Alıntı:
Cihadfarz1453 Nickli Üyeden Alıntı
[Üye Olmadan Linkleri Göremezsiniz. Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Bu linkten sonraki sorum; ömür boyu zulm altında olan kişi mümin değilse cennete giremez mi
|
Değerli Kardeşimiz;
“Bediüzzaman, Hristiyanları kurtarmak ve cennete sokmak istiyor.” şeklindeki iddia ön yargılı olduğu gibi, oldukça cahilce bir itirazdır. Bediüzzaman hazretlerinin ifadelerinde imanın muhteşem haşmetini, coşkun şefkatini görmek yerine, bu tür önyargılarla itiraz etmeye yeltenmek gerçekten oldukça tuhaf bir yaklaşımdır. Bu konuyu bir kaç madde hâlinde açıklamaya çalışacağız:
a) Bu gibi düşünceler, Üstad tarafından durup dururken ortaya atılan fikirler değildir. Bilakis, büyük insanlık olan İslam’ın verdiği imani ve insani merhametten kaynaklanan kalbi tasavvurlardır. Şu ifadelerinden bunu anlamak mümkündür:
“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevi ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu.”(1)
Allah’ın sonsuz rahmetinin iman vasıtasıyla imanın zirvesinde olan mümin kullarının kalbine yansımasından ibaret olan bu “ahsen-i takvim” kıvamındaki lahuti ve nebevi ahlakı, müminlerin medar-ı iftiharı bir tablo olarak değerlendirmek gerekirken, bunu “kısacık aklının ve daracık kalbinin” ölçütlerine göre değerlendirmek yerden göğe haksızlıktır.
b) Unutmamak gerekir ki, bu şefkatin coşkun feveranından kaynaklanan büyük bir üzüntüyü gidermeye yönelik olarak teskin edici bu değerlendirmeler, Üstad'ın düşünerek ortaya koyduğu bir fikir mahsulü değildir. Bilakis, insaf sahibi dost ve düşmanın kabul ettiği gibi, ilhama mazhar olan ve Risale-i Nur Külliyatı gibi 6.000'den fazla sayfa tutan eserlerinin büyük bir kısmını bu ilhamla yazan, “İşaratu’l-İ’caz” gibi harika bir tefsiri, savaşırken/savaş esnasında yazan Bediüzzaman hazretlerinin kalbine ilham edilen bir hakikattir. Onun şu ifadelerinde bu gerçeği görüyoruz:
“Birden ihtar edildi ki:
"Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfât vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor."(2)
c) II. Dünya savaşında kâfirlerin birbiriyle boğuştuğu o harbin acımasız yüzünü –görünürde hiç bir medya ve benzeri vasıtalardan duymadığı hâlde- manen müşhade eden Üstad, aynı şekilde ona teselli veren bir hakikat da manevi canipten ihtar edilmiştir.
Demek ki, Üstad, bu savaşın acımasız yüzünü de manen görmüş ve üzülmüş olduğu gibi, bu manevi muşahedelerden kaynaklanan üzüntüyü gideren teselli edici hakikat da manevi yönden ilham yoluyla ihtar edilmiştir. Aşağıdaki ifadelerinden bu gerçeği görmek mümkündür:
“Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevi ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:"
1) O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsuun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfât-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.”(3)
Bediüzzaman’ın bu manevi ihtardan aldığı bu değerlendirme, tamamen İslam’ın prensiplerine uygundur ve İslam alimlerinin görüşleriyle tamamen örtüşmektedir.
2) “(bu savaşta ölenler, yaş olarak) On beşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfâtı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü ahir zamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem ahir zamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslamiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zalimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum.”(4)
Bu ifadede yer alan şu önemli noktalara dikkat etmek gerekir:
Birincisi: Bu savaşta masum ve mazlum olarak ölenlerin mükafatı vardır. Masum demek, bu savaş cinayetinde hiçbir dahli olmamış kimseler demektir. Mazlum demek, haketmediği hâlde haksız yere zulmen öldürülmüş kimseler demektir. İslam’a göre, mazlumun hakkı mutlaka verilir. Hatta “boynuzsuz koyunun hakkı dahi boynuzlu olandan alınır.” Hayvanların hakkını ihmal etmeyen Allah, insanların hukukunu hiç zayı eder mi? “Karıncaya bilerek basmayı yasaklayan bir şeriat hiç insanların hukukunu gözardı eder mi?”
Demek ki “masum- mazlum” kavramları bu meselenin çözümünde iki anahtar kelimedir. Bu iki unsurun dini olmaz. İlahi adalet, zalim ve cani Müslümana ceza; mazlum ve masum gayri müslime de mükâfat verir. Bu ilahi adaletin gerekli bir tezahürüdür.
İkincisi: Bu asır bir fetret asrıdır. Çünkü İslam dini bir derece gizlenmiş, Müslümanlar içinde bulundukları perişan konumları sebebiyle özellikle, uzaktaki gayri müslimlere dini tebliğ etme kabiliyetini bir derece kaybetmişlerdir. Öyle ki kimse onları artık “kâle” almıyordu.
İşte bilinen Fetret devrindeki insanlar dini sorumluluktan muaf tutulduğu gibi, bir nevi fetret devri olan bu çağda da önemli ölçüde müaf tutulmaları İslam’ın “fetret”prensibinin gereğidir.
O hâlde “bu gaddar canilerin tutuşturduğu savaşın mağdur ve mazlumları olan bu fetret masumlarının mükâfatı, Müslümanlar gibi bir nevi şahadet rütbesi olması”, İslam’ın fetret anlayışına tamamen örtüşmektedir.
Üçüncüsü: Yaşlılar, müsibetzedeler/yani boş yere ateşe atılanlar. Kadınlar, sırf ibadetleriyle meşgul olanlar, silahlarıyla savaşa katılmayanlar ve benzeri mazlum ve mağdurların mükâfatı masumiyetlerinin bir gereği olduğu gibi, Allah’ın o sonsuz adalet ve merhametinin muktezasıdır.
3) “Eğer o felaketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden (hazırlayan) gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.”
(Burada söylenecek başka sözün olduğunu düşünmüyoruz.)
4) “Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi (bütün semavi dinlerin otak paydası olan iman esaslarını) ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakarlığın manevi ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref yapar, sevdirir.”(5)
“Zerre kadar iyilik yapanlar onu görür, zerre kadar kötülük yapan onu görür.”(Zilzal, 99/7-8)
mealindeki Kur’an’ın ifadesi bu konuda çok açıktır. Ve buradaki ifade dahi tamamen Kur’an’ın ve İslam’ın ruhuna uygundur.
Sonuç olarak denilebilir ki: Bu konudaki değerlendirme manevi canipten gelen bir ilhamdır. İslam’ın ruhuna uygundur. Bu ilhama mazhar olan zat ise, bu son asrın müceddididir.
Yanında hiçbir kaynak olmadığı hâlde 130 eser yazan bir allamedir. Zahir ve batın ilimlerinden ötürü “Bediüzzaman” unvanına layık görülmüş bir ferd-i feriddir.
Bu özelliklere sahip olan bir zatın söylediklerini ön yargı fanatizmiyle bir çırpıda kestirip atmak, ilmi insaf ve fıtri vicdan ölçüleriyle bağdaşmaz.
En kötümser bir yaklaşımla: "Şayet bu konu onun bir içtihadı ise ve hatalı olduğu ispat edilse bile, bu husus ilmen –itirazcıların yaptığı gibi aşırı bir- medar-ı tenkit olamaz. Çünkü, müctehit hata da etse bir sevap alır."
Genel olarak müctehitler hakkında kabul edilen bu kuralı, “Bediüzzaman” gibi maddi ve menevi ilimlerle mücehhez bir müçtehid hakkında geçersiz saymak, çok hatalı ve taraflı ve de garazkâr bir yaklaşım olarak kabul edilmek durumundadır.
Dipnotlar:
(1) bk. Kastamonu Lahikası , (76. Mektup)
(2) bk. a.g.e.
(3) bk. a.g.e.
(4) bk. a.g.e.
(5) bk. a.g.e.