Geçmişin Gölgesi
Kendisini yok etmeye azmetmiş bir evrende bulunduğunun farkına varan insanoğlu, gerek birey, gerekse toplum olarak karşısında yer alan güçleri anlamanın önemini çabucak fark etmiş, böylece dünyaya dair hakiki bilgilerin peşine düşmüştür. Bu durum, din açısından her zaman ciddi bir sorun olagelmiştir. Ne de olsa her din, elinde hiçbir kanıt olmayan önermelerinin doğruluğunu telkin eder. Dahası her din, kanıtın nasıl olabileceğini bile aklın almadığı önermelerin doğruluğunu telkin eder. İşte Kierkegaard'ın "iman sıçrayışı" derken kastettiği "sıçrayış" budur.
Dünyayla ilgili tüm bildiklerimizi bir anda unutuversek ne olurdu? Yarın sabah yedi milyarımızın birden hiçbir şey bilmez bir şekilde uyandığını hayal edin. Kitaplarımızın ve bilgisayarlarımızın hepsi yerli yerinde, fakat içeriklerini anlayamıyoruz. Ne arabalarımızı kullanmasını biliyoruz, ne de dişlerimizi fırçalamasını. İlk hangi bilgimizi geri isterdik? Eh, yemek ve barınak bulma ihtiyaçlarının en başta geleceğine şüphe yok. Aletlerimizi kullanmayı ve tamir etmeyi de bir an önce öğrenmek isterdik. Bir de tabii sözlü ve yazılı konuşmak en temel önceliklerimiz arasında yer alırdı; ne de olsa dili bilmek diğer birçok becerinin kapısını açar. Peki bu insanlığımızı geri kazanma sürecinin tam olarak neresinde İsa'nın bir bakireden doğmuş olduğunu bilmemiz önemli hale gelirdi? Ya da tekrar diriltilmiş olduğunu? Peki bu gerçekleri (yani eğer sahiden gerçeklerse) tekrar nasıl öğrenebilirdik? İncil'i okuyarak mı? Raflarımızda buna benzer daha pek çok antik çağdan kalma inciler olacağını unutmayın: örneğin bereket tanrıçası İsis'in başında etkileyici bir çift inek boynuzu olduğu "gerçeği" gibi. Okumayı sürdürdüğümüzde, Tor'un yanında bir çekiç taşıdığını, Marduk'un kutsal hayvanlarının at, köpek ve çatal dilli ejderha olduğunu öğrenirdik. Tekrar diriltmeye çalıştığımız dünyamızda en yüce payeyi acaba hangisine verirdik? Yehova'ya mı? Şiva'ya mı? Peki evlenmeden cinsel ilişkiye girmenin günah olduğunu ne zaman öğrenmemiz gerekirdi? Ya da zina yapanların recm edilmesi gerektiğini? Ya da ruhun zigota döllenme anında girdiğini? Peki ya kitaplarımızın bir tanesinin çok özel bir konumu olduğunu, çünkü bizzat evrenin Yaratıcısı tarafından yazıldığını iddia etmeye başlayan aramızdaki tuhaf insanlar hakkında ne düşünürdük?
Kendimizi doyurmayı ve giydirmeyi becerdikten sonra, tekrar öğrenmek isteyeceğimiz manevi gerçekler de olacaktır mutlaka. Bunlar şu anki halimizde de mükemmel bildiğimizi iddia edemeyeceğimiz gerçekler. Sözgelimi bir insanın korkularının ve içedönüklüğünün üstesinden gelerek diğer insanları sevmesini nasıl sağlayabiliriz? Bir anlığına, böyle bir kişisel dönüşüm sürecinin var olduğunu ve bunun bilinmeye değer olduğunu varsayalım. Bir başka deyişle umursamaz, korku ve nefret dolu insanları sevgi dolu insanlara dönüştürmeyi sağlayan güvenilir bir yol, bir beceri, bir disiplin, bir kavramsal anlayış veya bir besin takviyesi olsun. Eğer böyle bir şey olsaydı, öğrenmeye can atardık. Hatta bu anlamda faydası dokunabilecek birkaç kutsal pasaj da olabilir. Yalnız doğruluğu sınanamayan doktrinlere gelecek olursak, bunları tekrar kabullenmemizin hiçbir mantığı olmazdı. İncil ve Tevrat'ın ve diğer kutsal kitapların kendilerine Ovid'in Metamorfozlar'ının ve Mısır Ölüler Kitabı 'nın yanında saygın bir yer bulacakları neredeyse kesin görünüyor.
Söylemek istediğim, bugün kutsal saydığımız çoğu şeyin kutsal olmasının tek nedeni dün kutsal sayılıyor olmaları. Eğer dünyamızı baştan kurabilseydik, antik edebiyatta -inançIarda yer alan ve sınanması mümkün olmayan savlar uğruna, bırakalım ölmeyi ve öldürmeyi, hayatlarımızı düzenlememiz bile haklı gösterilemezdi. Peki bunu şimdi neden yapamıyoruz? Çoğu insanın gözlemlediği üzere din, insan hayatına anlam vererek toplumların (ya da en azından tek bir dinde birleşmiş olanların) kaynaşmasını sağlar. Bu tarihsel bir gerçek; dinlerin fetih savaşlarında ne derece payı varsa bayramlarda ve kardeşçe sevgide de o derece payı vardır. Halbuki modern dünya, en azından potansiyel olarak, ekonomik, çevresel, siyasi ve tıbbi gereksinimlerden dolayı zaten kaynaşmış durumda. Dinin bu yeni dünya üzerindeki etkileri ise tehlikeli boyutlarda gerici. Geçmişimiz sırf geçmiş olduğu için kutsal olamaz. Kaldı ki arkamızda bırakmak istediğimiz ve çok net olarak bir daha asla geri dönmemesini umduğumuz yığınla şey var: kralların kutsal hakları, feodalizm, kast sistemi, kölelik, siyasi idamlar, hadım etme, diri kesim', köpek-ayı dövüşleri, kan davaları, bekaret kemerleri, acıyla imtihan', çocuk işçiliği, insan kurban etme, hayvan kurban etme, recm, yamyamlık, gebelik kontrolüne karşı tabular, insan radyasyon deneyleri ...
Bu liste bitmek tükenmek bilmez. Ama listeyi tamamlayabilseydik bile, dinin doğrudan sorumlu olduğu eziyetlerin oranı herhalde yine değişmezdi. Aslına bakarsak, biraz önce saydığımız insanlığın onurunu kırıcı maddelerin hemen hemen hepsini, kanıta itibar etmemeye, şu veya bu dogmaya gözü kapalı inanmaya bağlayabiliriz. Bu yüzden dinsel inancın bir tür kutsal insanlık geleneği olduğu, dolayısıyla iddialarının uçukluğu ve kanıtlarının kıtlığı açısından kendine özgü bir konumu olmasının doğal olduğu fikri, yüceltilmek için fazla canavarcadır. Dinsel inanç, zihin gücümüzün tavizsizce kötüye kullanımı açısından eşi benzeri olmayan bir kültürel ufuk noktasıdır: ötesine geçildiğinde mantıksal tartışma imkansız hale gelir. Her gelen kuşağa baştan yutturulduğunda, dünyamızın ne kadar gereksizcesine karanlık ve vahşet dolu bir geçmişe teslim edildiğini görmemizi engeller.
Not: Tarihte farklı kültürlerde uygulanmış, ateşle, zehirle, kaynayan suyla, kaynayan yağla, soğuk suyla imtihan gibi türleri olan bir yargı yöntemi. Eğer zanlı suçsuzsa, Tanrı'nın ona yardım edeceği ve imtihanı geçeceği düşünülürdü. Örneğin kaynayan suyla imtihanda, zanlıdan kaynayan suyun içinden bir cismi çıkarması istenir, sonraki 3 günde elin iyileşmesi veya kangren olmaya başlamasına göre suçlu veya suçsuz olduğuna karar verilirdi.
(SAM HARRIS’in, iNANCIN SONU kitabından aIıntıdır.)
|