Titreşim Etkisi
Çekim yasası var mı yok mu tartışmasını bir tarafa bırakıp, evrendeki
her şeyin titreşerek bir arada duran parçacıklardan oluştuğu gerçeğini
kabul etmeye sanırım kimsenin itirazı olamaz.
İnanan ya da inanmayan herkesin bir arada yaşadığı bu evren, sayılamaz
titreşimlerle bir şeyleri bir şeylere çekiyor ya da itiyor! Galiba
tartışılması gereken çekim yasası değil, titreşim yasası…
Katı ve cansız cisimlerde maddenin özelliklerini de belirleyen
titreşim, canlı organizmaların tümünde çok daha karmaşık ve çoğunlukla
da gizemli pek çok şeyin sebebidir.
Özellikle İnsan beyninin üzerindeki çalışmalarda keşfedilmesi gereken gerçek secret lar hala sayılamayacak kadar çok.
Beyin titreşimlerinin tespiti ilk defa Richard Caton tarafından 1875
yılında yapıldı. Bugüne kadar geçen yüz otuz yıla rağmen bu konuda hala
sırlarını çözemediğimiz beyin, değişik dalga boylarında titreşiyor.
Taşıdığımız bir sürü duygunun ve ruh halimizin beynimizde titreşimsel bir karşılığı olduğunu öğrenmek ise yıllarımızı aldı.
“Ona aşık oldum galiba, gördüğümde her yerim tir tir titriyor; o kadar
sinirlendim ki onu parçalamak istedim; duyduklarım beni o kadar
rahatlattı ki bir denizde yüzüyor gibiydim; öğrendiğim bu bilgi kafamda
pek çok soru oluşturdu; karşıma çıkacak sonuçtan o kadar korkuyorum ki
kalbim yerinden çıkacak…”
Yukarıdaki cümlelerin içinde saklı duyguların her birinde beynimiz,
ayrı dalga boyunda frekanslarda titreşimler yayıyor. İsimlendirilen her
dalga boyunun salınımı, duygu değişimleri sırasında frekansını
değiştiriyor.
BEYİN DÖRT ANA DALGA BOYUNDA TİTREŞİYOR
Alpha -Tetha- Beta- Delta, adlı dört ana dalganın hangisinde hangi
duyguda ve durumda olduğumuz artık rahatlıkla tespit edilebiliyor.
7.5 – 12 Hz arasında değişen alpha dalgaları; rahatlığın,
farkındalığın, sakin ve huzurlu kavrayışın, uykunun ilk evrelerinin
dalgaları olarak tanımlanıyor. Sakin ve huzurlu olunan ama asla
uyuşukluk yaşanmayan, dünyayı ve gerçekleri algılamada en uygun
titreşimlerin olduğu bu dalga boyu, dünyamızın da ölçülen frekansıyla
aynı. Dünyanın manyetik frekansına “Shumann” frekansı deniyor ve 7,8
ile 8 arasında tanımlanıyor. (Fakat son yıllarda bilim adamları Shumann
frekansının epeyce yükseldiğini ifade ediyor.)
Gözler kapanıp derin nefes alındığında ve dış dünyadan alınan mental
etkiler azaldığında Alpha boyutuna geçiyoruz. Alpha dalgalarındayken
yaptığımız işlerde başarımız artıyor. Derin uyku ya da endişe ve korku
halinde bu dalga hiç görülmüyor.
Meditasyon, yoga, reiki gibi çalışmalar esnasında beynimiz Alpha boyutundadır.
Zihin açık ve uykunun derinliğine dalmadan önceki geçiş koridorunda
hissettiğimiz o duyguların yaşattığı huzur, ilginç bir şekilde dünyanın
titreşimiyle aynı dalga boyunda.
Frekansları 4 ile 8 arasında değişiyor ve stresin hiç olmadığı, derin iç dünyamızda olduğumuz dalga boyu olarak tanımlanıyor.
Öğrenmenin en yüksek boyutuna geçmeden önce bu dalgada yaşıyoruz ve
derin uykudan uyanırken açılan algılarımızın yaşattığı bir durumu
temsil ediyor. Alacakaranlık boyutu ismi de kullanılıyor bu dalga boyu
için. Yani aydınlanmadan önceki karanlık…
Çok usta meditasyoncuların derin meditasyon halindeyken bu dalga
boyunda olduğu tespit edilmiş. Derin düşünüş ve sezgisel kuvvetin en
canlandığı bu frekansta sanatsal yeteneklerin zirveye çıktığı
düşünülüyor. Özellikle ressam ve müzisyenlerin sanatsal üretimleri
esnasında beyinlerinde Tetha boyutunun en yüksek, Alpha frekansının en
düşük seviyede olduğu biliniyor. ( yani 7 ile 8 arası) Onların kendi
içe dönüşlerinden bize hediyelerle geri dönmeleri ne güzel…
Yapılan bazı araştırmalara göre şifacıların Tetha bandında uzun süreli
ve kontrollü olarak kalmayı başarmaları nedeniyle şifa yeteneklerinin
geliştiği ortaya çıkmış.
13- 30 Hz arasında olduğu biliniyor ve uyanış frekansı olarak
tanımlanıyor. Aktif öğrenme, uyanık olma, her şeyiyle hayatı yaşama,
dinamizm, konsantrasyon, problem çözme hallerimizde içinde bulunduğumuz
dalga boyu olduğu için yaşamı temsil ediyor. Çok yükseldiğinde stres,
gerginlik, öfke gibi negatif uç duygulara varabiliyor.
0 – 4 frekansında bulunan dalga boyudur ve derin uyku ve dış dünyadan
kopuş boyutudur. Bilinçsiz bir huzur halini yansıtır. Beynin en az
çalıştığı döneme aittir ve bu dönemde büyüme hormonu salgısı artar.
Çocuklarda fiziksel büyümeyi, yetişkinlerde ise güzelleşmeyi ve dinç
kalmayı sağlar.
Bu dört ana dalga boyunun dışında son yıllarda tespiti yapılan Gama
frekansı, 40 Hz’in üzerinde tanımlanıyor. Üst benlik bağlantı
çalışmaları sırasında üretildiği ve Hindu Monkların meditasyonları
sırasında ölçümlendiği biliniyor. (Hinduizmde kendini mabede adamış
kişilere Monk denir.)
BEYİN DALGALARI KONROL EDİLİP DEĞİŞTİRİLEBİLİR Mİ?
Beyin dalgaları, duygu ve ruh durumuna göre kendiliğinden değişirmiş
gibi görünse de o titreşimleri bilinçli ve istediğimiz yönde kontrol
edip değiştirebileceğimiz ve kendimizi istediğimiz duygu frekansına
çekmeyi başarabileceğimiz gibi bir gerçek de mevcut. Bunu nasıl
yapabileceğimiz aslında yine kendi titreşimlerimizin içinde saklı bir
bilgi. Sadece o frekansı duyabilmeyi ve ayırt etmeyi başaracak bilime
ve bilgeliğe ulaşmanın zamanını kendimizde yakalayabilmeyi öğrenmemiz
gerekiyor.
Çoğu zaman farklı Hz’lerde pek çok titreşimin içinde kayboluyoruz.
Özellikle de 30 Hz civarında dolaşıyor tüm dünya. Yani şiddet, savaş,
bencillik ve paylaşımsızlık frekansında…
Günlük hayatımızda genellikle küçücük şeylere takılıp, öfkeleniyor,
hırslanıyor, kıskanıyor, geriliyor, üzülüyoruz. Sevgi- sadakat- şefkat-
minnet- huzur-neşe gibi duygulara az kulak veriyoruz nedense…
Düşüncelerimizin bütün bu çeşitliliğine göre beynimizden ve
hücrelerimizden değişik frekanslarda yayılan titreşimlerle tüm
vücudumuzun etrafında bir enerji alanı oluşuyor. Bu enerji alanı anlık
değişimlerle, ruh ve vücut sağlımızı yansıtıyor gözle görünmese de. Son
yıllarda alternatif tıp alanı altında kabul edilen enerji dengeleme
yöntemlerini kullanarak tedavi sağlama tekniklerinin sayısı epeyce
arttı ve gitgide bilimsel olarak desteklenmeye başlandı.
Tedaviye yardımcı olduğu iddia edilen meditasyon ve Reiki, NLP
çalışmaları artık bilimsel tedavilerin yanında yardımcı olarak yer
almaya başladı.
Amerika’da pek çok hastanede bu konuda ciddi ve resmi uygulamalar
yapılıyor, kemoterapi birimlerinin yanı başında Reiki uzmanlarının da
bölümleri açıldı, hemşireler ve doktorlar hızla Reiki öğreniyorlar.
Türkiye bu tür çalışmalarda biraz tutucu tavır sergilese de beyin
dalgalarının kontrol edilmesi ve değiştirilmesi için reiki ve
meditasyondan daha bilimsel bir yöntem olan Neurofeedback yöntemini
kullanarak stres, Down sendromu, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı,
otizm, kişilik bozuklukları gibi hastalıkları tedavi etmeye çalışan
merkezler ve hastaneler açılmaya başlandı.
Meditasyon, Yoga, Reiki, Neurofeedback adı ne olursa olsun
bütün bu yöntem ve tekniklerin peşinde olduğu tek bir amaç var:
Beyin dalgalarını istenilen frekansa çekebilmek ve uygun dalga boyunun
titreşimsel ışınımını yakalayarak DNA üzerinde pozitif değişiklik
yaratabilmek…
IK VE TİTREŞİM DNA ÜZERİNDE DEĞİŞİKLİK YARATABİLİR Mİ?
Her organımızı ve beynimizi de oluşturan en küçük özgün birim olan
hücrenin 1980 li yıllarda bilim adamlarının yaptığı çalışmalarla foton
yaydığı tespit edilmiş. Hücre fotonunun frekansı ölçülmeye
başlandığında ise yan yana gelen iki ayrı hücrenin aynı frekansa
girdiği ölçülmüş. Yani iki ayrı enerji birbirinden etkileşiyor ve ya
iterek ya çekerek birbirlerini değiştiriyorlar.
Kuantum biyologu olan Dr. Vladimir Poponin tarafından yapılan basit
mantıklı ama derin bir deneyde önce bir kabın içi boşaltılıyor. Kabın
içinde bir vakum yaratılıp içine fotonlar bırakılıyor. Fotonların kabın
içinde rast gele bir şekilde dağıldıkları görünüyor ve sonra kabın
içine DNA lar bırakılıyor. Kabın içindeki fotonların DNA’ların dönüşüne
göre uyum göstererek düzenli ve sürekli döndükleri tespit ediliyor. Bir
sonraki aşamada DNA’lar çıkarılıyor ve fotonlar tekrar izleniyor.
Beklenen sonuç Fotonların yine rast gele dağınık olmaları iken
DNA’ların ritim ve düzeniyle döndükleri görülüyor. Işık parçacıklarının
neye bağlı olarak sistemli dönmeye devam ettiklerinin cevabı
bulunamıyor.
Barışın ve Duanın Gücünün Bilimi” kitabının yazarı Gregg Braden buna
benzer deneyleri de anlattığı kitabında bizim henüz tamamen
algılamadığımız bir enerji alanının ve ağının tüm evrende mevcut
olduğunu ve DNA’nın fotonlarla bu ağ ile iletişim kurduğunu kabul
etmemiz gerektiğini söylüyor.
Başka bir deneyde epeyce sayıda deneğe plasenta DNA’ları taşıyan deney
şişeleri veriliyor. DNA şişelerinin her biri için aslında her biri
uzman olan deneklerden belli bir duygu üretmeleri ve hissetmeleri
isteniyor. Her şişe için ayrı bir duygu ve bir denek kullanılıyor.
Sonuçta DNA’ların iyi duygularda açılıp gevşediği ve kötü duygularda
büzüşüp kapandığı görülüyor. HIV virüsü taşıyan deneklerin DNA’larında
bu deney tekrarlandığında minnettarlık-sevgi-takdir-neşe taşıyan duygu
titreşimlerinin DNA’yı önceden ölçülen dirence göre yüz binlerce kat
daha dirençli hale geldiği tespit ediliyor.
Braden’e göre pozitif duygular ve sevgi içinde olmayı başarabilen insan
kendi DNA’sını değiştirebiliyor ve bunu yapabilmesinin sebebi olarak da
tüm her şeyi kapsayan bir enerji ağının mevcut olduğunu söylüyor.
Bizler kendi titreşimlerimizi etkileyebildiğimiz gibi bu yaratılış
ağını da etkileyebiliyoruz. Karşılıklı bu titreşimlerin itme ya da
çekme derecelerini henüz sayısal olarak isimlendirip ölçemiyorsak da,
gelecek zamanlarda bilimin titreşim ve kuantum alanındaki çalışmaları
arttıkça sorular cevaplarını bulacak.
Dün, bugün ve yarından fazla boyutu olan zaman, soruların cevaplarını
“ŞİMDİ” de saklasa da biz henüz uzanıp alacak frekansla titreşemiyoruz.
Evrensel titreşimden payımıza düşen frekanslarda hissettiklerimizle
yaşadığımız kendi dünyamız, reel ya da sanal olduğunu aslında
bilmediğimiz gizemli bir rüya sanki…
ALINTIDIR...
__________________
Kaybettiklerim arasında en çok kendimi özledim, oysa ne güzel gülerdim..
|