Ne zamana kadar dayanılır şehrin soğuk duvarlarına?
Kırmızı ışıkta durmuş yeşil ışığın yanmasını bekliyorum, hemen önümde üç tekerlekli elektrikli bir bisiklet, küçük römorkunun üzerinde iki çocuk ve bir genç kız. Soğuktan birbirlerine sokulmuş, kollarını göğüslerinde kenetlemiş, sabahın yedisinde işe gittikleri her hallerinden belli olan iki çocuk ve bir genç kız. Belki bir ev temizliğine, belki bir fabrikaya, ya da başka bir yere gidiyorlar.
Ruhum bedenimden sökülüp onların yanında oturmaya koşuyor âdeta; son model arabaların arasında beklemek, kendi konforlarının yalıtılmış camları arkasından bakan insanların bakışlardan kaçırmak bakışlarını, umursamıyormuş gibi davranmak, saklanmaya çalışmak, mümkün olduğunca görünmez olmak ve daha yığınla hissiyat bir sel gibi akıp dolduruyor zihnimin kıvrımlarını.
Üzerine tepeden tırnağa mülteci hüzünler sinmiş bir genç kızın o yabancı, o üşümüş, o rahatsız halinde kendimi buluyorum. Şehir homurdanıyor bu halime, radyolar kayboluşları aldanışları kutsuyor nota nota, trafik ışıkları da olmasa durmak yasak, duraklamak, yavaşlamak bile yasak, göz göze gelmek de...
Göze tutulan kuvvetli bir ışıkla körleşmenin sürekli hale gelmesinden başka bir şey değil şehirde yaşamak. Reklam panolarına asılı köle bedenlerimiz, tercihlerimiz indirime girmiş vitrinlerde, bakışlarımıza taksit yapmışlar, sevdamızı komisyon diye yazmışlar faturalara, ciğerimiz beş para etmez olmuş üst üste iskontolarla...
Derimizin altında gezinen, kalbimize, ruhumuza ve bakışlarımıza kilitler vuran, damarlarında kanalizasyon akan sinsi ve pis bir mahluk âdeta şehir...
Genç kız mülteci bakışlarını kaçırdıkça şehirden, reklam panolarından, son model arabalardan, bilekleri direksiyona kelepçeli kullardan bakışlarını kaçırdıkça, umursamadıkça bu tiksindirici panayırın soytarılıklarını, daha da eziliyor varlığım, daha da çok utanıyorum kılığımdan. Üşümeye başlıyorum...
Yeşil ışık yanmak bilmiyor bir türlü, zaman durdu sanki, akıp gitmekten vazgeçti, bir göl olup gırtlağıma kadar yükseldi sanki, yavaş yavaş boğuluyorum sanki...
Genç kızın bakışlarından yansıyor acıya batmış kocaman bir coğrafya. O bakışlarını nereye kaçırıyorsa oraya koşuyor bakışlarım, orayı arıyorum, orayı kazıyorum tırnaklarımla, oraya kıvrılıyorum iki büklüm... Tek güvenli yer onun bakışlarını kaçırdığı yer oluyor, tek sığınılacak yer...
Yeşil ışık yanıyor, duran zamanı kamçılar gibi, hırpalayarak itekler gibi yanıyor. Ön camda yağmur damlaları, silecekler siliyor göğün gözyaşlarını, bulvarlar boyunca sürüklenmeye devam ediyorum, bir vites daha yükseltiyorum hedefime doğru, genç kızsa sokak sokak iltica ediyor başka bir ülkeye, her bakışı başka bir sınırın ötesinde hayallere dalıyor, yağmur hızlanıyor gittikçe, ıslanmak umrunda değil, ıslanmaları kimsenin umrunda değil...
Kaç ruhun ağıtlarıyla sızlar bu gök, kaç kalbin yükünü taşır bu yer ve nasıl? Ne zamana kadar dayanılır şehrin soğuk duvarlarına?..
Sonra âyetler uçuşmaya başlıyor kalbimin çeperlerinde, dayanılacak gibi değil;
"Bir aç gözlülük saplantısı içindesiniz, mezarlarınıza girinceye dek süren..."
|