ÖYLE ANAYA BÖYLE KIZ!..
"Sonunda mutlu olunmadıktan sonra, malın mülkün, şanın şöhretin, güzelliğin ne önemi vardı ki? Derken efendim bu iki genç evlendiler. Şehriban annesinin bu evlilik isteğine hiç karşı gelmedi. Herkes “Bu evlilik yürümez!” derken onlar mutluluğun timsalini verdiler etrafa."
Kemalpaşa’dan emekli öğretmen Niyazi Gürsu, hatırasına başlarken bizim söyleyeceğimiz sözü zaten söylemiş:
-”Yirminci asrın sonunu yaşadığımız bu yıllarda böylesi insanlar da var mı?” demeyin.
Gerçekten yaşananları okuduğunuzda aklınıza yukarıdaki soru geliyor. “Böylesi olaylar masallarda bile zor yaşanırken, gerçek hayatta nasıl olur?” diyor insan. Ama oluyor işte...
Hatıraya başlamadan şunu da belirtmekte yarar var zannederim. Günümüzde çok tartışılan konulardan biri olan gerçek aşk ile sevginin ne olup olmadığı konusu, işte bu hatırada yaşanmış bir örnek olarak karşımızda duruyor. Sevginin, sadakatin, vefanın nasıl bir şey olduğunu bu hatırayı okurken anlamak oldukça kolay.
“Halam Sadiye hanımın bir kızı vardı. Adı da Şehriban Tezcan. Bu kız, öyle dünyalar güzeli denilmese de çok güzel, boyu posu yerinde, aklı başında iffeti ve namusu tartışılmaz, hanım hanımcık bir kızdı.
Günlerden bir gün bu kızcağıza yine dünürcüler gelmişti. Damat adayının durumu ise ilk bakıldığında iticiydi. Şöyle ki, yaşı Şehriban’dan en az on yaş büyük. Haydi büyüklük olabilir diyelim, hiçbir mahareti olmayan gariban biri. Haydi onu da sineye çekelim, yüz felci geçirmiş olduğu için ağzının bir tarafı çalık halde. Üstelik gözünün biri de küçülmüş. Fakir bir ailenin oğlu.
Ee şimdi bu adama kız mı verilir? Tip desen tip yok, iş desen iş yok, boy desen yok, mal desen yok... Herkes “Böyle bir adama elbette kız verilmez” der. Ama Sadiye halam kızı Şehriban’ı bu gence verdi gitti iyi mi?.. Sebebini sorduğumuzda ise çok enteresan bir gerekçe gösterdi:
-Ben kızımı, Mehmet’in boyuna posuna, parasına puluna göre değerlendirip de vermedim.
-Ya neye göre verdin?
-Siz bilmezsiniz... Bu devirde yakışıklı da çok. Paralı insan da. Mevki sahibi olan da çok, mal mülk sahibi olan da... Ama bu devirde içki içmeyen, kumar oynamayan, zina yapmayan, yalan söylemeyen, hırsızlık bilmeyen, kul hakkından korkan, sahtekar olmayan insan bulmak o kadar zor, o kadar zor ki... Allah böyle karakterde bir insanı benim karşıma çıkartmış. Ben bu fırsatı kaçırır mıyım?
Donduk kaldık... Sonra düşündüm de halam ne kadar ileri görüşlü bir kadındı. Sahi kötü alışkanlığı olan bir insan ne kadar yakışıklı, ne kadar varlıklı olursa olsun ileride her türlü kötülüğü yapabilemez miydi? Sonunda mutlu olunmadıktan sonra, malın mülkün, şanın şöhretin, güzelliğin ne önemi vardı ki?
Derken efendim bu iki genç evlendiler. Şehriban annesinin bu evlilik isteğine hiç karşı gelmedi. Herkes “Bu evlilik yürümez!” derken onlar mutluluğun timsalini verdiler etrafa. Kocasını hakir görmek şöyle dursun, onun hizmetinde olmaktan zevk alan bir huya sahip bir kız çıktı. E, zaten öyle bir annenin böyle bir kızı olurdu elbet. Kocasının ise ahlakı güzel. Karısına karşı çok merhametli, çok müşfik, çok kibar. Nankörlük edecek bir hareketi olmuyor. Öyle mutlu olmuşlardı ki anlatamam...
Yüce Allah bu iki garibana zaman içerisinde nurtopu gibi iki kız ve bir erkek evlat verdi. Bu kez aynı sevgi ve merhameti çocuklarına verdiler. Onları büyütmek için her ikisi de saçlarını süpürge etti. O Mehmet damat gerçekten alnının teriyle çalışıp çabalıyor çocuklarını kimseye muhtaç etmiyordu...
Yıllar geçti aradan... Kızları evlendi. Oğulları Hüseyin de polis memuru oldu. Ama, acı kader hiç birimizin aklına gelmiyordu. Birgün nasıl olduysa, bir katil meczubun saldırısına uğradı polis Hüseyin. Tuzak kurmuştu meczup. Bıçak darbesiyle Hüseyin’imizi şehid ederken, aynı zamanda bir mutlu ailenin de sonuna sebep olacağını düşünemiyordu.
Çünkü oğullarının şehadet haberiyle ana babanın yüreği kavrulmuştu... Onların ikisinin de yüreği birdi. Gerçi insan olarak ayrı bedenlerde idi ama aynı sevgiyle, aynı duyguyla atıyordu o yürekler. Tıpkı tek bir yürek gibi...
Bunun böyle olduğunu zaman gösterdi. Her ana baba evladına ağlardı. Ama evladın hasretiyle yanmak böyle mi olurdu meğer? ... Şehriban da Mehmet de yemeden içmeden kesilmişlerdi. Gece gündüz oğullarının ardından gözyaşı döküyorlardı. Ama Allahü tealaya isyan etmeden. Sadece hasretin ateşiyle... Sadece gözlerine, yüreklerine söz dinletemedikleri için.
Ve bu hasrete dayanamayıp çok kısa bir sürede ikisi birden hayata veda ettiler. Geride kalan evli iki kızı, anne ve babasının mezarlarını yan yana defnettiler. Onları her beş vakitte rahmetle anıyorlar. Tabii şehid düşen polis kardeşlerini de...
Yeni hayatlarında da, ana babalarının yaşantılarını kendilerine örnek alıyorlar.
|