Adem Aleyhisselam
HZ. ADEM’İN (A.S.) YARATILIŞI - Hz. Adem (a.s.) Neden Yaratıldı?
Kâinâtın hâlıkı ve mâliki olan Allâh Teâlâ, kendi varlığını bilmesi, ibâdet ve tâatte bulunması ve yeryüzünü îmâr etmesi için mahlûkâtın en şereflisi olarak “insan”ı yaratmayı murâd etti. Daha önce halkettiği ve sâdece ibâdetle vazîfelendir*diği meleklere bu ilâhî irâdesini şöyle beyân etti:
“Hani Rabbin meleklere: «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» buyurmuştu. Melekler: «Bizler hamdinle Sen’i tesbîh ve takdîs edip dururken, yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek bir kimseyi mi yaratacaksın?» dediler. Allâh da onlara: «Sizin bilemeyeceğinizi herhâlde Ben bilirim!» dedi.” (el-Bakara, 30)
Allâh’ın bu buyruğu karşısında melekler, hep birlikte:
“«Yâ Rab! Sen’i her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, Sen’in bize öğret*tiklerinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm[8] olan ancak Sen’sin!» dediler.” (el-Bakara, 32)HZ. ADEM (A.S.) NASIL YARATILDI? - İnsanın Yaratılış Aşamaları
Kur’ân-ı Kerîm’de Hazret-i Âdem’in topraktan yaratılış safhaları şöyle beyân buyrulmaktadır:
1. Toprak Safhası
“…(Allâh) Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona “ol” dedi, o da hemen oluverdi. (Âl-i İmran, 59)
İnsan topraktan yaratıldığı için toprağın farklı husûsiyetlerini bünyesinde taşımaktadır. Toprak killi, kumlu, sert, yumuşak olduğu gibi insanlar da tabiat itibâriyle farklılık arz etmektedir. Toprak çiğnenir, her şey onun üzerinde rahatlıkla işlenebilir. Toprak buna karşı hiçbir aksülamelde bulunmaz. İşte, insandaki sabır, tevâzu ve alçak gönüllülük gibi vasıflar buradan gelmektedir. Buna mukâbil, toprağın hareketsizliğinden atâlet ve tembellik gibi vasıflar da insanda tezâhür etmektedir.
2. Çamur Safhası
“Allâh yarattığı her şeyi en güzel şekilde yaratmış ve insanı yaratmaya da çamurdan başlamıştır.” (es-Secde, 7)
Çamur safhasında su devreye girmektedir. Su, öncelikle temizleyicidir ve temizliği temsil eder. Bu açıdan da su insandaki iffeti, namusu ve maddî-mânevî temizlik duygularını temsil etmektedir.
3. Yapışkan Çamur Safhası
“…Şüphesiz Biz onları (Âdem ve neslini) yapışkan bir çamurdan yarattık.” (es-Sâffât, 11)
Yapışmak, kopmamak insanın sadâkat duygusunu ve bağlılığını gösterir. İnsanın inat etmesi ve müdafaa ettiği fikirlerinde ısrar etmesi de bu safhanın bir neticesidir.
4. Havada Kurumuş Çamur Safhası
“And olsun Biz insanı, (havada) kurumuş bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (el-Hicr, 26)
Âyette zikredilen “salsâl: havada kurumuş çamur” safhasında “hava” unsuru devreye girmektedir. Hava, insanın çamuruna hareketliliği getirmiştir. İnsan tabiatındaki istikrarsızlık, döneklik, ahde vefâsızlık ve yıkıcılık vasıfları bu safhanın bir neticesidir.
5. Şekillenmiş Balçık Safhası
“Hani, Rabbin meleklere demişti ki: «Ben (havada) kurumuş bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan bir insan yaratacağım.»” (el-Hicr, 28)
“Hame-i mesnûn: şekillenmiş balçık” safhası insanın şekil alma, terbiye ve tezkiye edilebilme husûsiyetine işâret etmektedir. Onun bu vasfının iyiye de kötüye de kullanılma imkânı vardır. Mühim olan ona, doğru bir istikâmet verebilmektir.
6. Ateşte Pişmiş Çamur Safhası
“Allâh insanı, ateşte pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.” (er-Rahmân, 14)
Bu safhada ateş unsuru devreye girmektedir. İnsanın kibir, gurur, kıskançlık, Allâh’ın emirlerine karşı gelme ve aldatıcı olma vasıfları ateşten neş’et etmektedir.
Mü’minûn Sûresi’nin 12-14. âyetleri Hazret-i Âdem’den sonra onun sulbünden gelecek her bir insanın yaratılış mâcerâsını şöylece hülâsa etmektedir:
“And olsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta (ana rahminde) bir nutfe hâline getirdik. Sonra o nutfeyi, bir aleka (yapışkan ve döllenmiş yumurta) yaptık. Peşinden, o alekayı bir mudğa[15] (bir çiğnem et) hâline getirdik; peşinden bu bir çiğnem eti, kemiklere (iskelete) çevir*dik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla (insan olarak) meydana getirdik. İşte yaratanların en güzeli[16] olan Allâh pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)
Tıp ilmi, bu bilgilere ancak asrımızda ulaşabilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise; Cenâb-ı Hak, insanın yaratılış safhalarını 1400 küsur sene evvel ilmî gerçeklere uygun bir sûrette haber vermiştir.
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak, insanın ibretlerle dolu dikkate şâyân yaratılış safhalarından bahsetmektedir. Bu safhaların evvelini teşkîl eden çamur yâni Hazret-i Âdem’in yaratılışındaki toprak safhası, gö*rünüm itibârıyla hiçbir zarâfeti bulunmayan değersiz bir maddedir. Bundan sonraki safhalar ise, atılmış değersiz bir su; yapışkan ve donuk bir kan pıhtısı; ağızda çiğnenmiş bir görüntü arzeden, câzib olmayan ve hattâ tiksinti veren bir madde... Daha sonra ilâhî kudret tecellîsiyle bir zarâfet ve ihtişâm manzarasını teşkîl eden san’at hârikası in*sanın teşekkülü... Müteâkıben maddenin ve rûhun dinçlik ve zindeliği, nihâyet bu gelişme seyrinin tersinden tekrârıyla, yine geldiği yer olan toprakta çürüyüp kaybo*luş!.. Ardından, çürümüş beden içerisinde âdeta bir cıva damlacığı gibi çürümeyen ve kendisine “acbu’z-zeneb” adı verilen tek bir tohumdan, bir bitkinin vü*cûda geliş seyrinin sür’atlendirilmiş şekli gibi yeniden ortaya çıkış ve diriliş!..
Cenâb-ı Hak, pek çok âyet-i kerîmede insanı bu kesret âlemindeki mâcerânın te*fekkürüne dâvet etmektedir:
“Ki*me uzun bir ömür ve*rir*sek, Biz onun ya*ra*tı*lı*şı*nı (güç ve kuv*ve*ti*ni ala*rak) ter*si*ne çe*vi*ri*riz. Hiç (bu man*za*ra*yı) dü*şün*mü*yor*lar mı? (Bu ib*ret*li yol*cu*lu*ğu id*râk et*mi*yor*lar mı?)” (Yâ*sîn, 68)
“Allâh sizi önce zayıf olarak yarattı, zayıflığın ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi. O, hakkıyla bilendir, her şeye kemâliyle kâdirdir.” (er-Rûm, 54)
“Sizi o (toprak)tan yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve sizi (mahşerde) bir kez daha ondan çı*karacağız!” (Tâhâ, 55)
Bu hakîkat gösteriyor ki, insanın cesedi, dünyâda yaşadığı safhalarla ve kendi zâtî durumuyla fânîliğe mahkûmdur. Aslolan ve ebedî olan rûh-i sultânîdir ki, cen*net-cehennem, saâdet veya şekāvet yolculuğu bununla olacaktır. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- der ki:
“Cesedine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü tenini besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.”
“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere, ukbâ âlemine güçlü, kuvvetli gitsin!”
Rûhun Nefhedilmesi (Üfürülmesi)
Cenâb-ı Hak insanın zâhirini bir avuç topraktan yarattıktan sonra ona mahlûkât arasında en yüce mertebeyi lutfederek kendinden bir sır nefhetmiştir. Bir cisim olarak yaratılan insanda canlılık, ancak rûhun üflenmesiyle başlamıştır. Bu bakımdan rûhun üflenmesi, her şeyden evvel Allâh’ın kuluna bir değer vermesi ve ona hayâtiyet kazandırmasıdır. Allâh Teâlâ, bu hakîkati:
“Artık onu yaratıp muntazam bir insan kıvamına getirdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman…” (el-Hicr, 29) âyet-i celîlesiyle beyân buyurmaktadır.
Allâh Teâlâ’nın, Âdem -aleyhisselâm-’a rûhundan üflemesi, temsîlî bir ifâdedir. Bu, büyük bir hakîkatin, gelişmesini henüz tamamlamış bir çocuğa anlatıl*masındaki zarûrete benzer bir keyfiyetin eseridir ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisindeki bâzı husûsiyetleri kuluna onun istîdâd ve iktidârı nisbetinde vermesi demektir. İnsan, bu nefha ile birlikte Rabbinden aldığı emânetin bereket ve iktidârı ile Rabbini tanır, O’na kul olur. Esrâr-ı ilâhî ve azamet-i ilâhiyeye tâkati nisbetinde vâkıf olur. Bu vukûfiyetin merkezi ise, kalbdir. Burada kalb, fizikî bir varlık olarak değil, tahassüsün merkezi olan bir tecellî mekânı mânâsınadır.
Rûh-i Sultânî’ye mâlik olmak, insanı üç esaslı vazîfeyle mükellef ve bu vazîfeleri îfâ husûsunda bir iktidâr ile mücehhez kılar:
1. Nefsini tanımak; kendi zâtını ve hakîkatini bilmek,
2. Kendisinin mûcidini bilmek; Rabbini tanımak (mârifetullâh),
3. Mûcidine karşı fakr u zarûretini bilmek; hiçliğe vâsıl olmak.
Eserde vârid olmuştur ki:
“Kim kendini tanırsa, Rabbini de tanır!” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361)
Yaratılan İlk Varlık Nedir?
Yaratılan ilk varlık, nûr-i Muhammedî olduğu gibi, rûhların yaratılışında da O’nun rûhu ilktir. Diğer rûhlar, O’nun rûh-i şerîfinin kadr u kıymetinin bilinmesi için bir mücevherin mazrûfu kabîlindendir. Bu sebeple Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e “Ebu’l-Ervâh: Rûhların Babası” denir.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Ashâb-ı kirâm hazarâtı Allâh Rasûlü’ne sordular:
“–Size peygamberlik ne zaman ihsân olundu?”
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:
“–Âdem, rûh ile cesed arasında iken...” (Tirmizî, Menâkıb, 1) buyurdular.
Bu itibarla Efendimiz, nübüvvette de ilktir. O’nun vücûd, rûh ve nübüvvet bakımından ilk olmasının hikmetini, ileride Hazret-i Âdem’e meleklerin secde ettirilmesi mevzuunda ele alacağız.
Rûhu iki mertebede mütâlaa edebiliriz:
1. Rûh-i sultânî: “Emir” âlemindendir. Bedenden ayrıdır. Bedenle berâber olması, onun üzerinde tasarrufta bulunması iledir. Bedenin çürüyüp yok ol*ması, ona tesir etmez. Ancak bu sûretle bedenî arzular üzerindeki tasarrufu nihâyete erer.
2. Rûh-i hayvânî: “Halk” âlemindendir. Bedenin tüm uzuvlarına yayılmıştır. Esas hükümranlığı kan üzerindedir. Merkezi dimağdır. Fiil ve hareketlerin başlangıç noktasıdır. Eğer hayvânî rûh olmasaydı, hiçbir eser vücûda gelmezdi.[17]
İşte insanın fiilleri, bu sultânî rûh ile hayvânî rûhun müşterek hasletleri içinde ortaya çıkar.
ALLAH RUHU NASIL YARATTI?
1. Yokluk (adem) devresi:
Ezelde sâdece Cenâb-ı Hak vardı ve O’nun dışında hiçbir varlık yoktu. O dönemde rûhlar da tam bir yokluk içerisinde bulunuyordu. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (el-İnsan, 1)
2. Rûhlar âleminin varoluş devresi (Elest Bezmi):
Allâh Teâlâ pek çok hikmete mebnî olarak cesetleri yaratmadan önce rûhları var etti. Hadîs-i şerîfte bu hakîkate şöyle temâs edilir:
“Rûhlar cesedlerinden ikibin yıl önce yaratılmıştır!” (Deylemî, Müsned, II, 187-188)
3. Bedenlere gönderilme devresi:
Bedenlerden hayli zaman önce yaratılan ve kendilerinden Allâh’ın rubûbiyetini tasdîk husûsunda ahd ü mîsâk alınan rûhlar, ezelde çizilen kader planına uygun olarak birer birer bedenlere gönderilmeye başlandı. Âyet-i kerîmede, ilk insan Hazret-i Âdem’e rûhun üflenmesinden şöyle bahsedilir:
“…Ona rûhumdan üfürdüğümde...” (el-Hicr, 29)
4. Bedenden ayrılma devresi:
Bu fânî hayatta kendisine biçilen ömrü tamamlayan rûhlar, geçici süre beraber bulundukları bedenlerden geldikleri gibi birer birer ayrılacaktır. Hiç kimsenin kurtulamadığı bu kaçınılmaz âkıbete ölüm denmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Her nefs ölümü tadacaktır!..” (Âl-i İmrân, 185)
5. Tekrar bedenlere döndürülme devresi:
İslâm akâidine göre ölüm, bir yok oluş değil tıpkı anne rahmindeki bebeğin oradan irtibâtını keserek dünyaya doğması gibi, rûhun bu fânî âlemden kurtulup ebedî bir hayatın sabahına doğmasıdır. İnsanoğlu burada dünyadaki yaşadığı hayattan hesâba çekilecek, bunun neticesine göre sonsuz bir saâdete ulaşacak veya -Allâh muhafaza buyursun- nihâyetsiz bir azâba dûçâr kılınacaktır. Mevzuyla alâkalı yüzlerce âyetten ikisi şöyledir:
“De ki: Onları ilk defa yaratmış olan (Allâh, yine aynı şekilde onları) dirilte*cektir. Çünkü O, yaratmanın her türlüsünü gâyet iyi bilendir.” (Yâsîn, 79)
Cenâb-ı Hak, Tekvîr Sûresi’nde şiddetli ve ibretli kıyâmet alâmetlerinin fâri*kalarından bahsederken yedinci âyette, rûhların yeniden beden kalıbına alınmasını şöyle bildirmektedir:
“Nefsler birleştirildiği (rûhlar bedenlerle bir araya getirildiği) zaman.”
İnsana Rabbinden bir sır olarak üflenen rûhun mâhiyetini tam olarak bilmek mümkün değildir. Zîrâ o öteler âlemine âit olup beşer idrâkinin kavrayamayacağı bir mâhiyet arzetmektedir. Nitekim rûhun bu keyfiyeti hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Sana rûhtan soruyorlar. De ki: Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir.” (el-İsrâ, 85)
Rûhun Allâh Teâlâ ile alâkası husûsunda müfessirlerimiz birkaç farklı îzahta bulunmuşlardır:
- Rûh, ancak Rabbimizin bileceği iştendir.
- Rûh, “emr”in esâsı olan bir cevherdir.
- Rûh, Rabbimizin emri cinsinden bir fiildir.
Emaret Ne Demek?
Âyette geçen “emr” kelimesi, yine kendi kökünden olan “emâret” kelimesi ile de alâkalı olarak; emretme, buyurma, emirlik, yöneticilik gibi îzâh edilebilir. Bu du*rumda rûh; emrin hâli ve sıfatı demek olur. Bu da Allâh’ın sıfatlarının kulda tecellî etmesidir. Yâni kulda tecellî eden sıfatlardan biri de emâret (yönetme) dir. Nitekim insanın “Allâh’ın halîfesi” olması, buradaki “idâre etme tecellîsi”ne bağlıdır.
Emâret, insana mahsustur. Arslan, bedenen insandan daha kuvvetli olmasına rağmen, insanın tekâmülü karşısında zayıf kalır. Meselâ arslan, bin yıl yaşasa yine de kendisine bir ev, bir araç yapamaz.
Ayrıca meleklerde de kâmil mânâda tecellî yoktur. Bu tarz bir tecellî, yalnız insan için ge*çerlidir. İnsan, “ahsen-i takvîm: en güzel kıvam” ile “bel hüm edall: hayvanlardan daha aşağı bir dereke” arasındadır. Meselâ, insanın gönül iklîminde tecellî eden “Rahmân” ve “Rahîm” sıfatları ile beraber, nefsinde de “Mudill” ve “Kibriyâ” sıfat*ları tecellî etmektedir. Yâni insan, câmiu’l-ezdâddır. Bütün müsbet ve menfî sıfatları kendisinde cem etmiştir. Câmiu’l-ezdâd olmak, mahlûkât arasında kâmil mânâda yalnız insana mahsustur.
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin sonunda insana bilhassa rûhun mâhiyeti hakkında çok az bir bilgi verildiği, te’kitli bir şekilde ifâde buyrulmaktadır. Bu bakımdan insan haddini aşarak rûhun esrârını çözmeye uğraşmamalı ve ilmine mağrur olmamalı, buna mukâbil daha çok mes’ûliyetinin ne olduğu üzerinde tefekkür ederek kulluğa ehemmiyet vermelidir.
Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-’ı yarattıktan sonra, onu meleklerin gıpta edeceği ve takdirle emrine râm olacağı bir kıvâma eriştirmek için kendisine eşyânın isimlerini tâlim buyurmuştur. Âyet-i kerîmede bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:
“Allâh Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bu isimleri(n delâlet ettiği şeyleri) meleklere gösterip: «Eğer sözünüzde sâdık iseniz (her şeyin içyüzünü bildiğinizi sanıyorsanız) şunları isimleriyle birlikte bana bildirin!» buyurdu.” (el-Bakara, 31)
Melekler Allâh’ı tesbîh ve tenzîh ettiler. Bunun üze*rine Allâh Teâlâ:
“Ey Âdem! Onların (eşyânın) isimlerini meleklere haber ver, dedi. Âdem, (eşyânın) isimlerini onlara anlatınca (Cenâb-ı Hak): «Ben size, ‘göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı ve içinizde gizlemekte olduğunuz şeyleri de bilirim’ de*memiş miydim?» buyurdu.” (el-Bakara, 33)
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’a öğretilen isimlerden maksat, bir görüşe göre yeryüzündeki bütün eşyânın isimleri, mâhiyetleri ve husûsiyetleri idi. Burada bizim bilemediğimiz ilâhî san’at, eşyânın hakîkati, yaratılış sırrı, levh-i mahfûz, kader ve ondaki hikmet*ler ile bütün semâ ve arzdaki ilâhî esrâr, yâni ilâhî esmânın mazharlarıdır.[18] Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın bilinebil*mesi, ancak kalbî bir hayât ile mümkündür. Eşyânın hakîkat ve esrârı, kalbî duyuş*lar nisbetinde ortaya çıkar. Bu da ancak esmâ-i ilâhiyyeye vukûfiyete bağlıdır. Ce*nâb-ı Hak:
“En gü*zel isim*ler Al*lâh’ın*dır...” (el-A’râf, 180) buyurarak ken*di*si*ni ilâ*hî isim*le*ri vâ*sı*ta*sıy*la kul*la*rı*nın id*râ*ki*ne tak*dîm et*miş*tir.
Zî*râ kul, ulû*hi*yet ile ir*tibâ*tı*nı isim*le sağ*lar. Bu ger*çek, Al*lâh’ı ten*zih için, O’nun adı*nın vaz*ge*çil*mez bir un*sur ol*du*ğu*nu or*ta*ya ko*yar. Bu ba*kım*dan ku*lun, O’na kar*şı yap*tı*ğı iyi ve*ya kö*tü fi*il*ler, ulû*hi*ye*ti*nin ha*kî*ka*ti*ne de*ğil, is*mi*ne yö*ne*lir. Böy*le*ce ha*kî*ka*ti dâ*imâ mü*nez*zeh ka*lır.
Ger*çek*ten de insan, eğer Ce*nâb-ı Hakk’a mahsus isimler ol*ma*sa, O’na kar*şı mü*nâ*sebet*le*ri*ni dü*zen*le*mek*te zor*luk çe*ker. Çün*kü in*san, var*lı*kları isimde gö*rüp isim*le ifâde et*me*ye alışkındır. İn*san için isim, var*lı*ğın tes*ci*li*dir. Bu*nun için*dir ki, Ce*nâb-ı Hak, Âdem -aley*his*se*lâm-’ı ya*rat*tı*ğı za*man ona bü*tün isim*le*ri öğ*ret*miş ve Haz*ret-i Âdem’in me*lek*le*re olan üs*tün*lü*ğü*nü bu*nun*la ifâde bu*yur*muş*tur. Zîrâ bir var*lı*ğın adı*nı bil*mek, bir an*lam*da onun zâ*tî var*lı*ğı*nı da ta*nı*mak de*mek*tir. Ni*te*kim biz*ler, Ce*nâb-ı Hakk’ı, O’nun yü*ce isim*le*riy*le bil*me*sek, O’nun hak*kın*da ne bi*le*bi*li*riz ki?
Yâ*ni in*san, Rab*bi*nin hu*sû*si*yet*le*ri*ni be*lir*ten isim*le*re dâ*imâ muh*taç*tır. Her kul, ya*şa*dı*ğı çe*şit*li du*rum*la*r karşısında, Rab*bi*ni, hâ*li*ne uy*gun bir is*miy*le ça*ğır*mak is*ter. Bu isim*ler ol*ma*say*dı, O’nun*la olan ir*ti*bâ*tı çok nok*san ka*lır*dı, bel*ki de müm*kün ol*maz*dı. De*ni*le*bi*lir ki bu isim*ler, zât ve ulû*hi*yet kar*şı*sın*da ku*lun dil*siz*li*ği*ni bir de*re*ce*ye ka*dar gi*de*ren ifâde*ler, yâ*ni be*şer rû*hu*nun çık*maz*la*rı*nı açan anah*tar*lar*dır. Zî*râ Al*lâh’ın isim*le*ri*ni sa*de*ce zik*ret*mek bi*le îmâ*nı bes*le*mek*te, ilâ*hî hu*zû*ru hisset*tir*mek*te, O’na olan aşk ve mu*hab*be*ti ar*tır*mak*ta, O’na kar*şı hu*şû sâhibi kıl*mak*ta, O’nun ka*tın*da olan*la*ra rağ*bet et*tir*mek*te, dün*yadan* ve onun fâ*nî lez*zet ve haz*la*rın*dan vazge*çi*rip ebedî ola*na yön*len*dir*mek*te ve Hakk’a dö*nüş/vus*lat ar*zu*suy*la tu*tuş*tur*mak*ta*dır. Haz*ret-i Pey*gam*ber -sallâllâhu aley*hi ve sel*lem-’in, çe*şit*li du*rum*lar*da okun*ma*sı*nı tav*si*ye bu*yur*du*ğu duâ ve zi*kir*le*rin, Al*lâh’ın isim*le*riy*le do*lu ol*ma*sı da bu gibi fay*da*la*rı te’mîn etmektedir.
Çok güç şart*lar için*de bu*lu*nan, ilâ*hî mer*ha*me*te çok muh*taç olan bir mü’min, Rab*bin*den yar*dım is*ter*ken bu hâ*li*ni ifâde edip özet*le*ye*cek bir tâ*bir arar: «Rah*mân ve Ra*hîm» isim*le*ri*ne sa*rı*lır. Günah*la*rı*nın ağır*lı*ğı al*tın*da ezi*ldiğinde gö*nül ba*ğı*nın kop*tu*ğunu his*se*der*ken Hakk’a yak*la*şa*cak bir vesîle arar: «Gaf*fâr ve Set*târ» isim*le*ri*ne sı*ğı*nır. Kâ*inat*ta ve*ya ken*di rû*hun*da te*cel*lî eden ilâ*hî kud*ret ve aza*me*ti te*mâ*şâ eder*ken, ki*tap*lar*da ifâ*de edi*le*me*ye*cek duy*gu ve mâ*ri*fe*ti*ni di*le ge*ti*re*cek bir be*yân arar: «Al*lâ*hu Ek*ber» di*ye*rek, dal*ga*la*nan rû*hunu sü*kû*nete erdirir. Hâ*sı*lı kul, ken*di*si*nin çeşitli hâl*le*rin*de, Ce*nâb-ı Hakk’ın muh*te*lif sı*fat*la*rı*nın ara*cı*lı*ğı ile rû*hu*nun ki*lit*len*miş ka*pı*la*rı*nı açar ve his*set*ti*ği ni*ce ih*ti*lâç ve ih*ti*yaç*la*rı gi*de*rir.
Bu*nun için*dir ki Ce*nâb-ı Hak, ken*di*si*ni, ha*kî*ka*te mu*tâ*bık ola*rak, fa*kat in*san*la*rın an*la*ya*bi*le*ce*ği tarz*da ta*nıt*mış*tır. Yâ*ni O’nun, ken*di*si*ni: Alîm, Ha*kîm, Ka*dîr, Ga*fûr vb. sı*fat*lar vâsıta*sıy*la ta*nıt*ma*sın*da ve in*sa*nın da O’nu böy*le ta*nı*ma*sın*da, as*lın*da in*sa*na âit şah*sî bir se*bep var*dır. Zî*râ in*san, bu va*sıf*la*rın bir kıs*mı*nı -son de*re*ce* sı*nır*lı da ol*sa- ken*di*sin*de bu*lur. Bu da, be*şer id*râ*ki*nin îmân ve hi*dâ*ye*ti için lut*fe*dil*miş bir ilâ*hî mev*hi*be*dir.
Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-’a isimleri öğrettiğini bildirdiği âyet-i kerîme ile bir mânâda:
“Ben eşyânın isimlerini, esrârını, ince hikmetleri, güzellikleri ve ilâhî san’a*tımı insana bildireceğim…” buyurmaktadır.
ALLAH KATINDA EN DEĞERLİ İNSAN
Burada insanın fazilet ve şerefinin, elde edeceği ilm-i nâfî sâyesinde mümkün olabileceğine işâret edilmektedir. Bunun için de insan ilmini irfâna çevirip sâlih ameller işlemeye gayret göstermelidir. Zîrâ hedef, takvâdır. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“…Allâh katında en şerefliniz, en çok takvâ sâhibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyurmaktadır.
Akıl mahlûktur. Akıl, Allâh’ı delîl ile tanıyarak ispat edebilir. Çünkü o eserden müessire, san’attan san’atkâra ulaşır. Hikmeti ise, ancak vahyin ışığında çözebilir. Fakat aklın, vahyin muhtevâsını kavramakta da salâhiyet ve iktidârı mahdûddur. Akılla mârife*tullâh yolunda ilerlemek mümkünse de bu, belli bir yere kadardır. Aklın tükendiği yerde kalbî faâliyet sâyesinde ilerleme devâm eder. Fakat bu bile mutlak gerçeğe vüsûl için kâfî değildir. Çünkü Allâh’ın zâtı mutlaktır. Mutlakın künhüne, mukayyed olan (yâni mutlak olmayan) akıl veya başka bir vâsıta ile ulaşmak ve onu lâyıkıyla idrâk edebilmek mümkün değildir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak ihâta edemezler…” (el-Bakara, 255)
Buna rağmen insan mârifet yolundan geri kalmamalı, Rabbine yaklaşmak için vesîleler aramalı ve bütün gayretini sarfetmelidir. Bu gayretin en güzel nümûnelerini peygamberler sergilemişlerdir. Nitekim Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-:
“Ben Rabbime gidiyorum. O bana doğru yolu gösterecek.” (es-Sâffât, 99) demiştir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“Yâ Rabbî! Biz Sen’i Sana lâyık bir mârifetle ta*nıyamadık...” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520) diyerek mârifetin yâni Allâh Teâlâ’yı hakkıyla tanıyabilmenin imkansızlığına ve bununla beraber ehemmiyet ve lü*zûmuna işâret buyurmuşlardır.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hak’tan üç türlü ilim telakkî etmiştir:
Birincisi: Kendisi ile Allâh -celle celâlühû- arasında mahfuzdur. Bu ilim, be*şer idrâkinin üzerinde olduğundan insanlara açıklanmamıştır. Ancak nûr-i nübüvvet ile kavranabilir. Hurûf-i Mukattaa’nın yüklendiği mânâlar bu kabîldendir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tebliğine memur olduğu vahyin dışında kendisine husûsî olarak bildirilen her bilgiyi ashâbına nakletmemiştir. Rasûlullâh Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfi, bu hakîkate işâret etmektedir:
“Şâ*yet bil*dik*le*ri*mi bil*sey*di*niz; az gü*ler, çok ağ*lar*dı*nız.” (Bu*hâ*rî, Kü*sûf, 2; Müs*lim, Sa*lât, 112)
Mevzuyla alâkalı di*ğer bir ha*dîs-i şe*rîfte de:
“Be*nim Ce*nâb-ı Hak ile öy*le an*la*rım olur ki, on*la*ra ne bir mu*kar*reb me*lek ne de her*han*gi bir pey*gam*ber vâ*kıf ola*maz.” (Mü*nâ*vî, Fey*zü’l-Ka*dir, IV, 8) buyrulmaktadır.
İkincisi: Umûma âit olan şerîat ilmidir. Bütün insanlık âlemi, bu bilgilere îmân etmek ve onlarla amel etmekle mükelleftir. Şu âyet-i kerîme, bu nevî ilmi ifâde etmektedir:
“Ey Rasûl! Rabbinden sana inen vahiyleri tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan Rabbinin elçiliğini yerine getirmiş olmazsın!..” (el-Mâide, 67)
Üçüncüsü: Bir kısım ehil zevâta verilmiştir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu ilmin ehli olmayan kimselere verilmesini yasaklamıştır. Bir defasında İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’ya:
“Ey İbn-i Abbâs, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zîrâ böyle yapman, fitneye düşmelerine sebep olur.” (Deylemî, Müsned, V, 359/8434) tavsiyesinde bulunmuştur. Bu sebeple Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“İnsanlara anladıkları şeyleri söyleyin, anlamadıklarını da bırakın. Siz, Allâh ve Rasûlü’nün yalanlanmasını ister misiniz?” (Buhârî, İlim, 49) buyurmuştur.
Yine İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan gelen bir rivâyete göre ashâb-ı kirâm:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’den duyduklarımızın hepsini haber verelim mi?” diye sordular. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet. Ancak bir topluluğa akıllarının almayacağı bir şeyi anlatmanız hâriç. Çünkü bu durum bâzılarının fitneye düşmelerine yol açar.” buyurdu. Bu hatırlatmadan sonra İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- herhangi bir topluluğa bir husûsu îzâh ederken bâzı şeyleri kinâyeli olarak anlatırdı. (Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, X, 307/29537)
Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- da şöyle buyuruyor:
“Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den iki kap dolusu ilim aldım. Bunların birini açıkladım. Eğer diğerini açığa vursaydım, şu gırtlağım kesilirdi.” (Buhârî, İlim, 42)
Ashâbın seçkinlerinin ehil olmayanlardan gizli tuttuğu bu ilim, anlayış ve idrâk ediş husû*sunda fevkalâde bir kudret ile techîz edilmiş bulunan müstesnâ insanların kavrayabi*lecekleri gerçeklerdir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-böyle gerçekleri as*hâb-ı kirâmdan Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı müstesnâ anlayışlı kimse*lere nakil ve ifâde buyurmuştur. Herkes, bundan kâbiliyeti ve istîdâdı kadar mes*’ûldür. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmeye; zühd, takvâ ve ihsân duygusuna vâsıl olmaya, diğer bir tâbirle tasavvufu en güzel bir şekilde yaşamaya çalışmalıdır. Bu da ancak nef*sin tezkiyesi, kalbin tasfiyesi ile mümkündür.
Ferdin selâmeti, evvelâ şer’î gerçeklere ittibâ ile mümkündür. Tasavvufî gerçeklerle hemhâl olması ise, bu selâmetin yüksek bir seviyede, yâni vasıflı bir sû*rette tahakkukunu sağlar.
Şer’î gerçekler herkesi muhâtap aldığından rahmet-i ilâhiyye îcâbı mükellefi*yetler asgarîde tutulmuş, umûmun en âciz fertlerinin tâkati ölçü olarak alınmıştır. Tasavvuf yolunda ilerleme ise, kâbiliyete göre olduğundan bu yolun önü açık tu*tulmuş, ehline “Fenâ fillâh”a ve hattâ “Bekâ billâh”a kadar ruhsat tanınmıştır. Meselâ bir kısım mallarda zekât kırkta bir olmakla birlikte Cenâb-ı Hak infâkın önünü açık tutmuş, mü’minin îsarda bulunarak kendi ihtiyâcı olan miktarı bile muhtaç kardeşine vermesini teşvik buyurmuştur. Dolayısıyla zekâtın fıkhî nisâbı kalbî bakımdan asgarî seviyeye göredir. Kalbî seviye yükseldikçe infâkın ölçüsü de artmaktadır.
Bu itibarla tasavvufî ilim, mânevî eğitim sonucu ferdin istîdâdı nisbetinde ulaşılabilen Hak vergisi «ledünnî» bir ilimdir. Kur’ân-ı Kerîm’in birtakım âyet-i kerîmelerinde bu ilimden bahsedilmiş olması, bunun delîlidir. Al*lâh Te*âlâ, ken*di*sin*den hak*kıy*la it*ti*kâ eden, be*şe*rî irâ*de ve ar*zu*la*rı*nı ilâ*hî irâ*de*ye râm ede*bi*len kul*la*rı*nın kalb*le*ri*ne, akıl*la*rın tar*ta*ma*dı*ğı bir*çok lu*tuf*lar*da bu*lu*nur. Ni*te*kim yü*ce Rab*bi*miz, böy*le mut*ta*kî kul*la*rı*na hu*sû*sî bir ilim ve hik*met lut*fet*ti*ği*ni Kur’ân-ı Ke*rîm’de şöy*le bil*dir*mek*te*dir:
“Ey îmân eden*ler! Eğer Al*lâh’tan it*ti*kâ eder*se*niz, O, si*ze bir fur*kan (iyi ile kö*tü*yü ayırd ede*cek bir ilim, fi*râ*set ve an*la*yış) ve*rir, gü*nah*la*rı*nı*zı ör*ter ve si*zi ba*ğış*lar. Çün*kü Al*lâh, bü*yük lu*tuf sâhibi*dir.” (el-En*fâl, 29)
“Ey îmân eden*ler! Al*lâh’tan sakının ve Pey*gam*be*ri (Hazret-i Muhammed)’e îman edin ki Allâh si*ze rah*me*tin*den iki kat ver*sin, si*ze ışı*ğın*da yü*rü*ye*ce*ği*niz bir nûr lut*fet*sin ve sizi bağışlasın. Şüphesiz Allâh Gafûr (çok bağışlayan) ve Rahîm (çok merhamet eden)dir.” (el-Ha*dîd, 28)
İmâm-ı Gazâlî ve Abdülkâdir-i Geylânî gibi zâtlar, önce zâhirî ilmin zirvesine ulaştılar. Lâkin bâzı gaybî inceliklere ve Allâh’a giden hassas, ince ve nâzenîn yola, kalbî derinlikleri sâyesinde ve çok sonra erişebildiler; Hak dostu oldular. Allâh -celle celâlühû-, umûma lutfetmediği bâzı sırları, kalbî derinlikleri nisbetinde onlara ve onlar gibi bâzı müstesnâ yaratılıştaki insanlara ihsân etti. Böyle olmasaydı, onların bilinen zirve şahsiyetleri ortaya çıkmazdı.
MELEKLER HZ. ADEM’E (A.S.) NEDEN SECDE ETTİ?
Cenâb-ı Hak Âdem -aleyhisselâm-’ı yaratıp rûhundan üfledikten ve ona isimleri tâlim buyurduktan sonra meleklere yönelerek Hazret-i Âdem’e secde etmelerini emretmiştir. Bu husus, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılmaktadır:
“Hani Rabbin meleklere demişti ki: «Ben muhakkak kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve rûhum*dan üflediğim zaman, derhal onun için secdeye kapanın!» Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. Fakat iblîs hâriç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı. Allâh: «Ey iblîs, sana ne oldu ki secde edenlerle berâber olmuyorsun?» buyurdu. İblîs: «Benim, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insana secde etmem mümkün değildir.» dedi.” (el-Hicr, 28-33)
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdiseye, siyak ve sibâkı itibâriyle farklı olarak yedi sûrede yer verilmektedir ki bu da mevzûun ehemmiyetini göstermektedir. Burada çok mühim bir tâlimat mevcuttur: İblîs, Allâh’ın emrini dikkate almamış, kendi nefsânî arzuları istikâmetinde hareket etmiştir. Kendi mantıkî ölçülerini ve aklî kıyâsını, Allâh’ın emrinin önüne geçirmiştir. Dolayısıyla kul da kendi akıl, mantık ve kanaatini Allâh’ın emrinin önüne geçirdiği takdirde iblîs’in düştüğü hatâya dûçâr olur. Hâlbuki âyet-i kerîmede böyleleri hakkında şu îkâz-ı ilâhî vârid olmuştur:
“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin! Allâh’tan korkun...” (el-Hucurât, 1)
ŞEYTAN HZ. ADEM’E (A.S.) NEDEN SECDE ETMEDİ?
Hak Teâlâ Şeytan’a, secdeden uzak durmasının sebebini sorarak:
“«–Ey iblîs, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir?» buyurdu…” (Sâd, 75)
Bu âyette zikredilen “iki el”, Allâh Teâlâ’nın kudretini ifâde etmektedir. Bu ifâde aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği ehemmiyeti göstermektedir. Yine bu ifâdenin îşârî bir mânâsını, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri şöyle bildirmiştir:
“İki el, Hakk’ın celâl ve cemâl tecellîleridir. İnsanın cesed yapısı, nefsânî ve halk tarafı celâl tecellîsi; rûhânî ve Hak tarafı ise cemâl tecellîsidir. İnsanda bu iki esmâ cem olmuş durumdadır. İblîs’te ise yalnız celâl tecellîsi bulunduğundan cemâl tecellîsinden mahrumdur.”
Hadîs-i şerîfte buyrulmuştur:
“(Her türlü sûret ve tasavvurdan münezzeh olan) Allâh, Âdem’i kendi sûre*tinde yarattı.” (Müslim, Birr, 115)
Bu hadîs-i şerîfte ifâde edilen hakîkat, cismânî sûret değil, bâtınî ve mânevî sûrettir. Cesed ve nefs tarafı değil, rûh ve sır tarafıdır.
Eğer Hazret-i Âdem’de bu ilâhî tecellîlerin bütünüyle tezâhürü olmasa ve kendisinde diğer yaratıklardan farklı ve üstün vasıflar bulunmasaydı, halîfe ola*mazdı, olsa da bu vazîfesini îfâ edemezdi. Ancak âlemde hilâfet mükellefiyetini ye*rine getirebilmek, tezkiye-i nefs, tehzîb-i ahlâk ve tasfiye-i rûh safhalarından geçerek tekâmül etmiş bulunan insan-ı kâmile âittir.
Eğer insan, hidâyet, istikâmet, îmân, ikrâr, kabûl ve teveddüd (muhabbetle dostluk etmek) gibi “Hâdî” tecellîlerini tekâmül ettirip hayâtında ön plâna çıkarırsa, meleklerden bile üstün bir seviyeye yükselir. Aksine onda, idlâl, hîle, küfür, inkâr, hased, kibir ve tasallut gibi “Mudill” ism-i şerîfinin tecellîleri gâlip gelirse, hayvan*lardan da aşağı bir derekeye düşer. Nitekim Allâh Teâlâ âyet-i kerîmede buyurur:
“And olsun ki biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu (kendi irâdeleri ile hak edeceklerinden) cehennem için yaratmışızdır. (Çünkü) onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler! İşte onlar, hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağıdırlar. İşte onlar, gâfillerin ta kendileridir.” (el-A’râf, 179)
Şeytan’ın Hazret-i Âdem’e secde etmemesi, şahsiyetinde meknûz olan kibir ve azametin tezâhürü idi. Zîrâ o, bir zamanlar meleklere hocalık edecek derecede ilim sâhibi idi. Bu sebeple mümtaz bir mevkîi vardı.
Bu nüktede, ilim ve makâmın insan*larda benlik duygusunu tahrîk etmek gibi bir tehlikesinin olduğu bildirilmektedir. Bununla birlikte, bir de Allâh’a itaat için tek başına ilmin kifâyetsizliğine işâret vardır. Şeytan, parlak, du*mansız ateşten yaratılmış olan cin tâifesindendi. Mahdud aklına göre bir kıyas yaptı ve kendisinden yaratıldığı dumansız parlak ateşin, Hazret-i Âdem’in yaratıldığı balçığa üstünlüğünü iddiâ etti. Çünkü kendinde bir varlık ve şeref vehmediyordu. Aslî cevheri itibâriyle daha değerli olan bir menşe’den vücûda gelen ve (kendine göre) daha şerefli olan(!) bir varlığın menşe’ itibâriyle daha dûn (alçak) olan Âdem’e secde etmesini kendisi için zillet addeyledi. Bu keyfiyet de, hakîkate vusûl için aklın kifâyetsizliğine işârettir.
Buradan anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hakk’ın emri karşısında kıyas yapılmamalıdır. Nassa aykırı yapılan kıyaslar bâtıldır, fâsittir ve ona îtibâr edilmez. Şeytan işte bu hatâya düşmüştür. Kaldı ki şeytanın iddiâ ettiği, “ateşin topraktan üstünlüğü” bile izâfîdir. Zîrâ toprağın ateşten üstün pek çok yönü de bulunmaktadır. Fakat mühim olan bunları kıyaslamak değil, Hakk’ın emrine itaat etmektir. Şeytan’ın buradaki asıl günâhı Hakk’ın hükmü dışında hüküm koymaya kalkışmasıdır. Nitekim iblîs, Cenâb-ı Hakk’a karşı büyük bir cür’et ve ahmaklık içinde:
“…«Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.» dedi.” (el-A‘râf, 12)[19]
Şeytan, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın çamurunu gördü, yüceliğini göre*medi. Bu dünyâya âit çamuru seyretti, fakat öteki âleme âit olan mâneviyâtına âmâ oldu. Şeytan’ın bilemediği taraf, insanın “Hakk’ın halîfesi” (halîfetullâh) olma*sıydı. Çünkü o, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı nefsinin gözüyle değerlendirmişti. Böylece idrâki, Hazret-i Âdem’in maddesinden öteye geçememişti. Ölçüyü Hak’tan değil, nefsinden almıştı. Bu yüzden şaşırdı, hissiyâtıyla hareket etti. O âna kadar arzusu dışında hissiyâtına dokunan bir teklifle karşılaşmamış olan ve böyle bir imtihân geçirmemiş bulunan iblîs, ilâhî hikmeti kavrayamadı. Nefsinin girdapları arasında boğulup perişan bir şekilde Allâh’a âsî oldu.
İblîs, Hazret-i Âdem’e kendi üstünlüğünü kaybetmemek endişesi ile secdeden kaçınmış, azgın nefsine boyun eğmişti. Ancak bu tavrı ile, korktuğundan daha kötü bir hâle düştü, acı bir şekilde Allâh’ın ona lutfettiği o yüce makamdan kovuldu. Bir zamanlar aralarında büyük bir îtibar sâhibi bulunduğu melek*lerin yanından bedbahtlık çukurlarına yuvarlanarak rezîl oldu. Nitekim iblîs’in isyânı üzerine Allâh Teâlâ:
“«Öyle ise çık oradan! Sen artık kovulmuş (bir şeytan*sın). Muhakkak ki, kıyâmet gününe kadar lânet, senin üzerine olacaktır!» buyurdu.” (el-Hicr, 34-35)
Ayrıca A‘râf Sûresi’nin 13. âyetinde de Allâh Teâlâ iblîs’e:
“«Öyleyse in oradan! Orada büyüklük taslamak senin ne haddine! Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!» buyurdu.”[20]
Böylece şeytan -aleyhillâne-, Hazret-i Âdem’e üstünlük dâvâsı güderken, melekler arasındaki yerini de kaybetti. Hayâtından endişe etti ve Allâh’a yalvararak:
“«Ey Rabbim, o hâlde (varlıkların) tekrar diriltileceği güne kadar bana mühlet ver!» dedi.” (el-Hicr, 36)[21]
İlâhî hikmet îcâbı bu izin kendisine verildi:
“Allâh: «Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin!» bu*yurdu.” (el-Hicr, 37-38)[22]
Evvelce temas etmiş olduğumuz üzere Âdem -aleyhisselâm-’ın şahsiyetinde kıyâmete kadar dünyâya gelecek olan bütün insanlık meknûz olduğundan, insanın tekrîmi keyfiyetinde herkesin bir hissesi vardır. Ayrıca Hazret-i Âdem’in şahsında bütün insanların da, şeytanın düşmanlığına muhâtap olduğu bir gerçektir. Çünkü nefsin sâhip bulunduğu bütün temâyüllerin ortaya çıkmasına kulun imtihânı nokta-i nazarından ihtiyaç vardı. Bunun için de şeytan gibi bir muharrik lâzımdı. Ve beşe*rin cennetten dünyâya tardına sebep olan mâlûm yasak ağaca yaklaşma hâdisesi, şeytanın kı*yâmete kadar insandaki nefsânî temâyülleri ortaya çıkarması için zarûrî idi. Nitekim iblîs de, beşeriyetin nefsânî arzularını canlandırıp tahrîk ederek rûhâniyete engel teşkîl etmektedir. Bu yüzden insanoğlu sürekli teyakkuz ve intibah hâlinde olmak mecbûriyetindedir.
İşte bu hikmetlerle Cenâb-ı Hak, şeytana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Buna mukâbil de, insanlara af kapısını ölüm ânına kadar açık tutmuştur. Fakat kul, bu vesîleyle ağır bir âhiret imtihânına tâbî tutulmuştur. İsrâ Sûresi’nde şeytanın Allâh’tan müsâade istemesi ve Allâh Teâlâ’nın da ona izin vermesi câlib-i dikkat bir üslûbla şöyle anlatılmaktadır:
“(İblîs dedi ki: Ey Rabbim!) Şu bana üstün kıldığına bir bak! Yemin olsun ki eğer bana kıyâmet gününe kadar mühlet verirsen, pek azı müstesnâ onun zürriyetini mutlaka hâkimiyetim altına alacağım. Allâh Teâlâ buyurdu ki: Çık git! Artık onlardan kim sana uyarsa hiç şüphesiz ki sizin cezânız tam bir karşılık olarak cehennemdir. Hem onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle (vesvesenle) yerinden oynat; onlara süvârilerinle, yayalarınla elinden gelen her türlü hîleyi yap; mallarda ve evlâdlarda kendilerine ortak ol ve onlara yalan vaatlerde bulun! Zâten şeytan, onlara ancak yalan ve aldatıcı şeyler va’deder.” (el-İsrâ, 62-64)
Bu âyet-i kerîmelerde şeytanın insana çokça musallat olduğu ve tesir ettiği mühim noklara temâs edilmektedir. Buna göre:
- Şeytan ancak gücü yettiği ve hâkimiyeti altına aldığı kimselere vesvese verebilir.
- İnsanı, fıtraten mütemâyil olduğu ve kolayca sapmasını sağlayacak her türlü lağviyât, nefse hitâb eden çalgı ve teğannîlerle aldatır. Âyette geçen “savt” kelimesi “insanı Allâh’a isyâna sevkeden her türlü ses” olarak tefsir edilmiştir.
- Şeytan yalnız başına başaramadığı işlerde zaman ve mekânın îcâbına göre insanlardan ve cinlerden olan taraftarlarını kullanır.
- İnsanları daha çok dünyâ malı ve evlâdlar yoluyla saptırır.
Allâh Teâlâ’nın bu müsâadesi üzerine şeytan, nefsinde bir emniyet hissetti ve büyük bir sû-i edeple isyânının sebebini Cenâb-ı Hakk’a isnâd etmeye kalkışarak:
“Dedi ki: «Öyle ise, beni azdırmana karşılık, yemîn ederim ki, ben de onları saptırmak için Sen’in doğru yolunun üzerine oturacağım… Sonra onlara önle*rinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın!»” (el-Arâf, 16-17)
“(İblîs yine) dedi ki: «Ey Rabbim, beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim (kötülükleri güzel göstereceğim) ve onların hepsini mutlakâ azdıracağım!»” (el-Hicr, 39)
Büyük mutasavvıf Yahyâ bin Muâz (v. 258/872), şeytanın, insanı kandırmak için gösterdiği gayreti şöyle anlatmaktadır:
“Şeytan boş, biz ise meşgulüz; işimiz gücümüz var. O bizi görüyor, biz ise onu göremiyoruz. Biz unutuyoruz, o ise vazîfesini hiç unutmuyor. Ayrıca büyük düşmanımız olan nefs de şeytanın lehine çalışmaktadır.”
Kur’ân-ı Kerîm’de:
“…Şeytanın adımlarını tâkip etmeyin!..” (el-Bakara, 208)
“Şüphesiz ki şeytan size düşmandır; öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi taraftarlarını ancak yakıcı cehennemin ashâbından olmaya dâvet eder.” (Fâtır, 6) buyrularak şeytanın insanlar için büyük ve apaçık bir düşman olduğu belirtilmekte ve onun şerrinden Allâh Teâlâ’ya sığınılması birçok defa tavsiye edilmektedir. Mevzuyla alâkalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“(Ey Habîbim!) De ki şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Rabbim! Onların yanımda bulunup (beni saptırmalarından) da Sana sığınırım.” (el-Mü’minûn, 97-98)
“Şeytandan gelen bir vesvese seni tahrik ederse hemen Allâh’a sığın! Çünkü O her şeyi işiten ve her şeyi hakkıyla bilendir. Allâh’tan gerçekten sakınanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman, (Allâh’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp derhal hakîkati gören kimseler olurlar.” (el-A’râf, 200-201)
Sığınmadan murâd, korkulan bir şeyden korunmak için bir başkasına dayanmak, onun himâyesine girmek ve ona sarılmaktır. Cenâb-ı Hak, Nâs Sûresi’nde, şeytanın bu ifsâdından korunabilmek için Rab, Melik ve İlâh vasıflarını zikrederek sâdece kendisine sığınılmasını emretmektedir. Çünkü insanları aldatmak için her türlü yolu deneyen ve bütün gayretini sarfeden şeytanın şerrinden koruyabilecek yegâne Kâdir-i Mutlak ancak Allâh Teâlâ’dır.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise şeytandan korunmak için besmeleyi tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:
“Kişi evine girerken ve yemek yerken besmele çekerse, şeytan, askerlerine; «Burada ne geceleyebilir ne de yemek yiyebilirsiniz.» der. Eğer o kimse eve girerken besmele çekmezse, şeytan onlara, «Geceyi geçirecek bir yer buldunuz.» der. O şahıs yemek yerken besmele çekmezse şeytan yine askerlerine, «Hem barınacak yer hem de yiyecek yemek buldunuz.» der.” (Müslim, Eşribe, 103)
Şeytanın şerrinden korunmanın bir diğer yolu da ihlâsa sarılmaktır. Âyet-i kerîmelerde:
“(Kullarının hepsini azdıracağım.) Ancak onlardan ihlâsa erdirilen kulların müstesnâ!” (el-Hicr, 40)
“Şüphesiz ki Ben’im (ihlaslı) kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin (ve nüfûzun) yoktur! Ancak sana tâbî olan azgınlar müstesnâ.” (el-Hicr, 42) buyrulmaktadır.
İhlâs; ibâdet ve diğer amellerde riyâya yer vermemek, ibâdet ve tâatta gösterişten uzaklaşmak ve kalbin safâsını lekeleyen şeylerden gönlü uzak tutmaktır. Sırf Allâh rızâsını düşünmek, ona göre hareket etmek ve sâdece Allâh için kulluk yapabilmektir. Bu sebeple ihlâs, şeytanın kişiye süslemeye çalıştığı fenâlıklara ve insanları azdırma gayretine engel olan bir zırh vazîfesi görmektedir. Bu hâle vâsıl olabilmek için de kulun kalben seviye kazanması ve mârifetullâhtan hisse alabilme gayreti içinde olması zarûrîdir.
Allâh Teâlâ’yı kalben ve lisânen zikretmek de şeytanın şerrinden masûn kalabilmenin (korunmanın) en müessir âmillerinden biridir. Zikri terk etmek ise şeytanın yanımızdan hiç ayrılmamasına sebep olur. Bütün günahlar hep Allâh Teâlâ unutulunca işlenir. Zîrâ bir insan besmele çekerek günah işleyemez, “Allâh” diyerek haksızlık yapamaz ve bir gönlü incitip ona diken batıramaz. Cenâb-ı Hak bu hakîkati şöyle beyân buyurur:
“Kim Allâh’ın zikrine karşı gözlerini kaparsa (gaflete dûçâr olup zikirden uzaklaşırsa), yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” (ez-Zuhruf, 36)
Şeytandan korunmanın mühim bir metodu da Allâh’a ve Rasûlü’ne, yâni İslâm’a gönülden râm olabilmek ve îlâ-yı kelimetullâh (Allâh’ın ismini yüceltmek) için bütün gücümüzle gayret göstermektir. Yüce Rabbimiz:
“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (yâni O’nun dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı (sırât-ı müstakîm üzere) sâbit kılar.” (Muhammed, 7) buyurmaktadır.
Diğer taraftan Allâh Teâlâ’nın emrini terk ederek şeytana tâbî olanların yerinin cehennem olduğu şöyle ifâde buyrulmaktadır:
“Celâlim hakkı için sen ve sana tâbî olanlarla cehennemi dolduracağım.” (Sâd, 85)
“…Kudretime yemin olsun ki, onlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!” (el-A’râf, 18)
Şu hâlde bize düşen vazîfe, Allâh Teâlâ’nın buyurduğu gibi, şeytanı düşman bilmek ve onun, cehenneme atılmamız için her hîleye başvurmakta olduğunu unutmamaktır.
Rivâyete göre melekler, Hazret-i Âdem’e secdeden başlarını kaldırdıklarında, “Azâzîl” is*miyle bilinen ve çok ibâdet etmekle meşhûr olan cinnîyi, yâni şeytanı, secdeden ka*çınmış ve çirkin bir sûrete dönüşmüş hâlde gördüler. Allâh Teâlâ’nın emrine itaat nîmetine şükür için hep birlikte tekrar secdeye kapandılar.
Secdeden ictinâb ettikten sonra “Şeytan” lakâbını alan Azâzîl, şerrin temsilcisi hâline gelmiştir. O, melek de*ğildi, ateşten yaratılmıştı. Cennette bulunan meleklerin arasındaki bir cinnîydi. Bu yüzden, kendi yaratılışını üstün görmüş ve Hazret-i Âdem’in Allâh’tan bir rûh ta*şıması ve halîfetullâh olması gibi üstünlüklerini kavrayamamıştı. Allâh Teâlâ’nın emrinden gâfil kaldı, nefsânî bir hesâba dûçar oldu. Allâh Teâlâ ondaki bu âcizlik, cehâlet ve gafleti şöyle ifâde buyurur:
“Ben onları (iblîs ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şâhit tuttum. Dalâlete düşenleri kendime yardımcı edinecek değilim.” (el-Kehf, 51)
Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kullarını, yaratılış gâyesinden uzaklaşmak sûretiyle şeytan ve avanesini dost edinme gafletinden îkâz ederek şöyle buyurur:
“...İblîs cinlerdendi. Rabbinin emrine karşı çıktı. Şimdi siz, Ben’i bırakıp da onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zâlimler için bu ne fenâ bir karşılıktır!” (el-Kehf, 50)
Allâh Teâlâ’nın meleklere; “Âdem’e secde edin!” buyurması, aslâ “Âdem’e teabbüd yâni kulluk edin” mânâsına değil, Hazret-i Âdem’in sâhip olduğu istîdadları ve kemâl sıfatlarıyla onlardan daha üstün olduğunu bildirmek içindir. Çünkü Cenâb-ı Hak ona kendi rûhundan üflemiş ve onu imtiyaz sâhibi kılmıştır.
Bir diğer sebep de, “Allâh’ın emrini yerine getirin!” mânâsındadır. Zîrâ bu secde, Hazret-i Âdem’e olmakla birlikte, hakîkatte bizzat Allâh’a itaattir, O’na ibâdettir. Gerçekte Hazret-i Âdem, bu secde emrinde, kıble ve Kâbe durumundadır. Zîrâ Kâbe’ye doğru yönelip secdeye varmak, Kâbe’ye ibâdet etmek değildir. Kâbe, Cenâb-ı Hakk’ın işâret buyurduğu, kullarının ibâdetini disipline eden ve rahmetinin tecellî ettiği bir mekândır.Hilafet Nedir? - Halife nedir?
Hilâfet, vekâlet gibi asâletin mukâbili olarak başkasına niyâbet etmek yâni az veya çok onun yerini tutarak onu temsil etmek demektir. Burada halîfe, vekil mânâsında olup, Allâh’ın irâdesini yeryüzünde temsîl eden, emir ve nehiylerini tatbîk eden kimse demektir. Buna göre insan, Allâh’ın nûrunu tamamlamasına bir vâsıta ve vesîle olacaktır.[9]
Vekâlet, aynı zamanda aslın nâibine bir şeref bahşederek onu tekrîm etmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerini yeryüzünde halîfe kılması da bu kabîldendir. Zâten insana üflenen rûhta da, böyle bir emâret yâni bir yönetme vasfı bulunmaktadır. Yoksa bu hilâfet, hiçbir şekilde “ulûhiyete vekâlet” mânâsına gelmemektedir.
Bu âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hakk’ın meleklerle bir nevî müşâveresinden bahsediliyor ve Allâh Teâlâ bir halîfe yaratacağını beyân ettiğinde melekler âdeta kendilerinin buna daha lâyık olduklarını sezdirmeye çalışarak, Allâh’ı çokça tesbih ve tenzih ettiklerini öne sürüyorlar. Ancak Cenâb-ı Hak, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurarak bir bakıma meleklerin bu tesbih ve tenzih husûsiyetlerinin hilâfet için kâfî gelmediğini, kendisinden bir sır yâni rûh üflenmesi keyfiyetinin ve esmâ tâliminin buna vesîle olacağını ifâde buyurmuş oluyor.
Dolayısıyla insan, bir îcâd bedîası, yâni ilâhî bir san’at hârikası olup hem zâhiri, hem de bâtını ile halîfeliğe lâyıktır. Allâh’ın hemen hemen bütün esmâsının kendisinde kâmil tecellîsi olan mükemmel bir varlıktır.
MELEKLER İNSANLARIN İLERDE KAN DÖKÜP FESAT ÇIKARACAĞINI NASIL BİLDİLER?
1. Melekler, insanın yaratılış hikmetinin ne olduğunu öğrenmek istemişlerdir. Yoksa bunu îtiraz olsun diye veya Hazret-i Âdem’e hasetlerinden dolayı yapmamışlardır. Zîrâ nassların bildirdiğine göre meleklerde Allâh’a isyan ve îtiraz etme vasfı, haset ve kin gibi kötü huylar bulunmaz.
2. Meleklerin, insanın yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini levh-i mahfuzdan öğrenmiş olabilecekleri ihtimâli bulunmaktadır. Bu yüzden böyle bir suâl sormuş olabilirler. Nitekim bâzı kelâm âlimleri, meleklerin levh-i mahfûzu görüp okuyabildiklerini söylemişlerdir.[10]
3. Hak Teâlâ daha önce bu durumu onlara bildirdiği için böyle bir suâl sormuş da olabilirler.
4. Bir başka görüşe göre de melekler, cinlerin bozgunculuk ve fesad çıkardıklarını daha önceden bildikleri için bu suâli sormuşlardır.
Rivâyet edilir ki, Yüce Mevlâ, Âdem -aleyhisselâm-’ı yaratmak istediği zaman yeryüzüne:
“Ben, senin toprağından kendime halîfe yaratacağım. Onlardan bana itaat edenler ve isyânda bulunanlar olacaktır. Bana itaat eden kimseyi cennete; isyân eden kimseyi de cehenneme sokacağım.” diye ilhâm etti.
Sonra Allâh Teâlâ, dört meleği; Cebrâîl, Mîkâîl, İsrâfîl ve Azrâîl -aleyhimüsselâm-’ı sırasıyla yeryüzüne gönderdi. Onlardan, ayrı ayrı yerlerden birer avuç top*rak getirmelerini istedi. Melekler bu emri yerine getirmek için yeryüzüne indikle*rinde, yeryüzü:
“–Bu alacağınız topraktan insan yaratılacak ve o, Allâh’a âsî olacak; bu yüzden de cehenneme girecek. Neticede benim bir parçam cehennemde yanacak!” diyerek toprağını vermek istemedi.[11]
Bunun üzerine Cebrâîl, Mîkâîl ve İsrâfîl -aleyhimüsselâm- yeryüzünden hiçbir* şey alamadan Rab’lerinin katına dönüp şöyle dediler:
“–Yâ Rabbî, yer sana sığındı, cehennemde yanmak üzere toprağını vermekten çekindi. Biz de kendisini zorlamayı uygun görmedik!”
Ancak Azrâîl -aleyhisselâm- yeryüzünün bu sığınmasına:
“–Ben de Allâh’ın emrini yerine getirmemiş olarak O’nun katına çıkmaktan yine O’na sı*ğınırım.” şeklinde mukâbelede bulundu ve yeryüzünün muhtelif yerlerinden çeşitli renklerde kırmızı, beyaz ve siyâh topraklar aldı. Sonra bunları karıştırarak Cenâb-ı Hakk’a arzetti. Azrâîl -aleyhisselâm-’a, bu kararlılığından dolayı rûhları kabzetmek vazîfesi verildi.[12]
İnsan topraktan yaratıldığı için toprağın özelliklerini taşır. Toprak, zaman za*man kurur, sıcaktan kavrulur, suya hasret çeker. Bir mevsim kışın cefâsına katlanır. Bereketli bahar yağmurları ile yeniden dirilir. Binbir güzellik, renk, koku ve âhengi ile ilâhî kudret nakışlarını sergiler.
İnsanın da toprağa benzer ortak bir kaderi vardır. Dünyevî ihtirasların girdabında çöllerdeki kum fırtınaları gibi çalkalanır durur. Nefsin sultasında kendisini perişân eder. Ancak nefs engelini aşması neticesinde kâmilleşir. Toprağın bahar yağmurlarıyla hayat bulması gibi feyz ve rahmet tecellîlerine nâil olarak diğergâm*laşır. Böylece kendisine gelen nîmetleri, bir bahar bereketinin güzellik ve bolluğu içerisinde Allâh rızâsı için münbit topraklar misâli etrafına infâk eder.
İnsanın fânî vücûdu, topraktan yaratıldığı için toprakla gıdâlanır ve neticede toprakta yok olur. Yâni aslına döner. Topraktaki bütün elementler, insan vücûdunda -az veya çok- mevcuttur. İnsan vücûdu, aynı zamanda toprağın ayrı bir görünüşüdür. Nitekim bir rivâyete göre Âdem -aleyhisselâm-, topraktan yaratıldığı için “Âdem” diye isimlendiril*miştir.[13] Âdem -aleyhisselâm-’ın topraktan yaratıldığı, âyet-i kerîmede şöyle bildirilir:
“…Allâh onu topraktan yarattı. Sonra da ona «ol!» dedi ve (o da) oluverdi.” (Âl-i İmrân, 59)
Toprak, kırmızı, siyah, beyaz ve benzeri muhtelif renklere sâhip olduğu gibi ondan yaratılan insanlar da muhtelif renkler taşımaktadır. Aynı şekilde toprağın katı ve yumuşak tarafları olduğu gibi insanlar da kâbiliyet ve istîdâd olarak farklı farklıdır. Bu hakîkati âyet-i kerîme şöyle haber vermektedir:
“Görmedin mi Allâh gökten su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yollar (yaptık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler, Allâh’tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allâh, Azîz’dir, Gafûr’dur.” (Fâtır, 27-28)
Bu hususta Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmaktadır:
“Allâh Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan ya*ratmıştır. Bu sebeple Âdemoğullarının, o topraklara izâfeten bir kısmı kırmızı, bir kısmı beyaz ve siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki bir renkte; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (yâni muhtelif istîdâd, husûsiyet ve karakterde) dünyâya gelmiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 16)
Rivâyet edildiğine göre, “Allâh, Âdem’in hilkat toprağını kırk gün eliyle yoğurmuştur.” (Taberî, Tefsir, III, 306) Bu günlerden her biri, keyfiyeti bizlerce meçhûl olan bir zaman dilimidir.
Kaynakların verdiği bilgiye göre Âdem’in yaratıldığı çamur, kırk sene kendi hâline bırakıldı. Kalıp olarak pişti. Üzerine otuz *dokuz sene hüzün yağmuru, bir sene de sürûr yağmuru yağdı. Bunun için âdemoğ*lunun hüznü, sürûrundan daha çoktur. Hikmet ehli demişlerdir ki:
“İşte dünyâ! Şâyet bir gün güldürecek olsa günlerce ağlatır.”
Bahsedilen bu yağmur, maddî bir yağmur değil, mânevî bir tecellîdir. Mecâzen yağmur olarak bildirilmektedir.
Hüzünden sonra, dâimâ sürûr gelir. Büyük mükâfâtlar, büyük sabır ve ıztıraplardan sonradır. Mîrâc mûcizesinin, cefâlı, ıztıraplı ve elemli Tâif Seferi’nin ardından ihsân edilmesi ve çileli bir Mekke devrinden sonra saâdetli bir Medîne devrinin gelmesi gibi...
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten bu zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” (el-İnşirah, 5-6)[14]
İnşirah Sûresi nâzil olduğunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hakk’ın bir zorluğa karşılık iki kolaylık takdîr buyurmasına çok sevinmiş, son derece mesrûr ve mütebessim bir şekilde:
“Bir zorluk iki kolaylığa aslâ gâlip gelemez. Çünkü «Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.» (el-İnşirah, 5-6)” buyurarak ashâbının yanına çıkmıştır. (Hâkim, II, 575)
Hayatın meşakkatleri karşısında zor durumda kalan kimselere bir çıkış yolu göstermek üzere şâir şöyle der:
“Herhangi bir zorlukla karşılaştığında İnşirah Sûresi’nin derin mânâlarını tefekkür et! Orada bir zorluk iki kolaylık arasında zikredilmektedir. Bunu iyice düşündüğün zaman ferahlarsın, sıkıntın zâil olur.”
Muhakkak ki dünyâ, çeşitli çilelerle dolu bir imtihan mekânıdır. Âyet-i kerîmede bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulur:
“And olsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden bi*raz noksanlaştırma (fakirlik) ile imtihân ederiz. (Ey Rasûlüm!) Sabredenleri müjdele! O sabredenler ki, kendilerine bir belâ geldiği zaman: «Biz Allâh’a âidiz ve biz, elbette O’na döneceğiz!» derler. İşte Rablerinden mağfiret ve rahmet hep onlaradır. Ve hidâyete erenler de yalnız onlardır.” (el-Bakara, 155-157)
Cemâdât ve nebâtâtta dahî yaygın bir sabırdan sonra olgunlaşma vardır. Baharın gelmesi, toprağın bir kış mevsiminde çektiği çileden sonradır. İnsan da çile* ve sabırla olgunlaşır, kâmil insan hâline gelir.
|