Mahşerin Hararet ve Sıkıntısı
Nihayet bütün yedi gök’ ve yedi yer ahalisi mahşerdeki yerlerini tam olarak alınca güneşe on yıllık hararet giydirilir ve yaratıkların tepelerine bir veya iki yay kadar yaklaştırılır. Rabbu’l-Alemînin arşının gölgesinden başka hiç kimsenin gölgesi bulunmaz. Arşın gölgesinde serinlenenler ve güneşin hararetiyle kavrulanlar vardır. Güneş, altındakileri hararetiyle kızdırır. Hararetten onların keder ve endişeleri şiddetlenir. Sonra ümmetler dalgalanmaya ve itişip kakışmaya başlar. Birbirlerini sıkıştırır ve ayaklan gider gelir.
Susuzluktan boyunları kopacak gibi olur. Güneşin sıcaklığı, mahlûkâtın nefesleri ve izdihamın verdiği hararet birbirine eklenir. Bunun üzerine onlardan öyle bir ter akar ki, yeryüzüne yayılır. Sonra da amellerinin derecesine ve Allah Teâlâ katındaki saadet ve şekavet durumlarına göre vücudlarını kaplar. Öyle ki ter, bazılarının topuklarına, bazılarının göbeğine, bazılarının kulak memelerine kadar yükselir. Bazıları da neredeyse teri içerisinde kaybolacak hale gelir. Ter kimisinin göbeğine kadar çıkar.
Umeyr bin Said der ki: Ben İbn Anır ve Ebu Said el-Hudrî’nin yanında oturuyordum. Cuma günüydü. Birisi ötekine dedi ki: “Ben Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’i şöyle buyururken dinledim: ‘Kıyamet günü ter insanoğlunun neresine kadar varır?’
Orada bulunanlardan birisi: ‘Kulak memelerine kadar’ bir diğeri: ‘Ağızına kadar’ dedi. İbn Ömer (radiyallâhü anh): (kulak memesinden ağıza doğru eliyle bir hat çizerek) ikisinin de eşit olduğunu görüyorum” dedi.
Hayseme, Abdullah’ın şöyle dediğini bildirdi: “Kıyâmet günü yeryüzünün hepsi adeta ateş kesilir. Ötesinde ise Cennet bulunur. İnsanlar, onun hurilerini ve kadehlerini görürler. Abdullah’ın cam kudretinin elinde bulunan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, kendisine hesap dokunmadığı halde bir kişi o kadar ter döker ki, döktüğü ter kendi boyunca yeryüzüne yayılır. Sonra bu ter burnuna kadar yükselir.” Abdullah’a sordular: “Bu neden ileri gelir Ya Eba Abdurrahman?”
Abdullah: “İnsanların çektiği sıkıntıyı görmesinden” cevabını verdi.
İbn Ömer (radiyallâhü anh)’den, Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğu nakledildi: “Kişi (bir defa da ‘kâfir’ dedi) Kıyâmet günü, duruşmanın uzunluğundan dolayı kulaklarının ortasına kadar ter sızıntısının denizi içerisinde ayakta dikilir.” Yine Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem)’den naklen Abdullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “O günün uzunca bekleyişinden. Kıyamet günü ter, kâfiri ağızının hizasından gemleyecek derecede kaplar (Ali, beklemenin uzamasından’ dedi) Öyle ki, ‘Ya Rabbi! Ateşe göndermek bile olsa beni rahatlat’ diye yalvarır.”
Hiç şüphesiz sen de onlardan birisin. Kederinle başbaşa kalmış, ter kaplamış ve gam bürümüş, şiddetli ter, korku ve ürküntüden nefesin daralıp bunalmış bir halde kendini düşün!
İnsanlar da seninle birlikte saadet veya mutsuzluk yurduna gönderecek hükmün verilmesini beklerler.
Herkes Canının Derdine Düşer
Nihayet, senin ve diğer yaratıkların meşakkati doruğa ulaşır. Konuşmadan ve işlerine bakılmadan uzun uzun beklerler. Üçyüz sene hiç konuşmadan, bir lokma yemek yemeden, bir yudum su içmeden, yüzlerine bir tek hoş esinti ve serin meltem değmeden, bu bekleyiş ve ayakta dikilişten doğan çekilmez ve katlanılmaz derecedeki yorgunluğu giderici bir an bile istirahat etmeden beklemelerini ne zannedersin?
Katade veya Ka’b’deıı rivayet edilmiştir ki: “O gün insanlar, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracaklar” (el-Mutaffifin Sûresi: 6) ayetini okudu ve şu açıklamayı yaptı: ‘Üç yüz sene kadar duracaklar.” Yine o, Hasan-ı Basrî’den şöyle duyduğunu söyledi: “Uzunluğu elli bin sene olan bir zaman, aykalarının üzerinde azîz ve celîl olan Allah Teâlâ’nın huzurunda ayakta dikilen insanların halini ne zannedersin?!
Onlar orada ne bir şey yemişler ve ne de bir şey içmişlerdir. Öyle ki susuzluktan boyunları incelmiş. Açlıktan içleri yanmış. Bu onları ateşe sevk etmiş de sıcağı yaklaşmış ve esintisi şiddetlenmiş, yaklaşan kızgın bir pınardan sulanmışlardır.
Peygamberlere Müracaat
Onların meşakkat ve bitkinliği takat getiremeyecekleri bir dereceye varınca onlar, Mevlâ’nın yanında değerli olan ve kendilerine o hal ve durumlarında rahat etmeleri için şefaat edecek kimseleri aramak üzere birbirleriyle konuşurlar. Bu durumdan kurtulup Cennete veya Cehenneme sevkedilmelerini isterler.
Önce Âdem ve Nuh’a, sonra İbrahim’e, İbrahim’den sonra da Musa ve İsa’ya başvurup yardım isterler. Hepsi de onlara şöyle derler: Rabbimiz bugün öyle bir gazaba gelmiştir ki, böylesine ne bugünden önce gazaplanmış, ne de bundan sonra bu kadar gazaplanır. Hepsi de bu şekilde kudret ve celal sahibi Rablerinin gazabının şiddetini ifade eder ve kendi kendileriyle meşgul olduklarını şöyle dile getirirler: “Nefsî, nefsî! (kendi canım, kendi canım!)” bizzat kendi canlarının derdiyle meşguliyet, kendi dertleri ve kurtuluş kaygıları onları şefaat için Rablerine başvurmaktan alıkoyar. Aziz ve Celil olan Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “O gün herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır…” (Nahl Sûresi: 111) Yaratıklardan hiçbirini düşünmez.
Yaratıklar topluca çağrışırlarken, herbiri canının derdine düşüp “Nefsî nefsî!” diye bağırırken seslerini bir tehayyül et!
“Nefsî, nefsî” sözünden başka bir şey duyamazsın. O gün ne ‘korkunç bir gündür !
Sen de onlarla birlikte sadece kendini düşündüğünü ve Rabbinin azab ve cezasından kurtulmağa çalıştığını haykırırsın.”
Allah Teâlâ katındaki değerleri ve yüksek makamlarına rağmen Adem Safiyullah, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah ve Kelimetullah’tan (aleyhimüsselâm) herbirinin Rabbinin şiddetli gazabından korkarak: “Nefsî nefsî!” diye seslendiği bir günü ne zannedersin?!
O günkü korkun, telaşın, üzüntün ve endişenle kendini onlarla mukayese edebilir misin?
|