insan Kalbini ve ruhunu nasil temizler?
İnsan kalbini ve ruhunu nasıl temizler
Tasavvuf ehli kalbi temizlemek için çeşitli metotlar uygular. Bunların başında Allah’ı sürekli anmak yani zikir gelir.
.Dervişler, hayatı kendinden başlayıp Hakk'a varan bir yolculuk olarak görürler. Bu yolculuğa ise seyrüsülûk derler. Seyrüsülûk denen kalp ayağı ile Hakk'a yolculuk, bir bakıma dervişin döngüsünü tamamlamasıdır. Bu döngü süresince derviş her türlü imtihana tâbi tutulur. Adeta benliğinden soyunur. Latifleşir. Âleme bakışı değiştiği gibi doğruları da değişir. Kısacası seyrüsülûk dervişi hakikate ulaştıran yol, ameller bütünü, davranış tarzıdır ve mekânı ise kalptir çünkü kalp Hakk'ın tecelligâhı ve muhatabıdır. İrfan ve marifetin doğduğu yerdir. Kısacası kalp yere göğe sığmayan Hakk'ın evidir ve bu sebeple tasavvufun ana konusu kalp temizliğidir.
Tasavvuf ehli kalbi temizlemek için çeşitli metotlar uygular. Bunların başında Allah'ı sürekli anmak yani zikir gelir. Amacı Allah'ı hiç kalpten çıkarmamak, hep hatırda tutup unutmamaktır. Zikrin hakikati ise; zikir hâlindeyken zikredilen şeyin dışındaki her şeyi unutmaktır. Bu konuda Şah-ı Nakşibend hazretleri: "Zikrin hakikati, gaflet meydanından müşahede fezasına çıkmaktır" buyurmaktadır. Bu sözle zikrin tüm kalbi sarması ve sadece dilde kalmaması gerektiğini hatırlatan Şah-ı Nakşibend; "Zikir gafletin giderilmesidir. Gaflet giderildiğinde sussan bile zikir hâlinde olursun" diyerek susma hâlinin bile bir makamdan sonra zikre dâhil olduğunun altını çizmektedir ki bu hâle zikr-i sultani denir. Yine Şah-ı Nakşibend hazretleri; "Zikirden maksat yalnızca 'Allah' ve 'La ilahe illallah' demek değildir. Belki sebepten müsebbibe yani sebepleri yaratan Allah'a gitmek ve nimetlerin müsebbinden yani Allah'tan geldiğini görmektir" diyerek zikir sonucu kişinin fanilerden geçip gözünü Hakk'a döndüreceğini ve perdenin arkasını göreceğini anlatmak istemiştir. Bu hâle ermek için asıl emir âleminden olan ama insanın vücudunda bulunan latifelerin zikir yoluyla çalıştırılıp aslına dönmesi yani uyanması gerekmektedir.
Letâif nedir?
Melekût âlemi de denen emir âlemine tabiatüstü âlem de denebilir. Yani gayb âlemi. Rahmani bir nefesle ortaya çıkan bu âlem maddesiz ve süresizdir. İşte bu âlemden olan letâif, vücudun farklı yerlerinde olup veliler genelde kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve nefs olarak sıralamışlardır. Bunlara ruhun mertebeleri de denir ki bu sebeple letâif-i ruhaniye diye de isimlendirilir.
Letâifin tekil hâli olan "latife", sözlükte son derece ince bir mana ihtiva eden, anlaşılan ama sözle ifade edilemeyen, sadece yaşayarak öğrenilebilen anlamlarına gelir. Letâif, rabbani bir cevher yani insanın özüdür. Diğer bir tanımla letâif "ruhun manevi organlarıdır". Her bir letâifin ayrı bir görevi ve etkisi vardır. Uyandırıldığında ancak etkisi ortaya çıkar ama bunun için dervişin kalbini zikre geçirmesi gerekmektedir. Nakşibendi şeyhlerinden Hüseyin b. İbn-i Yemîn Hüseyni letâifi şöyle tanımlar: "Kalp, ruh, sır ve hafi insanın idrak edici latifesinin ismidir. Bazı mertebelerde ona kalp derler, beşeri kayıtlardan kurtulup daha saf olduğu diğer mertebede ona ruh derler, saflık artınca sır derler, olgunlaşınca hafi derler. Letâifteki farklılık öz itibariyle değildir, aksine özde birdir. Farklılık vasıflarda ve hâllerdedir. Şeyhlerin çoğunun görüşü budur." Bu açıklamadan dervişin zikrettikçe kalbin içine doğru yolculuğunun devam ettiği anlaşılıyor. Nitekim veliler, zâkirin Allah'tan gayrısını kalbine getirmeye zorladığı hâlde getiremeyecek derecede zikir kalbine yerleşmiş ise zikrinin "ruh"a ulaştığını ve saflaşma devam ettikçe bu yükselmenin sırayla diğer latifelere çıktığını söylerler.
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi hazretleri de Allah'ın insan bedenini yarattığında bu emir âleminin latifelerini kendisine bağlanacak ve ona âşık olacak şekilde insanın bedenindeki farklı mahallere yerleştirdiğini, bir kişinin mürşidinin emri ve himmetiyle riyazat (nefsi terbiye etmek için yapılan şeyler) ve mücahadeye (kâfir olarak görülen nefsi Müslüman yapmak için yapılan mücadele) giriştiğinde çok zikir ve tefekkürün bereketiyle latifelerini asıllarına yönlendirdiğini söyler. Zira emir âleminden halk âlemine yani insan vücuduna inen bu letâif, nefs sebebiyle kendinden habersiz hâle yani gaflete düşmüştür. Çünkü insan bedenindeki toprak; tembellik ve ilahi emirlere uymamaya, su; bulunduğu ortamın rengine bürünmeye yani kişiliksizleşmeye ve münafıklaşmaya, ateş; öfke ve egoya, hava ise kibre sebebiyet verir. İşte bu sebeple Allah'ı çok zikrederek nefsin latifeler üzerindeki baskısı kaldırılır ve böylece asıllarına rücu etmeleri sağlanır. Letâif zikri belli bir yöntem doğrultusundan yapılır, yani vücuttaki latifelerin üzerinde belirlenen sayıda bir zikir yapılır çünkü her işlenen günah bu latifelerin kararmasını sağlar.
İmam-ı Rabbani hazretlerinin seyrüsulûk yolculuğunda bir metot olarak ifade ettiği letâifin vücuttaki yerleri şöyledir: "Kalp" sol göğsün iki parmak altında, "ruh" sağ göğsün iki parmak altında, "sır" sol göğsün iki parmak üstünde, "hafi" sağ göğsün iki parmak üstünde, "ahfa" göğsün ortasındaki rabbani cevherdir ve "nefs" ise iki kaşın ortasındaki latifedir.
Sarı Abdullah Efendi letâif ile ilgili olarak şunları söyler: "Nefsin sıfatlarından uzaklaşarak kalbin harem sarayına giren şahıs kalp nuru ile nefsini tanır. Kalbin sıfatlarını geçtiğinde sır makamına ulaşır ve sır ilmi ile kalbi tanır. Sırrı geçince ruh âlemine vasıl olarak ruhun nuru ile sırrı tanır. Ruh makamını geçtiklerinde hafi makamına ulaşarak Hakk'ın şahidiyle ruhu tanır. Hafi menzilini geçtiklerinde ise, hakikat deryasının sahiline ulaşıp cemal nurlarının şuaları ile hafiyi tanırlar. Kendisine gelen celal tecellilerine tabi olur, benlik ve enaniyetten dahi geçerse 'Hakk'ı Hak ile arif' yani muvahhid-i hakiki olurlar."
Her latifenin ilahi tecellilerden bir aslı ve murakabesi olduğunu söyleyen merhum İsmail Çetin, kalp latifesinin murakabesini söyle açıklar: "Salik kalbinin Hazreti Fahr-i âlemin (s.a.v.) kalbinin hizasında olduğunu mülahaza eder ve şöyle dua eder: Ey benim Rabbim, Rasulullah'ın kalbinden Âdem peygamberin kalbi üzerine efal tecelliyesinin feyzini yağdırdığın gibi benim kalbimin üzerine de o feyzi yağdır." İşte her latifenin kendine has bir murakabesi vardır ve Hakk yolcusu bu murakabeyi mürşidinden öğrenerek uygular.
Kelimelerin yetmediği yer
Nakşibendiler, ruhun terbiyesini hedef aldığı için kalp latifesinden başlayarak sırasıyla diğer latifelerin hakikatine ulaşması gerektiğini söyler. Her latifenin zikri sonucunda ayrı bir tecelli ve farklı bir renkte nur görülür. Zikre devam ettikçe kişi bu tecellileri yaşar ve latifeleri birer birer uyanır. Vücut baştan ayağa zikre geçer. Gaflet yani Hakk'ı unutma kalktığı için bir an bile Allah'ı unutmaz. İşte bu altı letaifin zikre geçmesi sonucunda "zikr-i sultani" denen adeta vücudun tamamının latifeleşmesi hâli ortaya çıkar. Bu hâle ulaşan kişinin tek derdi Allah'tır. Her hâliyle onu zikreder ve tüm hareketleri Allah'ın rızasına mutabık olur. Kalbi Allah aşkı ile dolu olup dünyaya karşı bir ilgisi kalmaz. Her yerde ve her fiilde Hakk'ı müşahede eder. Bu hâli Mevlana Halid hazretleri şöyle açıklar: "Zikri sultani, zikrin vücuda yayılıp bütün duygu ve düşünceyi tesiri altına almasıdır. Bu durumdaki kimse, bütün eşyanın zikrini hissedecek hâle gelir." Bu hâle eren kişinin latifeleri aslına ulaşıp tekrar bedenine geri döner. Böylelikle insanları irşad iznini de almış olur. Bakışı hatta bir kelimesi dahi insanları etkiler. Görüldüğü an Allah'ı hatırlatır.
Tasavvufta "mi'râcü'l-kelime" diye bir tabir vardır. Bu tabir dervişlerin dilinde; manevi tecrübe, seyrüsülûk esnasında yaşadıkları hâl ve geçirdikleri makamlar sonucu ulaştıkları manaları yazıya dökerken kelimelerin delaletini düşük anlam seviyelerinden yüksek ve ince anlamalara işaret edecek şekilde yükseltmelerini ifade etmektedir. Manalar son derece ince ve anlatılması zor olduğu için böyle bir yöntem izleyen veliler "letâif" meselesinde de bu yöntemi kullanmışlardır. Ne kadar anlatılsa da yaşanmadıkça hakikatine nüfuz edilemeyecek olan bu konunun hakkını vermek için öncelikle kişinin dünya ile arasına bir mesafe koyması, sonra bir gönül rehberine gidip zikir dersi alması ve sonra da büyük bir gayret ve istekle bu zikri yapmaya koyulması gerekir. İnsanın bir anda kendinden soyunması, yılların biriktirdiği önyargı, gelenek ve benzeri tortuları kalbinden silmesi imkânsızdır. O yüzden sabırla yola devam etmelidir çünkü İbn'ül Arabî hazretleri; "Yola koyulun, ulaşacaksınız" buyurur.
.
|