Nefsin yaratılış amacı ve mertebeleri
Nefis bir kişinin kendi zatı, bedeni ve bedene ait olan zevkleridir. Nefsin hayra ve şerre bakan yönü vardır. Hayra bakan yönü ile nefis insanın bütün terakkiyatının ve kemalatının kaynağıdır. Şerre bakan yönü ile de bütün kötülüklerin sebebi ve kaynağıdır.
Nefis insanın kendi bedeni olduğu için ruha ait duyguların ve kabiliyetlerin gelişmesini, ruhun varlık ile irtibatını sağlar. Nefse ait olan azalar ve duygular insanın dünyaya açılan pencereleridir. Meselâ göz bir penceredir, ruh bu alemi o pencere ile seyreder. Aynı şekilde dil tatlar alemine, kulak sesler alemine, mide nimetler alemine açılan pencerelerdir. İnsan ruhu Allah’ın bu alemlerdeki mükemmel nimetlerini, sanatlarını ve hikmetlerini bedendeki bu aletler aracılığı ile keşfederek iletişim kurduğu için yüce Allah bu hizmetlerine mukabil onlara peşin bir ücret olarak zevk ve lezzet vermiştir. Kişi kendi nefsi namına nimeti veren Allah’ı düşünmeden zevklere dalar ve helal-haram düşünmeden zevk peşinde koşarsa nefis emmare olup, insanı zevke ve eğlence peşinde koşturur. Bu durumda nefs-i emmare ruhun tekamülünü değil, zevk ve menfaat peşinde koşarak alçalmasını netice verir. Bu nedenle Yüce Allah nefsin zevk ve menfaat peşinde koşmasını, nimetleri tadarak asıllarına ve cennete talip olmak yerine Allah’ın nimetlerini kendisine mal ederek nankörlük yapmasını yasaklamıştır.
Bir bakıma nefis insanın cismani ve hayvani yönüdür. Yani bedenin devamı için gerekli olan yeme, içme, korunma ve barınma gibi temel ihtiyaçlarla, makam, mevki ve şöhret gibi ruha ait ihtiyaçların genel adıdır. Bunları elde etmek için gerekli olan şehvet, öfke ve akıl gibi duyguların ifrat, tefrit ve vasat mertebeleri de nefse ait duygularıdır.
İnsanın terakki ve tedennisi, iyi ve kötü insan olması nefse bağlıdır.
İnsanın terakkisi de tedennisi de her nevi gelişmeyi sağlayacak olan da dünya ve ahiret saadetine ve felaketine sebep olan da insanın nefsidir. Nefis olmazsa hiçbir gelişme olmaz. Kişi nefsini Allah’ın emrine uygudurursa terakki edip cennete layık hale gelirken, şeytanın emrine verirse bu durumda da cehennemi hak eder.
Yüce Allah nefsin terakki ve tedenniye bakan bu yönlerine dikkat çeker. Kötülüğü emreden ve isteyen nefse “Nefs-i Emmare” (Yusuf Suresi, 12:53.) adını verirken, kendi kusurlarını görüp pişman olan ve kendisini kınayrak tövbe eden nefse de “Nefs-i levvame” (Kıyame Suresi, 75:2.) der. Allah’ın emirlerine uyup haramlardan kaçan ve salih amellerle iyiye yönelen nefse de “Nefs-i Mutmainne” (Fecr Suresi, 75:27.) adını verir. Her üçü de nefistir ve nefsi terbiye etmekle hatalarını gösterip iyiye yönlendirdiğiniz zaman nefis Allah’ın kendisinden razı olduğu ve “Cennetime gir!” (Fecr Suresi, 89: 27-30.) hitabına mazhar olan Nefs-i Mutmainne haline gelir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri insanın hakiki terakkisinin nefsini ıslah ederek hayra ve iyiye yönlendirmesinde olduğunu izah eder. Şöyle der: “Evet, insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki, o çekirdeğe Kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihazât ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş. Tâ ki, toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hàlıkından istidad lisâniyle bir ağaç olmasını isteyip, kendine lâyık bir kemâl bulsun. Eğer o çekirdek, sû-i mizâcından dolayı, ona verilen cihazât-ı mâneviyeyi, toprak altında bâzı mevadd-ı muzırrayı celbine sarf etse, o dar yerde, kısa bir zamanda, faydasız tefessüh edip çürüyecektir. Eğer o çekirdek, o mânevî cihazâtını, (Allah’ın) emr-i tekvinîsini imtisâl edip, hüsn-ü istimâl etse, o dar âlemden çıkacak meyvedar koca bir ağaç olmakla, küçücük cüz’î hakikati ve ruh-u mânevîsi, büyük bir hakikat-i külliye sûretini alacaktır.
İşte, aynen onun gibi, insanın mahiyetine, kudretten ehemmiyetli cihazât ve kaderden kıymetli programlar tevdî edilmiş. Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında, o cihazât-ı mâneviyesini nefsin hevesâtına sarf etse, bozulan çekirdek gibi, bir cüz’î telezzüz için, kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mesuliyet-i mâneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir.
Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imânın ziyâsıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek evâmir-i Kur’âniyeyi imtisâl edip, cihazât-ı mâneviyesini hakiki gàyelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i dâimenin cihazâtına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnaktar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.
Evet, hakiki terakkî ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl, hattâ hayal ve sâir kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktadır. Yoksa, ehl-i dalâletin terakkî zannettikleri, hayat-ı dünyeviyenin bütün inceliklerine girmek; ve zevklerinin her çeşitlerini, hattâ en süflîsini tatmak için bütün letâifini ve kalb ve aklını nefs-i emmâreye musahhar edip yardımcı verse, o terakkî değil, sukuttur. (Sözler, 2012, s. 513-514.)
Cismaniyet Allah’ın İsimlerinin Tecellisine Ayinedir.
Toprak, hava ve su gibi maddi ve bedeni olan varlıklar Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisine mükemmel ayine olduğundan Allah’ın ilim, irade ve kudretini en mükemmel şekilde göstermektedir. İnsan da nefsi ile bunların farkına varır ve Allah’ın nimetlerinden istifade ederek hamd ve şükreder. Bu nedenle haşir, yani öldükten sonra diriliş bedenle olacak ve insan cennete bedeni ile girecek ve cennetin maddi nimetlerinden istifade edecektir. Madem insan nefsini Allah’ın emrine vererek, Onun isim ve sıfatlarını ve o sıfatların ve isimlerin tecellilerini anlamış ve Esma aynasında Onu tanımış, Ona şükretmiş ve ibadet etmiştir. Nefsinin hoşuna gidecek her çeşit nimetlerle Allah nefsi mükafatlandıracaktır.
Bediüzzaman hazretleri bu hususu şöyle izah eder. “Nasıl toprak suya, havaya, ziyâya nisbeten kesâfetli, karanlıklıdır; fakat, masnuât-ı İlâhiyenin bütün envaına menşe’ ve medâr olduğundan bütün anâsır-ı sâirenin mânen fevkıne çıktığı gibi; hem, kesâfetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibâriyle, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkıne çıktığı gibi; öyle de, cismâniyet, en câmi’, en muhît, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mîzana çekecek âletler, cismâniyettedir. Meselâ, dildeki kuvve-i zâikà, rızık zevkinde enva-ı mat’umât adedince mîzanlara menşe’ olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı.
Hem, ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihazâtı, yine cismâniyettedir. Hem, gayet mütenevvi’ ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidadlar, yine cismâniyettedir.
Mâdem şu kâinatın Sânii, şu kâinatla bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyât-ı esmâsını bildirmek ve bütün enva-ı ihsanâtını tattırmak istediğini, kâinatın gidişâtından ve insanın câmiiyetinden kat’î anlaşılıyor. Elbette, şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği mahsülâtın bir meşher-i âzamı ve şu mezraâ-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir; hem cismânî, hem ruhânî bütün esâsâtını muhâfaza edecektir. Ve o Sâni-i Hakîm ve o âdil-i Rahîm, elbette cismânî âletlerin vezâifine ücret olarak ve hidemâtına mükâfat olarak ve ibâdât-ı mahsusalarına sevap olarak, onlara lâyık lezâizi verecektir. Yoksa, hikmet ve adâlet ve rahmetine zıd bir hâlet olur ki, hiçbir cihetle Onun cemâl-i rahmetine ve kemâl-i adâletine uygun değildir; kàbil-i tevfîk olamaz. (Sözler, 2012, s. 808-809.)
İnsanın Hakiki Terakkisi Ancak Nefsini Islah Etmektedir.
Tarikat yolunda nefsi öldürmek esastır. Yemeden içmeden, riyazat ve uzlet ile dünyadan uzaklaşarak Allah’a yaklaştıklarını savunurlar. Allah için dünyayı terk etmeyi en yüksek terakki ve tekamül olarak görürler. Gerçekte ise bu noksan ve eksik bir durumdur. Peygamberimizin (asm) “Dünya sevgisi tüm hataların başıdır.” hadisini dünyayı kötülemek ve tamamen terk etmek olarak anlamışlardır. Halbuki peygamberimizin sahabeleri dünyayı terk etmemişler, aksine dünyaya pek çok girmişler, hatta o zamanın en medenilerinden daha ileri geçmişlerdir. Sahabeler ise en büyük velilerden daha yüksek makamdadırlar.
Sahabeler dünyanın fani ve hevesata bakan yüzüne değil, ahirete ve Allah’ın isimlerine bakan yüzüne değer verdikleri için nefislerini terbiye ederek nefisleri ile imanda ve kemalatta terakki ve tekamül etmişlerdir. “Dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek, sebeb-i noksaniyet değil, belki medâr-ı kemâldir ve o iki yüzde, ne kadar ileri gitse, daha ziyâde ibâdet ve mârifetullâhta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudâtı, esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştâkàne temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fânî yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar.” (Sözler, 803.)
“Eğer, insan yalnız bir kalbden ibâret olsaydı, (dünyayı) bütün mâsivâyı terk, hattâ Esmâ ve Sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat, insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat cânibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır.” (Sözler, 2012, s.803-804.)
Bu nedenle insanın nefsine hizmet ettirmesi onun terakki ve tekamülüne, Allah’ı tanımaya ve esmasına ayine olmaya vesile olduğu için daha fazla terakkiyata sebeptir. Çünkü varlığın yaratılış sebepleri ve insanın varlığa yönelik pek çok vazifeleri vardır. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
İnsan Allah’ın bütün nimetlerinin her bir çeşitlerini hissederek, tanıyıp tadarak şükretmelidir. Varlığın insana bakan yönü bunu gerektirir. İnsan da tadıp şükretmelidir.
Allah’ın varlıkta tecelli eden isim ve sıfatlarını tecellileriyle tanımak ve göz, kulak, akıl ile marifetullahta terakki etmek ve imanını artırmaktır. İnsan da eserden müessire intikal yoluyla imanda terakki etmelidir.
Nefiste bulunan cihazlar ve aletler ile Allah’ın çeşitli nimetlerini tanıyıp tadarak onun ahirette ve cennetteki asıllarına talip olmaktır.
İnsan bu vazifelerinin tamamını ancak nefsini ıslah edip hayra sevk etmekle yapabilir. Nefsi ödlürmek ve mahrum etmek kendisinin de bu nimetlerden mahrum olmasını ve terakki yolunda geri ve noksan kalmasını netice verir.
NEFSİN MERTEBE VE MAKAMLARI
İnsan nefsini terbiye ederek nasıl terakki edecektir? İslam bilginleri bunun yollarını da nefsin mertebelerini ve tekamül seyrini anlatarak göstermişlerdir. Bunları ele alacak olursak nefsin yedi makamı ve her makamın da pek çok mertebelerinin olduğunu görürüz.
NEFS-İ EMMARE (ZULMET MAKAMI)
“Nefis her türlü kötülüğü emreder.” (Yusuf Suresi, 12:53.) ayeti ile belirtilen nefistir. Bu makamada nefsin işlemiş olduğu günahlar onun kalbini paslandırır ve kirletir. (Mutaffifin Suresi, 14.)
Hevai arzular peşindedir. Bu durumda bir nefsi terbiye etmek için ilim öğretmek, haramlardan sakındırmak ve farzları yaptırmak gerekir. Her şeyden önce tövbe etmesi lazımdır. Az yemek, az uyumak ve az konuşmak, halvete çekilerek ilim ve zikir ile meşgul olmak, hatalarını görüp pişman olmak gerekir.
Niyetini güzelleştimeli ve ihlasla Allah rızasına yönelmelidir. Hedefini ahirete çevirmelidir. Nefsi yüksek gaye ve hedeflere yönlendirmelidir ve önüne yüce hedefler koymalıdır.
İmam-ı Şafi (ra) bu konuda şöyle der: “Siz nefsinizi hayırlı amellerle çalıştırıp yormazsanız o sizi şerli işlerine alet ederek yorar.”
NEFS-İ LEVVAME (NURLAR MAKAMI)
Nefis hatalarını anlayarak kendisini suçlamaya başladığı zaman artık o Nefs-i levvame makamına çıkmıştır. Harama girdiği zaman pişmanlık duyar ve farzları terk ettiği zaman üzülür ve kendisini kınar.
Yüce Allah “Kendisini kınayan nefse yemin olsun ki!” (Kıyame Suresi, 2) buyurarak insanın kendisini kınamaya ve kusurlarını görmeye başlamasını tebrik ve takdir etmekte, o insanın kurtuluşa doğru yol aldığını haber vermektedir. Zira hatadan ve yanlıştan dönmek büyük fazilet ve övülecek bir durumdur, kurtuluşa gidişin ilk adımıdır. Nitekim yine yüce Allah “Biz insana iyiliği de kötülüğü de ilham ederiz. Nefsini kötülükten çeken kurtuluşa ermiştir, nefsini kötülüğe daldıran da helak olmuştur.” (Şems Suresi, 8-10.) buyurur.
Bu mertebede insan aklı ve iradesi ile nefisle mücadele etmelidir. Peygamberimiz (asm) “Büyük cihattan küçük cihada dönüyoruz. Büyük cihat nefis ve heva ile yapılan cihattır.” buyurmuşlardır.
Nefisle mücadele etmek kötü arkdaşlardan uzaklaşmak ve iyi, salih arkadaşlar edinmekle mümkündür. Nitekim yüce Allah “Allah’ı zikretmekten kaçınan ve dünyadan başka bir şey düşünmeyen kimselerden yüz çevir.” (Necm Suresi, 29.) ferman eder. Peygamberimiz (asm) “Ümmetim hakkında en çok korktuğum hevalarına uymaları ve tul-i emel peşinde hayal peşinde koşmalarıdır.” buyurarak bizi ikaz etmişlerdir. Mü’min hayal peşinde koşmak yerine gerçeklerle yüzleşerek ahirette kendisine fayda verecek ameller peşinde olmalıdır. Bediüzzaman “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı taktirde fani dünyada bıraktığın eserlere de değer verme!” demektedir.
Nefsi kibir, riya, gadab, haset, cimrilik, mal sevgisi ve makam sevgisi gibi yedi kötü sıfatı vardır. Cehennemin de Cehennem, Leza, Hutame, Sair, Sekar, Cahım, Haviye isimlerinde yedi kapısı vardır. Kim nefsini bu kötü sıfatlardan temizlerse Cehennemin bu yedi kapısı ona kapanır ve Cennete girer. Yine insanın göz, kulak, el, ayak, dil, mide ve ferc olmak üzere yedi azası vardır. Kim bu yedi azasını haramdan korursa cehennemin yedi kapısı da kendisine kapanır.
Haramlardan sakınıp farzları yapmaya başlayan bir mü’mine şeytan musallat olur ve onu vazgeçirmeye çalışır. Vazgeçmediği zaman bu defa kalbine vesvese vererek amelini iptal etmeye gayret eder. Kalbin, riya, ucup, gurur, düşmanlık, nifak, benlik, hodfuruşluk gibi yedi çeşit kötü duyguları vardır. Şeytan bu duyguları tahrik eder ve insanı bunlara sevk eder. Kul iman ve ibadet, ilim ve dua ile bu duyguları ihlas, amelini kusurlu görme, tevazu, dostluk, iman, isar ve her şeyi Allah’tan bilme gibi güzel duygularla tedavi ederse nefsin ve şeytanın şerrinden kurtulur ve cenneti hak eder.
Yüce Allah böyle güzel bir kalbe ilim ve hikmet nurlarını ilham eder. Böylece o kişinin nefsi “Nefs-i Mülhime” makamına çıkmış olur.
NEFS-İ MÜLHİME (SIRLAR MAKAMI)
Nefs-i mülhime sahibi iyi bir yola girmiş ve istikamete yönelmiştir; ancak nefsani arzu ve isteklerden de kendisini kurtarmış değildir. Tevazu, sabır, sıkıntılara tahammül, hüsn-ü zan gibi güzel duygulara sahip olur. Bu makamda havf ve reca dengesini kurmaya çalışır. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “İyiliği ve kötülüğü ilham ederiz.” (Şems Suresi, 8.) buyurur. “Kim nefsini kötülükten çekerse kurtuluşa ermiştir.” (Şems Suresi, 9.) buyurur.
Nefsi kötülükten korumak için kişi daima dua ve istiğfarla meşgul olmalıdır. Bediüzzaman hazretleri “Dua ve tevekkül, meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tövbe dahi, meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” (Sözler, 761.) demektedir.
Peygamberimiz (asm) “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi ve salih olursa bütün beden iyi olur, o kötü ve fasit olursa bütün beden fesada gider. İşte o et parçası kalptir.” (Tecrid-i Sarih. 1:60.) buyurur. Bu makamda kişi niyetini ve kalbini düzeltmekle nefsini de düzeltmiş olur.
NEFS-İ MUTMAİNNE (KEMAL MAKAMI)
Nefis Allah’ın dinine ve peygamberin (asm) sünnetine memnuniyetle uyarak müdafaa etmeye başlaması nefsin mutmain olma makamında olduğunu gösterir. Kişi farzları yapar ve haramlardan kesinlikle kaçar, başkalarına da bu konuda nasihat eder bir durumda ise o kimsenin nefsi mutmain olmuş demektir. Yüce Allah bu durumda olan ve bu şekilde ömrünü tamamlayarak vefat eden kuluna “Ey itminana ermiş olan nefis! Sen Rabbinden Rabbin de senden razı olmuş olduğu halde cennetime gir!” (Fecr Suresi, 27-30.) ferman eder.
Bediüzzaman hazretleri peygamberimizin (asm) “Allah bir kavme hayır murad ederse, onlara nefislerinin ayıplarını gösterir.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:81.) hadisini zikrederek şöyle buyurur: “Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden, bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. Bazen olur ki, nefs-i emmâre, ya levvâmeye veya mutmainneye inkılâp eder, fakat silâhlarını ve cihâzâtını âsâba devreder. Âsab ve damarlar ise, o vazifeyi âhir ömre kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü halde, onun âsârı yine görünür. Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Kalbleri gayet selim ve münevver iken, emrâz-ı kalbden vâveylâ etmişler. İşte bu zatlardaki, nefs-i emmâre değil, belki âsâba devredilen nefs-i emmârenin vazifesidir. Maraz ise, kalbî değil, belki maraz-ı hayalîdir. Mücahedenin ahir ömre kadar devamı için beşeriyet itibarıyla âsâba intikal eden ve terakkiyât-ı daimîye sebebiyet veren, dediğimiz gibi bir hâlettir.” (Mektubat, 551.) ifadeleri ile izah etmiştir.
Resulullah (asm): “Bir kimse kalbini iman için temizlerse Allah onun kalbini selim, lisani sadık, nefsini mutmain, ahlakını müstakim, kulağını hakkı duyan ve gözünü ibret ile bakıp hakki gören haline getirir ve muhakkak o kişi felaha ermiştir.” buyurdular.
“Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki:” Kimin dilinde doğruluk, malında cömertlik, kalbinde muhabbet, gizli ve aşikarda Allah korkusu ve hayırseverlik bulunursa Allah ona bu sebeple Cennet’ i vacip kılar.” (Ramuzu’l-Hadis, 2:438) buyurur.
NEFS-İ RAZIYE (VUSLAT MAKAMI)
Razıye makamı Allah’tan gelene razı olma makamıdır. Kul bütün nefsani arzularını bir tarafa bırakır da Allah rızasına yönelirse ve her amelini Allah rızasına uygun hale getirirse nefsi “Razıye” makamına gelmiş olur. Peygamberimiz (asm) “Kulum bana farzları yapmak gibi bir amelle yaklaştığı gibi hiçbir amelle yaklaşamaz. Farzlardan sonra nafilelerle de bana yaklaşmaya devam eder ve Ben onu severim. Ben onu sevince onun gören gözü, duyan kulağı ve yürüyen ayağı olurum. Benimle görür, benimle işitir ve benimle yürür.” (Buhari, Rikak, 38.) buyurur.
Farzlardan sonra sünnetleri yapmaya devam eden, nafile ibadetlerle nefsini terbiye ve terakki ettiren, peygamberin (asm) ahlakını kendisine rehber edinen ve peygamberimizin (asm) “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın ve Resulünün ahlakına uyun.” (Mansur Ali Nasıf, Tac, 1:13) Hadisine göre hayatını düzenleyen kimsenin makamı “Razıye” makamıdır. Yani Allah’ın kendisinden razı olduğu yüksek bir makamdır.
Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak “Esma-i Hüsnâya” güzel bir ayine olmak demektir. Peygamberimiz (asm) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” (Malik, Muvatta, Hüsn-ü Hulk, 8.) buyururken Allah’ın ahlakı ile ahlaklanarak bu konuda insanlara en güzel bir örnek olduğunu ifade etmiştir. Yüce Allah bu nedenle “Peygamberde sizin için güzel örnekler vardır.” (Ahzap Suresi: 33:21) buyurarak peygamberin ahlakına uymayı emretmiştir. Ayrıca peygamberin (asm) ahlakını överek “Muhakkak ki sen güzel bir ahlak üzeresin.” (Kalem Suresi: 68:3-4) buyurmuşkardır. Allah’ın güzel dediği bir hususun bizim için ne kadar güzel olduğunu anlamak mümkün mü?
İnsanı cennete götüren iki önemli ahlak vardır ki bunlar Hz. Ebu Dücane’de bulunduğu için peygamberimiz (asm) “Cennetlik birini görmek isteyen Ebu Dücane’ye baksın!” buyurdular. Ebu Dücane’ye (ra) “Senin amelin nedir?” diye sordular. O da “Benim gece ibadetim ve fazla amelim yoktur; ancak ben beni ilgilendirmeyen hususlarda susarım ve kalbimde mü’minlere karşı hüsn-ü zan beslerim, kimse hakkında kötü düşünmem.” şeklinde cevap verdi. Peygamberimize (asm) söylediler “Evet, işt bu ameli ile o cenneti hak etmiştir.” buyurdular. (ibn-i Saad, Tabakat, 3:557.) Sonra gerçekten Bedir’de kahramanca şehit olarak peygamberimizin (asm) müjdesini tasdik etmiştir.
NEFS-İ MARZIYE (TECELLİ MAKAMI)
Marzıye makamı kulun Allah’tan ve Resulünden razı olarak onların rızasını ve hoşnutluğunu arayarak, başkalarına bakmayarak Allah’ın ve Resulünün ahlakı üzere istikamette sebat etmesi sonucu Allah’ın kendisinden razı olduğu amellere devam etme makamıdır.
İmam-ı Rabbani (ra) “Din, ilim, amel ve ihlastır.” buyurmuşlardır. Makamların en yücesini de peygamberin (asm) sünnetine uygun yaşamak ve ahlakına uymak ile amele devam etmek olduğunu belirtmiştir. Çünkü Allah kullarından imandan sonra “Salih amel” istemektedir. Salih amel ise Farzları yapıp haramlardan kaçmak ve Sünnet-i Seniyye üzere amele devam etmektir. Kişi Farzları yapıp haramlardan kaçarak, sünnet üzere amel ederse Allah’ın rahmetine ve ihsanına mazhar olur. Şayet “Esma-i Hüsna” aynasında “Tefekkür” üzere imanını inkişaf ettirmeye devam ederse ki bu da Risale-i Nurları mütefekkirane okuyarak “Esma-i Hüsna”nın tecellilerini kainat aynasında görerek sırlarına vakıf olmakla mümkündür. Bu durumda iman taklitten tahkika yükselir. O mü’min de imanda kemale erer.
İman-ı tahkikinin de “İlme’l-Yakin” “Ayne’l-Yakin” ve “Hakka’l-Yakin” olmak üzere üç mertebesi ve her mertebenin de binlerce makamı vardır. Esma-i Hüsna’da terakki eden bir talebe önce bu isimleri “İlme’l-yakin” öğrenir. Sonra tecellilerini “Ayne’l-yakin” göz ile kainat aynasında ve kendi nefsinde müşahede etmeye başlar. Her bir mertebenin de yüzlerce makamı vardır. Bu da mütefekkirane “Ayetü’l-Kübra” ve “El-Hüccetü’z-Zehra” gibi risaleleri okumakla mümkün olur ve bu alemler bu kitaplardaki hakikatlerin ve isimlerin anahtarları ile açılır. (Şualar, 2012, s.233, 264-265.) Böylece kişi peygamberimizin (asm) “Bir saat tefekkür bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır.” (Keşfu’l-Hafa, 1:1004.) hadisinde belirtilen ibadet sevabını bir saat imanda tefekkür ile kazanacak mertebeye terakki eder. Allah da kulun bu halinden razı olur. Bu makama da nefsin “Marziye” makamı denir.
Kişi bu makamda imanda İlme’l-Yakinden Ayne’l-Yakin mertebesine terakki ederek Esma-i Hüsnânın tecellilerini kainat aynasında görmeye başlar. İlme’l-Yakin ilim, yani bilme makamıdır. Ayne’l-Yakîn ise görme, yani müşahede etme makamıdır. Bu makamın da Esma-i Hüsna adedince mertebeleri vardır. Bu makama terakki eden bir talebe her ismin tecellisini kainat aynasında görmeye başlar.
NEFS-İ SAFİYE (VELAYET MAKAMI)
Nefs-i Safiye makamı “Huzur ve Hayret” makamıdır. Kişi daima Allah’ın huzurunda olduğunun şuurunda bulunur ve Ona karşı “Edeb” halini muhafaza etmeye çalışır. Esma-i Hüsna’da Ayne’l-Yakin makamını geçmiş ve hayret makamında yükselmiştir. Bu makamda kişi “Esrar-ı İlahiyeye” vakıf olur ve hayretler içinde kalır. Her şeyin Allah’a ait olduğu ve Allah’tan geldiğini, sebeplerin hiçbir tesirinin olmadığını tam olarak görmüş ve Allah’a teslim olmuş, huzuru buşmuştur. Bu makamda kişi tam bir “Tevekkül ve Teslim” içindedir. Hz. Sıddık-ı Ekber Ebubekir (ra) gibi “Ya Rabb! Sana olan hayretimi artır!” demeye başlar.
Kul bu makamda Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi olan eşyadaki ilim ve hikmeti görerek hayretler içinde kalır. İlim ve tefekürden kalbine doğan pek çok esrara vakıf olur. Ancak bunlar kendisine has birer sır olarak kalır. Bu nedenle “Sırrı gizlemek” gerekir. Çünkü bu makamda olmayan ve esrar-ı ilahiyeye vakıf olmayanların bu sırları anlaması imkansızdır. Zira ilkokula giden ve dört işlemden başka hesap bilmeyene cebir, geometri, konsüs ve sinüs hesaplarından bahsetmek doğru olmaz. Bahsetseniz onun akıl ve zekası bunu kavrayacak olgunluğa ulaşmadığı için anlamaz.
Hz. Ali’nin (ra) şu ifadeleri bu makamı çok güzel anlatmaktadır. Buyrudu ki “Yanında Allah’ın, Rasulullah’ın ve evliyanın sünneti olmayan kimsenin elinde hiçbir sey yok demektir.” Ona denildi ki: “Ya Ali! Allah’ın sünneti nedir?” Buyurdu ki: “Sırrı gizlemektir.” “Rasulün sünneti nedir?” buyurdu ki: “Güzel ahlak sahibi olmak ve insanlarla iyi geçinmektir.” “Evliyanın sünneti nedir?” “İnsanlardan gelen eziyete sabretmektir.” şeklinde cevap vermiştir.
Bu makamda terakki eden ve ilhama mazhar olan büyük evliyalar ise safi olan kalplerine “İlm-i Ledün” denen “Esrar-ı Şeriat” ve “Esrar-ı Kur’an’a” mazhar olur. Onlar gerçek “Varis-i Enbiya” olan alimlerdir. Kendilerine ilham edilen bu hakikatleri yine izn-i ilahi ile ihtiyaç kadar insanlara öğretirler. İzin verilmeyen hakikatler sır olarak kendilerinde kalır. Nitekim yüce Allah “Biz ona katımızdan ilm-i ledünnü vermişizdir.” (Kehf Suresi, 18:65.) buyurmuştur. Ki onlar daima kudreti sonsuz olan Allah’ın huzur-u kibriyasındadırlar.” (Kamer Suresi: 54:55)
Bu makam “Kamil insan” makamıdır. Bu makamda kişi kamil olmuştur ve peygambermizin (asm) “İhsan Allah’ı görüyor gibi ibadet etmektir. Siz Onu görmeseniz de O sizi görür.” (Müslim, İman, 1.) buyurduğu ihsan makamıdır. Ancak bu makama yine hadisin baş tafında sayılan imanın altı şartında Hakka’l-yakin mertebesine eren ve İslam’ın beş şartını eksiksiz ifa eden kamilller ulaşabilmektedir. Bunlar içinden yüce Allah’ın seçtiği ve kendisine “Kur’an ilmini ilham ettiği” zatlardan en liyakatlisi “Müceddit” olarak görevlendirir. Nitekim peygamberimiz (asm) “Muhakkak ki her yüzyıl başında bu dini ihya edecek bir müceddit racülü-ü salihi, bir insan-ı kamili gönderir.” (Sünen-i Ebi Davud, Melahim, 1.) buyurarak bize haber vermiştir. Mücedditlerin ve mürşitlerin seçilmesinin sebebi onların kendilerini değil, daima ümmet-i Muhammedi düşünüyor olmasıdır.
Nitekim Sultanu’l-Arifin Beyazıd-ı Bistami (ks) şöyle der: “Benim zamanımda İslam içinde kümmelin-i evliyadan yetmiş bin kadar veli var idi. Onların altında çok veliler de bulunuyordu. Lakin o asrın kutbu henüz keşfe erişmemiş ümmi bir demirci idi ki gece gündüz evlad-ü iyalinin nafakası için dükkanında demircilik ile meşguldü. Ben hayretle onun kutbiyet sırrı nedir diye dükkanına gittim. Selam verdikten sonra demirci yanıma gelip elimi öptü ve benden dua istedi. Ben ona dedim ki: “Ben senin ayaklarını öpeyim. Sen bana dua et.” diyince o zat buyurdu ki: “Fakat sana dua etmekle benim derd-i derunum teskin olmaz.” O zata dedim ki: “Acaba derdiniz nedir? Bizlere haber verseniz belki çaresine bakarız.” O zat: “Acaba ruz-i mahşerde bu kadar kulların hali nice olur?” diye ağlamaya başladı. Onun bu derdi bana da tesir edip beraber ağladık. O vakit sırrıma nida olundu ki ‘Kutublar ‘nefsi nefsi!’ diyenlerden değildir, ‘ümmeti ümmeti!’ diyenlerdendir. Hemen kalbimdeki hayret kalktı ve bildim ki bu zatların istidadı başkadır. Bunlar kalb-i Muhammedi üzere olup mazhar-ı hakikat-i Muhammediyye olmuşlar. Lakin o halde henüz keşif hali zuhur etmeğinden kutub olduğunu bilmiyordu. Kendisinden sordum ki: “Halkın azap çekmesinden size ne?” Buyurdular ki: “Ey birader, benim fıtratımda şefkat ve merhamet bir derece fazladır ki eğer bütün insanların günahını bana yüklenip onları affeyleseler memnun olurum.” Ondan sonra kendisiyle bir haylice sohbet eyledim. Lakin benim içim feyz-i Rabbani ile öyle doldu ki kırk senede tahsil edemediğim dereceleri o sohbette tahsil eyledim. O vakit bildim ki sırr-i kutbiyyet başka bir manadır. Ne ilim ile ne de kesret-i amel ile husule gelir şey değildir.”
Sonuç:
İslam bilginleri “Din, ilim, amel ve ihlastır.” buyurmuşlardır. Buna göre makamların en yücesi Peygamberin (asm) sünnetine uygun yaşamak ve ahlakına uymak ile amele devam etmektir. Nefsi terbiye etmenin yolu ilim öğrenmek, farzları yapıp sünnetlere göre haerket etmektir. Çünkü Allah kullarından imandan sonra “Salih amel” istemektedir. Salih amel ise Farzları yapıp haramlardan kaçmak ve Sünnet-i Seniyye üzere amele devam etmektir. Kişi Farzları yapıp haramlardan kaçarak, sünnet üzere amel ederse Allah’ın rahmetine ve ihsanına mazhar olur. Şayet “Esma-i Hüsna” aynasında “Tefekkür” üzere imanını inkişaf ettirmeye devam ederse ki bu da Risale-i Nurları mütefekkirane okuyarak “Esma-i Hüsna”nın tecellilerini kainat aynasında görerek sırlarına vakıf olmakla mümkündür. Bu durumda iman taklitten tahkika yükselir. O mü’min de imanda kemale erer.
Nefis insanı yukarıda saydığımız ibadetleri yapmak, Allah rızasına ulaştımak için önemli bir araçtır. Amaca götürecek çok değerli bir vasıtadır. Bu nedenle nefsimizi yaratılış amacına uygun şekilde terbiye ederek Allah rızasına uygun ameller peşinde koşturmakla Allah’ın rızasını, cenneti ve saadet-i ebediyeyei kazanabiliriz.
Bu nedenle gerçek terakki ve tekamül nefsi öldürmek değil, nefsi istihdam ederek hayırlı hizmetlerde koşturmak gerekir. Yüce Allah bizleri nefsimize esir etmesin, nefsimizi akıl, kalb ve dinin emrinde çalıştırmayı nasip etsin. Amin!
|