Mertebei Umum Kemalatı Cami Zatı Muhabbeti Uluhiyyet
36. DERS:
MERTEBE-İ UMUM KEMÂLATI CÂM-İ ZAT-I MUHABBET-İ ULUHİYYET
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha, sırra hafiye, ahfâ’ya, nefsi natıkaya, sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını, arş-ı âlâ’yı geçerek Velâyet-i Ulyânın Umum Kemalat-ı Cami Zât-ı Muhabbeti Uluhiyyet Mertebesinde zamansız ve mekânsızolarak bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra Murakabe-i Zatiyye’yi Muhabbetiyeyi yapar ve dersten çıkar.
UMUM KEMALAT-I CAMİ ZÂT-I MUHABBETİ ULUHİYYET
Müridin gayretleri ile beraber kavuşacağı Ülûl Azim velayetinin kemâlâtından sonra, sâlikin sülûkü iki tarafa vuku bulur. Bu da mürşidin ihtiyarına bağlıdır. Mürşid ne tarafa isterse sâliki o tarafa sülük ettirir.
Bu iki taraftan bi*risi: Hakaiki İlâhiyye tarafıdır ki; bu taraf Kâbe’nin, Kur’ân-ı Kerim’in ve na*mazın hakikatinden ibarettir.
İkinci taraf da: Hakâiki Enbiyalarından ibarettir.
Mürşid, sâlike Kâbenin hakikatinde yönelince, bu makamda Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve büyüklüğüne şahid olunur. Onun heybeti Bâtın üzerini kuşatır. Bu makamda sülük edenler zat’ murakabesini yerine getirirler. Kendisine murakabede bulunulan zat, bütün varlı*ğın secde kıldığı Halik-i kâinattır. Nice kimselere bu kudsî makamda yokluk ve ebedîlik hali ikram edilir de, sâlik nefsini bu ikrama ulaş*mış ve sahib olmuş olarak bulur. Kâinatta var olan her şeyin yöne*lişi O’nun tarafınadır. Bu teveccüh her ne kadar kemâlâtta (olgun*lukta) hâsıl olan bir yöneliş olup renkle ilgisi olan bir teveccüh ise de burada bahsedildiği kadardan ibaret değildir. Batınî nisbetin yü*celiği ve genişliği bu makamlarda daha fazladır, (ziyade üstüne zi*yadedir)
Nebilere âit hakîkatlarda görüntüler renksiz meydana gelip, bu tecellîlerin yücelik ve genişliklerine rağmen, ilâhî hakîkatlerdeki te*cellîye nîsbetle tecellîleri daha azdır.
Bu halin sırrına gelince: Sâlike zat mertebesinde fena ve baka hali ikram edilir. O da, bu mertebenin ahlâkı ile ahlâklanınca, idraki kuvvet kazanır ve üstte olup âlemi emirden bulunan nisbeti idrak eder. Yani, eriştiği yüceliğin idraki kendisine bildirilir. Yine böylece sâlik erdiği bu makamlardaki renkten soyulmuşluğu kendi idraki ile bulamaz. Zîra bilir ki; kemâlâtın, âlemi emirden olan yüceliklere göre nisbeti, ikisinin de letafetleri itibariyledir ve her ikisinde de le*tafet cinsleri aynıdır. İsterse bu benzeyişleri gösterişten ibaret ol*sun. Kemâlât nisbetinde renksizliğin ayırımı sebebine gelince: Mu*hakkak ki sâlik sıfat ve şüûnat (haller) mertebesinden, fenafillâh ve bakabillâh sebebiyle nail olduğu velayetlerde, kendisine ikram edi*len tecellî kadar idrak kuvvetine sahiptir. Bunun için de Zat merte*besindeki hallerin idraki güçtür. Muhakkak ki, velâyete âit kemâlât diğer bir velayet mertebesinden meydana gelmektedir. Nübüvvetin kemalâtı daha başka bir kapıdan girer. Velayetin kemalâtı ile nübüv*vetin kemalâtı arasında —suretin bile olsa— hiç bir benzerlik yoktur.
Bazı tasavvuf ehli diyorlar ki: “Evliyalık makamı, nüvüvvet makamının gölgesidir diyenler hata ediyorlar. Gerçek olan böyle de*ğildir. Her iki kemalâtın birbiri ile katiyyen bir ilgisi yoktur.”
Kemalât mertebesi hususunda, yukarıdan beri ifade edilenlerin dışında, daha nice münasebetleri vardır. Velilerden bazılarının ifade ettiklerine göre; kemalâta nisbet edilen hakikatlar, denizlerin dalga*ları durumundadırlar. Bu demektir ki, kemalât ne zaman fevkani (âlemi emre mahsus tecellîlerden meydana getirse) olursa, o kema*lâtın tecelli kaynağı, tecellînin daimî olduğu zatın makamıdır. Bun*dan: anlaşılmaktadır ki, hangi tecellî fevkani (âlemi emirden gelen bir tecellî) ise, o tecellî Zat mertebesinin dışına çıkamaz. Çünkü te*cellî kaynağı, o mertebenin dışında değildir. Böyle bir duruma, (de*nizin dalgaları) tâbirini kullanmak isabetlidir. Bu hal eşyayı haki*katine nisbet etmede meydana gelmektedir. Yoksa kemalâta nisbetle değil. Meselâ, Kâbe-i Muazzamanın hakikatinde azâmet, kibriya ve mümkünat için secde edilen yer meydana gelmektedir. Buradaki sırrın inceliğini kavramaktan akıl acze düşmüştür. Hattâ bir mür*şidin teveccühü olmadan bu mertebelere erişmek ve anlamak müm*kün değildir.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
|