Tecellii Şani Camii ilmi ilahi Dairesi
17. DERS:
TECELLİ-İ ŞAN-I CAMİ-İ İLMİ İLAHİ DAİRESİ
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin tahtında ahfâ’nın arş-ı âlâ’daki aslı ve karşılığıdır.
Hediyeden sonra “İlâhi Ya Rabbî, hazine-i gaybi ilahiyenden füyüzat ve rahmeti ilahiyeni ve şanı ilmi cami’ olan şuunatı rahmeti ilahiyyeni Fahri âlem Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizin ruhaniyetine inzal ve irsal buyurmanı;
Andan Hazreti İsa, Musa, İbrahim, Nuh ve Âdem aleyhimüsselamın ruhaniyetlerine, andan Ebubekir Sıddık Efendimizin ruhaniyetine, andan cümle şeyhlerimizin ruhaniyetlerine, andan şimdiki şeyh efendimizin letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarına ve andan benim letâif, nefsi natıka, cem’i cevârih ve âzalarıma inzal ve irsal buyur, Ya Rabbî” der.
Hediye, feyz talebi ve rabıta yeryüzünde yapıldıktan sonra şeyh efendimizin ruhaniyetine sığınarak ve bürünerek ders halinde olduğun yerde kalbinden ruha geç, sırra geç hafiye geç, ahfâ’ya geç, nefsi natıkaya geç, nefsi natıkadan sonra soldan sağa doğru dönerek cami minaresine çıkar gibi bir kuş uçar misali semaya doğru döne döne çık. Yedinci kat sema, fezâ-i tevhid meydanını geçerek arş-ı âlâ’da ahfâ’nın karşılığına gelen makamda bin defa lisanen ve kalben gizli sesle “lâilahe illa’llah”ı zikreder. Her yüz başında bir defada “La ilâhe illa’llah Muhammedün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem diyerek zikir yapar. Sonra murakabesi îfa edilir ve yeryüzüne inilir.
Tecelli-i Şan-ı Cami-i İlmi İlâhî’nin Murakabesi
Murakabesinde Cenâb-ı Hak’tan feyz nurunun bizatihi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahfâsına tecellî edip oradan da ihvânın ahfâsına yeşil bir nûr şeklin*de tecellî ettiğini ve “Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” [33] âyet-i celîlesinin manâsını düşünür.
Bu makamda kul gerçek rûhâni mi’râç makamına yükselmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Cenâb-ı Hak “Sen” diye seslendiği gi*bi, ihvân da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin karşısında “Sen” hi*tabına muhâtap olarak oturmuş olur.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nuru. Cenâb-ı Hak’kın sıfatlarının bir te*cellî aynası olduğu için ihvân, burada feyzi vasıtasız olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden alır.
İhvân, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme tam olarak ittiba etmenin yollarını bü*tün imkânlarıyla araştırır. Çünkü bu makam, hakikat makamı olup burada ilim Hakk’a intikal eder, îmân; taklitten tahkike doğru yöne*lir.
Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mi’raç gecesinde, bütün âlemleri cennet ve cehennemleri görerek ilm-i yakînden, aynel yakîn maka*mına geçmişti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “ayn’el-yakîn” makamından bakarak; Allah Teâlâ’nın, kâinatın yaratılışı için; “ol” dediği sedayı duymuş, kâ*inatın yaratılışını ve yok oluşunu, “hakk’el-yakîn” olarak müşahede etmiştir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gerçek manâda ittiba’ edip ahfâ makamı*na çıkan, bu makamda muhabbet cezbeleri ile Allah Teâlâ’yı zikreden ihvân da “rûh-î cüz’den rûh-î kül’e” doğru sefer yapmış olur.
“Rûh-î kül,” Rûh-î Muhammed’dir (sallallâhü aleyhi ve sellem) Arş, Kürs, Levh, Ka*lem, zerre ve kürre o ruhtan yaratılmıştır. İhvân artık yıldızların gü*neşin ışığında kaybolduğu gibi rûh-i küllün içerisinde yok olup muhâbbetullah ve muhâbbet-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem içerisinde fânî olmayı arzuladığı bir makama gelmiş olur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Cebrail aleyhisselâm ile sidre-i müntehâya var*dıkları zaman, Cebrail aleyhisselâm Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’e;
“Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ben buradan Öteye geçemem. Buradan ile*ri geçmek istersem mahvolurum.” der. Bunun üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Ey Cebrail aleyhisselâm, buraya kadar beni sen mi götürdün ki? Beni buraya muhabbet cezbeleri götürdü. Sen olmasan dahî benim başka bir tarafa gitme kudret ve imkânım yoktu” der. Bu noktada rehber olarak gelen Cebrail aleyhisselâm, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden ayrılır.
Bu makama yükselen kemalât sahibi zikir ehlini mürşidler muhâbbetullaha teslim ederler. Yûnus Emre’yi, şeyhinin dergâhtan uzaklaştırması gibi. Çünkü muhabbette de ihvân Allah Teâlâ’yı hakkıyla tevhîd etmeye mecburdur. Ne yazık ki rehberler ve mürşitler çok sevilince; ihvân. muhab*bette Allah Teâlâ’yı hakkıyla tevhîd etmeyi unutur ve gönlü*ne insanların muhabbeti yerleşir. Yûnus’un şeyhi, Yûnus’da bu hâ*li keşfedince müridânına “Yûnus’u dergâhtan kovun, dışarıya atın”demiştir.
Tarihlerde kaydolduğu gibi Yûnus kaddese’llâhü sırrahu’l azîz dergâhtan şeyhi tarafından kovulmuş ve uzaklaştırılmıştır. Yûnus, yeryüzünde gezip dolaşır*ken gerçek mahbûbun, gerçek dostun yalnız Allah Teâlâ Hazretleri olduğunu bütün hakikati ile kavrayarak kemâlâtını ta*mamladı. İhvân bu düşünceye varınca muhabbetin gerçek manâda yalnız Allah Teâlâ’ya ait olduğunu kavrar ve tevhîd inancı*nın gerçek manâsını idrâk ederek hakikat yolunda adımlarını atma*ya başlar.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’den aleyhisselâm ayrılınca yalnız başına, değişik vasıtalarla mahbubuna doğru yaklaşmaya başladığı gibi; mürşidler de ihvâna arşta karşılığı bulunan “nefs-i natıka” dersini verirler. Çünkü “nefs-i natıka” karar veren gerçek bir güç, gerçek bir kuvvet ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz gibi mahbûbun muhab*bet cezbelerine kapılmış, vuslat isteyen gerçek bir varlıktır.
__________________
“gücümü, içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.”
|