HZ. ADEM (A.S.) KAÇ SENE YAŞADI? - Hz. Adem (a.s.) Ne Zaman Vefat Etti?
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- Cuma günü vefât etmiş, melekler gelip onu yıkamış, kefenlemiş ve sonra da defnetmişlerdir. 930 veya bin sene yaşadığı rivâyet edilir.
HZ. ADEM (A.S.) KISSASINDAN ÇIKARILACAK DERSLER
Hz. Âdem’in -aleyhisselâm- kıssasından alınacak ibretler:
1. İnsanı sürekli kötülüğe teşvik eden ve onun apaçık düşmanı olan şeytanın hîlelerine karşı çok dikkatli ve uyanık olunmalıdır.
2. İnsanı ebedî hüsrâna sevkedecek olan kibir, haset, hırs, acelecilik gibi mezmum sıfatlardan kurtulmak için nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesine ehemmiyet verilmelidir.
3. Bir günah işlendiğinde Âdem -aleyhisselâm-’ın yaptığı gibi hemen istiğfâr edilmelidir.
4. Hiçbir hatâmız olmasa dahî Allâh’ın nîmetlerine karşı lâyıkıyla şükredemeyeceğimizden, bu acziyetimizi îtirafla istiğfâra yönelmeliyiz.
5. Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile Hazret-i Havvâ vâlidemizin yasak ağaca yaklaşması hâdisesinden ortaya çıkan neticeye göre, kulların günah işlemesinden sonra kaybolan rûhâniyetleri onların istiğfâr etmeleriyle tekrar geri verilmektedir.
6. Hazret-i Âdem gibi duâlarımızda dâimâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le tevessül etmeli, rahat ve sıkıntılı her ânımızda onu dilimizden düşürmemeli, kalbimizden çıkarmamalıyız.
7. Hâbil gibi, rûh-i sultânîyi nefsânî hayâta gâlip kılarak ahsen-i takvîm sırrına kavuşmaya çalışmalıyız.
8. Hayra vesîle olanların, kendisinden sonra gelip aynı hayrı işleyenlerin ecrin*den hisse alacağı, buna mukâbil, şerre sebep olanların da, kendilerinden sonra aynı şerri irtikâb edenlerin suçlarından bir vebâl yükleneceği hakîkati hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Nitekim Hâbil hayırda, Kâbil şerde çığır açmıştır.
9. İnsan, mükerrem yaratılmış ve onun varlıkların en üstünü olduğu bil*dirilmiştir.
HZ. ADEM’İN (A.S.) ÖZELLİKLERİ
Netîce olarak Hazret-i Âdem;
İlk olarak cennet ve dünyâ hayatını yaşayandı.
İlk örtünendi.
İlk unutandı.
İlk hatâ yapandı.
İlk tevbe edendi.
İlk peygamberdi. (Kendisine 10 sahîfe indirilmiştir.)
İlk tevhîd mücâdelesi verendi.
İlk evlâd acısını duyandı.
İlk selâmlaşandı.
İlk defa toprağı işleyendi.
Hâsılı o ilk insandı.
Dipnotlar:
[1] Mudill: Müstehak olanları dalâlete sevkeden. [2] Mütekebbir: Her şeyde ve işte yücelik ve azametini gösteren. [3] Hâdî: Hidâyete eriştiren, murâda erdiren. [4] Bâzı âlimler, insan vücûdundaki cismânî varlıklarla kâinâttaki varlık ve hâdiseler arasında bir irtibat kurarlar. Kemikleri dağlara, kılları nebâtâta, damarları nehirlere, nefes almayı rüzgarlara, konuşmayı gök gürültüsüne… benzetirler. Yâni kâinâtın küçültülmüş şekli olan insanda bir bakıma kâinâttan esinti ve izler bulunmaktadır. [5] İnsanın aslî bir cevher olarak topraktan yaratılmış olmasına mu*kâbil cinler, dumansız ve parlak ateşten halk edilmişlerdir. Kesâfetleri yoktur. Fakat kesâfet sâhibi muhtelif varlıkların şekillerine bürünme yâni temessül etme kâbiliyetleri vardır. Işık sür’a*tinde hareket kâbiliyetleri bulunmasına rağmen, birçok husûslarda insanlar gibi mütekâmil varlıklar değildirler. Seviye olarak insanlardan daha aşağıdadırlar. Sevgili Peygamberimiz kendine has bir özellik olarak hem insanlara hem de cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Bu sebeple O’na, insanların ve cinlerin Rasûlü mânâsında “Rasûlü’s-sekaleyn”; insanlara ve cinlere fetvâ veren İmâm-ı Gazâlî, Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi ve emsâli İslâm âlimlerine “müfti’s-sekaleyn” ve ins ü cinne mânevî eğitimde bulunan mürşid-i kâmillere de “mürşidü’s-sekaleyn” denir. [6] Gafûr: Bütün günahları affeden. Rahîm: Affedip bağışlayan engin merhamet sâhibi. Mü’minleri âhirette mükâfatlandıracak olan. [7] Arapça’da “halk: yaratma” kelimesi “bir şeyi îcad etmek” mânâsına da geldiği için başka varlıklara da izâfe edilebilmektedir. Bu sebeple “Ahsenü’l-Hâlıkîn: Yaratanların en güzeli” denilirken, Allâh’tan başka bir hâlık (yaratıcı) olduğu anlamına gelmez. Meselâ “Aliyyün ahsenü’t-tullâb: Talebelerin en iyisi Ali’dir.” denildiğinde, sınıfta Ali ile beraber başka iyi talebelerin olması şart değildir. Sınıfta tek iyi talebe Ali olsa bile bu ifâde kullanılabilir ve bu “Ali çok iyi bir talebedir.” mânâsına gelir. [8] Alîm: Ezelî ilmiyle, olmuş ve olacak her şeyi hakkıyla bilen. Hakîm: Bütün emir ve işleri yerli yerinde olan. [9] Nitekim Cenâb-ı Hak, İmâm-ı Âzam, İmâm Buhârî, Ahmed bin Hanbel Hazretleri, diğer mezhep imamlarımız ve tasavvuf büyüklerimiz gibi zâtları kıyâmete kadar dîninin devâmı için vesîle kılmıştır. [10] Bkz. Râzî, Tefsîr, XXXI, 114. [11] Cemâdât olarak bildiğimiz varlıkların bile kendilerine âit mükellefiyetin ağırlığını fark edebilecek bir şuura sâhip olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bir defasında Hazret-i Ebû Bekir, Ömer ve Alî -radıyallâhu anhüm- olduğu hâlde Uhud Dağı’na çıkmışlardı. Uhud, sallanmaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de: “Sâkin ol ey Uhud! Üzerinde bir nebî, bir sıddîk ve iki şehîd var!” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3703) buyurdu. Öyle ki cemâdât, nebâtât ve hayvanâtın her biri kendi dillerinde Rab’lerini hamd ile tesbih etmektedirler. Bu husus âyet-i kerîmede şöyle beyân buyrulmaktadır: “Ye*di gök, yer ve bun*lar*da bu*lu*nan her şey O’nu tes*bîh eder. O’nu hamd ile tes*bîh et*me*yen hiç*bir şey yok*tur. Ne var ki siz, on*la*rın tesbîhi*ni an*la*yamaz*sı*nız! O, Ha*lîm’dir, Gafûr’dur.” (el-İs*râ, 44) Hurma kütüğünün Efendimiz’in hasretiyle enîni (inlemesi), (Buhârî, Menâkıb, 25) Kızıldeniz’in Hazret-i Mûsâ ile Firavun’u ayırdetmesi (el-Bakara, 50) bunun en güzel misâllerindendir. Diğer bir misâl de şudur: Japon bilim adamı Masaru Emoto, donmuş su kristalleri üzerinde yaptığı araştırmada, bunların düzgün, estetik ve altıgen şekillerden meydana geldiğini ve bu kristallerin insan eli değmemiş tabiî kaynak sularında, insanı büyüleyecek kadar düzgün ve güzel şekle sâhip olduğunu fark etmiştir. İki ayrı kaba bu sulardan alarak deney yapmıştır. Üzerine sevgi, şefkat, duâ ve minnettarlık ifâdelerinin fısıldandığı birinci kaptaki suyun kristallerinin tabii ihtişamını koruduğunu; üzerine hakaret içeren sözlerin ve “şeytan” lafzının söylendiği suyun kristallerinin ise parçalanmış olduğunu ve bütün estetik özelliğini yitirerek şekillerinin bozulduğunu görmüştür. Aynı deneyde sular, güzel ve hoş mûsikîye ve rahatsız edici çirkin ritimlere de farklı tepki vermiştir. Masaru Emoto ulaştığı bu hakîkati daha da pekiştirmek için benzeri bir incelemeyi ayrı kavanozlara konulmuş haşlanmış pirinçler üzerinde de yapmıştır. Birinin içine “teşekkür” diğerinin içine “aptal” yazan kağıtlar bırakılan kavanozlara bir ay boyunca bu sözler telaffuz edildiğinde birinci kavanozdaki pirinçlerin beyazlığını ve tâzeliğini koruduğunu diğer kavanozdaki pirinçlerin ise karararak dışarıya kötü kokular vermekte olduğunu keşfetmiştir. (M. Akif Deniz, İlk Adım, Şubat, 2003) [12] Bkz. Taberî, Târih, I, 89-90. [13] Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât, I, 26. [14] Bu âyetlerde “usr” (zorluk) ve “yüsr” (kolaylık) kelimeleri tekrar edilmiştir. Ancak “usr” elif-lâm takısı ile mârife olarak, “yüsr” ise nekra olarak gelmektedir. Arapça dil kâidelerine göre mârife kelimenin tekrar edilmesi aynı şeyi ifâde ederken, nekra kelimenin tekrarlanması farklı bir şeyi ifâde etmektedir. Bu sebeple “usr” iki defa tekrar edilmesine rağmen tek bir zorluk olarak kalmış, “yüsr” ise iki ayrı kolaylık olmuştur. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 94) [15] Bir çiğnem et: Âyet-i kerîmedeki bu tâbir, asrımızda yeni keşfedilen bir Kur’ân mûcizesidir. İnsan yaratılışının üçüncü safhasını teşkîl eden mudğa dö*nemi, sanki çiğnenmiş ve üzerinde diş izleri kalmış bir et görünümündedir. (Geniş bilgi için bkz. O. Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 178) [16] Bkz. s. 7. (Mizanpajdan sonra bakılıp düzeltilecek.) [17] Bkz. İ. Hakkı Bursevî, Temâmü’l-Feyz (thk. Ali Namlı), Basılmamış master tezi, İstanbul, 1994, s. 47. [18] Geniş bilgi için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmandan İhsâna Tasavvuf, s. 309 vd. [19] Ayrıca bkz. el-Hicr, 33; Sâd, 76. [20] Ayrıca bkz. Sâd, 77-7800011. [21] Ayrıca bkz. el-A’râf, 14. [22] Ayrıca bkz. el-A’râf, 15. [23] Hadîs-i şerîf için bkz. sf. 52-53. (Mizanpajdan sonra düzeltilecek.) [24] Bkz. et-Târık, 6-7. [25] Tesettür, mahlûkât arasında yalnız insana âit bir keyfiyettir. İnsan, Allâh -celle celâlühû-’nun lutfettiği insanlık haysiyet, vakar, hayâ ve ciddiyetini ko*ruyabilmek için örtünmeye mecburdur. Aksi hâlde bu vasıfları zâyî etmiş olur. Kendisinin dûnundaki mahlûkların seviyesine düşer. Toplumda hayânın kaybol*ması, kıyâmet alâmetlerinin belli başlılarındandır. Hadîs-i şerîfte: “Hayâ îmândandır!” (Buhârî, Îmân, 3) buyrulur. Hazret-i Âdem ile Havvâ, cennette başka insanlar olmadığı hâlde birbirlerinden ve diğer mahlûkâttan hayâ ettiler. Telâş içinde orada mevcut yapraklarla örtünmeye çalıştı*lar. Bu da gösteriyor ki, maddî olan örtünme ve onun mânevî bağlantısı olan edeb ve hayâ, insanoğlunun en mümtaz vasıflarından biridir. [26] Bkz. el-Bakara, 37. [27] Buradaki düşmanlık, şeytan ve cinler ile insanlar arasında, bir de insanların kendi aralarında muhtelif sebeplerle zuhur edecek ve kıyâmete kadar sürecek olan düşmanlıklardır. [28] Bkz. Yûnus, 58. [29] Ayrıca bkz. Yâsîn, 77. [30] Bkz. el-Kalem, 16-33. [31] Ezel*de yal*nız ken*di*si var olan Ce*nâb-ı Hak, in*san*lar ve cin*le*rin id*râk*le*ri se*vi*ye*sin*de bi*lin*me*yi mu*râd et*ti*ğin*den mâ*si*vâ*yı, yâ*ni ken*di*sin*den gay*rı olan her şe*yi ya*rat*mış*tır. Bu ya*ra*tış*ta ilk olan “Nûr-i Mu*ham*me*dî”dir. Bu se*bep*le*dir ki Al*lâh Ra*sû*lü -sallâllâhu aley*hi ve sel*lem-: “Âdem rûh ile ce*sed ara*sın*da iken ben ne*bî idim.” (Tir*mi*zî, Me*nâ*kıb, 1) bu*yur*muş*tur. Bu*na gö*re Pey*gam*ber -aley*his*sa*lâ*tü ves*se*lâm-’ın cev*he*ri de*mek olan Nûr-i Mu*ham*medî’nin ya*ra*tı*lış*ta ilk ol*ma*sı*na mu*kâ*bil, be*de*ne bü*rün*dü*rü*lüp ba’s olun*ma*sı (gön*de*ril*me*si) en*bi*yâ sil*si*lesin*de en son*dur. Yu*ka*rı*da*ki ifâdede Nûr-i Mu*ham*medî de*ğil, be*şer sıfatı ile ba’s olunan “Zât-ı Muhammedî” kastedilmektedir. [32] Burada iki mesele vardır: Birincisi “…Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez…” (el-İsrâ, 15) buyrulduğu hâlde kâtil olan, öldürülenin günâhını nasıl yüklenir? Bu nokta birkaç şekilde îzâh edilmiştir: Bir hadîs-i şerîfte: “Birbirine söven iki kişinin söyledikleri, zulme uğrayan haddi aşmadıkça başlayana âittir.” (Müslim, Birr, 69) Yâni mazlum haddi aşıp daha ileri gitmedikçe, ilk başlayan hem aynen kendi günâhını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının günâhının bir mislini yüklenir. Burada da “benim günâhım” demek, şâyet sana karşılık vererek el uzatırsam, gireceğim günâhın bir misli demektir. Şu hâlde biri haddi aşar, diğeri de karşılık verir, neticede her ikisi de ölürlerse, başlatan, iki cinayet, diğeri de bir cinâyet işlemiş olur. Beriki, karşılık vermeyecek olursa, bu bir cinâyetten de kurtulur. Fakat kâtil yine iki cinâyet işlemiş ve iki günah yüklenmiş olur ki, birisi mazlumu öldürmek, diğeri kendini cezâya lâyık bulup ateşe atmak cinâyetidir. Bundan başka “benim günâhım” demek “beni öldürmek günâhı”; “senin günâhın” da “daha önce işlediğin günahların” demek olur. İkincisi mesele, bir insan için kendinin Allâh’a isyan etmesini istemek câiz olmadığı gibi, başkasının isyânını istemek de câiz değildir. O hâlde böyle bir muttakî kimsenin diğeri hakkında iki günah istemesi nasıl câiz olur? Buna da iki cevap vardır: Birincisi, bu sözden asıl maksat, diğerinin günâha girmesini istemek değil; ne kendinin, ne de onun günâha girmemesini istemek, günahtan uzaklaştıracak bir nasihat vermektir. İkincisi, isyan istemek câiz değilse de isyan edenin cezalandırılmasını istemek câizdir. Bu itibar ile mânâ, ben günâha girmek istemem, sen ısrar edersen ben de senin Allâh’tan cezanı isterim, demek de olabilir. Fakat birincisi daha uygundur. (Elmalılı, III, 1654) [33] Kaynaklarımızda bu isim Şis olarak da geçmektedir. Türkçe teleffuzu açısından kolay olması mülâhazasıyla ve halk arasında bu şekilde meşhur olması sebebiyle burada Şit olarak yazmayı tercih ettik.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları
---------- Post added 03.02.21 at 15:21 ----------
Adem Aleyhisselam
Ağu
4
Bismillahirrahmanirrahim
Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk peygamber,bütün insanların babası. Allahü teâlânın emri ile melekler çeşitli memleketlerden topraklar getirdiler. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp insan şekline koydular. Bu şekilde Mekke ile Tâif arasında kırk yıl yatıp “salsâl” oldu yâni pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu Cumâ günü rûh verildi. Her şeyin ismi ve faydası kendisine bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlânın emri ile bütün melekler Âdem aleyhisselâma karşı secde ettiler. Uzun zaman meleklerin hocalığını yapmış olan İblis, kibirlenip bu emre karşı geldi ve Âdem aleyhisselâma karşı secde etmedi. “O çamurdan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım. Ondan üstünüm.” iddiâsında bulundu. İblis (şeytan) kendini üstün görüp, kibirlenerek Allahü teâlânın emrine uymayınca gadab-ı ilâhiyyeye uğradı ve Cennet’ten kovuldu. Âdem aleyhisselâm kırk yaşındayken Firdevs adındaki Cennet’e götürüldü. Cennet’te bulunduğu sırada veya daha önce Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiğinden hazret-i Havvâ yaratıldı. Allahü teâlâ onları birbirine nikâh etti. Cennet’te yerleşmelerini ve Cennet’in meyvelerinden dilediklerini yemelerini bildirdi. Fakat, Cennet’te bulunan bir ağaç için, “Bu ağaca yaklaşmayın, bu ağaçtan yemeyin.” buyurdu.Âdem aleyhisselâm ve Havvâ vâlidemiz, Cennet’te bin yıl kadar yaşayıp, İblisin yalan yeminine inanarak yasak edilen ağacın meyvesinden unutarak önce hazret-i Havvâ, sonra Âdem aleyhisselâm yedikleri için Cennet’ten çıkarıldılar. Âdem aleyhisselâm Hindistan’da Seylan (Serendib) Adasına, Havvâ ise Cidde’ye indirildi. Birbirlerinden ikiyüz sene müddetle ayrı kalan Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ bu müddet içinde ağlayıp yalvardıktan sonra tövbe ve duâları kabûl oldu. Hacca gelmeleri emrolundu.
Arafât Ovasında hazret-i Havvâ ile buluştu. Kâbe’yi inşâ etti. Her sene hac yaptı. Arafât Meydanında veya başka meydanda kıyâmete kadar gelecek çocukları belinden zerreler hâlinde çıkarıldı. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye soruldu. Hepsi; “Belâ=Evet!” dediler. Sonra hepsi zerreler hâline gelip beline girdiler. Buna “Ahd-ü-Misâk” ve “Kâlû Belâ” denildi. Âdem aleyhisselâm ve hazret-i Havvâ daha sonra şam’a geldiler. Burada yirmi defâ ikiz evlâdı oldu. Bir defâ da yalnız Şît aleyhisselâm oldu. Neslinden kırkbin kişiyi gördü. Oğullarına ve torunlarına peygamber olarak gönderildi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine oniki defâ geldi. Kendisine on suhuf (forma) kitap verildi. Bu kitapta; îmân edilecek hususlar, çeşitli diller ve lügatler, her gün bir vakit namaz kılmak, gusül boy abdesti almak, oruç tutmak, leş, kan, domuz eti yememek, tıb, ilaçlar, hesab, geometri gibi şeyler bildirildi. Ayrıca fizik, kimya,tıb,eczâcılık, matematik bigileri öğretildi. İbrânî, Süryânî ve Arab dillerinde kerpiç üstüne çok yazı yazıldı.
İlk insanlar,bazı târihçilerin zannettiği gibi ilimsiz,fensiz,görgüsüz,çıplak ve vahşî kimseler değildi.Bugün Asya,Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi,ilk insanlarda da bilgisiz basit yaşayanlar vardı.Bundan dolayı ne bugünkü,ne de ilk insanların hepsi için vahşîdir denilemez.Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı.Okuma-yazma bilirlerdi.Demircilik,dokumacılık,çiftçilik,ekmek yapmak gibi san’atları vardı.Altın üzerine para dahi basılmış,mâden ocakları işletilip,çeşitli aletler yapılmıştı.
Âdem aleyhisselâmın hiç sakalı yoktu.İlk sakalı çıkan şit aleyhisselâmdır.Hazret-i Âdem çok güzeldi.Siyah saçlı ve buğday tenliydi.Onbir gün hasta yatıp,bir Cumâ günü vefât etti.Âdem aleyhisselâm vefât edince,Cebraîl aleyhisselâm bir gömlek giydirdi.,şit aleyhisselâma yıkamayı öğretti.Yıkayıp kefenlediler.Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Âdem aleyhisselâm vefât edince,melekler üç defâ su ile yıkadılar.Onu defnettiler.” Sonra çocuklarına dönerek; “Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız dediler.” şit aleyhisselâm imâm olup cenâze namazını kıldırdı.Âdem aleyhisselâmın kabri; Kudüs’te,Minâ’da,Mescid-i Hîf’te veyâ Arafât’tadır.Hayatını bildiren rivâyetler birbirinden farklıdır.
Hazret-i Âdem,Allah’a ilk hamd ve ilk tövbe edendir.Seçilmişlerin ilki,yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesidir.Birçok mûcizeleri vardır.Bunlardan birkaçı şöyledir:
Yırtıcı,vahşi hayvanlarla konuşurdu.
Susuz dağ ve taşlara elini vurunca,pınarlar fışkırır,temiz sular akardı.
Eline aldığı ufak taşlar,yüksek sesle Allahü teâlâyı zikrederdi.
Âdem aleyhisselâmın yaratılması,Cennet’te kalması,Cennet’ten çıkarılarak yeryüzüne indirilmesi,Kur’ân-ı kerîmde çeşitli âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir.
|