Havas Okulu - Tekil Mesaj gösterimi - Evliyalar (imam-ı Rabbani)
Tekil Mesaj gösterimi
  #4  
Alt 04.07.21, 15:00
Dedee Dedee isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Üye
 
Üyelik tarihi: 01.07.21
Bulunduğu yer: Ankara
Mesajlar: 97
Etiketlendiği Mesaj: 2 Mesaj
Etiketlendiği Konu: 0 Konu
Standart

Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrâk (nûrlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında; "İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, bâzı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla her şeyim tamam ve kâmil olsun." buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elvedâ sözünü hatırlatan, vasiyetlerini söylemeye başladı. Bu vasiyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid'atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devâm etme hakkında idi.

Nasîhatlerinden birinde; "Mezârımı belli olmayan bir yere yapınız." buyurdu. Yüksek oğulları arzettiler ki: "Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin defnedildiği, şerefli ve bereketli yer hakkında; "Benim mezârım orada olacaktır. Aynı yerde defnedileceğim." buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz." "Evet öyleydi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum." dedi. Oğullarının, bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce; "Eğer böyle yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezârımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişânı kalmasın." buyurdu.

Hazret-i İmâm kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; "Serbestsiniz. Nereyi münâsip görürseniz, oraya defnediniz." buyurdu. Vefât ettiği Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; "Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir." buyurdu. Gecenin sonunda: "Bu gece de bitti, sabah oldu." buyurdu. O günün işrâk zamânında; "Bevl edeceğim, bir leğen getirin." buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu. "İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir." buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince hususlara dikkat edip, bevl etmedi ve; "Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın." buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhâmı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Saîd, babasının sık sık nefes aldığını görünce; "Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?" diye arzetti. "İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kâfidir." buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu hususta da peygamberlerin Serverine tâbi oldu. Vefâtı 1624 (H.1034) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, güneş hesâbı ile yirmi dokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.

O ay yirmi dokuz gün idi. Peygamber efendimizin vefât ayı olan Rebîülevvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin huzûruna kavuştu. Hastalık ve hummâ çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmış üç gün idi. Hadîs-i şerîfde; "Bir günlük hummâ, bir senenin keffâretidir" buyruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin mânâsına uygun oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nûrlu bedeni yıkama tahtasının üzerine konulup, elbiseleri soyulunca, orada bulunanlar hazret-i İmâmın namazda olduğu gibi ellerini bağladığını gördüler. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet bu şekilde kaldı.

Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velîlik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zâif bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Bununla berâber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Bu hal iki-üç defâ vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir mânâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Saîd; "Mâdem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım" buyurdu. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfde; "Yaşadıkları gibi ölürler" buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O'nun ihsânı boldur.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Saîd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend'de evinin yanında defnedildi.Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zamân, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: "Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; "Sabretmek lâzım." buyurdu. Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde; "Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?" dedim. "İbrâhim aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır." buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divâneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım."

Büyük oğlu Muhammed Saîd buyurdu ki: "Yüksek babamı, vefâtından sonra rüyâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nîmetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihâr ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükr makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler." buyurdu. Arzettim ki, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şükreden kullar azdır." (Sebe' sûresi: 13) buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler." buyurdu.

Hâce Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "Babamı vefâtından sonra rüyâda gördüm. Münker ve Nekîr'in suâli nasıl geçti? diye sordum." Buyurdu ki: "Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek." buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allah'ım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi." Tekrar; "Kabir sıkması nasıl geçti?" diye sordum. "Oldu, fakat çok az oldu." buyurdu.

Eserleri:

1) Mektûbât: İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun mârifetlerini açıklayan uçsuz bir deryâ gibi eşsiz bir eserdir.

Mektûbât'ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhûrlarından Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânî tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Hâşim-i Keşmî'ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; "Muhammed Hâşim'e gönderilen bu mektupla resûllerin, din sâhibi peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr'in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim" buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 (H.1028) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i hüsnâ yâni Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur'ân-ı kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilâve edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi (536) olmuştur.

Mektûbât'daki mektupların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.

2) Redd-i Revâfıd: Fârisî olup, Râfızîleri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak Sözün Vesîkaları) kitabında, bir bölüm olarak, İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanmıştır. Arapça'ya da tercüme edilmiştir.
3) İsbâtün-Nübüvve: "Peygamberlik nedir?" adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak sözün Vesîkaları kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. AyrıcaArapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.
4) Mebde' ve Me'âd,
5) Âdâb-ül-Mürîdîn,
6) Ta'lîkât-ül-Avârif,
7) Risâle-i Tehlîliyye,
8) Şerh-i Rubâ'ıyyât-ı Abd-il-Bâkî,
9) Meârif-i Ledünniye,
10) Mükâşefât-ı Gaybiyye,
11) Cezbe ve Sülûk Risâlesi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:

Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk'a kavuşamaz.

Ehlin gönlü için (âilenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmaklıktır.

Farzı bırakıp, nâfile ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.

Gınâ sâhiplerinin yâni zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lâzımdır.

İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.

Kalbin tasviyesi (temizlenmesi); İslâmiyete uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi, doğru yolu gösteren âlimi sevmek bunu kolaylaştırır.

Kalbin birçok şeyleri sevmesinin sebebi, hep o bir şey içindir. O da nefsdir.

Kâfirlere kıymet vermek, müslümanlığı aşağılamak olur.

Kelime-i tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya ibâdet etmek demektir.

Küfür, nefs-i emmârenin isteklerinden hâsıl olur.

Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir.

Mübahları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar.

Büyükleri sevmek, saâdetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhane, gevşeklik sığmaz.

Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.

Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevaptır.

Razzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.

Seâdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır.

Seâdet-i ebediyyeye kavuşmak, peygamberlere uymağa bağlıdır.

Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.

Sünnet ile bid'at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.

Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.

Zekât niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevapdır.

Sâlih ameller İslâmın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz.

Cennet ile Cehennem'den başka ebedî bir yer yoktur. Cennet'e girmek için îmân ve dînin emirlerine uymak lâzımdır.

Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhiret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar âhirette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâmiyete uymaktır.

Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhirette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük nîmettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hudûdundan dışarıya taşmamakla olur.

Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret mikdârından fazlasını terktir. Bu çok iyidir. İkincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.

Tesbih okumak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.

Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır. İşlerin en kıymetlisi sâhibine hizmet etmektir. Yâni Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmektir.

Gençlik zamânında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhiret nîmetlerinin en üstünüdür.

Annenin yavrusuna faydası olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!

Âyet-i kerîmede meâlen; "Vallâhu basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir" buyruldu. Allahü teâlâ her şeyi gördüğü hâlde, (insanlar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar, yâhud onun görmesine kıymet vermiyorlar. Îmânı olana her ikisi de yakışmaz.

Velîlerin hiçbiri, peygamber mertebesine varamaz.
Velîlerin hiçbiri, Sahâbî mertebesine çıkamaz.

İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevap) hâsıl eder.

Her ibâdeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.

Dünyânın vefâsızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte (cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefâsızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.

Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyun ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz.

İnsanlar riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emrettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha faydalıdır.

Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.

Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok faydalıdır.

Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.

Sonsuz kurtuluşa kavuşmak için, üç şey muhakkak lâzımdır: İlim, amel, ihlâs.

Ölülere duâ ve istigfâr etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdâtlarına yetişmek lâzımdır.

Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak ahmaklıktır.

Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saâdet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de şekâvet ve felâket sanmamalıdır.

Birkaç günlük zamânı büyük nîmet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.

İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.

Câhillerin, büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâmiyete uygun olması için, Allahü teâlâya yalvarınız.

Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyâlıklara aldanmamalıdır.

İhsân sâhibinin kapısı çalınınca açılır.

Gönül dalgınlığının ilâcı; gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir.

Dünyâ hayâtı pek kısadır. Bunu en lüzumlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzûmlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır. Hiçbir şey sohbet gibi faydalı olmaz.

EDEBE RİÂYET

Bir gün, hâfızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur'ân-ı kerîm okumağa başladı. İmâm-ıRabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur'ân-ı kerîm okumakta olan hâfızdan yüksekte oturmazdı."

GECE OLANI GÜNDÜZ ANLATMA!

Çok uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin medhini duyup, Serhend şehrine geldi ve birinin evinde misâfir kaldı. İmâm-ı Rabbânî'den istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini, bunun için çok neşeli olduğunu söyleyince, ev sâhibi İmâm-ı Rabbânî'yi kötülemeye başladı. Misâfir çok üzüldü.Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî'ye sığınıp kalbinden; "Ben yalnızAllah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saâdetten mahrum etmek istiyor." dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsa gereken cezayı verdi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Gece olanı, gündüz anlatma!" buyurup, kerâmetini gizledi.

İŞİN SIRRI BUDUR

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmiştir: "Bir grup tücarla Acîn'de idim. Bu tüccarlar arasında Cân Muhammed adında Celender'den bir zât da vardı. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Bir gün biri bana sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülüydüm. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, böyle olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; "Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim." dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı yâni öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rüyâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; "İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat bâzı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer öyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur." buyurduğunu söyledi.

ÇABUK GEL, GEÇ KALDIN!

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: "Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece karar verip; "Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim" diye düşündüm. O gece rüyâmda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise karşı sâhildeydi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; "Çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldın." buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim zikretmeye başladı. Uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. "İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?" dedim. Sabahleyin İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rüyâyı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana; "Yolumuz tam budur. Buna devâm et" buyurdular."

YIKILAN PUTHÂNE

Seyyid Rahmetullah şöyle anlattı: "Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahrâya gittik. Orada bir puthâne gördüm. Bir gün İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden; "Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihâd eden gâziler sevâbına kavuşur." diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek, arkadaşlarıma; "Bu sahrâda, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım." dedim. Duvarlardan biraz yıkınca, civarda tarlalarda çalışan Hindulardan biri, puthâneyi yıktığımızı görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. O sıra bin kişiye yakın bir kalabalığın taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize geldiklerini gördük. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeye başladım. Bu hâlde iken, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kalbine müteveccih oldum ve; "Ey din büyüğü! Sizin nasîhatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar" dedim. Bu yalvarma ve ilticâ esnâsında İmâm-ı Rabbânî'nin sesi kulağıma geldi. "Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum." diyordu. Arkadaşlarıma; "Bana bir hâl oldu. Hazret-i İmâm'ın sesini duydum. İmâm'ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı." dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı. O anda birden bire otuz kırk kadar süvâri göründü. Son sürat geldiler, bir kısmını kamçılayıp bizi kurtardılar. Sonra hepsini sürüp götürdüler. Bu iş, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.

YANAN MALLAR

İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleriyle berâber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine âniden şöyle buyurdu: "Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirâyet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihî şey'ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî'ul-alîm, ve Eûzü bi-kelimâtillâhittâm-mâti min şerri mâ halak duâlarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur." Bunu söyledikten iki saat geçmeden kervansarayın bâzı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü söndüremediler ve malların çoğu yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Abdülmümin Lâhorî'nin de malları yandı. Ona; "Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?" buyurdu. Arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.

EDEPSİZ NÖBETÇİ

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır: Bir tüccar, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin komşularından birinin malını çaldı. Mal sâhibi ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâsından bir genci hırsızlıkla ithâm etti. O genç, hakâret ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend'de bu işlerle görevli olan nöbetçi bunu duyunca hazret-i İmâm'ı çağırdı. İşinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek îcâbetmediğini bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitti. O edepsiz nöbetçi onların şânına yakışmayan sözler söyledi. Hazret-i İmâm ise gâyet yumuşak cevaplar verdi. Bu esnâda Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye; "Kimi ayağına çağırdığını biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar elbette kısa zamanda cezâsını görür." dedi. Nöbetçi onları bıraktı. Aradan bir gün geçmeden bu edepsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından ve akrabâsından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya âniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün oğlu ve akrabâsı ile havaya uçtu. Cesedleri bile görülmedi. Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezâsını canıyla ödedi.

NİÇİN YIKILMADI

Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Ecmir'de iken, Terâvih namazı kıldığımız mescidin bir duvarı sağlam yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrafında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir gün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: "Bu duvar, bu fakîrler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; "Bizim şakamız ciddîdir." buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılıp yıkılmayacağına bakıyordum. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi."

KİM ÖLECEK, KİM KALACAK?

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şâban ayının on beşinci gecesi olan "Berât kandili" gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: "Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti." İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; "Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?" buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.

DİN NASÎHATTIR

Buyurdu ki: "Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır." Bu sözleriyle de Peygamber efendimize uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz vefât edecekleri zaman böyle nasîhat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye'den, Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet eder: "Resûlullah efendimiz bize vâz ediyordu. Bu vâzdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: "Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz vedâ vâzına benziyor, bize vasiyet ediniz." Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki: "Size vasiyetim olsun: Allah'tan korkunuz, bir köle bile emr-i ilâhîyi bildirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine gâyet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid'atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid'atler dalâlettir, sapıklıktır."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vasiyetine devamla şöyle buyurdu: "Dînimizin sâhibi Resûlullah efendimiz, nasîhatlerin en incelerini bile; "Din nasîhattır" hadîs-i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfîn işlerimde sünnete uyunuz." Bundan evvel daha önce mübârek hanımına buyurmuştu ki: "Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan âhirete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın

Alıntı ile Cevapla
 

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147