Mürşidin Teveccühleri (Kuranı Kerimin Hakikatlerinde Teveccüh)
ESAD SAHİB
MÜRŞİDİN TEVECCÜHLERİ
(KUR’ÂN-I KERİM’İN HAKİKATLERİNDE TEVECCÜH)
Allah Teâlâ’yı Esma-i Hüsnâsı ile zikretmek, kalpteki tecellilere mâni olabilecek her türlü fazlalığı ve yaramazlığı atmaya ve onun nurlanmasına vesiledir. Fakat zikrullâhın kalbte meydana getirdiği bu huyların görünüşü sonunda, mutlaka şu veya bu makam veri*lir veya şu dereceye erişilir diyebilmek mümkün değildir. Meselâ, bir kimse Zat’ının ismi olan Allah ismi şerîfi ile zikret*meye devam etse veya nefy ü İsbat olan kelime-i tevhid (Lâ ilâhe illallah) ile zikir faaliyetini devam ettirse, bu yapılan zikirler, zikre*denin Allah Teâlâ yolunda bulunduğunu ifade etmekle beraber, mutlaka yukarı makam ve derecelere yükseleceğini göstermez. Fakat keli*me-i tevhid olan (Lâ ilâhe illallah) kelimesini (Muhammed ün Rasûlüllah) ilâvesi ile zenginleştirir. Allah İsmi şerifini Allah Teâlâ’nın Rasûlüne salâvat-ı şerife ile takviye ederse, daha yüce mertebelere yükselmek için, ihvan durumunu daha çok kuvvetlendirmiş olur. Zikir esnasında tarif edilen aralıklarla kelime-i tevhide (Lâ-ilâhe illallah kelamına) (Muhammed ün Rasûlüllah) lafzını ilâve etmek, göğüs kafesinin genişlemesine de vesile olur. Bu ifadenin ilâvesi ile meydana gelen mânevî tesir, Allah ismi ile zikirden sonra yapılacak salâvat-ı şerife ile takviyeden daha fazladır. Yukarıdan beri ifade edilen makamların hepsinde, tilâvet kaide*lerine uygun olarak okunan Kur’an-ı Kerim yükselişe vesiledir. İhvanın ulaştığı bütün makam ve mertebeler Kur’an-ı Kerim vasıtasıyladır.
Bir mürşid, sâlike ne zaman Kur’ân-ı Kerim’in hakikatinde teveccühte bulunursa, Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyasının çadırı altında, o teveccüh bereketiyle bir takım sırlar meydana çıkar. Ken*disine teveccühte bulunulan sâlik, misal âleminde, Kâbe’nin hakîkatini ve keyfiyyetini görür de tâ ki gördüğü bu hakikatten, Kur’ân-ı Kerim’in hakikatine erer. Mürşidin teveccühü neticesinde, sâlikte meydana gelen bu hal her şeyi muhit olan (kuşatan) Zat-ı Kibriya’nın sâliki kuşatmasının başlangıcıdır. Bu makâmda, sâlik üzerinde. Allah Teâlâ’nın her şeyi kuşatmasına benzer bir kuşatma meydana getir. Burada (Allah Teâlâ’nın kuşatması) sözünün kullanılmasından maksat, O’nun saltanatına nisbetle kulun sahasının darlığından kinayedir.
İşte bu makâmda sâlik Kurân-ı Kerîm’in Batınını, (içyüzünü- sırlarını) anlamaya başlar. Yine bu makâmda sâlik, Onun bir harfinin mânâsını bile denizler kadar coşkun ye engin bulur Ondaki bir harfin sırrının, insanı maksadının kâbesine kavuşturacak, kadar zengin olduğunu görür.
Burada acâib bir nükte vardır. Bu nükte de: Kur’ân-ı Kerim’deki muhtelif kıssalar, birbirine benzemeyen muhtelif emirler ve yine bir*birine zıt görünüşte birtakım nehiyler; birtakım eşyanın sırlarının ve inceliklerinin bulunuşu, maddî ve manevî mânâda nur ve zulmetin gösterilmesi… Allah Teâlâ’nın hikmet ve kudretini sergileyen hi*taplardır.
Çeşitli kıssalar ve enbiya (aleyhimûsselâm) ait hayat hikâyeleri; cahil tabakanın bilgi ve görgüsünü artırmak ve insanların hidayetine vesile olacak, şerîat hükümleri ile irşad’da bulunmak içindir. Bununla beraber Kur’ân-ı Kerîm’in ibaresini meydana getiren harflerin gizliliğinden acâib keyfiyetler, garip muameleler meydana gelmektedir. İnsan, Kur’ân-ı Kerim’i bu makâmda okudukça- hayretten hayrete düşer, her harfinde ayrı ayrı hikmet-parıltıları görür. O’nu okumaya devam edenlerin kalbi, O’nda mevcut olan kudsî sırlar sebebiyle kuvvet bulur.
Kur’ân-ı Kerim’i okuyan kimsenin lisanı tıpkı meyve ağacı gibidir: Hatta bunu hakkıyla okuyan kimsenin bütün azaları lisan kesilir. Burada ilimler Kur’ân-ı Kerim’e nisbet edilmektedir. Bu nisbet her olgunluğun yüceliğe nisbetine benzer. Nitekim. Kâbe-i Muazzamanın hakikatinin, azamete nisbeti de-böyledir.
Allah Teâlâ’nın büyüklüğü, O büyüklüğün altında bulunanla*rın varlığına delâlet eder., Kur’ân-ı Kerim’in hakîkati mertebesinde Kur’ân-ı Kerim’e ait genişliğin ancak ufak bir parçası murakabe ve müşahede edile*bilir. Allah Teâlâ’nın Zât’ının kelâmı olan Kur’ân-ı Azimüşşan-ı hakkıyla murakabe mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’in hakikatleri makâmının feyiz kaynağı ve Vahdâniyyet heyetidir.
MÜRŞİDİN NAMAZ HAKİKATİ DAİRESİNDEN TEVECCÜHÜ
Kur’ân-ı Kerim’in hakikati dairesinde teveccühten sonra, mürşid-i Kâmil olan zât sâlike namazın hakîkati dairesinde teveccühte bulunur. Bu teveccüh buyrulan makâmda sâlik şerhi sadır’ın (gö*ğüs genişliğinin) olgunluğunu seyreder ve yaşar. Bu madamdan her şeyi müşahede etmek mümkün olmakla beraber; ancak Allah Teâ*lâ’nın Zât’ının görülmesi mümkün olamaz. Zira Zât’ının, sırrını yine Zât’ı bilir.
Bu makâmda Allah Teâlâ’nın sonsuz iltifatına boğulmaktan ve O’nun katında yüceliklere ermekten daha açık bir iltifat olur mu ki, bu iltifatlar Kur’ân-ı Kerim’in hakikatlarından gelen nice iltifatlardan ancak bir tanesidir. Kâbe’nin hakîkatlerindeki iltifatlar da aynen böyledir.
Bu makâmda seyreden, kimseler Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ını değil, iltifatının çokluğunu ve tecellî sahasının genişliğini murakabe ederler.
Sâlik, namazla gelen tecellî hakikatlarından zevk almaya başlayınca edâ ettiği namazları hep bu zevk içinde yerine getirir, na*maz içerisinde dünya zevk ve düşüncelerinden tamamiyle kurtulur. İçini âhiret neş’esi kaplar. Sanki âhiret zevklerini görür ve yaşarcasına manevî hazla dolu bir hâlin içine girer. Kemdisinde bu durum hâsıl olan sâlik, iftitah tekbiri için ellerini kulaklarına doğru kaldırırken, iki cihana (dünya ye âhirete] ait her şeyden ellerini yıkamış olarak kaldırır. Allah Teâlâ’dan, başka her şeyi elinin arkası ile arka tarafa atar. Melik ve Celil olan Allah Teâlâ’nın huzuruna (Allahü Ekber) diyerek durur. Bu duruş esnasında huzuruna durduğu Yüceler Yü*cesi Allah Teâlâ’ya karşı hiçliğini, acizliğini, fakirliğini ye hakîrliğini gözü*nün önüne getirir. Nesi varsa o anda gerçek sevgili olan, huzurunda durduğu Allah Teâlâ’ya fedâ eder. Kur’an-ı Kerîm’i okumaya başlayınca, sanki Cenab-ı Hak yânında imiş de O’nunla konuşuyormuşcasına kendine dikkat eder. Okuyuşunu ve duruşunu bana göre tanzim eder. O esnada Kur’ân-ı Kerim’i okuyan dili, sanki Tûr-u Sina’da Allah Teâlâ ile mükâlemede bulunan Hazret-i.Musa aleyhisselâmın dilidir. Kur’ân-ı Kerim’i bu dikkat ve hassasiyet özerinde okumaya çalışır. Kur’ân-ı Kerim’i okuyan kimsenin dilinin, bir nevî, Turu Sina’da Allah Teâlâ ile doğrudan mükâlemede bulunan Hazretti Musa aleyhisselâmın diline benzer
Sâlikkıraatten sonra rüküa eğildiği vakıtte huşûnun içine dalar. Bu noktada Allah Teâlâ’ya olan yakınlığın artması ile O’ndan başka her şeye veda eder, ayrılır, tesbîh dualarını (Sübhâne Rabbiyelâzîm) okumaya başlayınca, daha başka demlerle karşılaşır ve daha başka zevklerin içine dalar. Daha sonra nâil olduğu bunca iltifat karşısında, Allah Teâlâ’ya hamdve sena etmekten kendisini alamaz ve (Semiallâhü limen hamideh) diyerek basını yukarıya kaldırarak doğrulur. Yine Allah Teâlâ’nın huzurunda saygıyla durur. Rükûdan sonraki doğrulmanın sırrı ve hikmeti ise, sâlik namaz esnasında kıyamdan secdeye gi*derken Allah Teâlâ’nın azameti karşısında nefsini yerlere atarak, küçülme ve tevâzuun ve boynu büküklüğün zirvesine ulaşmış olmasıdır.
Kul, secde esnasında aldığı zevki başka hangi ibadetinden ala*bilir? Akıl, secdenin yüceliğini ve kutsallığını idrakten âcizdir. De*nilebilir ki: Secde namazın özü ye hülâsasıdır., Bu hususa Kur’ân-ı Kerim’den şu âyet-i kerîme ile İşaret olunmuştur;
“Ey doğru yolda olan! Sakın ona (Ebû Cehil’e) uyma. Sen secde et ve Rabbine yaklaş,”[78]
Bu hususta Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de bir hadîsi şeriflerinde şöyle bu*yuruyor:
“Secde eden kimse, yaptığı secdeyi (sanki) AllahTeâlâ’nın ayaklarına yapar.” [79]
Sâlik, secdesinde maksadına ermenin zevki içinde bulunur. Bun*dan sonra da (Allah’ü Ekber) diyerek başını secdeden kaldırır. Burada okunan (Allah’ü Ekber) lafzı, ibâdete lây’ık O’ndan büyük ilâh bulunmadığının ifadesidir. O’na hakkıyla ibâdet etmek mümkün değildir. O kuluna, kulunun O’na ve bizzat kendisine olan yakınlığından daha yakındır. İki secde arasındaki oturuşta, sâlikin O’ndan bağış*lanmasını dilemesi, O’na hakkıyla kulluk edememenin ve gereği gibi yakın olamamanın eziklik ve eksikliğinden dolayıdır. Bundan, sonra yakınlığını dileyerek kul ikinci secdeye varır. Burada da teşbihlerini ve temennilerini tamamladıktan sonra, tahiyyat için oturur. Kendi*sine, namaz gibi yakınlığına vesile olan bir iltifatı layık gördüğü için, O’na ve ikramına şükür ve teahiyyeleri okur. Arkasından da kendisine ve habîbine olan imânına karşı iki şehâdet getirir. Böyle bir iltifata nâiliyyet ve yakınlığının devletine lâyık görülmek, tevhîd ve şehâdet kelimeleri ile tasdik etmeden huzurundan ayrılmamayı icab ettir*mektedir. Habibi Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem üzerine salât ve selâm oku*maya gelince: Bütün bu nimet ve iltifatlara kul, Habîbinin vasıtasıy*la sahib olduğu İçindir. (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bağlı olmayan kimsenin Allah Teâlâ’ya bağlanabilmesi, Habibine uyamayan kimsenin Allah Teâlâ’ya uyması mümkün değildir. Allah Teâlâ’ya giden kulluk yolu Efendimize ümmetlîk yolundan geçer.)
Allah Teâlâ namazı İbrahimiyyet makâmı olarak seçtiği için, Rasûlüne getirilen salât ve selâm da Haliline (Hz. İbrahim aleyhisselâma) de salât ve selâm getirilmektedir. Zira namazda gerçek sevgili olan Allah Teâlâ ile halvet olma hali vardır. Ayrıca Halîlinin saltanat makâmı olan namazda Allah Teâlâ’ya niyaz vardır, O’nunla başbaşa sohbet var*dır, kaynaşma ve sevgi vardır. Habibine de ayrıca salât ve selâm okurken, Halili ile kendi arasındaki dostluktan nasib istenir. Öyle dostluğa lâyık olma temenni ve niyaz edilir. Hami gibi gözde olmak için yalvarılır. Gerçekten de namazı dosdoğru kılan kimse Allah’ın gözdesi olur.
Ey sâlik ,
Bilmiş ol ki: Sâlik namazını sünnet ve edeplerine riâyet ederek eda eder. Hakkıyla eda edilen namazda, namazı kılan kimse kıyam*da iken secde edeceği yere, rükü’da ayaklarının üzerine, secdede burnunun iki yan taraflarına, oturuş halinde kucağına ve uylukla*rının üzerine bakar. Diğer edep ve rükünlerin hepsine de böylece riâyet eder.
Namaza âit ne kadar hakikat varsa, hepsini de açıklamak lâ*zımdır. Huzuru te’min ve dikkatleri bir araya toplamak için, teveccühle birlikte gözleri de yummak zikir; rabıta ve murakabe esnasında gerekli olduğu halde, namaz kılarken gözlerin yumulması caiz değildir. Latifelerin huzura kavuşması için icap edeni yapmak lâzımdır. Fakat rûhânî bir tecellî, için göz kapamaya da mutlak ihtiyaç bulunduğu söylenemez. Namazda yalnız latifeler değil, bütün azaların huzur ve sükûna kavuşması lâzımdır: Öyleyse azaların huzuru, gözü yummakla değil, namaz içerisindeki edep ve sünnetlere riâyet etmekle temin edilir. Tasavvuf ehlinden bazıları (huzuru temin ve dikkatleri toplamak için —namazda bile bile— gözün kapanması faydalıdır demişlerse de bu doğru değildir.
Hülâsa namaz içerisinde gözleri yummak bid’âttir. Kur’ân-ı Kerîmi namaz içerisinde dinlerken de durum böyledir. Eğer O’nu güzel sesli bir okuyucudan dinlerseniz velayete mahsus huzur, tecellî ve cezbe halleri meydana gelir. Eğer tecvid kaidelerine hakkıyla uyarak okuyan ve fakat sesi güzel olmayan bir okuyucudan dinlerseniz yine Kur’ân-ı Kerim’e âit olan manevî hakikatler ortaya çıkar. Hakkıyla, eda edilen bir namazın ise kalp ile ilgisi olduğu kadar, velayete mahsus bulunan hallerle de ilgisi vardır,
Kur’ân-ı Kerim, harflerin çıkış yerlerine riâyet edilerek ve tecvid kaidelerine uygun bir biçimdede okunursa (isterse okuyucunun sesi yeterince güzel olmasın) okuyan ve dinleyen kimselerin birtakım hakîkatilara mazhar olmalarına vesîledir.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
|