Ve Aşk, Allah'a ne kadar da muhtaç
Mektup adresi olarak kampüsteki postanenin adresini vermek sana olan düşkünlüğümü kabartan bir şeydi. Bunu kasıtlı olarak yapmamıştım, tek sebebi o sıralar sabit bir adresimin olmamasıydı. Sürekli postaneye uğramak ve senden mektup gelip gelmediğini kontrol etmek, körükle içimdeki sen ateşini harlamaktan farksızdı. Posta memurunun benim için endişelendiğine dair cümlelelerini, ağzından çıktığı anda idama mahkum ediyordum içimde, yaşarlarsa, kulağımdan kalbime ulaşırlarsa sana ihanet edecekmişim gibi hissediyordum. Beni anlamasını beklemiyordum. Hiç kimsenin beni anlamasını bekleyecek kadar vaktim de yoktu açıkçası, hiç olmadı da. Hep yürüdüm, yola devam ettim, ardımda kalanlara dönüp bakmadım. İçim acısa da yapmadım, dur durak bilmedim. Yine de gülümseyerek karşılık verdim bana nasihat edenlere. Öyle ya, aklı başında birinin yapabileceği bir şey değildi bu; dersim olmasa da hiç usanmadan her gün okula gitmek, postaneye uğramak, senden mektup var mı diye kontrol etmek, kutsal bir görevi yerine getirmek gibiydi...
Üzerinde adının ve adımın yazılı olduğu bir mektubu elime aldığımda, işaret parmağınla baş parmağının arasında tuttuğun kalemin çizdiği her harften, sana kavuşturacak yollar aradığım doğrudur. Kurduğum senli hayallerle gerçeğimden koptuğum doğrudur. Bana gönderdiğin kitaplardaki altı çizili cümlelere tutunarak ayakta kalabildiğim doğrudur. İnkar edersem, kendimi inkar etmiş olurum.
Aşkınla uyuyup, yine aşkınla uyanıyordum, elimde değildi, yelkenlerimi dolduran rüzgarın nereye sürüklerse oraya gidiyordum, umrumda değildi hüzne batmak, kederde boğulmak...
Seni düşündüğüm kadar, sana yazacağım mektubu kurguladığım kadar derslere kafa yorsaydım okul birincisi bile olabilirdim inan... Ya da dersleri boşver, şu hayatta bu kadar yalnız ve bu kadar kararsız olmayabilirdim en azından. İrademi bir otobüs durağında bırakıp, ait olmadığım yabancı ve yenik bir şehre taşınmayabilirdim. Her neyse!
Derken mektuplar kesildi. Postaneye haftada bir defa uğramaya başladım, sonra da hiç gitmez oldum. Ne yaptıysam sana ulaşamadım. Omuza çapraz asılan çantamın iç cebinde birikmiş mektuplarla bir başıma kalakaldım. Kış bastırmış kenar mahalleler kadar dumanlı ve gözgözü görmez olmuştu ruhum yokluğunda. Bir Sezen Aksu şarkısında kıvrılıp uyudum gecelerce. Şarkı "Sürüklüyorum çaresiz, yalnızlığımı acımasızlığında" dedikçe, sana dair içimde biriken ne varsa üzerime devriliyor, günlerce altından kalkmaya çalışıyordun enkazının... Evet "enkaz" dedim yanlış duymadın...
Her aşk bir enkazı biriktirirmiş meğerse kalpte yeni anladım. Sen ulaşılmaz ve eşsiz bir mutluluk sarayı inşaa ettim zannederken, birdenbire zemin kayar, duvarlar yıkılır, çatı çöküverirmiş. Ve aşk, sahip olduğun her mekana, her eşyaya, her elbiseye bulaştırdığın bir kire dönüşürmüş. Ovaladıkça daha da çok bulaşan, geçmeyen ve daha da çoğalan bir kir! Kabullenmek denilen zor iyileşir yaralarla yaşamak düşermiş insanın payına...
Yıllarım mektuplarından bir hapisanede geçti, ikimize dair kurduğun her cümle acımasız bir gardiyana dönüştü. Ayaklarımda gülüşünden bir pranga, gövdemde kirpiklerine değen kâkülünden bir elbiseyle yaşamaya çalıştım...
Sonra vazgeçtim senden. Mektupların nasıl aniden kesildiyse, içimde sana doğru akan nehirler de öyle aniden kuruyuverdiler. Mektuplarını bir bir yırtıp attım. Bir kitapta, bir gazetede ya da bir dergide ismine rastlasam üzerini karaladım tükenmez kalemlerle. Sezen Aksu kasetlerini kırdım. Şarkılardan, canıma kasteden bir büyücüden kaçar gibi kaçtım... Bu büyük bir nimetti. Bir yükü sırtından indirmek gibi...
Ama işte, geç farketmek daha da fazla yoruyor insanı. Hep sonradan mı aklı başına gelir insanın? Tuttuğum günlüklerin her sayfasında tarih diye hep seni yazmışım. Senden uzaklığın ve kavuşamamanın elemleri yıllarımı boğan bir karamsarlığa dönüşmüş.
Haketmediğin kadar çok seninle dolmuşum meğerse ve haketmediğim kadar. Ve haketmediği kadar aşka meyletmişim...
Abartılan her sevgi iblisin yatağında uyuyup, karmaşık rüyalardan çapılmış halde uyanmaktan başka bir şey değilmiş...
Sorular sormaya başlayınca farkediyor insan nasıl bir kapana kısıldığını. Bütün enerjisini tutarsız bir duygunun emrinde nasıl da tükettiğini, insanı elindeki tek sermayesi olan şimdi'den koparan, ya geçmişin bulanık hatıralarına hapseden ya da geleceğe dair beklentilerle oyalayan bir maraz bu! Aşk da aynı hırs gibi!..
Böyle bir aşkın insana vâdettiği, bunalımlardan ve tutarsız duygulardan başka nedir?..
Kim hak eder böylesine deli divane sevilmeyi, kim hak eder sevgisiyle dolup taşmayı, bunalıma girilecekse eğer kim hak eder onun için kendini harab etmeyi, sahiden kim hak eder gerçekten bir an bile akıldan çıkarılmamayı? Kim hak eder öncelikli, ilk sırada sevilmeyi? Kim hak eder koşulsuz bir itaatle hoşnut edilmeyi?
Elbette hiç terketmeyen, uzaklaşmayan, mektupsuz habersiz bırakmayan, her an ulaşılabilen, sürekli ikramlarda bulunan, sevmekten bir an olsun vazgeçmeyen bir sevgili hakeder!..
Şarkılar aşk diye bağırırken, ekranlar aşk diye bağırırken, modern bahaneler aşk diye bağırırken, aşkı olması gereken şekle sokacak, durması gereken yerde durduracak ve insanın kalbini iyileştirecek bir Sevgili'ye ne kadar muhtacız!..
Ve Aşk, Allah'a ne kadar da muhtaç
|