insan zihni ve BiLgisayarLar..
Modern psikolojinin felsefeden koparak bir bilim olarak varlık buluşu 19.yy'a rastlıyor. İnsan zihninin işleyişi hakkında bilgi edinebilmeye yönelik ilk sistemli adım ise "içebakış" yöntemi. Adından da anlaşılabileceği üzere içebakış yönteminde kişi içinden geçtiği psikolojik durumları dillendirmeye yönelik bir eğitim alıyor ve kendi algı, duyu, hatıra, alışkanlık, güdü, rüya, arzu, duygu ve amaçlarını diğerleriyle paylaşarak ortak, bilimsel bir "bilinç yapısı " tanımının yapılmasına katkıda bulunmuş oluyor.
"İçebakış" yönteminde kişi, iç dünyası hakkında derin düşüncelere dalarak kendi his, duygu, alışkanlık, güdü ya da arzularını dille dışa vuruyordu. Adı özellikle de Wilhelm Wundt ile anılan bu yöntemle Wundt insan zihninin yapısını anlamaya çalışıyordu.
Ancak tahmin edebileceğiniz üzere bu yönteme eleştiri fazla gecikmiyor ve 20. yy'ın başlarında Amerikalı psikolog J. B. Watson kişisel deneyimlerle bilimsel bir temel yaratılamayacağını iddia ediyor. Watson'ın bu iddiası psikoloji tarihindeki en önemli okullardan birinin kurulmasına zemin hazırlıyor: "Davranışçılık". İçebakışçıların aksine kişisel his ve düşüncelere prim vermeyen davranışçılar, psikoloji biliminin araştırma konusunun yalnızca gözle görülüp sınanabilen "davranış "lardan oluşması gerektiğini savunuyorlar.
Davranışçılık ekolü insan zihnini içinde ne gibi işleyişlerin bulunduğu bilinemeyen kara bir kutuya benzetiyordu. Davranışçılar, bu bilinemezliğin üzerine gidilmesinin yanlış olduğunu savunarak dikkat verilmesi gereken asıl konunun uyaran (girdi) - yanıt/ davranış (çıktı) ilişkisi olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu yaklaşım, gözlemlenebiliyor olması bakımından psikolojiyi pozitif bilimlere daha da yaklaştırıyordu.
Bu ekolden yetişen ünlü psikolog Skinner, bilinçli deneyimin var olmadığını ileri sürerek alanda büyük yankı yaratıyor. İnsanları bir uyaran-tepki ilişkisi içinde inceleyen bu dinamikte davranışçılar, öğrenmenin de dış uyaranlara karşı geliştirilen bir yanıt repertuarından ibaret olduğunu iddia ediyorlar. Nasıl mı? Örneğin, farelerin labirentin bir ucundan diğerine yürürken attıkları her adım labirentteki bir uyaran, belki de duvarlardaki çizik ya da leke parçacıkları, ya da herhangi bir çukur tarafından tetikleniyor. Organizmanın -ki bizim örneğimizde bir fare- en ufak bir hareketine bile yön veren çevresel unsurlar oluyor. Fikirlerine büyük bir tutkuyla bağlanan davranışçılar, davranışlarımızın koşullanmalardan ibaret olduklarını varsayadururken 1950'lerde " bilişsel devrim " gerçekleşiyor. Zira davranışçıların açıklamaları pek çok konuya aydınlık getirmekte yetersiz kalmaya başlıyor. 20. yy'ın ünlü dilbilimcilerinden Noam Chomsky, dilin kimi ifadelerinin tamamen orijinal ve gramatik olduğundan; bir bebeğin dili yeni öğrenirken yalnızca taklitlerle sınırlı kalmayarak belli kurallar çerçevesinde daha önce hiç duymadığı yepyeni cümleler de kurabildiğinden bahsediyor. Bu iddialar, davranışçılık ekolünü kökünden sarsmaya yetiyor. Beynimizde doğuştan gelen dilsel yapıların bulunduğu ve dile maruz kaldığımızda bu merkezlerin tetiklendiği iddiası ortaya atılıyor. Dil bir yana, bilişçiler farklı noktalara da parmak basmaktan geri kalmıyorlar. Örneğin, müzisyenlerin bir müzik aleti çalarken davranışlarının bir düzine uyaran-yanıt eşleşiminden daha karmaşık temellere dayandığına dikkat çekiyorlar.
Müzisyenlerin müzik aletini çalarken davranışlarının davranışçıların önerdiği üzere uyaran-yanıt serisinden ibaret olmadığı örneğine dikkat çeken bilişçiler, 1950'lerde "Biliş" devrimini gerçekleştirdiler.
İşte tüm bu eleştiriler yeni bir devri başlatıyor. Davranışçılığın parlak dönemi sona ererek " biliş " dönemi açılıyor.
Bugün, insan zihninin özerkliği ve bilgisayar metaforu arasındaki çatışmanın özünde işte bu temel tarihsel süreç yatıyor. Bir yandan insan davranışlarını salt uyaran-tepki ilişkisine dayandıran ve onları çevresel koşullara endeksleyerek içsel ve genetik dinamikleri yok sayan "davranışçılık" ekolü, diğer yandaysa duygu, deneyim, kişisel algı ve daha pek çok üst düzey zihinsel öğelerin de altını çizerek mekaniğe indirgenmiş "davranışçılık" fikrine karşı çıkan "bilişsel" ekol.
Konumuzun özüne tekrar geri dönecek olursak, odağımızı insan zihnini bilgisayarlarla eş tutan mühendislik yaklaşımıyla insan zihninin biricikliğine inanan yaklaşımın birbiriyle çelişen iddialarına çevirmemiz gerekiyor. Öyleyse gelin, bu iki yaklaşımdan iki örnekle devam edelim.
Bilişsel Devrim ve Bilgisayar Metaforu:
Prof. Dr. Steven Pinker (Harvard Üniversitesi) - Zihin Nasıl Çalışır?
Davranışçılık ekolünün bilişsel bir takım iddialarla zayıflatılmasından sonra ortaya çıkan yeni bir başlık, psikoloji dünyasında büyük yankı uyandırıyor: " Dijital Akıl " . Bilgisayarları girdi ve çıktılar üzerinden tanımlayabilmemiz mümkün. Ancak yalnızca girdi ve çıktılara odaklandığımızda asıl ilgi çekici kısmı göz ardı etmiş oluyoruz: Bu girdi ve çıktı arasında kalan işlemleme ve bilgi depolama süreci. Yıllarca pozitif bilim yapmaktan uzaklaşma korkusuyla davranışçıların bulaşmaya korktukları bu gizli alan psikologların ilgisini çekmeye başlıyor. İşte bu yeni dönemde bilgisayarlar, bir takım psikologlara yeni bir çalışma modeli sunuyor: Beyni bir makine (donanım), zihniyse bu makineyi işleten program olarak ele almaya başlıyorlar.
Pinker, beyni bir makine (donanım), zihniyse bu makineyi işleten program olarak ele alıyor.
Bu yeni modelin en önemli temsilcilerinden Prof. Dr. Pinker'in görüşlerini kendi ağzından dinleyelim:
" Zihin beynin yarattığı bir olgudur; daha açık söylememiz gerekirse beyin bilgiyi işler ve düşünme bir çeşit hesaplamadır... Temellerini Newell, Simon ve Minsky'nin attığı bu fikir bugün "Zihinsel Hesap Varsayımı" olarak geçiyor. Bu varsayımda inanç ve arzular semboller halinde varlık bulan bilgilerdir. Sembollerse tıpkı bilgisayarlardaki çipler ya da beynimizdeki sinirler gibi maddenin fiziksel halidir. Dünyadaki her şeyi sembolize edebilirler çünkü duyu organlarımızla aldığımız uyaranlarla tetiklenirler. Eğer ki bir sembolü meydana getiren madde parçacıkları başka bir sembolle doğru bir şekilde eşleşirse, inancı meydana getiren bu semboller mantıksal olarak birbirleriyle uyum gösteren yeni bir sembol doğurabilirler. En sonunda ise bu sembolü meydana getiren parçacıklar kasları meydana getiren madde parçacıklarıyla eşleşip davranışa geçit verirler."
Anlaşılması biraz zor gibi görülse de, Pinker'in bahsettikleri net bir paradoksa parmak basıyor: " Duygu ya da düşünce " gibi soyut deneyimler nasıl oluyor da " beyin " gibi somut bir maddenin ürünü olabiliyorlar. İşte tam bu noktada da soyut (düşünce/duygu) - somut (davranış/kas gücü)'un birbirlerine nasıl çevrildikleri hakkında yorumlarda bulunuyor. Sinirsel ağları bilgisayar çipleriyle özdeşleştiriyor ve bu fiziksel maddelerin her bir biçiminin, bizim arzu ve düşüncelerimizin temsili olduğunu vurguluyor.
" Duygu ya da düşünce " gibi soyut deneyimler nasıl oluyor da " beyin " gibi somut bir maddenin ürünü olabiliyorlar.
Pinker, beyni bir bilgi işlemci olarak görüyor. Nasıl ki hiçbir makine tek bir parçadan meydana gelmediyse, beynin de tek bir parçadan oluşmadığını, farklı amaçlara hizmet eden pek çok modül lerden meydana geldiğini söylüyor. Varsayımında dikkat çektiği üç temel noktaysa şöyle:
1.) Beyin, yalnızca bilgiyi duyular yoluyla alıp depolamaktan sorumlu değil. Aynı zamanda, bilgiyi çeşitli biçimlerde işliyor da. Örneğin retinaya ters düşen görüntü beyinde tekrar çevrilirken bir takım işlemlerden geçiyor.
2.) Beyin, birbirleriyle bir ağ kuran modüllerden yapılmış olup, farklı fonksiyonlar yürütüyor. Nasıl ki bir bilgisayarın matematiksel hesaplar için ayrı bir işlem programı varsa beyin de örneğin yüzleri tanıma gibi pek çok farklı görev için farklı modüller barındırıyor.
3.) Beyindeki modüller doğal seçilim yoluyla evriliyorlar.
İnsan Zihninin Kendisine Özgü İşleyişi:
Prof. Dr. John Searle (California Üniversitesi) - Bilgisayarlar İnsan Zihninin Ürünleridir
Profesör John Searle, Prof. Dr. Pinker'ın aksine insan zihniyle bilgisayar programları arasındaki en büyük farkın amaca yönelik davranım sırasında belirdiğinden bahsediyor. Bilgisayarlar bilgi girdi ve çıktılarını sorumlu sistemler üzerinden yürütürken, insan zihni aldığı bilgiyi kendi inanç sistemlerinin süzgecinden geçirerek işliyor. Bakmakla görmek arasındaki farkın duyu ile algı arasındaki fark olduğuna da dikkat çeken Searle, baktıklarımızı algılarken o anki duygusal durumumuzun, deneyimlerimizle öğrenegeldiklerimizin ve bunun gibi daha pek çok etmenin de işleme katıldığını vurguluyor.
Prof. Dr. Searle, insan zihninin bilgisayar metaforuyla eş tutulmasına karşı çıkıyor.
Bilgisayarlar İnsan Zihninin Ürünleri
Bilgisayar metaforu savunucuları " Yapay Zekâ ve Robotik " alanlarında çalışmalarına devam ederlerken, Prof. Searle bu çalışmaların insanların anlaşmak için kullandıkları dille aynı dili konuşan yapay varlıklar yaratma odaklı olduğunu düşünüyor. Bu konudaki adımların, ileride insan algısının sınırlarını genişletebileceğine de vurgu yapan Searle, ancak bu gelişimin insan beyninde henüz aktive olmamış yetilere işaret edeceğini öngörüyor. Daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, insan duyu sistemi taklit edilerek yaratılan bilgisayarlarla algıya dair bulunan bulguların doğal hayatla pek de örtüşmeyeceğini, ancak olası potansiyelleri ortaya çıkarabileceğini söylüyor.
Sinir Hücrelerinin Çevresel Koşullarla Yoğrulabilirliği (Nöroplastisite)
Bilgisayar metaforu karşıtlarının üzerinde durduğu diğer bir kavramsa nöroplastisite , yani sinir hücrelerinin çevresel koşullarla yoğrulabilirliği. Zihin düşünce gibi bir somutluğun yaratılmasından sorumlu. Nöroplastisite ile bahsedilense çevresel koşullar ve öğrenme yoluyla beynin aldığı bilgiler çerçevesinde kendisini sinirsel olarak tekrar organize etmesi. Beyindeki bu gelişimse kişilerin davranışlarını etkileyip, değiştiriyor. Oysa bilgisayarlar için böyle bir etkiden bahsedilemiyor. Programa ne yüklendiyse, bilgisayar yalnızca o çerçevede işlem yapıyor.
Bunun yanı sıra insan aklı hayal kurma, bilgiye merak ve gelişim arzusu gibi kendisini biricik kılan pek çok özellik gösteriyor. Bu özelliklerin tümü de bilgisayarlarda görülmüyor.
Yukarıda göz attığımız iki örnek, bizlere bilgisayar metaforu savunucularıyla karşıtlarının ne gibi fikirler öne sürdükleri konusunda özet bir bilgi veriyor. Ancak burada dikkat çeken önemli bir nokta bulunuyor. Bilgisayar metaforu tabanlı çalışmalar yürüten bilim insanları, " bilişsel reform" u gerçekleştiren kuşağın devamı olduklarını savunup, bilişsel psikolojinin bu yönde devam etmesi gerektiğini vurguluyorlar. Ancak, sizce de insan sistemini mekanikleştirerek duygu, deneyim ve zihnin üst düzey yorum mekanizmalarını bir kenara koyan bu dinamik aslında bir şekilde biliş kuşağının yıktığı " Davranışçılık" okulunu anımsatmıyor mu? İşte bu noktada durup tekrar düşünmemiz gerekiyor galiba.
__________________
Kaybettiklerim arasında en çok kendimi özledim, oysa ne güzel gülerdim..
|