- beş altı yıl önce vefat etti.-: Viktor Frankl adında. O, logoterapi isminde bir psikiyatri ekolü kurmuştur. Temel meselesi, hayatın anlamdan muaf olamayacağı meselesidir ve insanların bugün yaşadığı sıkıntıların temelinde bu anlam boşluğunun yattığını söyler Frankl. Çok acı bir tecrübe yaşamıştır bu kişi bu toplama kamplarında Auschwizt’te. Eşini, anne-babasını kaybetmiştir, onlar fırınlarda yakılmışlardır. Orada psikiyatri, psikoloji, psikanaliz bilgisinin verdiği bilgiyle insanları gözlemiştir ve -bütün kitaplarının özetini birkaç cümleye sığdırmak gerekirse- şunu söyler: “Bu kamplarda hayata anlam ile tutunan insanlar ayakta kaldı ama direnmeyi ve ümit etmeyi bırakanlar, kendilerini o totaliter aygıtın pençesinde aciz, zavallı varlıklar olarak gören kişilerin çoğu öldü, direnmedi, hayatını kaybetti.” Bir insan sizi tutup zorla idama götürürse elbette ona anlam duygusuyla direnme şansınız yok ama hayatta kalma şanslarına sahip olduğu halde kim hayatta kaldı kim hayatta kalamadı sorusuna; Frankl, bu cevabı veriyor. “Tünelin sonunda her zaman bir ışık gören, hayata ümitle ve anlam duygusuyla bağlanan insanlar buralarda hayatta kaldı” diyor.



Hayatımıza anlam duygusu bir yön verir dedim. Anlam duygusunun psikolojik olarak bizde dört temel ihtiyacı sağladığını söyleyebiliriz. Bunlar: Anlam duygusu sayesinde hayatımızda bir gayeye sahibi oluruz, hayatımıza gaye belirleriz. Bir başkası, değerler sahibi oluruz, anlam duygusu bize değerlere sahip çıkmayı telkin eder. Kendi öz değerimizi yine bir anlam duygusundan devşiririz. Bir de hayattaki etkinliğimizi, verimliliğimizi, hayatta bir şeyleri kontrol altında tutup değiştirebileceğimiz duygusunu, yine biz anlam duygusu ile sağlarız. Eğer anlam duygusundan yoksun, yani bir anlam boşluğu içindeysek bunu da tuhaf yöntemlerle doldurmaya çalışabiliriz. Kimse aslında anlam boşluğu içinde olmak istemez ama hayatını anlamlandırmakta güçlük çeken insanların çoğu zaman yanlış anlam sağlayıcılara yöneldiğini de görebilirsiniz. Bunlar arasında günümüz dünyasında çok yaygın olan kimyevi maddelere bağımlılık; ekstaziydi, esrardı, eroindi, bu tür maddelere bağımlılık kesbederek, kişinin bilincini bulandırması ve böylece kendisi için evreni daha anlamlı kılmaya çalışması, yahut daha fanatik ve sekter ideolojilere tutanarak hayatı kendince daha anlamlı kılmaya çalışması örnek olarak verilebilir. Dünyada bir şeyin daha biz psikiyatrları, psikologların, ruh sağlığı çalışanlarının ilgisini çekmesi gerekir, ilginç bir değişime tanıklık ediyoruz: Anlam duygusunu sağlayan klasik, tradisyonel, geleneksel bir takım değer üsleri giderek çözünüyor, kayboluyor. Nedir bunlar? Mesela bir dönem din insanlar için anlam sağlayıcı bir değerdi. İnsanlar hayatlarının anlamını Tanrının sözlerine bakarak yahut daha önceki dini toplulukların yapıp ettiklerine bakarak yordayabiliyorlardı. Din anlam sağlayıcı değerini günümüzde giderek kaybediyor. Bunu iyidir ya da kötüdür anlamında söylemiyorum, bir sosyolojik vakıaya işaret etmek istiyorum. Tradisyon, gelenek yine anlam sağlayıcı değerini giderek kaybediyor. Tradisyon dediğimiz zaman, geçmiş nesillerin olayları yapıp etme biçimine verdiğimiz ad bu. Yani bizden önceki nesiller olaylar karşısında nasıl tepki veriyorlardı? Biz nasıl tepki veriyoruz? Acaba bizim verdiğimiz tepkiler bizden önceki nesillerin sürekliliğini taşıyor mu içinde, yani biz dünyayı atalarımız ve dedelerimiz gibi mi yorumluyoruz yoksa çok farklı biçimlerde mi yorumluyoruz? Bu da yine önemli bir şey. Aile, yine günümüzde giderek çözünen bir değer. Batıda tek ebeveynli ailelerin sayısında çok ciddi bir tırmanma var. Yani çocuk ve anne ya da çocuk ve baba şeklinde, giderek daha fazla aile ile karşılaşıyoruz. Boşanmaların oranında çok büyük bir artış var yine. Çünkü insanların hayattan beklenti düzeyleri çok daha fazla ve kimse bir başkası için de fedakarlık yapmaya kendini çok hazır hissetmiyor. Diğerkamlığın, altruizmin, fedakarlığın da giderek kaybolduğu bir dünya içerisinde yaşıyoruz aslında. Dolayısıyla geleneksel anlam sağlayıcılar bir çözülmeye uğradığında, bir kayboluşa doğru gittiğinde ne oluyor? Nasıl dolduracağız bu boşluğu? İşte bütün dünyada gözlenen bir şey var; ben bunu Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa gözlüyorum, görüyorum, sizler de Türkiye’deki gazete yazarlarına bir bakarsanız ben vurgusuyla yazan insanların sayısında giderek çoğalma olduğunu göreceksiniz. Yani akşam yediği pırasadan bahseden, yeni tanıştığı erkek arkadaşından bahseden, kendi hayatının bir sürü önemli-önemsiz detayını büyük bir hikmet kırıntısı olarak okurlarıyla paylaşan çok sayıda gazete yazarı türedi Türkiye’de. Yani fikirler yok, yapılıp-edilmiş önemsiz, gündelik işler var. Bir “ben kültürü”nün yükselişine tanıklık ediyoruz. Gençlerle konuştuğumu zaman çok ilginç şeyler yakalıyorum onların sözlerinde: “Ben” diyor, “Ben şöyle yapıyorum, Ben böyle yapıyorum”diyor, başka insanları anlamaya ya da dinlemeye çok az yer ayırdığını görüyorum gençlerin bir kısmının. Genellikle hayatı kendilerinden ve kendi deneyimlerinden başlatıyorlar. Bir önceki neslin deneyimlerini taşıyamıyorlar, öğrenmemişler, çok fazla kitap da okumuyorlar, dolayısıyla hayatı sadece kendi deneyimlerinden ibaret olaylar yumağı olarak görüyorlar ve kendilerini de o yumağın merkezine yerleştiriyorlar. Yıllar önce bir televizyon programında deprem sonrası konuşulurken şöyle bir şey seyretmiştim: “Siz ne hissettiniz ülkemiz için, toplumumuz için?” diye bir soru sorulmuştu bir gence. Mikrofonu alır almaz “Ben çok korktum, benim kardeşim de çok korktu.”dedi. Ben şöyle haber aldım olayı, akabinde şöyle yaptım diye devam etti. Yani toplum için hissettikleri, ülke için hissettikleri sorulan genç, birden kendi yaşantısına döndü ve kendisini anlatmaya başladı. Burada işte anlam kaynağı olarak insanlığın giderek kendisine, kendi benliğine döndüğünü görüyoruz. Genelde Batı toplumu, biraz gecikmeli olarak da Türkiye toplumu anlam kaynağı olarak kendi bireysel benliklerine yönelmiş insanlarla dolmaya başladı. Yani “Ben yapıyorsam doğrudur, ahlakın kaynağı benim, bir başkasına ihtiyaç duymuyorum, bir başka moral felsefeye, ahlakî kılavuzluğa ihtiyacım yok, bir yol gösterici olarak dine ihtiyacım yok, bir ideolojinin kılavuzluğuna ihtiyacım yok, insanlığın kadim eski değerlerine ihtiyacım yok, ben kendim davranışlarımın yegane meşrulaştırıcısıyım, benim için iyiyse; ben iyi olduğunu düşünüyorsam iyidir.” İşte geleneksel kurumların çözülmesiyle ortaya çıkan o boşluk, günümüzde benliğin yükselişiyle, ön plana çıkmasıyla doldurulmaya çalışılıyor. Neden benliklerimize ihtiyaç duyuyoruz bu konuda? Çünkü bir meşrulaştırıcı gerekiyor bize, bir seçim yaptığımızda, seçimlerimiz çoğu zaman ahlaki seçimler de olabiliyor. Seçim yapmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Evet demek bir başka şeye hayır demektir. Dolayısıyla seçimlerimizin moral, ahlakî bir arka planı olması gerekiyor. “Benim için doğru olan seçim doğrudur.” diyebiliyorsam, benliği bir anlam kaynağı olarak görüyorsam o zaman çok rahatlıkla bazı seçimleri yapabiliyorum. Bu çok tehlikeli bir gidiş, bu bireyciliğin artık zirve noktalarına varması. Bireycilik bir yönüyle fena bir şey değil, insanın kendi arzusunu, hayallerini, iradesini harekete geçirmesi kötü bir şey değil, geçmişin kurumları da bütünüyle masum kurumlar değildi. Tradisyonlar, geleneklere dayalı bazı kurumsal öğeler, millet gibi, aile gibi, din gibi vasıtalar da yer yer insanlar üzerinde çok baskıcı olabiliyordu. Geçmişin insanları belli bir rolün içine doğuyorlardı. O rolün dışına çıkmak, o rolü zorlamak çoğu zaman mümkün olmayabiliyordu. Özellikle ortaçağ Avrupa’sını düşünürseniz veyahut da çok yakın zamanlara, aydınlanmaya kadar batı dünyasını düşünürseniz. Oralara kadar roller çok sabit. Aydınlanma insanların özgürleşmesini sağladı mı yoksa başka şeylere mi köle kıldı sorusu ayrı bir konu, o konuda da konuşmak isterim. Ama insanlar her zaman geçmişle birlikte çok mutlu olmadılar ama yenilik de her şeyi berhava etti, her şeyi tuzla buz etti, onun yerine çok sağlam değerler koyamadı. İşte bu değer ve anlam boşluğunda insanlar da kendi benliklerini bir ada ilan ettiler, oraya bayraklarını çektiler ve kendi istedikleri kurallar doğrultusunda yaşamaya başladılar. Napolyon’un çok bilinen bir sözü vardır: “Asaletim benimle başlar.” Aristokratlara cevaben “Sizler babadan dededen asil olabilirsiniz ama ben sizden daha asilim çünkü, ben kendi asaletimi başlatıyorum ve benden sonrakiler, benim soyumdan gelenler hep asil olacak.”der. İşte aynı bunun gibi kendi benliklerimizin asaletini adeta ilan ettik.

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147