Velayeti Kübra (Büyük Velayet), Velayeti Kübra Dairelerinin Alametleri
ESAD SAHİB
VELÂYET-İ KÜBRÂ( Büyük Velâyet)
Velâyeti Kübrâ, Allah Teâlâ’nın Esma, Sıfat ve Zat’ına mahsus olan dairede seyirden ibarettir.
Ne zaman ihvan Tevhîd-i Vücûdî ve Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına (maiyyet murakabesi) ererse, o zaman nefsinde Arşı Mecid’den, hatta Arş’tan daha yüce bir makamdan zeminin altına kadar uzanan âlem*lerde, zerreler de dâhil olmak üzere, her şeyi kuşatmış olarak yayılan bir nur görür. Bu nurun renkle ilgisi bulunmamakla beraber, semavî ve koyu bir görünüşte olduğu söylenebilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir hadîsi kutside “Allah Teâlâ Âmâ’da idi.”[53] buyurmaktadır.
Allah Teâlâ ile beraberlik sırrına eren ve Tevhîd-i Vücûdî’nin şereflisi olan kimse o nur’u, güneşin doğuş anındaki netliği gibi, gö*rür. O zamana kadar bir benzerini görmediği bu nur’a karşı
“Acaba bu gördüğüm Allah Teâlâ mıdır?” diye şüpheye düşecek kadar bu tecellinin tesiri altında kalır. Nihâyet bu nur da ihvanın murakabesinden çekilir ve eseri bile kalmaz. Bu nur ile yok olan imkân âlemi, bu nu*run yok olması ile tekrar meydana gelir. Bir nur tecellisi ile diğer bir âlemin yok olması, birinin diğerini yok ettiği için değil, tıpkı güneşin doğması ile aslında var olan yıldızların gündüz görülemediği gibi, bir şeydir. Fakat kalbe ait seyirdeki görüş, maddî gözle olan görüş gibi, sınırlı olmadığı için, bu makamın yolculuğunda olan zat, yolculuk esnasında gördüğü varlığın, varlığı vâcib olanın (Allah Teâlâ’nın) tecellisi midir, yoksa mümkün olan bir varlık belirtisi midir, onu ayırt ede*bilir.
Varlığı vacib olan Allah Teâlâ’nın tecellisini görme haline “O’nunla olma” hali denilir. Allah Teâlâ’nın lütuf ve kereminin eseri olan, ihvanda bu görme hali, Velâyeti Kübra’da seyreden velilere mahsus bir iltifatıdır ki; Bu makamın velâyeti peygamberlere mahsus bir velâyettir.
İhvan, mânevî sarhoşluktan ayılma ve uyanma makamında var*lığı olduğu gibi, yerli yerinde görür. Fakat gördüğü şeylerin, Allah Teâlâ’nın varlığını gösteren şeylerden ve O’nun varlığının gölge*sinden başka bir şey olmayan şeyler olduğunu anlar. Yine bu ma*kamın sırlarına eren zat görür ve anlar ki; Varlığın görünüşü Allah Teâlâ’nın sıfatıdır ve katiyyen aslı değildir. Tevhîd-i Şühûdînin manası işte budur. Öyle bir tevhîd-i Şuhûdî ki, nefis latifesinden müşa*hede edilir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının manası bu makamda anlaşılır.
“O’nunla beraber olmak ve O’na yakın olmak” arasındaki fark’a gelince: Beraber olmanın sonu “Bir” olmaya ve sonunda ikiliği kal*dırmaya gider. Her ne kadar mümkün olanın varlığı ayrıca müşa*hede edilirse de, varlığı kendi zatından değil, Allah Teâlâ’nın varlığındandır. Yine mümkünün sıfatının varlığı da O’nun sıfa*tının varlığındandır.
Beraberliğin ve birliğin hakikâti yokluktur. Yaratılmış olanın Allah Teâlâ’da yok olmasıdır. Bu hususu bundan daha fazla açmak mümkün değildir. Buraya kadar yapılan izahattan anlaşılmıştır ki;
Varlıkta asil olan gölge değil, bizzat varlığın aslıdır. Zaten gölgenin varlığı da onu salan bir asıldan gelir. Varlığın sıfatında da durum aynen böy*ledir. Gölge olan sıfatın varlığı, asıl olan sıfatın varlığının eseridir. Asıl olanın gölgeye yakınlığına karşılık, nasıl olur da gölgenin asıl olana yakınlığından bahsedilebilir? Gölgenin varlığı gölgeyi düşüren asıldan gelmektedir.
Ekrabiyyet “Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın oluş” hâlini satırlara intikal ettirmek mümkün değildir.
Aklın gücü de bu makamı anlamak ve anlatmak için çok noksan ve kifâyetsizdir. Allah Teâlâ’nın kuluna olan yakınlığının, kulun kendi kendine olan yakınlığından daha yakın olduğunu kavramak hususunda, idrâk susmuş ve akıl acze düşmüştür. Bu mesele aklın ötesindedir. Bu sırrı meydana koyma yetkisi sınırlı tutulmuştur.
Velâyet-i Kübrâ dairesi, Gavs’ı da içine alan üç dai*reden meydana gelir. Velâyet-i Kübrâ’ya mahsus bulunan bu üç dai*reden âlemi emirden olan beş letâifeye (kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ) mahsus bulunan dairelere kadar uzanır. Bu dairede yükselme yeri ve feyiz kaynağı beş lâtife ile birlikte, nefis lâtifesidir. Bu dairede murakabe Allah Teâlâ sevgisi (muhabbet) murakabesidir. Bu murakabeyi Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade buyurur.
“Allah Teâlâ onları sever, onlar da Allah Teâlâ’yı” [54] Muhabbet murakabesinde feyiz kaynağı, nefis lâtifesidir.
Bu dairelerin her birisinde murakabe yolu, ihvanın kendi varlığını, içinde bulunduğu daireden silkip atmaktır. Bundan sonra da muhabbetullah (Allah Teâlâ sevgisi) feyzinin, esma ve sıfatın aslı dairesinden, nefis latifesi olan (ene-ben) latifesine sevk edildiği düşünül*melidir. Gerçekte muhabbetullah feyzi aslın aslı dairesinden (enâniyyet-benlik) latifesine sevk olunmaktadır. Gavs’a ait dairede de, muhabbetullah feyzi enâniyyet latifesine gönderil*mektedir.
Buradan da aslın aslı dairesine yükselir. İhvanın yükseldiği aslın aslı dairesi gavs’ın bulunduğu dairededir. Bu dairenin sırrına eren gavs’tır. İşte bu iki daire (asıl dairesi ile aslın- aslı kül dairesi) ile bahsi gecen ve mahalli yüce olan yarım dairede bulunan kimselerde, gerçekten Ruh-i küll’e yakınlaşma meydana gelmektedir. Sonuncu dairenin yarısında Ekrabiyyet ve Tevhîd-i Şuhûdî’nin sırrı meydana gelmektedir. Bu dairede Ekrabiyyet (yakınlık) Murakabesi (Allah-ü Teâlâ’nın kuluna her şeyden yakın olma sırrı) hayalî olarak hissedilir. Bu hususa dair Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“And olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin kendisine fısıl*dadıklarını bile biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.”[55]
Ekrabiyyet makamından daha yücelere seyretme imkânı hâsıl olunca, bu defa seyir asıl (Zât) dairesinde meydana gelir.
Velâyeti Suğra’da meydana gelen yok olma hali yine bu dairelerdedir. Ancak, Velâyeti Suğrada meydana gelen bu hal, yok olu*şun aslı değil suretidir.
Bu dairelerde Allah Teâlâ’nın birliğinin, manası düşünülerek lisan ile yapılan tahlillerle ifade edilir.
Bazı dairelerin kesilmesi ve bazılarının tamam olması me*selesine gelince: Bu dairelerden her biri ihvana güneş kadar açık ve net olarak görünür. Eğer dairede zayıflama ve kopma ihtimali belirmişse aslında güneş gibi parlak görünen o dairenin tecellisi, ihvana biraz sönük, daire kopma durumuna gelmişse tutulma esnasındaki güneşin nurunun sönüklük hali gibi, görünür.
Velâyeti Kübra dairelerinin alâmetleri:
Bu alâmetler, iç âlemine ait feyiz muamelelerinden başka bir şey değildir. Bu ise, insanda dimağ ve göğüs ile ilgilidir. İşte di*mağdan göğse açılan bu yolla ihvanda Şerh-i Sadır (Göğüs açılması) meydana gelmekte, bundan da izahına imkân olmayan göğüs genişliği hâsıl olmaktadır.
Her ne kadar kalb latifesinin, seyrinde meydana gelen, şerh-i sadr’ın izahı mümkün değil ise, de, bu durumdaki ihvan, kalbinde nice semavî yücelikler görür. O semavî yücelikler de, nice kalblere şahit olur. Bu genişleme aynı zamanda beş lâtife içerisinde kalbe ait bir genişleme olup, diğer latifelerle bir ilgisi yoktur.
Velâyeti Kübrâ’da hâsıl olan şerh-i’sadır’a gelince; Bu genişlemenin hali göğüsün tamamını kaplar. Şerhi sadır halinin meydana gel*diği yer, Velâyeti Kübra’da ahfâ latifesidir. Şerhi sadr’ın işareti gönül yolu ile meydana gelir ki, bu da kaza (kader) hükümlerine karşı îtirazda bulunmamaktır. İhvanın mutmain olduğu (Allah Teâlâ ile birlik oluşun zevkine erdiği) makam, bu makamdır. İhvan buradan da rıza makamına yükselir. Kulun Allah’tan gelen her şeye rıza gösterdiği makam da bu makamdır.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
|