Bir başka ayette Allah şöyle buyuruyor; ‘’Allah sizi yarattı da sizi başıboş mu bırakacak sanıyorsunuz?’’ (Kıyamet / 36) Bunu iki türlü ele alabiliriz. Bir tehdit cümlesi olarak da algılanabilir, müjde ve himaye cümlesi olarak da algılanabilir. Yani Allah sizi asla başıboş bırakmayacak. Amellerinize dikkat edin, karşılığını verir. Sizi başıboş bırakmayacak, yani sizi yaratıp fezanın boşluğuna fırlatmadı. Sizin elinizden her zaman tutar, sizin bütün ihtiyaçlarınızı O karşılar. Ve bunu emanetçisinin eliyle yapar. İnsan var oldukça bu da var olması gereken bir olgu değil midir? Bu ayetten çıkarabileceğimiz böyle bir netice olamaz mı?
Beşinci çıkarımımız; şimdi burada bir soru soruyoruz. Hani bir metni okurken okuduğumuz metne soru sorma taktiği vardır ya. Okuduğunuz bir metni anlayabilmeniz için o metne sorular sorarsınız ki; o metin karşınızda konuşan biriymiş gibi, sanki sizin muhatabınızmış gibi algılansın. Nasıl ki birisiyle konuşurken ağzından çıkan bir şeyin izahını istiyorsunuz, soruyorsunuz, okuduğunuz metne de soru sormalısınız. Şimdi metne soru soruyoruz ve diyoruz ki; Hz. Peygamber (s.a.a) son peygamber değil mi? Birinci maddede tespit etmiştik ki, insanlık bu departmanlara muhtaçtır. Bütün bu işleri yapacak birine de muhtaçtır. Allah-u Teâlâ ilk peygamber Hz. Âdem’den (a.s) ve son Peygambere (s.a.a) kadar, insanların bu ihtiyaçlarını karşılamış mı? Tabi ki karşılamış. Peki Peygamber Efendimiz miladî 632 yılında vefat etti. 632 yılına kadar insanlar bu ihtiyaçlarını kendileri gideremeyeceklerdi! Yeteneksizlerdi! Geri zekâlıydılar! Allah da onlara merhamet etti ve onların bu ihtiyaçlarını gönderdiği peygamberlerle giderdi. 632 yılından sonra insanlıkta bir sıçrama mı oldu? Zekâlarında, becerilerinde, kabiliyetlerinde bir sıçrama mı oldu ki, Allah-u Teâlâ 632 yılından sonra, insanları böyle bir şeyden mahrum bırakmış olsun?
Metin bize, bu Ayet-i Kerîmede “Allah size her şeyi vermiş, kitabı da içinizde bırakmış, sadece ayetleri size okur” demiş olsaydı da, size kitabı ve hikmeti öğretir dememiş olsaydı, metnin bu cevabını kabul edebilirdik. Hayır, mutlaka bize kitabı öğretmesi lazım, çünkü bu kitabın elimizde olması yetmiyor. Onu bize öğretecek ve onu bize tedris edecek. Nitekim bugünkü beşerî dünyada da eğitim böyle ilerliyor. Bugün binlerce üniversitemiz yok mu bizim? O üniversitelerde binlerce ders yok mu? Her dersin kitabı yok mu? Basılmamış mı o kitaplar? Her birimiz o kitaplara ulaşma imkânına sahip değil miyiz? Elbette sahibiz. Öyle ise niye okul açıyorsunuz? Niye milyarlarca masraf ediyorsunuz? Niye binlerce öğretmen, profesör, doktor, doçent istihdam ediyorsunuz. Yayınlayın kitapları, verin insanların eline, alsınlar ve okusunlar. Hayır, hayır bu iş devletlerin en ciddi bütçe ayırdıkları alanlardan birisidir. Kaliteli devletlerden bahsediyoruz. Yoksa terörist devletler savunmaya ve askerî alana daha çok para yatırıyorlar biliyorsunuz. Halklarından korkan devletler, savunmaya daha çok para ayırıyorlar. Fakat erdemli devletlerde en çok bütçe eğitim ve öğretime ayrılır.
Çok açık bir şekilde şunu söylemek istiyorum. Bir kişi hukukçu olmak istediğinde, Hukuk fakültesinde okutulan kitapları alıp okuyarak hukukçu olabilir mi? Yahut doktor olmak isteyen birisini düşünün. Tıp fakültesinde okutulan kitapları alıp okuyarak doktor olabilir mi? Hâlbuki istediği kitaplar var o kişinin elinde. Fakat olamıyor. Bu konuda ciddi referansa sahip bir öğretmen lazım, sadece metin yetmiyor. Öyleyse metnin bu cevabı bize yeterli değil.
Tezkiye etmesi lazımdı bizi. O tezkiye ile birlikte, o müzekkîn peygamberin sünneti var elimizde diye aynı metin bize cevap verse; o gün peygamber efendimizin muhatabı olan kişinin nefsiyle, benim nefsimin denkliğini kim bana ispat edebilir? Onun nefsinin hileleriyle, onun fitnesinin özellikleriyle, benim fitnemin özelliğinin aynı olması mümkün müdür? O dönemin fitnesiyle bu dönemin fitnesinin aynı olduğunu veya olacağını kim ispat edebilir? Hz. Peygamber (s.a.a) o günün fitneleri ve o günün nefsî hileleri hakkında, kişiye özel fitneler için, kişiye özel tezkiyelerle iş gördü değil mi? Peki Peygamberden sonra bu insanların hali ne olacak? Bu insanları kim tezkiye edecek? Bunların elinden kim tutacak ve bu insanlara kitabı kim öğretecek? Bu insanlara hikmeti kim öğretecek? Var sayalım ki bunların hepsine metin cevap verdi. Fakat bu insanların bilmediği, hatta çaba sarf etseler bile ulaşamayacakları şeyleri, yani o dinamik olan ve sürekli değişen ihtiyaçları kim karşılayacak? Mevcut metne bu soruyu sorma hakkımız yok mu? Peki Allah-u Teâlâ kullarına zulmeder mi? Bir dönem kullarına toleranslı davransın ve kullarının içerisinde kendisiyle mütemadiyen ilim alışverişinde bulunan bir elçisi olsun. Ve o elçinin bereketiyle insanların muhtaç olduğu tüm ihtiyaçlar giderilsin. Bu ihtiyaçlar tek bir elden giderildiği için de, bir bölünme, bir ihtilaf ve bir parçalanma olmasın. Yek vücutluk olsun, tek yumrukluk ve tek yüreklilik olsun. Ama ne hikmet ise, Allah-u Teâlâ Hz. Peygamberden sonra insanları başıboş bırakmış olsun. Böyle bir şey mümkün mü? Allah’a böyle bir şey yakıştırılabilir mi? Böyle bir töhmet altına alınabilir mi Allah-u Teâlâ? Haşa. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet var ki, insanların itaat etmeleri emredilmiş insanlar var. Bunların başında kim geliyor? Hz. Peygamber (s.a.a) geliyor.
Allah-u Teâlâ’nın insanların ihtiyacına binaen muhtaç oldukları bu departmanları, tek elden deruhte edecek peygamberleri gönderdiğinde, peygamberlerin bu faaliyetlerinde muvaffak olabilmeleri ve onların bu bereketinden faydalanmamızı Allah (c.c) nereye bağladı? Peygamberlere kayıtsız şartsız itaate bağladı. İnsanlar peygambere itaat etmezler ise, nefislerini tezkiye edebilirler mi? Peygamberde sizi tezkiye etme potansiyeli var, ama siz ona itaat etmediğiniz zaman tezkiye tahakkuk eder mi? Elbette etmez.
Peygamber Kitabı öğretiyor, Allah ile ilim münasebeti var ve onda ilim problemi asla söz konusu değil. Çünkü Allah (c.c) Peygamberinin tüm ihtiyaçlarını giderir. Eğer siz Peygambere itaat etmezseniz, huzuruna gitmezseniz bu ilimden yararlanabilir misiniz? Aldığınız ilmin hikmetini Peygamber size öğretti ve buyurdu ki; “şunu şöyle kullan ve bunu böyle kullan. Ama şu sözü şurada söyleme, burada söyle.” Fakat siz itaat etmediğiniz zaman, hekim yani hikmetli olabilir misiniz? Olamazsınız. Bilmediğiniz şeyler hakkında gittiniz onun huzuruna ve soru sordunuz, ama söylediğinin tersini yaptınız. Peygamberin bereketinden faydalanabilir misiniz? Hâlbuki peygambere kayıtsız ve şartsız itaat farz idi.
Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda peygamberden başka itaati emredilen kimseler var! Herhalde akla ilk gelen Nîsa Suresi 59. Ayet-i Kerimedir. Yani Ulu-l Emr ayeti. “ ya eyyuhellezine amenu etîullahe” Ey iman edenler!. Allah’a itaat edin. “ve etiurrasule” Elçiye itaat edin. Ayet bitti mi? Hayır, devam ediyor. “ve uli-l emri minkum’’ Ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Bu ayetten biz açıkça anlıyoruz ki; Allah-u Teâlâ asla kullarını terk etmez, O’nun lütfu sonsuzdur. O lütfetti Peygamber yolladı, Peygamberle beraber şeriat yolladı, şeriatını ikmal etti. “kulli nefsin zêikatu-l mevt” Sünnetullah gereği her nefis ölümü tadacaktı ve Peygamber de rabbine kavuştu. Fakat peygamberden sonra itaat etmemiz gereken ve süreklilik arz eden emir sahipleri nimetini lütfetti. “Emir Sahipleri” çoğuldur, bir tane emir sahibinden bahsetmiyor ayet. Yani Peygamber vefat etti, ondan sonra şu emir sahibine itaat et değil! Emîr Sahipleri ile kıyamete kadar kullarının ihtiyaçlarını giderdi. Emir sahipleri sıfatıyla birilerini donattı. Öyle ise; onlardan istifade edebilmemiz ve faydalanabilmemiz için ne yapmamız gerekiyor? Onlara da itaat etmemiz gerekiyor. “ innemâ veliyyikumullahe ve rasuluhu vellezine amenu ellezîne yukîmunes salate ve yu’tunezzekate vehum râkiun’’ İtaat konusunda olduğu gibi, “Velayet” konusunda da Allah (c.c) yine üç makam zikretti, iki makam zikretmedi. ‘’innema veliyyikumullahe ve rasulehu’’ Muhakkak ki sizin veliniz yani otoriteniz, kanun koyma yetkisine haiz olanınız, sizi tezkiye edecek olan, sizi ilimlendirecek olan, size ilmi ve hikmeti öğretecek olan, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracak olan, bilmediğiniz her şeyi size öğretecek olan ancak Allah’tır, O’nun Rasulüdür. Sadece bu kadar mı? Hayır devam ediyor ayet, ‘’vellezine amenu” ve müminlerdir ama her mümin değil. “ellezîne” yani o müminler ki “yukîmunes salate ve yu’tunezzekate” namazlarını kılarlar ve zekâtlarını verirler. Ama her namaz kılıp zekât veren müminler de değil. “ve hum râkiun” rükû halindeyken zekât verenlerdir.
Allah (c.c) Peygamberinden sonra ümmet için itaati emrettiği birisini öngörüyor ki; bu az önce anlatmaya çalıştığımız ve insanın muhtaç olduğu şeyler ile Allah arasındaki ilişkinin devamlılığına uygun olsun. Aksi takdirde Allah ile olan bağ ve münasebet kopuyor. Peygamberden sonra bu işi yapacak kimseler inkâr edildiğinde, insanların ihtiyacı görmezden gelinerek bu makam başkaları tarafından dolduruluyor. Biliyorsunuz ki yine sünnetullah gereği hiç bir şey, gelişi güzel ve tesadüfî değildir. Hani bir söz vardır “doğa-tabiat boşluk kabul etmez” diye.
Örneğin; yeni doğmuş bir çocuk beslenmek zorundadır, değil mi? Eğer anne çocuğu doyurmaz ise çocuk ne yapar? Eline gelen her şeyi yemeye çalışır ama ona bakmaz temiz mi? Kirli mi? Zararlı mı? Çünkü asla boşluk kabul etmiyor tabiat. Bir şekilde ihtiyaç duyduğu şeyi karşılamaya çalışıyor. Bu onun zararına olacak olsa bile. Bu sebeple Allah (c.c) annenin göğüslerinden tertemiz bir gıda maddesi akıtıyor ki, onun için gerekli tüm vitamin ve mineralleri içeriyor. Ayrıca anneye öyle bir şefkat ve öyle bir merhamet yerleştiriyor ki, gece uykunun en tatlı zamanında çocuğunun o ihtiyacını, çocuğun çıkardığı sesle duyuyor, uykusunu bölüyor ve kalkıp onu doyuruyor. Çocuğun terk edildiğini düşünün. Ne yapacaktır? Önüne gelen her şeyi yalayacaktır, önüne gelen her şeyi yiyecektir. Hatta şöyle biraz yürüyebilir hale geldiğini düşünün, emeklediği hali düşünün, tabiat boşluk kabul etmiyor.
İnsanlar bu sözünü ettiğimiz departmanlara muhtaçtırlar. Eğer bu departmanları tek elden yapacak kişiyi reddederseniz; Allah’ın ayetlerini okuma işini birilerine verirsiniz, tezkiye işini başka birilerine verirsiniz, kitabı öğretme işini başka birilerine verirsiniz, hikmet öğretmeyi başka birilerine verirsiniz, bilmediğimiz şeyleri öğretme işini başka birilerine verirsiniz. Dolayısıyla her departmanın bir sorumlusu ve müdürü olur. Bu müdürler arasında insicamı, denkliliği, uyumluluğu garanti edebilecek hiçbir olgu yoktur yeryüzünde. Allah’ın ayetlerini okuyan biri, Allah’ın kitabını öğreten birinden daha farklı bir şey söyleyebilir size. Allah’ın kitabını size öğreten biri, hikmeti öğretenden farklı şeyler söyleyebilir size. Bu noktadan nereye varabiliriz? Ümmetin niye ihtilafa düştüğünü çok net bir biçimde anlayabiliriz. Bu işleri tek elden yapacak kişi reddedilince, bırakın reddetmeyi öldürülünce her şey karışıyor. Bu işi Allah’ın lütfunun eseri olan, bu işleri tek elden yapma liyakatine haiz ve seçilmiş olan, imam olarak atanmış ve veli olarak itaati emredilmiş olan kişiyi siz reddedince; dünyayı ona zindan edince, eşine ve çocuğuna dünyayı zindan edip, en sonunda da onu öldürünce tabiat boşluk kabul etmiyor.
Bildiğiniz gibi bu departmanları ümmet ayırdı maalesef. Tezkiye işini mutasavvıflara ve şeyhlere bıraktılar. Kur’an öğretmenliği işini müfessirlere bıraktılar. Sözde hikmet işini filozoflara bıraktılar. Ayetlerin okuma işini hafızlara bıraktılar. “Bilmediğiniz şeyleri size öğretir”den doğacak ihtiyacı karşılamak için her ırk, her grup kendi psikolojik yapısına uygun ağabeyler ve üstatlar istihdam ettiler. Her biri de kendi üstatlarından memnun oldu ve din paramparça edildi. Dinlerini cüzlere ayırdılar ve her birisi de kendi cüzünden memnun oldu. “Onlar kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır. ” (Rum /32)
Dinin gerçek sahibi olan Allah-u Teâla, tüm bu tutumları ve yönelişleri kınıyor ve “bırak onları kendi cüzleriyle oyalanadursunlar” diye de tehdit ediyor. Hatta “ne o, yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyor ve bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz’’ (Bakara / 85) buyurarak içinde bulunulan durumun tarifini yapıyor. Sonunda durum öyle bir hale geldi ki; tezkiye departmanıyla yetkilendirdikleri insanlar, tezkiyeye yoğunlaştı ama fıkıh kısmını unuttu. Fıkıhta yanılgıya düştü, tefsirde yanılgıya düştü, hikmette yanılgıya düştü. Müridin, huzuruna getirdiği ve kendisini şoke edecek ihtiyacını cevaplandırırken yanlışa düştü. Fakihi öncü kabul eden, fıkıh departmanında öncü istihdam eden grup ise, tezkiyeyi unuttu. Fakih önüne gelen talebesinin tezkiyesinde yetersiz kaldı, dikkat ediyor musunuz? İşi sahibinden aldığınızda iplerin ucu nasıl kaçıyor? Bu sefer kaçan iplerin uçlarını toplayamıyorsunuz, çünkü Allah’ın sünnetidir bu. Tüm bunların tek elden deruhte edilmesi gerekiyor, bir kişinin bunları yapması gerekiyor. Ve o kişinin de temiz olması gerekiyor. O kişinin Allah ile mütemadiyen ilim alışverişinde bulunuyor olması gerekiyor. Bu manada Usul-i Kâfî’den bir hadis aktarmak istiyorum. Hz. Ebu Abdullah (İmam Cafer Sadık a.s) şöyle buyurdular: "Allah azze ve celle'den çıkan her ilim, Resulullah’tan (s.a.a) başlar, sonra Emirü'l-Müminin’e (İmam Ali a.s), ardından da bir biri ardına diğer İmamlar'a ulaşır ki sonuncumuz, ilkimizden daha bilgili olmasın. Eğer bu görüşmemiz olmasaydı bizim ilmimiz tükenirdi.” (Usul-i Kafî 1. Cilt 831. Sayfa 653. Hadis)
Evet, Allah-u Teâlâ’nın buyurduğu “er-Rahmanu allemel Kur’an” mütemadiyen sonsuza kadar devam ediyor ve devam etmek zorundadır da. Peygamber (s.a.a) hayattayken Allah’ın talebesi o idi. O da Allah’ın kullarına öğretiyordu. Peygamberin vefatından sonra da, mülk âlemindeki birinci öğretmenlik makamı değişmiyor. İmam Cafer’in (a.s) hadisinden şunu anlıyoruz ki; Allah’ın (c.c) ‘’er-Rahmanu allemel Kur’an” sünneti yine Peygamberle devam ediyor. Allah (c.c) bugünün ihtiyacını yine Peygamberine öğretiyor. Peygamber (s.a.a) kendisinden sonraki İmama ve en son zamanın İmam’ı kim ise ona ilim güncelleniyor. İlimde durağanlık yok, dolayısıyla o dinamik kısımda süreklilik devam ediyor, o statik kısmın da ötesinde dinamik kısımda devam ediyor. Öyleyse Allah hiçbir dönem kulları için özel iltimasta bulunmaz. Böyle özel toleransla davranmaz. Bütün kullarına O’nun rahmeti ve bereketi aynıdır ve şeriat tamamlanmıştır. Nübüvvete yani Peygambere gerek kalmamıştır. Allah’ın salat ve selamı bütün peygamberlerin üzerine olsun.
Dinin sahibi olan Allah (c.c) kâmil olan bu şeriatın tek elden deruhtesi için nübüvvetten sonra; kimi ayette “Ulu-l Emr”, kimi ayette “Velî”, kimi ayette “İmam”, kimi ayette “Sadikun”, kimi ayette “Hâdi” olarak tanımladığı, kendisinin seçtiği ve referans olduğu kişileri görevlendirmiştir. Çünkü âlemlerin rabbi olan Allah (c.c), kullarını hiçbir zaman başıboş ve kendi hallerine terk etmemiştir. O bundan ve tüm eksikliklerden münezzehtir.
Allah hepimize selamet versin. Allah (c.c) İslam ümmetinin ihtilafına sebep olanların yanlışlarından, bütün ümmeti halâs eylesin. Bu konuda ciddi bir araştırma yapmadan, yanlışları ısrarla muhlis müminler üzerine ikame etmeye çalışanları da ıslah eylesin.
Velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm.
__________________
Sözün kıymetini '' Lal'' olandan,
Ekmeğini kıymetini ''Aç '' olandan,
Aşkın kıymetini ''Hiç'' olandan öğren..
|